14 Ağustos 2018 Salı

San Diego

Deniz kıyısında bir yer için bir başkasının fikrini sorduğumda her zaman verilen cevaba biraz şüphe ile bakarım.

Özellikle sorduğum kişi Türk değilse.

Birçok na-Türk kişi için bir yerde deniz, kum ve güneş varsa, o yer sorgusuz, sualsiz "harika" olur. Halbuki, biz Türkler, her ne kadar sahillerimizin sapık bir yapılaşma ile ırzına geçmiş olsak da, ne mutlu ki halen iyi deniz, iyi güneş nedir biliriz, deniz ve güneş şımarığı bir milletizdir.

Zordur bizi her denizle, her güneşle, her kumsalla mutlu etmek.

O yüzden San Diego için İsviçre'deyken duyduğumuz methiyeleri biraz kuşkuyla dinledim.

İyi de ettim, yoksa San Diego'da tam bir hayal kırıklığı yaşayacaktım.

Ancak lütfen yazıya böyle ekşi başladım diye San Diego'yu kötü bir yer zannetmeyin. San Diego, çok güzel, çok temiz, sıcak bir deniz kıyısı kenti.

Ama hepsi o. Öyle çok ciddi bir "wow" faktörü yok.

Bir kere San Diego'nun denizi aslen okyanus, bildiğiniz Pasifik Okyanusu.

Okyanuslar genelde hem dalgalı, hem de bulanıktır. Öyle Ege koyları gibi pırıl pırıl bir denizi, koyları ve manzaraları yoktur. Özellikle gel-git yüzünden çoğu zaman yosunlar ve okyanusun organik de olsa diğer çöpleri kıyılara vurur. Gel-git'lerin "gel" zamanlarımda, yani high-tide varken, suyun dizinize kadar derinleşmesi için on beş dakika koşmanız gerekir. Okyanus kıyılarında bir de köpekbalığı falan gibi huysuz bir iki canlı türü vardır ki, bunlardan birini gördüğünüzde ağzınızın tadı kaçar.

Ege'yi görmüş bir insan bundandır, genelde okyanuslarda mutlu olamaz.

Burada işi, okulu ya da tanıdığı olmayan bir insan acaba hangi sebeple San Diego'ya ikinci kez gelmek ister diye sordum kendi kendime.

Cevabını bulamadım.

Bana sorsalar, hiç sıkılmadan yüzlerce kez San Diego'yu ziyaret edebilirim. Ama bir çok kişi gibi denizi ve güneş için değil, rıhtımda demirli, Midway isimli bir süper yapı yüzünden.

Dünyada bir kaç uçak gemisi müze haline getirilmiş, ziyarete açılmıştır, ancak bunların Amerikan olanları hep Essex sınıfı, ikinci dünya savaşından kalma, göreceli olarak küçük gemilerdir.

Midway ise, kendi ismiyle anılan Midway sınıfı modern ve büyük uçak gemilerinden biridir.

Midway'lerden bir boy büyüğü Forrestal sınıfı dört uçak gemisi hep hurdaya çıkarılıp, kısmen parçalanmış. Forrestal'lardan sonra iki Kirty Hawk sınıfı konvansiyonel uçak gemisi daha yapılmış, ancak bunlardan ilki denemelerde hedef diye kullanılıp, batırılmış. İkincisi yani John F. Kennedy ise müze olmayı bekliyor.

Bundan sonraki uçak gemilerinin tümü nükleer. Ancak bugün itibarıyla emekli olmuş Enterprise ve gelecekte emekli olacak diğerlerinin güvenli olarak müzelere çevrilebileceğinden emin değilim.

Kısacası Midway, katapultları, açılı iniş pisti, boyu ve uçak kapasitesi ile John F. Kennedy müze olana kadar görülebilecek, gerçek anlamdaki en büyük uçak gemisi sevgili arkadaşlar. Gerisi hep oyuncak.

CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt
Ne var ki San Diego'yu çok şanslı bir günümde ziyaret etmişim. Midway'in tam karşısında Nimitz sınıfı, muvazzaf, dev bir nükleer uçak gemisi park etmiş, öyle benim resmini çekmemi bekliyordu. Bunun CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt olduğunu ancak geri döndüğümüzde tespit edebildim.

Uçak gemileri o kadar büyük araçlar ki, insan üstündeyken bir gemide olduğunu unutuyor, sanki deniz kıyısında, karada yürüyormuş gibi oluyor, sevgili arkadaşlar.

Midway, New York'da demirli USS Intrepid'den sonra üzerinde bulunduğum ikinci uçak gemisiydi. Her ikisi de bana o karadaymışım hissini vermişti. Ancak daha bir kez bile bunlardan birine binip denize açılmadım. O yüzden okyanusun ortasında, saatte altmış kilometre hızla giderken ne kadar sallar, insan kendini ne kadar gemide hisseder bilemem tabi. Söylenene göre Midway, yalpalamasıyla meşhurmuş.

