7 Ağustos 2018 Salı

Washington

Greyhound otobüsü hesaplarıma göre New Jersey, Pensilvanya ve Maryland eyaletlerinden geçip, District of Columbia'ya, yani DC'ye ulaşmıştı. Yol boyunca kayda değer bir olay olmadı. İşin aslı, ben otobüs şoföründen bir iki hamle daha bekliyordum ama yolcular uslu olduğundandır herhalde, o da sesini çıkarmadı.

Saat sabahın biri gibi otobüsten Washington'un Union Station'ında inmiş, bir taksi ile otelimize ulaşmıştık. Bu otelde sadece bir gece kalacak, uçağımız bir sonraki gün sabah çok erken bir saatte kalkacağı için, ertesi akşamı Dulles hava alanı yakınında başka bir otelde geçirecektik.

Hemen uyuduk ve sabah kahvaltı için aşağıya indik. Geleneksel bir American kahvaltısı vardı. Bagel dedikleri yuvarlak poğaçalar, krem peynir, peanut butter, yani fıstık kreması, pancake ve maple şurubu, waffles ve olmazsa olmaz omlet, ve tabi ki içinde yarım kilo peynir!

Lezzetine çok lafım yok ancak bir insan her gün bunları yerse patlar bence.

Melissa kahvaltıda
Valizlerimizi aldık ve Union Station'a gitmek üzere otelin servisine bindik. Jelena'nın elinde kahvaltıdan kalma bir kağıt peçete vardı, onu da şoförün koltuğunun dibinde duran, ağzı açık bir kağıt torbanın içine attı.

Şoför, "Ama o benim yemeğim!" diye parladı. Jelena gerçekten çok üzüldü, özür diledi, ama yüzelli kiloluk zenci şoför adam yerine kondu ya, başladı yol boyunca mızmızlanmaya. "Ama o benim yemeğimdi...."

Kızcağız çöp zannetti işte. Niye yemeğini ağızı açık bir kağıt torbada, yerde, koltuğunun dibinde tutuyorsun? Kız özür de diledi. Bozuk plak gibi "Ama o benim yemeğim..." diye sızlanmanın kime faydası var?

Bir ara eline yirmi doları verip, git dışarda ye diyecektim, bu sefer olay daha da dramatize olacak diye sustum.

Union Station
Union Station'a ulaştık neyse ki, adamın sızlanmasını dinlemekten de kurtulduk.

Union Station 1908'de açılmış, çok eski ve çok güzel bir bina. Tarz olarak hiç de Amerika'nın gerisine benzemiyor. Aslında bunu Washington'da sık sık tekrarlayacağım gibi sevgili arkadaşlar. Çünkü Washington, Amerika'nın diğer şehirleri gibi downtown'ında gökdelenleri, banliyölerinde tek katlı evleri olan bir grid city değil.

Merkezinde gezerken sanki antik Yunan şehirlerinde geziyor gibi oluyor insan. Her yer klasik Yunan tapınağı mimarisi. Beyaz Saray dahil her idari binadan birer Apollo, Zeus, Afrodit falan fırlayacak gibi. Kongre binası, kütüphane, Supreme Court gibi yönetim binalarının dışında kalan her bina da bir müze.

Bu haliyle sanki Amerika'da değil, Rusya'da gezer gibi oluyorsunuz.

Union Station da bu Yunan mimarisinden nasibini fazlasıyla almış. Zaten içinde hep Seres'in, Arşimet'in, Apollo'nun falan heykelleri var.

1912 yılında Uniun Station'ın önüne Kolomb'un ismi ile bir anıt havuz yapmışlar. Yanında da aslı Philadelphia'da bulunan Liberty Bell'in, yani Özgürlük Çanı'nın bir modelini koymuşlar. Bu çanı, eğer izlediyseniz Nicholas Cage'in National Treasıre'ından hatırlarsınız.

Columbus Çeşmesi
Bu noktadan Beyaz Saray dışında neredeyse tüm yönetim binaların bulunduğu Capitol Hill yürüme mesafesi kadar yakın. Zaten Union Station'dan Kongre binasının kubbesini görebiliyorsunuz.

