Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2025 Salı

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti o yüzden bu güzel kentin içini, dışını oldukça iyi bilirim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena’nın ise Krakow’a ilk gelişleriydi. Sevgili karımla birlikte ikimizin ayrı ayrı ya da sadece birimizin bulunduğu bir şehri daha listemize ekleyip, nötralize etmiştik.

Krakow
Balice’deki havaalanından bir Bolt yolculuğu ile Krakow’a ulaştık. Kızlarla şehir meydanını ve Wawel Kalesi ve Sarayı’nı gördük, Hard Rock Cafe’de bir şeyler yiyip, içtik.

Krakow gibi güzel bir kenti böyle yarım güne sığdırmak istemem, o yüzden detayları başka bir ziyaretimize bırakıp, Baltık gezimize devam edelim.

Bir Ryanair uçuşu bizi Riga’ya getirdi. Havaalanından bir araba kiralayıp, otelimize geldik. Çok fazla sağa sola bakmadan odamıza çıkıp uyuduk. Çünkü önümüzdeki iki gün çok yorucu geçecekti.

Latvia, bir Baltık gezisi için çok kullanışlı bir konumda. Litvanya’nın kuzeyinde, Estonya’nın güneyinde kalıyor ve her iki ülkeye de dört saatlik araba yolculuğu uzaklığında. Biz de merkezi üssümüzü Riga’ya kurup, geri kalan iki ülkeye buradan gitmeye karar verdik. Estonya ve Litvanya’ya trenle de gitmek mümkün yalnız seyahat süresi bir iki saat uzayabiliyor. Zamanımızın azlığından araba kiralamak bize daha kolay geldi.

Ertesi sabah uyanıp, rotamızı Estonya’nın başkenti Tallinn’e çevirdik ve gaza bastık.

Bütün Baltıklar’da bir limana çıkmayan her yol neredeyse bir köy yolu gibi. Tek şerit gidiş-geliş insanın canını çıkarıyor. Saatler boyunca kamyon sollamaktan bir hal oldum. Hız limitleri de anlamsız biçimde, anlamsız yerlere konulmuş. Ben cidden limitlere fazlasıyla dikkat ederek araba kullanırım, buna rağmen iki günde üç ceza yedim/yemişim.

Tallinn’e geldik, ancak arabayı park etmek bir dert. Kapalı parklar SMS ile ödeme kabul ediyorlardı, başka bir yöntem varsa da biz çözemedik. Bir Estonya telefon numaramız olmadığı için mecburen cadde üzerindeki, parkometre ile çalışan park alanlarında dolaşıp, boş bir yer bulmaya çalıştık.

Boş bir yer bulunca da bu kez parkı ödeyebilmek için bozuk para peşinde koşmaya başladık. Yalvar yakar beş Euro bozdurabildik. Hepsini attığımızda ise bize gönlü bol bir doksan dakika süre verdi.

Dört saattir arabadaydık ve karnımız acıkmıştı. Tallinn’in eski kent merkezinde güzel bir restoran bulduk ve oturduk.

Bir aile işletmesi. Anne, baba, bir genç oğlan, bir de genç kız. Fotokopi makinesinden çıkmış gibi birbirlerine benziyorlar.

Bize genç oğlan bakıyor. Geldi, nazikçe selamladı, siparişimizi verdik, tamam deyip gitti. Sonrasında Jelena menüye bakarken salata ile birlikte ısmarladığı tavuğun yanında patates de yemeye karar verdi.

Garsonu çağırdı, “Ben tavuğun yanına bir de patates istiyorum” dedi.

Garsonun ağzı burnu oynamaya başladı. Seri halde “No! No! No!” diyor. “Oğlum neyin ‘no’ su?” diye sorduk. “Patates mi yok?”. Bu duymamış gibi “No! No! No!” demeye devam ediyor. “No possible!”

Sonra düşündü, düşündü, “No change” dedi. Jelena “Oğlum biz bir şey değiştirmiyoruz, sadece fazladan bir patates istiyoruz” dedi. Bu hala spastik bir biçimde ağzını, yüzünü oynatıyor, “No” ’lamaya devam ediyor, “No possible can’t do it/Mümkün değil, yapamam” falan diyor.

Acaba anlamadı, uyuşturucu, karı falan mı istiyoruz zannetti diye düşündüm. “Potato”, “Krumpir”, “Kartoffel” falan dedim garanti olsun diye, o hala geri “I know but not possible, system” diye yırtınıyor, elindeki POS makinesine benzeyen şeyi gösteriyor.

İçimden o itoğluitin elindeki makineyi alıp, ağzından içeri sokmak geldi, “Hadi…” dedim. 

Üç kişinin çalıştığı parmak kadar restoran zaten, kıytırık sistemin siparişe bir patates ekleyemiyorsa, getir patatesi, parasını ayrı veririz. Yok yapamıyorsan da “I’m sorry” de, git. Ne öyle kuyruğu kapıya sıkışmış kedi yavrusu gibi kendini yırtıyorsun?