USS Midway, Altıncı filoda, Vietnam'da, Desert Storm'da ve daha bir çok operasyonda görev almış. Başından çok iş geçmiş. Kazalar,, yangınlar, alabora tehlikeleri, vesaire, vesaire. Ve başarılı bir kariyerin sonunda San Diego'da emekli olmuş.

Gemi üzerinde, çoğunluğu emekli denizcilerin oluşturduğu gönüllü müze görevlileri gelen misafirleri ağırlıyor, özellikle Vietnam'da bu gemide görevli pilotlar anılarını anlatıp, soruları cevaplıyordu.

İtiraf edeyim, bu gemi üzerinde bir hafta geçirebilirdim, ama San Diego'ya ayırdığımız bir günün ancak yarısı kadar vaktim vardı. Hemen tepeye, uçuş güvertesine koştum.

Midway'in üzerine sadece uçak gemilerinde kullanılan uçakları koymuşlardı. Bu da söz konusu uçakları gerçek habitatlarında görmeme imkanı sağladı.

Uçuş güvertesi
Örneğin New York'da, Intrepid uçak gemisinin üstüne bir SR-71 (aslen A-12), bir Concorde, bir de Uzay Mekiği falan koymuşlar, bu da komik olmuş tabi. Bu araçların bir uçak gemisinin üzerinde her hangi bir işi yok.

Uçuş güvertesindeyken NAS'dan havalanmış bir C-2 Greyhound üzerimden uçarak geçti, mutlu oldum. Gemide zaten abisi E-2 Hawkeye vardı, her santimetre karesini elleye elleye tavaf etmiştim 😛

Yine aynı üsten kalkma, olasılıkla Top Gun okulunun jet uçakları da bol bol üstümüzden uçuyorlardı ama çok ilgimi çekmediler. Bu günlerde donanmanın F-18'lerden başka jet uçağı kalmadı. Belki F-35'ler geldiklerinde biraz heyecan yaratabilirler...

Ziyaretçiler uçakların altını gölgelik olarak kullanıyor
Çok başınızı ağrıtmayayım. Yazabileceğim o kadar çok şey var ki bu müze hakkında, ancak okumaktan zevk alacak zar zor bir-iki kişi tanıyorum 😛

Ziyarete gelmiş emekli Navy ve Marine pilotlarının hallice kilolu eşleri ve Çinli turistler uçakların altını gölgelik olarak kullandıklarından çok zor resim çekebildim. Tepkimi de sesli ama Türkçe olarak belirttim. Ancak annelerine hitaben başlayan, ve müteakip diğer bir kaç tamamlayıcı kelime ile oluşmuş cümlelerimi anlayamadıkları için meyve sularını içip, laklak yapmaya devam ettiler.

Ben de Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bıraktığım cafe'ye döndüm.

Melissa San Diego'da
San Diego'ya sabah inmiştik. Hava alanından aldığımız otobüsün şoförü, yolda oteli ararken konuştuğumuz insanlar hep çok iyi, çok kibar insanlardı. Hepsi İngilizce'yi çok iyi konuşuyor olsalarda kendi aralarında kullandıkları dil hep İspanyolca idi. Kent Meksika sınırında olunca, kentliler de böyle Mehikano oluyor işte.

Otele geldiğimizde biraz tadım kaçtı. Otel çok kötü sayılmazdı belki ama Las Vegas'ta Hard Rock Hotel'den çıkıp, kendimizi bu "Mexicano Cantina" 'sında bulunca bir kültür şoku yaşadık. Neyse ki sadece bir akşam kalacaktık burada.

Bavulları attık, yolda Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bir cafe'ye bıraktım, uçak gemisini ziyaret ettim ve sonra ailemiz yeniden bir araya geldi.

Old Town
Santa Fe istasyonundan aldığımız bir trolley bizi limandan alıp, kentin Old Town isimli bölgesine götürdü. Bu trolley dedikleri aslında bildiğiniz tramvay. Amarikalılar, herkesin anladığı "Tram" dururken niye "Trolley-bus" 'ı hatırlatan bu kelimeyi bu kadar severler, anlamam.

San Diego’nun öyküsü Kaliforniya'nın diğer kentlerinden pek farklı değil. Önce İspanyollar yerlileri kovalamış, sonra Meksikalılar burayı sahiplenmiş, en sonunda da Amerikalılar çöküp, kenti Meksikalılardan almışlar.

Gittiğimiz Old Town da San Diego'nun Amerikalılar almadan önceki merkeziymiş, daha doğrusu kentin tümü. San Diego'nun o aralar nüfusu sadece bir kaç yüz kişiymiş.