Capitol Hill'e doğru yürümeye başladık ve bir kaç sincapla arkadaşlık kurduğumuz bir parkı geçtik. Kongre binasını - Kongre binası deyip duruyorum ama asıl adı Capitol Building, yani Başkent binası - çevreleyen bu park yine bir çok filmde yer alır. Aklıma ilk gelenler The Sum Of All Fears ve yine National Treasure.

Sonunda kongre binasına ulaştık. Tabi ki Yunan tarzı bir bina ve çok güzel bir görüntüsü var. Sabah saatlerinde de gittiğimiz için etraf çok kalabalık değildi, çok güzel resimler çektik.

Bu binanın ortadaki kubbeli bölümüyle birleşen iki kanadı var. Kuzey kanadında Senato, güney kanadında da House of Representatives isimli Temsilciler Meclisi bulunuyor.

ABD hükümet sistemini anladığım gibi bir iddada bulunmak istemiyorum, gerçekten çok karışık.

Ancak bir iki kelimeyle, yasama yukarda bahsettiğim iki farklı meclisle yapılıyor. Senatörler ve Temsilcilerin seçim yöntem ve dönemleri farklı. Bir çok kanun önce Senato'da, sonra da Temsilciler Meclisinde ayrı ayrı onanıyor. Bu ikisinin kendi başına yaptığı işler de var. Örneğin Senato uluslararası anlaşmaları onarken, Temsilciler Meclisi görevlileri azletme yetkisine sahip.

Kongre Binası
Yürütme, bildiğiniz gibi Başkan'ın görevi, ancak çok belirgin bir kuvvetler ayrılığı var.

Bana sorarsanız, bildiğim kadarıyla tabi, bu hükümet sisteminin acilen bugünün koşullarına adapte edilmesi gerekli. Hala iki yüz küsür sene öncesinin hantallığını taşıyor.

Örneğin Başkan'ı halk değil, halkın seçtiği Electoral College adlı bir gurup seçiyor. Bu seçici gurubun kime oy vereceği hakkında kanuni bir zorunluluk yok. Ben Obama'ya oy vereceğim diyerek seçmenlerin oylarını toplayabilir, sonra da gidip Trump'a oy verebilirler mesela.

Yine eyaletler arası kanuni ve mali farklar zaman zaman insana aynı ülkede yaşadığını unutturabiliyor.

Boşverin, Amerikanın derdini Amerikalılara bırakalım. Gücüm yetse kendi ülkemin derdine çare olacağım da, yetmiyor işte. Neyse ki kendi ülkemde yaşayan herkes her şeyi bildiği için gerek de kalmıyor zaten 😛

Kongre Binası
Kongre binasından sonra bizdeki Anayasa Mahkemesi'ne benzeyen Supreme Court binasını gördük. Bura da Zeus tapınağı gibi, bembeyaz, çok güzel bir yapı.

Biraz ilerisinde ise dünyanın en büyük kütüphanesi olan Kongre Kütüphanesi yer alıyor. Yine National Treasure'den hatırlayabilirsiniz, Ben Gates buradan Declaration of Independence yani Bağımsızlık Bildirisi'ni çalmıştı. Bu belge hala orada. Gutenberg'in basıp dağıttığı İncilin de en sağlam orijinallerinden biri de bu binada korunuyor. Ha içeride bir de otuz iki milyon basılı, altmış milyon da el yazması kitap var.

Supreme Court
Yolda yine Kızılderili Ayakkabıları Müzesi, Amerikan Pipoları Müzesi, Country Gitar Telleri Müzesi, Donald Trump'ın Tweetleri Müzesi, Obama'nın Golf Topları Müzesi gibi bir kaç yüz müzeyi geçip asıl benim için bu seyahatin en heyecan veren müzesine geldik.

National Air and Space Museum (Bu gerçek bir müze, yukardakiler gibi uydurma değil).

Smithsonian Institution isimli bir enstitünün müzesi bu. İki ayrı lokasyonu var. Biri Washington'ın merkezinde, diğeri de Dulles havaalanının yanında. Uçak saatlerinin bir azizliği sonucu sadece bir lokasyonu görme imkanım olacaktı. İçim kan ağlayarak merkezdeki lokasyonu seçtim.