Görünüşe göre müşterilerin sadece bir kez sipariş verme hakları var. Bir değiştirmeye kalksınlar, restoran personeli “Release the dogs” oluyor böyle.

Sonunda patates geldi ama adamda hala sanki böbreğini istemişiz havası var. Bizim sinirlendiğimizi görünce, kız garson ile değiştiler, bize kız bakmaya başladı.

Yemekten sonra 🐝Mezzy🐝 bir dondurma söyledi, Jelena da başka bir tatlı. Kız bunları getirdi ve “Çorba da var” dedi. Ne alakaysa, hiç birimiz anlamadık ama üstelemedik. Anlaşılan restoran tekin bir yer değildi. Hesabı ödeyip, ayrıldık.

Daha Tallinn’i görememiştik bile. Park yerinin süresi dolduğu için arabaya döndük.

Arabanın başında şöyle yüz kiloluk bir kadın var. Elinde çantası, bize ceza kesiyor. “Yettik bacım, dur, yazma” dedim, yüzüme bile bakmadan yazmaya devam etti. Bir yerlere yazıyor, kağıdı yırtıyor, katlıyor, damgalıyor, çantasına koyuyor, başka bir defteri açıyor, yine yazıyor, imzalıyor…

İşi bitince “No English” dedi, ‘Russkiy?” diye sordu, Jelena “Da” dedi. Kadın Rusça biliyor musun diye sormasına, Jelena’nın da biliyorum demesine rağmen, iki saniye önce bilmiyorum dediği İngilizce ile devam etti “You are late”. Geç kaldınız diyor. “Ne kadar geç kaldık?” diye sordum, kadın saatine baktı “Beş dakika” dedi. “Bacım zaten beş dakikadır senin işinin bitmesini bekliyoruz” dedim, cevap keskin bir "No!". 

Kadın Nuh diyor, peygamber demiyor. Ben biraz daha miyavladım, işe yaramadı. Kadın, adi bir plastik içinde bir kağıt verdi. Otuz Euro. Kağıdın üzerinde bir IBAN numarası var, “Buraya yatır” dedi.

“Bu yaptığın doğru değil" dedim. "Dünyanın hemen her yerinde süre dolduğunda en az on beş dakika beklenilir. Biz zamanında geldik, sen hala bize ceza yazıyorsun”.

Kadın yüzüme bile bakmadı, “Ödersin…” dedi. Ben de “Tamam öderim…” dedim…

Geçen yazımda değindiğim “Sovyet Geni” meselesini daha iyi anladınız sanırım.

Arabayı başka bir park yerine götürdük, bu kez on Euro attık. İki saat kadar gezme vaktimiz vardı.

Tallinn’le teşviki mesaimiz iyi başlamamıştı, ancak eski şehrin içlerine gittikçe kanaatimiz değişmeye başladı. Merkez o kadar güzel bir yer ki anlatamam.

İlk durağımız Viru Kapısı oldu. Tallinn’in eski şehri surlarla çevrili ve bu kapı resmi olarak şehre giriş noktası. Ortaçağ’da Rusya, İskandinavya ve Batı Avrupa’dan tüccarlar, soylular ve gezginler bu kapıdan geçerlermiş, bu da Viru Kapısı’nı kültürlerin kesiştiği bir nokta haline getirirmiş.

Viru Kapısı
Zaten Tallinn’e gelirseniz, mutlaka, neredeyse şehrin maskotu olan bu kapıyı göreceksinizdir.

Tallinn’in surları, şehri savunmak için 13.–16. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. Bu duvarlar hâlâ Avrupa’daki en iyi korunmuş şehir surları arasında ve yaklaşık 1,9 kilometrelik kısmı bugün de ayakta.

Bu surlar boyunca yürüyerek Tallinn Eski Şehir’deki en ünlü ve en fotojenik ara sokaklardan biri olan St. Catherine’s Passage (Katariina Käik) geçidine ulaştık.

Bu sokak, orta çağdan kalma taş duvarları, kemerleri ve el sanatları atölyeleriyle insanı birkaç yüzyıl geriye gönderiyor. Bir yanında 13. yüzyıldan kalma Dominik Manastırı’nın kalıntıları, diğer yanında cam üfleyicilerden deri ustalarına kadar hâlâ çalışan zanaatkârlar var. Dar taş döşeli yolda yürürken, hem geçmişin lonca kültürünü hem de bugünün turistik cazibesini aynı karede görebiliyorsunuz.

Catherine’s Passage
Geçit, adını 14. yüzyılda burada bulunan ancak Reform hareketleri sırasında yıkılan St. Catherine Kilisesi’nden almış. Üstteki kemerler binaları ayakta tutmak için yapılmış, ama aynı zamanda sokakta mistik bir tünel hissi veriyor. Taşların arasında dolaşırken 15. yüzyıldan kalma bir kaldırım taşına basma ihtimaliniz yüksek. Rivayete göre geceleri kemerlerin altından hâlâ eski manastır rahiplerinin fısıltıları duyuluyormuş.

