15 Ağustos 2018 Çarşamba

Walk of Shame

"Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... geyt... nambır... tuuu!"

Durağın yarısı ayağa kalkıp, valizleriyle iki numaralı kapıya doğru hareketlendiler.

Açık havada, üstine saç bir çatı iliştirilmiş ufak bir otobüs durağındaydık. En fazla on beş yaşındaki Meksikalı çocuğun da "Gate Number Two" falan demesine gerek yoktu. Bir numaralı kapı solda, iki numaralı kapı sağdaydı ve aralarında iki metre ya vardı, ya yoktu. Uzun bir Greyhound otobüsü geldiğinde, her iki kapıyı da kaplıyordu zaten.

Otobüs yanaştı ve şoför otobüsün gideceği yeri gösteren ışıklı tabelayı çalıştırdı. Üzerinde Los Angeles yazıyordu.

Tijuana'ya gitmek için ayaklanan yolcular bir anda "Ooooo!", "Aaaaa!" oldular. Çocuk da bir şeylerin doğru gitmediğini sezinledi, otobüse baktı.

"¡Carajo!"

Sonra ilk anonsun 'etkisini kaybetmesi' için biraz bekledi ve...

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... siiiiit!”

Bir nefes alıp devam etti.

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Los... An-he-les... geyt... nambır... tuuu!”

Kapının önündeki ufacık alan geriye dönen Tijuana ve otobüse bindmeye çalışan Los Angeles yolcularının birbirine girmesiyle karıştı tabi. 🐝Mezzy🐝 ve Jelena kendilerini otobüse attılar, ben de koca çantayı bagaj kısmına zar zor koyabildim.

Üç saatten az bir zamanda Los Angeles'a ulaşmıştık. İndiğimiz otobüs terminali biraz kuku bir yerdi, insana pek öyle güven vermiyordu. Durakta iki Alman kızla bizi Downtown LA'ye (artık Los Anheles'li olduk ya, LA diye yazabilirim) götürecek otobüsümüzün bekliyorduk.

Otobüs durağa yaklaşırken el salladım, ama şoför tınmadı bile, zum diye bastı, gitti.

Tam o anda kısa boylu, Temmuz'un ortasında üzerinde ceket, şapka, Hollywood filmlerin jönlerine 'sidekick' olacak gibi biri koşarak yanımıza geldi.

"Gördüm olanları!" diye heyecanlı bir şekilde lafa girdi. "Facia bu!, kabul edilebilir gibi değil!"

Adam öyle bir konuşuyordu ki, sanki bir cinayete tanık olmuştu. Altı üstü bir otobüs şoförü durmaya üşenmiş, basmış gaza gitmişti. Öyle sevimli bir hareket değildi, tamam, ama bu kadar da şova gerek yoktu.

Sonra Alman kızlara döndü. "Sizler de gördünüz değil mi? Gördünüz değil mi?"

Kızlar ne yapsın, zoraki biraz gülümsediler, sonra da kendi aralarındaki konuşmaya döndüler.

Bizimki hala kendi kendine konuşuyor, bir o tarafa, bir bu tarafa volta atıyordu. Cep telefonunu çıkardı, pıt, pıt bir şeylere bakmaya başladı, bu arada da aralıksız "fak", "şit" tabi...

Otobüs tarifesine bakıyormuş ki, bulunca yeniden başladı.

"Kırk beş dakika! Bu sersemin (dipshit diyor) yüzünden kırk beş dakika bekleyeceğiz burada!"

Pek aklım kesmemişti bu söylediğine. Geleli on beş dakika falan olmuştu ve aynı otobüs karşı yönden iki kere geçmişti.

Alman kızlar adamın yandaki dükkana girmesinden faydalanıp bize geldiler, gerçekten kırk beş dakika bekleyecek miyiz diye sordular.

"Yok ablacım, merak etmeyin" dedim, zaten hemen o sırada otobüs de geldi, bizler de bindik.

Eğer beşimiz de bilet almak için şoförü oyalamamış olsaydık, bu arkadaş dükkancıyı taciz ederken bu otobüsü de kaçıracaktı. Ceketi bir tarafta, şapkası uçmasın diye elinde, atladı otobüse.

Hemen bu kez otobüs şoförünü taciz etmeye başladı. Beni gösterip, "Bu arkadaş durması için el kaldırdı ama otobüs durmadı!" dedi. Ben de o anda arkaya doğru ilerliyordum. Şoför "Plakayı aldın mı?" diye film icabı sordu. Ben de kafamı sağa sola hayır anlamında salladım, yürümeye devam ettim. Şoför de "Tamam ben rapor edeceğim" dedi ama adam halen söyleniyordu.