National Air and Space Museum
Bir Katolik için Vatikan ne ise, bir havacılık hayranı için bu müze de o işte, sevgili arkadaşlar. İçinde Wright kardeşlerin uçtuğu dünyanın ilk uçağından, aya giden Apollo 11'in dünyaya dönen komuta modülüne kadar herşey var. UAV'ler, dünyanın en hızlı uçağı roket motorlu X-15, Chuck Yeager'ın ilk kez ses hızını aştığı X-1, Howard Hughes'un kendi imalatı yarış uçağı, ikinci dünya savaşının uçakları, V-2 dahil balistik füzeler, vs, vs.

Son olarak da aydan getirilmiş, parmağınızla dokunabileceğiniz bir Ay taşı!

Hepsini ağızımdan sular aka aka izledim, Ay taşına da hep beraber dokunduk.

Ama ikinci lokasyona da gidebilseydi, etiyle, kemiğiyle Enola Gay'i, yanl dünyanın ilk atom bombasını Hiroşima'ya atan uçağı, ve eskisinden yenisine bir dolu diğer tipte uçağı da görebilecektim.

Melissa Ay'a dokunuyor...
Belki başka bir zamana...

Bu arada "Enola Gay" ismi bazı farklı cinsel tercihleri canlandırabilir gözünüzde, "Gay" sözcüğü aslen neşeli, umursamaz falan demektir, nasıl "Ass" sözcüğü aslen eşek demekse. "Ass" aynı haliyle İncil'de bile geçer:

“And the Lord opened the mouth of the ass, and she said unto Balaam, What have I done unto thee, that thou hast smitten me these three times?”

İngilizce sevenler "unto" 'ları "to", "thee" ve "thou" 'ları "you", "hast" 'i "have" (aslen "has", çünkü gerçekte çoğul "you" 'nun aksine aynı kökten gelen Fransızca'daki "tu/toi" gibi "thou/thee" de tekildir), "smitten" 'i de "hit" ya da "whacked" yapıp manasını da anlayabilirler...

Gerçek Oxford Ingilizcesinde ise "kıç" aslen "ars" ya da "arse" dır. Almanca bilen arkadaşlar biraz da hayal güçlerini çalıştırmak suretiyle onaylayacaklardır her halde 😛 Amarikalılar her nedense "r" 'yi atmışlar.

Bu arada bu konuya nereden girdik, niye bu kadar kaldık, ben de bilmiyorum...

Kalbimin yarısı gördüğüm, aklımın yarısı da göremediğim lokasyonda kalmış bir şekilde ayrıldık müzeden.

Sırada Washington'un görülmezse görülmezi Beyaz Saray vardı. Rotamızı çevirdik ve sağda, solda yine bir kaç yüz müze geçerek Beyaz Saray mahallesine girdik.

İlk belirti Washington Monement'i oldu.

Washingtom Monument
Devasa bir dikilitaş. Dünyadakilerin en büyüğü. Hem de mesela Paris'teki Concorde meydanındaki dikilitaşın aksine çalıntı değil. Made in USA!

Paris'teki dikilitaş tam üç bin yıllık bir tarihi eser. Aslen Luxor tapınağının kapısındaymış, n"apalım biz çanak çömleği demişler, vermişler Fransızlara, alın götürün diye.

Veren de bizim Mehmet Ali Paşa!

Mütekabiliyet hesabı, Fransa Kralı da karşılığında buna bir şey vermiş olmak için bir duvar saati vermiş. Üç bin yıllık koca dikilitaşa karşı kıytırık bir duvar saati. Osmanlı bundan yıkıldı zaten 😛

Dahası da var. Luxor Tapınağında aynı dikilitaştan iki tane varmış. Mehmet Ali, aslında ikisini de Fransızlara vermiş ama Fransızlar ancak birini kaçırabilmişler. Yakın zamana kadar Fransızlar Mısırlılardan ikincisini de istiyorlarmış da Mitterand tamam, kalsın sizde ikincisi deyince hak idda etmeyi bırakmışlar.

İşte böyle. Amerikalılar Mehmet Ali Paşa'ya yetişemedikleri için, kendi dikilitaşlarını kendileri yapmışlar 😍

Yönümüzü teyit etmek için karşıdan gelen bir çifte "Beyaz Saray bu tarafta değil mi?" diye sorduk. Adam "Bu tarafta ama 'cop cars' Beyaz Saray'a giden bütün yolları kapamış, göremezsiniz." dedi.