Bir yürüyüş sonrasında Tallinn’in kalbi sayılan Belediye Meydanı’na (Raekoja plats) geldik. Söylenene göre burası 600 yıldır şehrin buluşma noktası olarak kullanılıyormuş. Meydanın en baskın silueti ise 1400’lerin başında inşa edilmiş Tallinn Belediye Binası. Avrupa’da tamamen gotik tarzda korunmuş tek belediye binası buymuş. Kulesinin tepesindeki “Old Thomas” (Vana Toomas) figürü, yüzyıllardır Tallinn’in simgesi haline gelmiş. Orta Çağ’dan beri meydanda pazarlar, kutlamalar ve törenler yapılırmış. Bugün ise her yer açık hava kafelerine restoranlarla dolu.

Tallinn Belediye Binası
Biz denemedik ama Belediye Binası’nın içine girip hem tarihi salonları görmek hem de kuleye çıkarak Eski Şehir’in kırmızı çatılı manzarasını izlenebiliyormuş.

Bu meydan gerçekten çok güzel sevgili arkadaşlar. İster tarihe, ister fotoğraf çekmeye, ister sadece bir kahve molasına ilgi duyun, yolunuz mutlaka buraya düşüyor.

Yokuş yukarı, gerçekten canımızı çıkaran bir yürüyüşle Toompea Kalesi’ne ulaştık. Burası, Tallinn’in tepesinde asırlardır kentin yönetim merkezi olmuş bir yapı kompleksi. 13. yüzyılda Danimarkalılar tarafından inşa edilmiş ve hem stratejik bir savunma noktası hem de bölgenin idari üssü olarak kullanılmış. Yüzyıllar boyunca Livonya Tarikatı, İsveç Krallığı ve Rus İmparatorluğu gibi farklı güçlerin elinde kalmış. Her dönem, kalenin mimarisine kendi izini bırakmış ve böylece bugünkü, Orta Çağ surlarından barok cephelere uzanan haline kavuşmuş.

Toompea Kalesi
Bugün kale, Estonya Parlamentosu’na (Riigikogu) ev sahipliği yapıyor. Pembe barok cepheli ana bina 18. yüzyılda Rus döneminde eklenmiş. Ancak hala 14. yüzyılda yapılmış Pikk Hermann Kulesi varlığını koruyabilmiş. Estonya bayrağı her sabah burada göndere çekiliyor.

Estonya halkının büyük çoğunluğu çok fazla dini konulara takılmıyor. Resmi istatistiklerde nüfusun yarısından fazlası kendini “dinsiz” olarak tanımlamış. Yine de ülkedeki en yaygın mezhep, kuzeydeki diğer Baltık komşularında olduğu gibi Luthercilik. Ortodoksluk ise daha çok Rus kökenli nüfus arasında yaygın ve bu durum, tarih boyunca kültürel ve siyasi gerilimlerin bir kaynağı olmuş.

Alexander Nevsky Katedrali işte bu gerilimin tam göbeğinde duruyor. 1894–1900 yılları arasında, Estonya hâlâ Rus İmparatorluğu’nun bir parçası iken inşa edilmiş. Çarlık yönetimi, bu görkemli Rus Ortodoks katedralini adeta “biz buradayız” mesajı vermek için tam da Toompea Kalesi’nin karşısına kondurmuş. Soğan kubbeleri, beyaz taş süslemeleri ve altın yaldızlı mozaikleriyle dikkat çeken kilise, Estonlar için uzun süre işgalin simgesi olmuş.

Sevgili karım Ortodoks olunca, ister istemez Rusların tarafını tutuyoruz ve içeri giriyoruz elbette.

İçine girdiğinizde sizi altın ikonalarla dolu devasa bir ikonostas, ağır tütsü kokusu ve derin bir sessizlik karşılıyor. Bir de fotoğraf çekmeye kalktığınızda yerinden fırlayıp, size hırlayan görevli - tecrübeyle sabittir. Ne olursa olsun fazlasıyla güzel, bir o kadar da ihtişamlı bir kilise burası.

Arabaya geri dönerken çok acil bir tuvalete gitme gereksinimi zuhur eyledi. Normalde hiç böyle krizlere girmem ancak hava öyle sıcaktı ki, gün boyunca 🐝Mezzy🐝 ile elimizde birer şişe su, yarısını içiyor, yarısını serinlemek için kafamızdan aşağı döküyorduk. İçtiğim litrelerce su artık biz buradayız demeye başlamıştı.

Etrafta tuvalet yoktu. Bir restorana “Tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sordum, garson bana hırladı. Mağazalara falan sordum, heyhat.

Sonunda ne olduğunu tam kestiremediğim bir mekana geldim. Bahçede ve içerde masalar vardı ama bir restorana benzemiyordu. İçeri girince tütsü kokuları, rahibeler ve kilise müziği ile bir anda ‘Ameno’ oldum. Belli ki dinsel bir mekandı. Dönüp, dışarı çıkacakken bir rahibe “Yardımcı olabilir miyim?” diye seslendi. Eh, madem sordu, söylemekte bir sakınca olmaz diye düşündüm “Tuvaleti şeyedecektim”.

