4 Ağustos 2018 Cumartesi

New York, New York!

New York, New York'tur sevgili arkadaşlar. Caddelerdeki binlerce insanla, kameralarıyla turistlerle, beş dakikada bir duyduğunuz ambulans, itfaiye ve polis sirenleriyle, metrosuyla, showlarıyla, mağazalarıyla dünyada bir işte.

New York'da kaybolmak...
Nasıl severim bu şehirle birleşip, içinde erimeyi...

Evinizin ya da otelinizin özelinden çıkıp, biraz yürüdüğünüzde o kalabalığın, o enerjinin içinde kaybolursunuz. Kısacası New York hayatının bir parçası haline gelirsiniz.

Kırmızı ışıkta ya da yaya geçidi olmayan yerlerde caddeyi yürüyerek geçmenin bir ismi vardır İngilizce'de, ya da daha doğru bir deyişle Amerikanca'da.

"Jaywalking"

Bu terim New York'da ortaya çıkmış. Kırklı, ellili yıllarda New York'daki turistlere "Jay" derlermiş. Kafaları devamlı havada, gökdelenleri seyrederek yürüdükleri için de trafiğe dikkat etmezler, yolların üzerinde, olmamamaları gereken yerlerde olup, New York'lu sürücüleri çıldırtırlarmış. Ondandır, yolun üzerinde kuralsız gezen yayalara "Jaywalker" demek adetten olmuş.

Sabah otelden çıkıp, hemen karşıdaki Starbucks'a giderken baktım yol boş, yaya geçidine gitmeden zart diye karşıya geçtim.

Tam yanda bir NYPD polis arabası. Polis, yani "Cop" da arabanın dışında, arabasına dayanmış, etrafa bakınıyor.

Beni Jaywalking esnasında gördü. Bana dik dik baktı ve sakızı ile bir balon yapmaya başladı. O balon büyüdü, büyüdü, neredeyse kafası kadar oldu ve bana doğru bakarak puf diye patlattı. Kendi usulüyle "Bak ben burdayım, ne yaptığını gördüm" gibisinden.

Ben de güldüm, sağ elimi kaldırıp kusura bakma gibisinden avucumu kapayıp, açtım. O da bana gülümseyip baş parmağıyla "okey" yaptı.

Starbucks'a girdim, kahvelerimizi söyledim. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 odada, beni bekliyorlar.

Starbucks'da adettir, isminizi sorup, kahveniz hazır olduğunda sizi isminizde çağırırlar.

Özellikle Amerika'da gerçek ismimi vermem. Çünkü beş dakika, harf harf yazdırmam gerekir. Doğru yazsalarda, doğru söyleyemezler. Ancak bu kez sabah mahmurluğu, boş bulundum, ağızımdan "Nalcı" çıktı. "En", "ey", "el", "si", "ay" diye heceleyip, yazdırdım.

İki dakika sonra garson kız ısrarla bağırmaya başladı. "Nancy!", "Nancy!". Son anda ayıldım beni aradığına. Kırk yıllık Nalci, bir zenci kızın ağızında olmuş Neensiii!

Gerçek adımı son kez burada kullandım. O andan itibaren her Starbucks'da "Joe" ismi ile yürüdü namım.

Melissa New York'da
Bu arada yukarda bahsi geçti, argoda polis anlamına gelen "cop" kelimesi nereden gelmiş onu da anlatayım, siz de bu hayati bilgiyi nesiller boyu çocuklarınıza aktarırsınız artık...

"Cop", bakır anlamına gelen "Copper" 'in kısaltması. İlk kez Londra'da kullanılmış. Bir rivayete göre Polis kimliklerinin bakır olmasından, başka bir rivayete göre de 1 Cent'lik bozuk paralara copper dendiği için ortaya çıkmış. Her iki kullanımda da bakır madeninin değersizliği öne çıkarılarak polislere yapılan bir küçümseme var. Ama yıllar boyu kullanımdan sonra o kadar yaygınlaşmış ki, bu küçümseme ve hakaret anlamı unutulmuş. Bugün Amerika'da polisler bile kendilerine "Cop" diyorlar.

New York demek Times Square demektir
Kahveleri aldıktan sonra 🐝Mezzy🐝'nin sabah sütünü almak için yakındaki bir deli'ye (şarküteri) geçtim. Dükkanın ismi "Parisien", bir Çinli işletiyor, ve New York'dayız. Dünya nasıl küçülüyor, anlayın işte...