Bizimki baktı ki şoför ilgilenmiyor, ön sıralardan yeni bir kurban seçti. "Bu arkadaş el salladı, önceki otobüs durmadı! Bu kabul edilebilir bir şey değil!"

Yan sıralardan bir zenci kadın lafa girdi.

"Kalifornia hep böyle. Louisiana'da böyle şeyler hiç olmaz."

Başka bir desperate housewife da kendi yorumuyla konuya dahil oldu. Böylece otobüsün ön saflarında bir tartışma gurubu oluştu. Hepsi bağırıyor, hepsi söyleniyordu.

Ben içimden bu insanların hiç mi işi yok diye geçirirken, Jelena bana bakıp, anlaşılmasın diye Fransızca "Ne biçim bir yer burası?" dedi.

Gerçi Los Angeles'a ilk gelişimiz değildi ancak bir öncekinde balayımızdaydık ve sevgili karmı hava alanından bir taksi ile Beverly Hills'deki otelimize götürmüş, mum ışığında akşam yemeğimizi yemiştik. On bir sene sonrası gibi Greyhound şehirler arası otobüs terminalinden bir belediye otobüsü aktarması ile otelimize gitmiyorduk o zamanlar. On sene evli kalınca böyle oluyor demek 💔

Şaka tabi! 😛

San Diego'dan uçakla Los Angeles'e geçmek, Ankara'dan Eskişehire uçakla gelmeye benziyor. Hem çok daha uzun zaman alıyor, hem de bir o kadar eziyetli. İşin aslı, iki şehir arasında uçak seferi olduğundan bile emin değilim.

Bir kenti ziyaret ederken de her zaman toplu taşımı kullanmaya dikkat ederiz sevgili karımla. Ucuzluğu bir kenara, bizlere ziyaret ettiğimiz şehrin bir havasını koklatır. Paris, New York gibi bir iki yerde zaten toplu taşımdan başka şansınız yoktur. Ne arabanızı park edecek yer, ne de kolayca taksi bulabilirsiniz. Taksi bulsanız da trafik yüzünden çoğu zaman saatlerce vakit kaybedersiniz.

Downtown'a geldiğimizde tartışmayı başlatan komik adam çoktan otobüsten inmişti ancak hatunlar hala otobüs şöförlerinin kabalıklarını birbirlerine anlatıyordu.

Buradan bindiğimiz ikinci bir otobüs bizi Hollywood'daki otelimizin kapısında bıraktı.

Walk of Fame
Otelimiz Melrose Avenue üzerinde, Paramount Stüdyolarına yüz metre uzaklıkta, Amerikan standardlarında tarihi bir binaydı. İsmi de zaten Hollywood Historic Hotel. Beverly Hills'deki lüks otellerin açılmasından sonra görünüşe göre eski ışıltısını biraz kaybetmiş de olsa hala cazibesini koruyordu.

1927 yılında Monte Cristo Island Apartments ismiyle kariyerine başlamış, sonra Hollywood Melrose Hotel ismini almış. Doksanlı yıllarda Amerikan Tarihi Eserleri listesine girmiş ve yeni ismiyle bir renovasyon geçirip, içi ve dışı yirmili yıllardaki orijinal haline getirilmiş. Çok güzel bir yer ve biz de çok memnun kaldık.

Otelin önünden tepelerdeki Hollywood yazısı görülüyordu.

Melissa on Melissa
Los Angeles kentinin Hollywood bölgesi çoğunlukla tek katlı yapıları, geniş caddeleri ile dikkatimizi çekmişti. Çok trafik de olmadığımdan bir Uber çağırıp, Hollywood'a gelen turistlerin yaptığı ilk şeyi yaptık. Yani Hollywood bulvarına gidip, Walk of Fame dedikleri, üzerinde artistlerin isimleri yazılı yıldızların bulunduğu kaldırımlarda yürüdük.

Burası ilk bakışta çok özel bir yer gibi göründü gözümüze sevgili arkadaşlar.

Bir kere adım atacak yer yoktu. Metrekareye en az dört insan düşüyordu. Bunların yüzde doksanı da turistti. Turistleri ayırmak da çok kolaydı, çünkü hepsi yıldızların ismini okumak için yere bakıyor, dan dun birbirlerine çarpıyorlardı. Geri kalanlar ise bu turistlere bir şeyler satmaya çalışan fırsatçılardı. Admı başı birisi size otobüs turu ya da hediyelik ıvır zıvır satmaya, çizgi roman kahramanları da onlarla birer resim çektirmeye ikna etmeye çalışıyorlardı.