Bütün güler yüzü ile “Tabii ki” dedi. Bana koca bir anahtar verip, tuvaletin yerini tarif etti.

Tuvalet daha ziyade bir müzeyi andırıyordu. Ortaçağ dekorları, kandiller, tütsüler…

Tek problem, ortada tuvaletin kendisi yoktu. Etrafa bakıp, tuvalet olarak kullanılmaya uygun tek obje olan demir bir küveti gözüme kestirdim. Eğer burası değilse İsa beni affetsin deyip, çişimi yaptım.

Rahibe aynı güler yüzüyle anahtarı benden aldı ve güzel bir akşam diledi. Ben de karşılık verip, girdiğimden hem daha huzurlu, hem daha rahat bir biçimde mekandan ayrıldım.

Dört saatlik bir araba yolculuğu ile Riga’ya döndük. Malum kutup bölgesine yakın, aylardan da Temmuz olunca gece saat onda bile hava henüz kararmamıştı. Riga’nın alış-veriş caddesinin karşısındaki cafelerden birine oturduk. Sesi bet ama gitarı güzel çalan bir cengaverden bol bol classic rock dinledik ve otelimize döndük.

Tallinn için söyleyecek çok şey var sevgili arkadaşlar.

Bir kere tartışmasız çok güzel bir eski şehri var. Avrupa’nın Belarus ve Ukrayna hariç her ülkesinde bulunmuş biri olarak bu kadar güzelini az gördüm diyebilirim.

Tallinnlilere gelince, oraya bir yere küçük bir soru işareti koyuyorum. Kötü değiller ama ne diyorum, sovyet DNA’sı…

Devam edeceğiz,

15 Haziran 2025 Pazar

Hz. İsa'nın Vaftiz Noktası

Sevgili arkadaşlar, Ürdün, Kudüs’e kuşbakışı elli kilometre uzaklıkta bir ülke. Bildiğiniz üzere Kudüs ve çevresi, üç semavi dinin de kutsal saydıkları topraklardır. Yahudilik ve Hristiyanlığın köklerinin çok önemli bir bölümü Kudüs ve çevresine sıkı sıkıya bağlıdır. 

Hz. İsa Bethlehem, yani Beytüllahim kentinde doğmuştur, ancak memleketi Nazareth, yani Nasıra’dır.

Jericho, yani Eriha, dünya üzerindeki hala insanların yaşadığı en eski şehirdir ve Yahudiler için, Mısır’dan çıktıktan sonra çöldeki yolculuklarının ardından, vaat edilmiş topraklardaki kral Joshua, yani Yeşu’nun fethettiği ilk şehirdir.

Zeytin ağaçları
Mount of Olives, yani Zeytin Dağı, Hz. İsa’nın gökyüzüne yükseldiğine inanılan noktadır.

Hebron, yani El Halil kentinde Hz. İbrahim’in kabri bulunur. Hz. İbrahim her üç din tarafından da tanındığı için, Müslümanlar da, Hristiyanlar da, ama en önemlisi Yahudiler de bu şehri kutsal sayar. Yahudiler için Hebron, Kudüs’ten sonraki en önemli ikinci şehirdir.

Kudüs’ü anlatmıyorum bile. Yahudiler için Temple of Solomon, yani Süleyman Tapınağı’nın birkaç kez yapılıp, yıkıldığı, Hristiyanlar için de Hz. İsa’nın çarmıha gerilip, öldüğü, inanca göre sonrasında yeniden dirilip, kısa bir süre için dünyaya döndüğü kenttir.

İslam, Kudüsü kutsal saysa da, asıl kökleri Mekke, Medine gibi Arap Yarımadası’ndaki kentlere uzanır. İslam’a göre Kudüs’ün önemi, Hz. Muhammed’in Miraç’a buradan yükselmiş olmasıdır.

Bunların hepsi de Ürdün’ün özellikle kuzeyine çok yakın kentlerdir - 30-40 km kadar.

Ben ne dini konularda bir uzman sayılırım, ne de dini konular hakkında konuşmayı severim. Gezi yazılarımda ulvi konulara eğer tarihi bir önemleri varsa değinirim. Ancak buralara kadar gelip de, dini konulara dokunmamak olmuyor işte.

Eskiden her yerleşim merkezi ya da kompleksi bir nehir etrafında kurulurdu. Kutsal topraklara su ve hayat veren nehrin ismi ise Ürdün Nehri’dir. Eski Türkçede ise bu nehrin ismi Şeria’dır.

Şeria Nehrinin doğu kıyısında Ürdün, batı kıyısında ise Filistin yer alır. Batı Şeria, ya da İngilizcedeki karşılığı West Bank (of the Jordan River) diye hep duyduğumuz bölge işte bu nehrin batı yakasındaki Filistin toprağıdır.

