2 Ağustos 2018 Perşembe

Amerika - Prelüd

Otobüs şoförü zenci kadın, koridorun başına geçmiş, elleri belinde bağırıyordu.

"Benim otobüsemde mesele... çıkmaz! Benim otobüsümde sigara... içilmez! Benim otobüsümde keyif verici şeyler... kullanılmaz! Müziğinizi kendiniz dinleyin! Otobüsü kullanırken ben dans... edemem! (Kulaklık takın diyor)"

Tiz de bir sesi vardı, ama söylediğini dinlettiriyordu. Beş dakika önce Jelena şapkasını düşürmüş, yolculardan biri de şapkayı yerden alıp, Jelena'ya vermek için sıradan çıkmış, geri sıraya döndüğünde yine aynı kadından nasibini almıştı.

"Sıradan ne için çıktığın beni ilgilendirmez! Bana gelip, özür dilerim hanımefendi, ben sıradan çıkmak zorunda kaldım, yeniden dönebilir miyim diye soracaksın!"

Yerimize oturduk. Şoför hareket etmeden önce Mezzy'e dönüp, sanki beş dakika önce herkese şarlayan o değilmiş gibi, yumuşacık bir sesle "Bu ekspres seyahat, normalde durmayacağız ama prenses bir şey isterse söyleyin, hemen durayım" dedi.

Amerika'nın Kamil Koç'u diyebileceğimiz bu Greyhound otobüslerinin çok severim. Bunlara bindiğimde kendimi gerçek Amerika'da, bir Wells Fargo posta arabasının içindeymiş gibi hissederim.

New York'tan Washington'a uçmak yerine otobüsü tercih etmiştik. Yol dört saat sürse de, Manhattan'dan JFK'e gidiş, güvenlik kontrolleri, uçağa biniş, uçuş, bavulları toplama, Dulles'tan Washington merkezine geliş falan, bu dört saatin çok çok üstünde olacaktı. Üstüne otobüsün konforunu, wi-fi, hatta iPad'leri şarj etmek için 110 Volt pirizleri de eklediğinizde Greyhound otobüsleri sıralamada tartışmasız birinci geliyordu.

Bir çok kişi New York'dan genellikle ekstra bir enerji ile ayrılır. Manhattan'ın gökdelenleri, sınırsız alış veriş imkanları, hızlı, ışıltılı New York hayatı, insana bir neşe, fazladan bir yaşam gücü verir.

Bu New York gezisi ise benim için bu kez biraz daha farklı geçmişti. Duygu dolu bir kalple ayrılıyordum bu güzel şehirden. İşin aslı, sadece New York değil, tüm Amerika gezimiz, ışıltılı Amerika günleri yerine duygu yoğun bir iki haftaya evrilmişti.

Gezi boyunca yirmi beş küsür senedir görmediğim arkadaşlarımıla, dostlarımla, yetmeyecek kadar kısa süreli olsa da, beraber olma fırsatım olmuştu. Bu insanlar aynı binada yaşadık diye her gün zoraki yüzlerini gördüğüm kişiler değil, isteyerek birlikte olduğum, ömrümün uzun bir bölümünü bir arada geçirdiğim, beraber başımıza gelmemiş iş kalmamış, kardeşlerim kadar yakın arkadaşlarımdı.

Görüşemediğimiz yılları basit bir hesapla toplarsam, iki asırlık bir duygu yoğunluğu ediyor, anlayın işte...

Ancak Amerika yine de heyecan, macera, ışıltı ve büyüklük.

Gelin, filmimizi geriye sarıp, öykümüzün başına dönelim ve size Amerika gezimizi detaylarıyla anlatayım.

Uçağımız Cenevre'den saat sabah altı gibi kalacağı için, bir önceki akşam saat sekizde yatmış, sabah iki buçuk gibi de uyanmıştık. Saat dört gibi arabayı bırakmış, saat beşte de hava alanında hazır bekliyorduk.

Lizbon'da bir stop-over'ımız vardı.

Jelena ve Melissa Lizbon'da
Yıllar önce sevgili karımla Lizbon'da bir kaç gün geçirmiş, çok da mutlu ayrılmıştık.

Bu kez öyle uzun boylu olmasa da, şehir merkezinde bir kaç saat geçirebilecektik. 🐝Mezzy🐝'de ilk kez Lizbonu görmüş olacaktı. Annesinin karnındayken Porto'da bir kaç gün geçirdiği için, ilk kez Portekiz'e gelişi diyemiyorum ancak ilk kez Portekiz'i görüşü olacağı kesindi.