Walk of Fame
Bu kadar keşmekeşi Times Square'de bile görmemiştim.

Bir Spiderman ile Captain America vardiyalarını bitirmiş, sırt çantalarıyla yürürken hem hamburger yiyiyor, hem de gevezelik ediyorlardı. Bir sihirbaz'ın sopası eğer son anda farkedip kafamı kaçırmadaydım gözüme girecekti.

Hollywood bulvarının en önemli noktası ise ünlü salonların bulunduğu bölge arkadaşlar.

Bunlardan Dolby Theatre ve El Capitan Theatre bulvarın karşılıklı iki taraflarında bulunuyor. Dolby Theatre’ın biraz ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var.

Dolby Theatre, Oskar ödüllerinin seremonilerinin yapıldığı salon. Çok büyük bir alış veriş merkezinin bir parçası olarak tasarlanmış. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 için de Hollywood bulvarındayken tuvalet şeklinde hizmet veriyordu.

Dolby Theater
Dolby Theatre, Oskar törenlerinin olmadığı zamanlarda ise çok önemli konserlere ev sahipliği yapıyor. Burda kimler çalmış, kimler çalıyor diye hepsini yazsam bir sayfa tutar. Benim favorilerim Neil Young, Christina Aguilera, Céline Dion, Andrea Bocelli, Mariah Carey, Beyoncé, Elvis Costello, Vanilla Ice, Joe Bonamassa, Prince, kavalcı Ian Anderson ve Pink Floyd'un David Gilmour'ı.

Hemen karşıdaki El Capitan Theatre ise bir sinema salonu. Bir çok bilinen filmin premiere'leri burada yapılmış ve halen yapılıyor. Buranın en son sahib Disney olduğundan afişler çoğunlukla Disney filmlerine ait.

El Capitan
Dolby Theater'ın hemen ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var. Orijinal Star Wars'un premiere'i burada yapılmış. Şimdilerde ise bir IMAX sineması. Bu salonun girişindeki betonun üzerinde yüzlerce film yıldızının el ve ayak izleri ile imzaları var.

Bulvarın gerisi ise cafe'ler, fast food'cular, restoranlar, mağazalar, marketler, vesaire.

Ancak bu şatafatın saklayamadığı, ya da saklamaya bile çalışmadığı bir sefalet var ki, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim sevgili arkadaşlar.

Ben hayatımda burası kadar büyük bir bok çukuru görmedim. Burasının ismi Walk of Fame değil, Walk of Shame olmalıydı bana sorarsanız.

Evsizlerin kaldırımda uyudukları...
Evsizlerin kaldırımda uyudukları, satıcıların bırakın rahatsız etmeyi, işi kabalığa, zorbalığa döktükleri, insanların birbirine bağırıp, çağırdığı, caddede aleni uyuşturucu kullanıp, kadın sattıkları, yürürken size omuz attıkları nefret bir yer burası.

Caddelerde dilenenlerin bir ikisinde üzerinde "Kokain ve karı için para lazım", ya da "S.kerim Trump'ı, bana para lazım" yazılı pankartlar vardı. Yarısı şaka, orası tamam da, diğer yarısı da vulgar işte. Çocuklar var o caddede...

Ben hayatımda bu kadar sevimsiz, kaba saba insanı bu yoğunlukta bir arada görmemiştim. Los Angeles'lılar bence anti-depresan falan kullanmadan hayatlarını zor sürdürürler.

Hard Rock Cafe Hollywood
Hollywood bulvarının hemen parelelinde Sunset Bulvarı vardır. Oraya da bir gidelim dedik ki, birileri bize saldırıp paramızı, iç organlarımızı çalmadıysa, aldıkları uyuşturucudan Amerikalıların deyimiyle 'stoned' olup, bizi farketmediklerindendir.

Hard Rock Cafe'ye oturup, bir şeyler içtik. Bir Hard Rock Nachoes söylemiştik. Hazırlayan hayvan öyle bir tuz koymuş ki, olasılıkla ya laklaka dalmış, ya da tuzluğun kapağı açılmış, bu da s.tir et yesinler böyle deyip göndermiş garsonla. Onu geri gönderdik, yenisi geldi ama getirende de bir surat, sormayın.

Hollywood Bulvarı elbette ki görülmesi gerekli bir yer, ancak çıtayı çok yükseltmeyin derim.

Başka bir Uber bizi Melrose Avenue'ya, otelimize getirdi. Yarın uzun bir gün olacaktı. Hemen yatıp, uyuduk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...