Karşısı...
Ürdün Nehri’nin kıyısına geldiğimizde, Arap rehberimiz “Karşısı Filistin” demişti. Buradaki ironi, ‘karşısı Filistin’ dediği, üç-beş metre uzaklıktaki yerde koca bir İsrail bayrağının dalgalanıyor olması. Kısacası Filistin, hayalet bir devlet. Kağıt üzerinde Batı Şeria’yı Filistin Yönetimi, İngilizcesiyle Palestinian Authority, hani şu eski Yaser Arafat’ın başkanı olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü, yönetiyor. Ancak Filistin Yönetiminin bazı bölgelerde, ve sınırlı bazı konularda özerkliği olsa da, bütün Batı Şeria de-facto İsrail hakimiyeti altında.

Tamamlamak adına, Filistin’e, teorik olarak olsa da, ait ikinci toprak parçası ise bütün İsrail’i geçip, Akdeniz’e ulaştığınız noktadaki Gazze Şeridi. Gazze’yi İhvan kökenli Hamas örgütü yönetiyor. Gazze’de olan biteni zaten biliyorsunuz, o yüzden konuyu dağıtmamak için derinliklerine girmiyorum.

Alın size altmış yıllık kavganın jeopolitik özeti.

Neyse, gelin, Ürdün Nehrine geri dönelim.

Kutsal toprakları sulayan Ürdün Nehri, beklendiği üzere dinlerin kutsal kabul ettikleri olayların geçtiği bir yer olmuş.

Örneğin İsrailoğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra Kral Yeşu önderliğinde Ürdün Nehri’ni geçerek Vaat edilmiş Topraklara, yani Kenan diyarındaki Promised Land'e girmiştir.

Ancak Ürdün Nehri, Hristiyanlık için çok daha fazla bir öneme sahiptir.

Hz. İsa, ilk kez Ürdün Nehrinde, John the Baptist, yani Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmiştir.

Vaftiz etmek, Yunanca ‘batırmak’, ‘daldırmak’ anlamına gelir. Gerçekten de, özellikle eski dönemlerde, vaftiz ritüeli, vaftiz edilen kişiyi suya batırarak gerçekleştirilirdi.

Günümüzde Ortodokslar hala vaftiz edilen kişiyi tamamen suya daldırırlar. Neyse ki şu sıralar vaftiz ritüeli, çoğunlukla kişi bebek ya da çocukken yapıldığı için, bu batırma işi çok güç gerektirmiyor.

Katolikler ise vaftiz esnasında alına Baba, Oğul ve Kutsal Ruh için toplam üç kez su serperler.

Vaftiz, bir benzetme yapmak gerekirse, kelime-i şehadet getirip, Müslümanlığı kabul etme sayılabilir.

İnanca göre her insan günahlarıyla birlikte doğar. Vaftiz esnasında bu günahlar temizlenir ve kişi cemaate, yani dine kabul edilir. Ruhsal bir yeniden doğuş şeklinde düşünülebilir.

Hz. İsa, henüz dini öğretilerini yaymaya başlamadan önce Vaftizci Yahya, bölge halkını Ürdün Nehri’nde vaftiz etmekteymiş.

Bunu öğrenen Hz. İsa, vaftiz olmak için Celile'den Ürdün Nehri'ne gelir.

Yahya ile karşılaştıklarında Yahya, ona "Benim senin tarafından vaftiz edilmem gerekirken, sen mi bana geliyorsun?" der. Çünkü Yahya, Hz. İsa’nın günahsız olduğunu bilir. Ona göre vaftiz, tövbe eden günahkarlara yapılmalıdır. Hz. İsa “Şimdilik doğrusu böyle. Bu şekilde, gerekenleri doğru bir biçimde yapmış oluruz.” diye cevap verir - burada ben epeyce yorumladım, tam tercümesi şöyle bir şey oluyor “Bunun şimdi böyle olması gerekir. Çünkü bu şekilde tüm doğruluğu yerine getirmiş oluruz.”.

Yahya, bunun üzerine Hz. İsa’yı vaftiz etmeyi kabul eder.

Hz. İsa, Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde suya daldırılır.

Bu esnada tanrısal bir olay yaşanır.

Hz. İsa sudan çıkar çıkmaz, gökyüzü açılır. Kutsal Ruh, bir güvercin şeklinde Hz. İsa’nın üzerine iner ve gökten bir ses duyulur “Bu, benim oğlumdur. Onu severim.”

Bu olayla birlikte Hz. İsa’nın ilahi kimliği Tanrı tarafından teyit edilmiş olur, Kutsal Üçleme, yani Baba - Oğul - Kutsal Ruh, aynı anda görünür hale gelir. Burada ‘Baba’ gökten gelen ses, ‘Oğul’ Hz. İsa ve ‘Kutsal Ruh’ da güvercindir. Unutmayalım, Hristiyanlık inancına göre her üçü de Tanrı’nın farklı görünümleridir.

Hz. İsa, bu olaydan sonra halka açık mucizelerine ve öğretisine başlar.

Ürdün Nehri, Lübnan’dan doğup, Ürdün’de Lut Gölü’ne dökülür. Peki bu iki yüz elli kilometrelik su yolu üzerinde Hz. İsa hangi noktada vaftiz edilmiştir?