Adam bir Sırp'a, bir Türk'e ve en önemlisi üçüncümüz Serbo-Türk'e "Göremezsin" diyor... Sorry Jose! Buraya kadar gelmişken görürüz anam biz... Hem Don Amca'nın da geleceğimizden haberi var, bekliyordur bizi.

Biraz daha yürüdük ve karşımızda Pensilvanya Avenue!

Murder At 1600'ı hatırlar mısınız? Wes Snipes'dı hafızam yanıltmıyorsa. Beyaz Sarayda bir cinayet işlenmiş, ihbarı da "Pensilvanya Avenue 1600'da Cinayet" şeklinde yapmışlardı. İnsanlar da "Emin misiniz? Orası Beyaz Saray!" olmuşlardı.

Yalnız helal olsun adamlara, nasıl kültürlerini damardan bizlere aşılamışlar! Elli iki yaşımda, Washington'u ilk kez gören ben, Beyaz Saray'ın posta adresini kafadan biliyorum...

Bilmesine biliyorum da Pensilvanya Avenue olmuş size Majino Hattı! Önce barikatlar, sonra arabalar, en sonunda da Polisler.

İçimden "Abi, uzaktan geldik, bir resim çekip gidicez" diye ağlamak geldi ama sonra vazgeçtim. Barikatları geçip, bırakın Polislerle konuşabilmeyi, daha arabaları gelmeden tabanca, tüfek, top, lazer, fazer, delik deşik olurdum her halde.

Yürümeye devam ettik ama Pensilvanya Avenue'ya parelel her caddede bir barikat!

Bir durum değerlendirmesi yapmak için durduk. Tam Jelena ile konuşmaya başlayacaktım ki, yanımda zenci bir çocuk su satıyor, onu gördüm.

"Ooooaaaaaddırrrr, tu dolla!"

Anasını sattığımın Amerikasında iki kelime vardır ki, ne yaparsam yapayım söylediğimde kimse beni anlamaz. Birincisi çeyrek anlamına gelen "Quarter", ikincisi de "Water", yani su. Bundandır, su isteyeceğim zaman bir Cockney Brit olur, Amerikalıların "wuaddırrr" şeklinde telaffuzu yerine "wooltta" derim.

Ancak desperate times, desperate measures, hemen bir aksan ayarlaması yaptım ve çocuğa dönüp bütün sempatikliğimle:

"One wuaddırr bro!' dedim.

Suyu alınca da açıp içtim. Oğlan para bekliyor, bir tane daha ver dedim, yine doğruya yakın bir aksanla tabi 😛

O şişeyi de Jelena'ya verdim.

Oğlan hala para bekliyor, bu sefer eğilip sessizce sordum.

"Is there absolutely no way that we can take a picture of the White House?" Yani "Gerçekten Beyaz Sarayın resmini çekmemizin hiç bir yolu yok mu?"

Bu bana baktı ve:

"Go all the way, at the end of the street, make a left, two blocks, another left bro!"

Güldüm, "Bir su daha ver dedim"

Bu kez şişeyi Jelena'ya vermedim. Garip kızcağız önceki su stoklarıyla birlikte Washington İtfaiyesi gibi olmuştu zaten. Yine de uzattı elini ver gibisinden.

Hava öyle bir sıcak ki zaten kilometrelerce güneşin altında yürümüşüz, kavruluyoruz anlayacağınız. Açtım şişeyi, boşalttım kafamdan aşağı.

Sevgili karım da fırsatı kaçırmadı tabi

"O su iki dolar, biliyorsun değil mi 😍"

"Yok" dedim, "İki dolar olan Beyaz Saray biletimiz 😍"

Beyaz Saray
Sucu cocuğun tarifi bizi Beyaz sarayın şöyle bir üç yüz metre kadar yakınına getirdi. Net, her şeyiyle eksiksiz Beyaz Saray!. Kapıdan Don Amca çıksa tanırsınız, o kadar yakın.

Yanımızdaki bizim gibi kader kurbanı elli küsür turist ile birlikte resimlerimizi çektik, görevimizi başarıyla tamamladık.