Kahvelerimizi odamızda içtik ve otelden çıktık. Sevgili kızımın New York macerası başlamıştı.

Manhattan demek benim için büyük oranda Times Square demektir sevgili arkadaşlar. Günün her saati gidip, görülebilesi bir yer burası. Gökdelenleri, neonları ve sokaktaki aktiviteleriyle yirmi dört saat hayat dolu bir bölge. Dünyada da en çok fotoğrafı çekilen meydan. Geceleri de muhteşem olur Times Square, ancak o kadar kalabalıklaşır ki, yürümek neredeyse imkansız hale gelir.

Rockefeller Center'da subway'den çıktık
Rockefeller Center'da subway'den çıkmış, Times'a kadar yürümüştük.on iki yıl önce sevgili karımla bir Nisan gününde buradaydık, şimdi sevgili kızımız da bize katılmıştı. 🐝Mezzy🐝'ye biraz o günleri anlattık, bol bol fotoğraf çektik ve bizi Downtown'da gezdirecek Hop-on, hop-off otobüsümüze bindik.

Manhattan, ilk kez bir Hollanda ticaret kolonisi olarak var olmuş. Arazinin o günlerdeki sahibi kızılderililerden, 60 Guilder (±25 dolar) değerinde ıvır zıvır malzeme karşılığımda alınmış. İsmi de Yeni Amsterdam olmuş. Sonrasında İngilizler Hollandalıları atıp burayı York Düküne bağlamışlar, o da Yeni Amsterdam ismini kaldırıp, Yeni York, yanı New York yapmış.

Bugün, New York'da bir çok semt hala Felemenkçe ismini taşır. Örneğin The Bronx (Bronck), Brooklyn (Breukelen), Broadway (Breede Wegh), Harlem (Haarlem), vs. Daha çok var da, başınızı ağrıtmamak için sadece çok bilinenleri yazdım.

Wall Street, yani Duvar Caddesi ise ismini Hollandalıların koloniyi korumak için etrafına ördükleri duvardan almış. Yanı bu günkü Wall Street'de eskiden gerçekten de bir duvar varmış.

Manhattan ismi ise kızılderililerin bu adayı "Manna Hata" diye çağırmasından gelmiş.

Times Square
Otobüsümüz biraz Times Square'in etrafında dolaşıp, yönünü Manhattan'ın SoHo bölgesine yöneldi. Burası alış veriş için çok güzel bir yer. Biraz sonrasında Little Italy ve Chinatown. Chinatown'da bir Çin yemeği yedik ve yolumuza devam ettik. Sonrasında Wall Street'in gökdelenleri, New York Stock Exchange, World Trade Center, Battery Park ve yine Times Square.

Yazıyı Trip Advisor'a çevirmemek için her birinin ayrı ayrı detaylarına girmiyorum. Zaten çoğunuzun bildiği yerler bunlar.

Öğleden sonra ise bir Uptown turu aldık. Bu tur bizi önce otelimizin de bulunduğu Central Park'ın başından alıp, bir kaç yüz metre ilerisindeki Trump Oteline, oradan da Uptown'ın batısındaki milyonluk suitlere götürdü. Bu bölgede Spielberg'den, Lucky Luciano'ya, John Lennon'dan Denzel Washington'a, daha da isterseniz on sekiz delik Obama, Al Pacino, Cyndi Lauper gibi bir çok ünlü yaşamış ya da yaşamakta. Yine burada bir bina var ki, Madonna'nın bir kat alıp, oturmak için yaptığı teklifi reddetmiş.

Times Square
Biraz ilerideki Columbia Üniversitesini de görüp, rotamızı yine çok ilginç bir bölgeye çevirdik.

Harlem!

Harlem'den otuz sene önce şöyle bir geçmişliğim vardır. Arabanın camını açamamıştım. Şimdi üstü açık bir otobüste, ferah ferah gezebiliyoruz.

Harlem elbette ki eski zamanlara göre çok daha sakin ve ÇOK daha temiz ama bence hala John McClane gibi üzerinde "I Hate Niggers" yazılı bir işaretle gezemezsiniz. Şakası bir kenara, bırakın Harlem'i, hiç bir yerde siyahi insanları "nigger" diye çağırmamak gerekir. Hem fazlasıyla ırkçı, hem de bu güzel insanlara reva değil.