Burada, yardımımıza dört kanonik İncilden biri olan John’s Gospel, yani Yuhanna’nın İncili koşuyor. Birinci bölüm, 28’inci ayette (Buradaki ‘ayet’ sözcüğünü Kuran’daki anlamıyla karıştırmamak gerekir. Kuran’da ‘ayet’, Tanrı’nın sözleri anlamına gelir. İncil Tanrı’nın sözlerinden değil, tanıkların anlatılarından oluşur) şöyle der:

“Bu olaylar, Yahya'nın vaftiz ettiği yerde, Şeria Irmağı'nın (Ürdün Nehri) ötesinde, Beyt-Avara’da (Bethany Beyond the Jordan) oldu.”

“Şeria Irmağı’nın ötesi”, İncil’in yazıldığı dönemde Batı Şeria’nın karşı kıyısı, yani bugünkü Ürdün tarafının ismi, Beyt-Avara ya da Bethany Beyond the Jordan ifadesi ise Ürdün’deki Al-Maghtas yerini işaret eder.

4.yüzyıldan itibaren Kudüs’e gelen Hristiyan hacılar, vaftiz yeri olarak Ürdün Nehri’nin doğu kıyısındaki Bethabara veya Bethania bölgesini ziyaret ettiklerini yazmışlardır. Al-Maghtas bölgesinde yapılan kazılarda 5. ve 6. yüzyıla ait kilise kalıntıları, vaftiz havuzları, hac yolları ve şapeller ortaya çıkarılmıştır. Bu yapılar, bölgenin çok erken dönemden itibaren ‘kutsal’ kabul edildiğini gösterir.

Bugün Ürdünün bu bölgesi, Hristiyan dünyasınca resmen ‘Vaftiz yeri’ olarak tanınır. UNESCO ise, 2015 yılında Al-Maghtas’ı Dünya Mirası ilan etmiş.

Bu bölge bugün Hristiyanlar için önemli bir hac yeri haline dönüşmüş.

Gezimize dönmeden önce bir iki kelam edeyim.

Eğer “John the Baptist” ’deki John Yahya oluyor da, “John’s Gospel” ’daki John niye Yuhanna oluyor diye merak ettiyseniz… Her ikisi de İbranice Yôḥānān sözcüğünden gelir. ‘Yahya’ Arapça’sı, ‘Yuhanna’ ise Yunanca/Latince yoluyla gelen ve Hristiyan Araplar arasında da kullanılan bir varyantıdır.

Yukarda, Hz. İsa’nın vaftiz öyküsünü ve vaftiz noktasının nasıl belirlendiğini size elimden geldiğince sade ve doğru bir şekilde aktarmaya çalıştım. Ancak sadelik ve doğruluk pek bir arada giden kavramlar değiller. Bugünlerde yazılarımı ChatGPT’ye okutup, gramer ve tarihsel doğruluk bakımından bir analizini yaptırıyorum. Ancak özellikle her kelimesi sayısız kez yorumlanmış, tartışılmış dini konularda sayfalarca yazmadan tam doğruluğa ulaşmak mümkün olmuyor. ChatGPT beş-altı yerde “Belki biraz daha açıklamak doğru olur”, ya da “Şöyle bir dipnot koy istersen” gibi uyarılarda bulundu. Full disclosure, buralarda sadelik adına doğruluktan biraz fedakarlık ederek ChatGPT’yi dinlemedim.

Jelena mecburen tesettüre girmişti
Hz. İsa’nın vaftiz noktası Amman’a bir saatlik uzaklıkta. Otelde humuslu, falafelli kahvaltımızı edip, yola koyulduk. Sevgili karımın kullandığı bir ilaç onu güneş ışığına çok fazla duyarlı yapıyor, o yüzden Jelena mecburen tesettüre girmişti.

Otoyola çıktığımızda arkamızda bir araba deli gibi kornaya basıp, selektör yapmaya başladı. Polis desem değil, herhalde Arap çöllerinde papazı bulduk dedim kendi kendime. Sinyal verip, sağa çektim. Diğer araba da arkamda durdu. Kapı açıldı, içinden bıçkın bir Abdülvahap fırladı. Bizim arabaya koştu ve arkaya doğru bir uçan tekme attı. Ne oluyor derken eğilip, tamponu yumruklamaya başladı. ‘Gırç’ diye bir ses duydum, o zaman anladım. Anlaşılan, tampon gevşemiş, yerinden çıkmış, o da tamponu bir iki karate darbesiyle yerine sokmuş. Bana gülerek eliyle okey yaptı, ben de sağol işareti yaptım. Arabalarımıza binip, yola devam ettik.

Vaftiz noktasına olaysız ulaştık. Bölgeyi bir ziyaret alanı halinde tasarlamışlar. İçeri arabayla giremiyorsunuz. Biz de arabayı park edip, ziyaretçi merkezinden biletlerimizi aldık. Bir otobüs bizi içerilere götürdü.