Union Station'a dönüp, valizleri aldık. Bir metro - Washington’da her nedense Subway "out", Metro "in" olmuş - bizi Dulles havaalanına giden otobüslerin durağında bıraktı. Biz de yukarı çıkıp, otobüsümüzü beklemeye başladık.

Bir beş dakika geçti, adamın biri sallana sallana geldi.

"Otobüs mü bekliyorsunuz?"

Geçmişten bir anıya ithafen, "Yok bayrak töreni yapıyoruz" diyecektim de bıraktım, "Yes" dedim. Bir pazar akşamı, otobüs durağında, ellerinde valizleriyle üç insan başka ne yapıyor olabilirse...

"Havaalanına mı gideceksiniz?"

"Yok" dedik, "Hemen yanındaki Crown Plaza Hotel'e..."

"Ben götüreyim sizi."

"Sen kimsin?"

"Taksi" dedi.

Şöyle bir on metre ilerde arabasını işaret etti. Sonra da niye yayan müşteri topladığını anlamadığımızı anladı ve açıklama getirdi.

"Burası taksi durağı değil, 'cop' lar ceza keser, ondan arabayı karşıya bıraktım" dedi.

"Kaç paraya götürürsün bizi?" diye sorduk, 40 dolar mı, öyle bir şey istedi.

Sevgili karımda rahmetli annemin inatı vardır. İş pazarlığa bir dökülsün, bir dolar için yarım saat kavga eder.

"Yirmi dolar" dedi Jelena.

Adam da "Sorry" deyip gitti.

Biz oturmaya devam ettik, bizimki yine geldi.

"Bugün günlerden Pazar, biliyorsun değil mi? Bir sonraki otobüs kırk beş dakika sonra gelecek. Halbuki yirmi dakika sonra 🛌odanızda🛌 olursunuz."

Nasıl tahrik ediyor eşşolueşşek!

"Çok istiyorsun ama" dedim, biraz da good cop, bad cop olsun diye. Aslında bad cop, yorgun cop'ız da, neyse...

"Çok değil, zaten cocuğa da bilet alacaksınız, bana beş dolar fazla ödüyorsunuz."

Jelena iPad'ini adamın gözüne soktu. Otobüste çocuklar bedava!

"Öylemiymiş? dedi, geri arabasına gitti.

Bu kez Jelena beni dürttü.

"Bugi, hadi git, otuz dolar öner, bakalım me diyecek..."

Ben gittim, "Karım otuz dolar diyor, ne diyorsun?" diye sordum.

Adam da "Bak 'bro', ben seni otele götüreceğim, otobüs ise havaalanına. Oradan otele yine taksiye gideceksin. Otuz beş dolara götüreyim." dedi.

Ben tekrar Jelena'ya gittim, "Otuz beş dolar diyor ama otobüse binersek otele kadar taksiye bineceğimizi unutma" dedim.

Sevgili karımın aklına yattı, "tamam" dedi, biz bindik arabaya.

Yüz metre gittik, taksici "Otoyol ücretini siz ödeyeceksiniz, biliyorsunuz değil mi?" dedi.

Jelena "Çek kenara iniyoruz" diye bağırdı.

Taksici "Yahu sadece iki buçuk dolar" falan diyor ama iş paranın miktarını çoktan geçmiş, inata dökülmüş durumda, Jelena'nın gözünü kan bürümüş, "Çek kenara" diye bağırıyor.

Adam tamam, ödemeyeceksiniz demeye başladı ama Jelena hala çek kenara diye bağırıyor.

Az sonra Jelena biraz sakinleşti. Şoför de benle ben Hintliyim, sen nerelisin muhabbeti yapıyor.

Jelena'nın sakinleştiğini görünce dönüp:

"Ne kadar tip vereceksiniz" diye sordu.

Jelena öyle bir "Miyavvvvv! Tıssssss!" oldu ki, taksici, "şaka, şaka" diyerek canını zor kurtardı.

Bize döndü,

"You guys are tough cookies!" dedi.

Ben de dönüp,

"I am a Teddy bear, she is the tough cookie" dedim.

Bu anda, yukarda bir yerden sevgili annemin bize bakarak gülümsediğini ve geliniyle gurur duyduğunu hissediyordum 😍❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...