Havaalanına el bagajlarını bırakıp, metro ile şehir merkezine geçtik.

Lizbonun çok cazibeli bir merkezi vardır sevgili arkadaşlar.

Bugün İspanya'nın içinde kaybolmuş küçücük bir ülke olsa da, unutmayın, Portekiz dev bir imparatorluktu. Güney Amerika'nın neredeyse yarısı olan Brezilya ve Afrika'nın hatrı sayılır bir bölgesi hep Portekiz kolonileriydi. Ancak her imparatorluk gibi onlar da duralayıp, gerileyip, çöktüler.

Lizbon
Başkent Lizbonda, bu imparatorluğun izlerine bol bol rastlamak mümkün.

Rua Augusta caddesinden deniz kıyısındaki Praça do Comércio meydanına doğru yürürken hem bu ihtişamı izliyor, hem de içimden biraz gülümsüyordum.

Yedi yıl önce, karımın elimden tutmuş, yine bu caddede yürüyor, aptal turist misali gözüm havada, bir sağdaki binalara, bir soldaki binalara bakıyordum.

Biri beni dürttü. "Amigo..."

Kafamı çevirip baktım. Giysileri sefil durumda, ufacık bir adam bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ağızında görünen sadece bir ön dişi kalmış, yüzü siyaha yakın koyu bir renk, derisi de güneşten öyle bir çatlamıştı ki, bana Bolivya'nın tuz ovalarını hatırlatmıştı.

Rua Augusta
Ancak adamın yüzünün en göze çarpan özelliği, tek gözünün olmamasıydı. İkinci gözünün olması gereken yerindeki derisi acemi bir terzi tarafından iğne-iplikle lalettayin dikilmiş gibi duruyordu.

Bozuk plak misali çatlak sesiyle fısıldadı:

"Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!"

O taraklarda hiç bezim yoktur ama olsaydı bile her halde böyle bir adamdan almazdım. Eğer bunun sattıklarını kullansaydınız, olasılıkla çok yaşamazdınız.

"No amigo" dedim, bu da üstelemedi. Jelena ile yürüdük, uzaklaştık.

Biraz daha yürümüştük ki, yine bu adam, o bozuk plak gibi hırıltılı sesi ile geldi yanıma.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!”

Kendi sattıklarını kullandığından olsa gerek, az önce benle konuştuğunu bile hatırlamıyordu.

Yine "No" dedim, o da yine üstelemedi, uzaklaştı.

Aradan beş dakika geçti, geçmedi, yine aynı çatlak ses.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş...”

Jelena bir kaç gün, "Sende keş tipi var demek ki!" diye dalga geçmişti benle 😍

Neyse ki bu kez o adamı görmemiştik. Aslında sürpriz de olmamıştı. Ya hapisteydi, ya da daha da kötüsü...

Neyse.

Etrafı sütunlu binalarla çevrili bir meydan
Praça do Comércio, etrafı sütunlu binalarla çevrili, oldukça büyük bir meydan. Meydanın bir ucu, artık deniz mi, nehir mi, siz gözünüzde canlandırın, su ile sıfır konumda birleşmiş. Eğimli bir rampadan aşağı doğru yürüyüp, elinizi suya bile sokabilirsiniz.

Bu noktadan, Lisbon'un gerçekten güzel iki asma köprüsünden biri olan 25 Nisan'ı da görebilirsiniz.

Meydanın diğer ucunda ise Lizbon'a özgü, güzelim renklerdeki eski tramvayların durakları var.

Meydanın ortasında da Portekiz kralı Jose I'in bir heykeli...

Jelena ile eski günleri yad ettik, 🐝Mezzy🐝'ye Lizbon anılarımızı anlattık. Sonrasında yine Rua Augusta caddesinden yukarı, Restoradaros meydanına doğru yürümeye başladık.

Tepeye çıkan tramvay
Cadde üzerindeki pastanelerden birinde durduk. Jelena ve 🐝Mezzy🐝, Lizbon'un olmazsa olmaz, Pastel de Nata (birisi söylediğinde ben hep "Paştel di Nada" gibi duyuyorum, belki de ünlü Mas Que Nada ile karıştırıyorum 😛) isimli kurabiyelerinden yediler. Fırsatınız olursa deneyin, gerçekten çok güzeldir.

Yine yol üzerinde Lizbon'un ünlü asansörünü - burada İzmirliler rekabete girer diye düşünüyorum, ve Restoradores meydanının hemen yanındaki tepeye çıkan yine çok ünlü tramvayını gördük.

Çeşmeleri, heykelleri ve siyahlı, beyazlı dalga desenli kaldırımları ile Restoradores gerçekten güzel bir meydan.