Vaftiz alanı, insanın ilk aklına gelenin aksine çöl değil, zeytin ağaçlarıyla kaplı yeşil bir bölge. Bunu da takdiriniz üzere Ürdün Nehri’ne borçlu. Alandaki tek modern bina ziyaretçi merkez. Geri kalan patikalar ve vista noktaları hep manzarayla uyumlu ahşap ve toprak. Ürdünlüler bu bölgeyi tasarımlarken, gerçekten çok iyi bir iş çıkarmışlar.

Ürdün Nehri
Önce Ürdün Nehri’ni tepeden görebileceğimiz bir noktada durduk. Sonra da nehrin kıyısına indik. Nehir kıyısında, kutsal sayılan nehrin suyunun aktığı bir çeşme var. Burada suyu yüzünüze sürerek, ya da çeşmenin altındaki havuza kafanızı sokarak, Hz. İsa’nın vaftiz olduğu suyla temsili bir vaftiz daha olabiliyorsunuz. Ben çeşmeyi vaftizden ziyade serinlemek için kullandım.

Çeşmenin hemen altında ise tahta bir platformdan nehrin doğrudan içerisine girebiliyorsunuz. Polonyalı bir grup, nehre girip bir kez daha vaftiz oldular (lafın gelişi söylüyorum, Polonyalılar Katoliktirler ve Katolisizm’de vaftiz bir kere yapılır, bir daha tekrarlanamaz, bunların yaptığı daha ziyade bir anma). Bu nokta, size yukarda anlattığım İsrail bayrağını gördüğümüz yer. Jericho bu noktaya dört, Kudüs ise otuz kilometre uzaklıkta.

Sonrasında vaftiz noktasının yanında yapılmış bir Rum Ortodoks kilisesine gittik. Daha önce söylemişimdir, Ortodoks kiliselerini çok severim Renkli freskleri, büyük kubbeleriyle kiliseden çok bir müzeyi andırırlar.

Vaftizci Yahya Kilisesi
Bu kilisenin ismi Church of St. John the Baptist, yani Vaftizci Yahya Kilisesi. Eski görünümlü, ancak yeni yapılmış bir kilise. İçerisi ışıl ışıl, rengarenk.

Yanında ise özellikle ikonların satıldığı minik bir mağaza var. Jelena hem ikon, hem de bir papazın sonradan kutsadığı Ürdün Nehri suyu aldı.

Ziyaretimizin en önemli noktası en sonundaydı.

Hz. İsa’nın vaftiz edildiğine inanılan nokta. Vaftiz yeri, bugün Ürdün nehri üzerinde değil. Milattan bu yana nehrin yatağı değişmiş ve artık bu noktadan akmıyor.

Vaftizin gerçekleştiği noktayı nasıl bu kadar hassas bir biçimde belirlemişler diye sorarsanız, cevabı Hristiyanların dini bakımdan önemli her olayın geçtiği yere birer kilise yapma alışkanlıkları. Vaftiz noktası bugün sadece bir kaç kalıntısı kalmış bu kilise sayesinde saptanmış. Normalde bu kutsal mekanları belirleyen kiliselerden pek haz etmem. Olayı hissetmenizi, zihninizde yaşamanızı zorlaştırırlar. Ancak bu kez işe yaramış.

Vaftiz noktasını yukardan tahta bir platform üzerinden görebiliyorsunuz.

Bütün grup, elbette burada yüzlerce fotoğraf çekti.

Vaftiz Noktasi
Rehberimiz çok iyi, çok samimi bir Ürdünlüydü. Benim Türk olduğumu söylememe rağmen Jelena’nın Hristiyan olduğunu hemen anlamıştı. Vaftiz noktasını yukardan gören platformda resmimizi çekti ve bana bekle gibisinden bir işaret yaptı. Grubun gerisi fotoğraflarını çekip, otobüse dönerken, bize aşağısını işaret etti ve turistleri alıp, uzaklaştı. Jelena ve Melissa Hz. İsa’nın vaftiz edildiği noktaya indi ve orada kalmış son su birikintisine dokundular, fotoğraf çektiler.

Bu tarihi noktayı da bu şekilde görmüş olduk.

Aradan iki hafta geçti. Bugün, İran ile İsrail’in kapışması nedeniyle Ürdün hava sahası kapalı. Ürdün uçak ve helikopterleri havada füze ve drone avlıyorlar. Demek zamanlamamız bu kez iyiymiş diye geçirdim içimden.

Hamas, İsrail’e saldırmasaydı iki sene önce Kudüs, Bethlehem, Nazareth gibi kentleri de ziyaret edmiş olacaktık. Bir kaç günlük bir farkla bu gezimizi ertelemek zorunda kalmıştık. Ancak kesinlikle ölmeden önce buraları da göreceğim.

Ürdün, bu dünyada gördüğüm en güzel, en ilginç ülkelerden biri sevgili arkadaşlar.