Old Town
Şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en şirin yerlerden biriydi bu Old Town. Binaların hepsi İspanyol ve Meksika zamanından kalma, "adobe" dedikleri, bizdeki kerpiçe benzeyen, topraktan yapılma "hacienda" isimli, uzun, tek katlı, bitişik villalar. İçerisi Meksika restoranları, cantina'lar, hediyelik eşya mağazaları ve elbette ki Meksikalıların kendileri ile dolu.

Tijuana'ya geçip, kıçınızı haydutlara kaptırmaktansa Old Town'u gezin, Meksika'yı görmüş sayılırsınız 😛 Biz 🐝Mezzy🐝'yi Tijuana'ya götürecektik, yemedi açıkçası.

Burada oturup bir margarita bir tekila içmemek, bir taco ya da quesadilla yememek bir tür sosyal suç 😛 Böyle diyorum ama zamanlamayı doğru yapamadığımız için yukarda yiyin, için dediklerimi biz ancak bir sonraki durağımızda yapabildik. Neyse ki San Diego'da Meksika restoranı bulma sorunu yok.

Gasslamp Quarter
Santa Fe istasyonunda geri dönüp, bir sonraki ziyaret noktamız olan Gasslamp Quarter'a, yani Gaz Lambası Mahallesine doğru yürüdük.

Burası Old Town'dan sonra, kent Amerikalıların eline geçince yeni merkez olmuş. Waterfront dedikleri sahilden başlayıp, yukarı doğru bir kilometre falan giden bir cadde ve etrafımdaki eğlence lokalleri var. İsmi Gaz Lambası ancak ilk kurulduğunda temel aydınlatma yöntemi gaz lambaları değilmiş. Bugün bulunan gaz lambalarının çoğu sonradan dikilmiş.

Ankara için Tunalı hilmi ne ise San Diego için de Gaslamp Quarter o. Ama bana sorarsanız altı-gıdıkladı seviyesinde bir yer. Çok da bir şey göremedik sizin anlayacağınız. Yine de bir İspanyol barında bir şeyler yedik, bir şeyler içtik.

Bir İspanyol barında bir şeyler içtik
Herhalde havadan ya da Meksika’ya yakınlığından olsa gerek, tüm kent afyon yutmuş gibiydi. Hayat yavaş, yavaş, sakin, sakin, tam bir "mañana pace" 'ile sürüyordu.

San Diego aynı zamanda bir üniversite kenti arkadaşlar. Etraf bu nedenle genç dolu ve fazlasıyla enternasyonel olmuş bir yer.

Bir sonraki durağımız olan Balboa Park, işte bu öğrencilerin toplanma merkezi olmuş. Dünyaca ünlü hayvanat bahçeleri de bu parkta.

Park tarifi zor bir büyüklükte. Her yer ağaç, orman, nehir, göl. Ancak burada yerleşik bir alan var ki, sanırsınız Rönesans döneminin Floransa'sı.

Parkın bu bölümünde bir kültür bombası patlamış gibiydi. Her yer müze, cafe, eskinin ODTU tarzı, öğrenciler çayırlarda, kek yiyiyor, yuvarlanıyorlardı. Bizim Hacettepe'de ise, okul binasından uzaklaşıp, kırsala çıktığımızda ayılar kovalardı bizi. Çok kıskanırdık ODTU'yü o zamanlar 😛

Her yer müze, cafe
Balboa parkında antropolojik insan kaburga kemikleri müzesinden, koyu renkli metalden modern heykeller müzesine kadar hayatımda ismini duymadığım bir dolu müzeyi gördüm. Eğer ilginiz varsa burada kendinizi kaybedebilirsiniz.

Yok eğer sıcaktan bayılmış, üç yaşında, jetlag bir kızınız varsa otobüse biner, otele dönersiniz.

Otelin yanında bir 7-Eleven'dan gece için kumanya aldık. San Diego'da 7-Eleven'larda homemade taco satıyorlardı, çok güldüm.

Otele gittik. Resepsiyonist bana "Buenas noches, señor" dedi. İnsanların beni sarı saçlı, mavi gözlü, güzel beyaz kızı düşürmüş ballı Hispanic zannedip, benle İspanyolca konuşmaları ilk defa başıma gelmiyor. Zaman zaman ben İspanyolca cevap vermeyince, ukalalık yaptığımı düşünüp, kızdıkları bile oluyor.

Fazla uzatmadan ben de "Buenas noches" dedim ve yürüdüm. Odaya çıktık., kapıyı kitleyip, zincirleyip uyuduk.

Ertesi sabah yine bir Greyhound otobüs terminalindeydik. En aşağı yüz kiloluk zenci kadın güvenlik görevlisi, ayağıyla çantaları iterken bağırıyordu.

"Open'em up! Lemme see what you got inside!..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...