Bu meydanın bir başka tarihi noktası ise Hard Rock Cafe - en azından bizim için tabi 😍😛. Lizbon gibi gourmet bir kentte, hele hele zaten burger ve fajita'ların anavatanı sayılabilecek Amerika'ya giderken, Hard Rock Cafe Lisbon'da ne işiniz vardı diye sorarsanız... Sormayın.

Artık 🐝Mezzy🐝'yi Hard Rock Cafe'lere götürmek neredeyse adet oldu. 🐝Mezzy🐝 de çok seviyor buraları. Sevgili karımın da katkısıyla zaten yarı yarıya köçek oldu sayılır 🐝Mezzy🐝'cik. Hard Rock Cafe'lere gittiğimizde, müzik eşliğimde dans ediyor, müşterilere, garsonlara sataşıyor sevgili kızım ❤️ Biz de götürüyoruz onu işte bu yüzden.

Restoradaros
Kombinasyonun acayipliğinin tamamen farkında olarak söylüyorum, mükemmel bir Portekiz şarabı ile çedarlı naço cipslerimizi yedik 😛 Sevgili kızım da sahneye çıkıp, şovunu tamamladı.

Hava alanına doğru yola koyulduk.

Ne yazık ki Lizbon'un Belem bölgesine gidecek vaktimiz yoktu. Halbuki ne güzeldir Belem... Devasa katedrali ve Lizbon'un simgesi sayılabilecek kulesi ile gerçekten görülmeye değer bir yerdir burası. Yine Parque das Nações ve civarı, Vasco de Gama köprüsü ve São Jorge kalesi de Lizbon'a yolunuz düşerse kaçırmamanız gerekli yerler.

Ben yiyemesem de yiyenlerin yalancısıyım, Lizbon'da deniz mahsulleri de çok güzelmiş. Ancak ister deniz mahsulü, ister benim gibi bir dinozor bifteği yiyin, yanında mükemmel şarabı ve hüzünlü Fado müziği ile Lizbon'da bir akşam, ölmeden yapılması gerekli şeyler listenize eklemeniz gerekli bir deneyimdir sevgili arkadaşlar.

TAP hava yollarının devasa Airbus A-330 uçağı, Avrupa anakarasının en batı noktasını geride bırakmış, ucu, bucağı görünmeyen Atlantik okyanusu üzerinden Amerika"ya doğru yola koyulmuştu.

Sevgili kızım Amerika'yı ilk kez görecekti. Coğrafik olarak Amerika'yı ilk kez görecek olsa da, jeolojik olarak Amerika'ya çok da yabancı sayılmazdı 🐝Mezzy🐝'cik.

Sevgili kızım Aurora'ların, Kuzey Işıklarının çocuğudur. Amerika kıtasını Avrasya'dan ayıran Kuzey Atlantik Sırtı'nın ikiye böldüğü İzlanda'da var olmaya başladı benim canım bal arım. Belki de bu dünyada ilk bulunduğu yer Amerika kıtasıydı, bilinmez. Ne olursa olsun, 🐝Mezzy🐝'cik kısa hayatının ilk günlerini geçirdiği kıtayı bu kez dünya gözü ile görecekti. Bunun düşüncesi her nedense beni biraz heyecanlandırmıştı.

Hafızam yanıltmıyorsa ilk kez TAP ile uçuyordum. Beklediğimden iyi bulmuştum Portekiz'in ulusal havayolunu. Hele bu günlerde hapşırsanız para verdiğiniz, ancak hapşırmayı bir öksürükle combi yaparak $.99 save edebildiğiniz low-cost hava yollarını düşündüğümde, TAP'ın servisi ziyafet gibi geldi. Üzerine bir kaç bardak da Portekiz şarabı eklenince bu uzun yolculuk oldukça çekilebilir bir hale dönüşmüştü.

Bu uçuş, canım kızımın ilk uzun mesafeli yolculuğuydu. Doğrusunu isterseniz uçakta başımıza ne işler gelecek, başta pek emin değildik. Ancak 🐝Mezzy🐝 bizim çocuğumuz olduğunu kanıtladı ve neredeyse hiç sayılabilecek bir iki vaka dışında, hiç sorun çıkarmadan, güle oynaya bu uzun yolculuğu bitirdi.

Saat akşam beşte yatıp, "jetlag" dedikleri bu zaman farkına alışamama fenomeninin sonucu, sabahın birinde hortlayıp, daha fazla saçmalamadan bu günlük burada bırakalım sevgili arkadaşlar.

Bir sonraki yazımızda "Hello America!" diyeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...