Herşey bir kenara, Harlem gerçekten ilginç bir yer. Bu ilginç yerin daha da ilginç bir noktası ise Apollo Theater. Bu eski, gösterişsiz müzikholün tezgahından geçen bir kaç ismi saysam herhalde önemini biraz da olsa anlatmayı becerebilirim.

Louis Armstrong, Ray Charles, Aretha Franklin, Art Blackey, Duke Ellington, Dizzy Gillespie, vesaire, vesaire.

Harlem
Örneğin bir Madison Square Garden ile karşılaştırıldığında David-Goliath gibi duran Apollo, yukardaki efsanelerle, işin betonda değil, insanda olduğunu kanıtlamış böylece.

Dönüşte ise Manhattan'ın doğu tarafından aşağıya geldik. Burada da yine çok farklı bir ambians var. Şöyle bir-iki kilometre karelik bir alanda dünyanın en güçlü kültür bombalarından biri patlamış. Metropolitan Museum of Art Ya da New York'luların deyişi ile Met, dünyanın en büyük sanat müzelerinden biri. Daha bir dolu müze var. Eğer sanata meraklıysanız sadece bu müzeleri gezebilmek için New york'a bir hafta ayırın derim.

Artık dinlenmenin zamanı gelmişti. Yolumuzu, otuz senedir görmediğim bir kardeşimle buluşmak için 42nd Street ve 5th Avenue üzerindeki Bryant Parka çevirdik.

Güzel karısı ve oğlu ile birlikte mükemmel bir akşam geçirdik. Sıfırdan başlayıp, İtalya'ya, oradan Paris'e, oradan Los Angeles'a, oradan da New York'un sanat ve show dünyasına uzanan, dişle, tırnakla kazılmış bir başarı öyküsü dinledim.

Times Square
Böyle durumlarda duyguları sözcüklere dökmekte çok zorlanırım. Duygular o kadar yoğunlaşır ki, insana ne yazsa yetmeyecek gibi gelir. Fazlasını yazmaya kalkınca da iş Dumlupınar destanına döner.

O yüzden yoğunluk düzeyleri bende saklı, hem gururlandım, hem de duygulandım demekle yetiniyorum. Bravo benim canım kardeşim 😍

Bu güzel aileyi uğurlayıp, New York'un, herkese almasını önerdiğim akşam turuna başladık.

Artık tesadüf mü, bilmiyorum, turun zamanlaması, hele fotoğraf çekmeyi sevenler için bir harika. Golden Hours dedikleri, tam güneşin batma vaktinde bizi aldı, Manhattan Bridge'den Brooklyn'e götürdü. Tam köprüden geçerken, hemen yanındaki tarihi Brooklyn Bridge'in batan güneş altındaki inanılmaz görüntüsüne de tanık olduk. 🐝Mezzy🐝'cik de bir kaç dakikalığına bile olsa Brooklyn'e ayak basmış oldu.

Brooklyn'e doğru
Yine otuz sene öncesine döndüm. Brooklyn. Bridge'den karşıya geçip, BQE'yi, yani Brooklyn Queens Expressway'i almıştım. Benzin almak için gidişle gelişin tam ortasındaki bir istasyona girdim. Kurşun geçirmez camın arkasındaki benzin adamına kredi kartını verirken, gözüm camın altındaki beton duvara takıldı.

Üzerinde kurşun delikleri vardı!

Hem de yan yana, bir kaç tane. Kesin otomatik bir silahla ateş etmişlerdi.

Dönüşte yine gün batımında Birleşmiş Milletler'i, Empire State Building'i ve Chrysler Building'i gördük. Times'a geri döndüğümüzde güneş batmış, o neonlar bütün meydanı aklınıza gelebilecek bütün renklerle aydınlatıyordu.

Brooklyn Köprüsü
Hard Rock Cafe'de bir şeyler içtik, biraz daha gezindik ve subway'i alıp, otele döndük. Aşağıda "A" treni de geldi tabi, ama babayı binerim artık ona. Bir gün öncekindeki punk ablamın sayesinde biliyorum o akşam saat on bire kadar "express", ve 82'de durmaz!

Geceniz güzel olsun ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...