Ürdün gezimiz devam ediyor…

30 Eylül 2024 Pazartesi

Tekke Kaçkınları

Sevgili arkadaşlar, biraz moral bozma vakti.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yakın, tüm dünya savaşa hazırlanırken ulu ceddimiz Osmanlı İmparatorluğu ve ulu padişahımız, durumdan bihaber, sarayında sefa sürüyordu.

Benzetmek gibi olmasın, ceddimizin mirasçıları da aynı misal, dünyanın çivisi çıkarken hala Özgür Özel, asrın liderimiz ve Dilan Polat'tan bahsediyorlar.

Sevgili arkadaşlar, durum ciddi.

Bundan bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar mı, bilmiyorum, ama iyi bir şey çıkmayacağı kesin.

Ne yazık ki, her şeye olduğu gibi, buna da hazırlıksız yakalandık. Bu tekke kaçkınları baştayken ne kadar az zararla bu işten sıyrılabiliriz, işte asıl sorulması gereken on milyon dolarlık soru bu.

İçinizi karartmak istemem, ancak işler gerçekten ciddi.

İki hafta önce, Domuzlar Körfezi'nden sonraki en ciddi nükleer felaketten döndük.

Medyamız o sıralarda Özgür Özel, Bilal Erdoğan gibi ulvi şahsiyetlerle meşguldü; bu "minik" ayrıntıyı es geçti. Ancak, Bidenopoulos denilen bunak, sersemce bir kağıdı imzalasaydı, bugün Seda Sayan'ı izlemek yerine, çoluğunuza çocuğunuza bir dilim ekmek bulmak için adam öldürüyor olacaktınız.

Bu bir şaka değil; bahsettiğim olaylar gerçek. Bir Mad Max filminin senaryosu değil, gerçekten birebir gerçekleşecekti.

Olan biten henüz geçmiş değil. Nükleer bir felaketle karşı karşıyayız.

Yapay zeka’ya birkaç senaryo yaptırdım. Hepsinde aynı sonuca ulaşıyoruz: Hem bizler, hem çocuklarımız, hem de geleceğimiz yok oluyor. Ne Özgür Özel'in saçının bir teline, ne de Tayyip'in Cuma namazından sonra söylediklerine bel bağlayabiliriz.

Önümüzdeki günlerde, olası felaketin detaylarını sizlerle paylaşacağım. Hem doğal, hem de yapay zeka ile bu konuda çalışmalar yaptık.

Eğer iç karartıcı bulduysanız, gidip Özgür Özel'i izleyin ya da Halk TV'nin zırvalarını dinleyip kafanızı kuma gömün.

Ancak, gerçekten ilgileniyorsanız bizi takip etmeye devam edin.

Uyanık olun, kazanımlarınızı kaybetmeyin.

Sizi bu felaketten ne Ali Erbaş'ın kılıcı ne de Bilal'in önlenemez derecede yükselen öngörüleri kurtaracaktır.

Elhamdülillah!

22 Nisan 2023 Cumartesi

Savaş!

Sabah uyandığımda üstümde hala önceki günün yorgunluğu vardı. Kahvaltı için otelin restoranına indim. Bir önceki gün başıma gelenlerin başka bir sonucu da, gün boyunca hemen hiçbir şey yememiş olmamdı. O yüzden kahvaltı, bir ziyafete dönüştü. Bosna’nın pastırmaya benzeyen, ancak daha az baharatlı bir eti var. Büfedekilerin yarısını yedim. Peynirler de oldukça güzeldi.

Sabahki programım biraz tatsızdı ancak Bosna'yı ziyaret ederken olmazsa olmaz bir temayı içeriyordu.

Yugoslavya İç Savaşı.

Bu konuya girip, girmemek konusunda çok tereddütteydim. Sonuçta hem sevgili karım öz be öz Sırp'tır, hem de Sırbistanda geçirdiğim üç yıl sonunda Sırpları tanıma olanağı buldum ve onları gerçekten çok severim. Bu nedenle bu yazıyı okuyan sizlerin objektif olamayacağımı düşünmenizi normal karşılıyorum.

Neyse, biraz risk alıp, devam edelim…

Ben ne Haag savaş suçları mahkemesiyim, ne de konuya ahkam kesecek kadar hakimim. O yüzden sizlere aktaracağım sadece benim kişisel deneyimim. Aynı fikirde değilseniz sorun yok. Sadece birbirimize saygılı kalalım yeter.

En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bosnalılar, özellikle Müslüman Boşnaklar, Yugoslavya iç savaşının en fazla acı çeken tarafıydılar. Bir kere sayıca çok küçük bir azınlıktılar ve dinleri diğer savaşan taraflara göre çok farklı bir dindi. Hoş, Balkanlar'da Katolisizm ve Ortadoksluk, her ikisi de Hristiyanlığın bir alt kümesi olsalar da farklı dinler sayılırlar ama İslam hala bunlara göre çok, çok uzakta bir noktada konumlanır.

Bu savaş hakkında duyduğunuz, başrollerinde Sırplar'ın olduğu şiddet, işkence, tecavüz, katliam öykülerinin çoğu doğru sevgili arkadaşlar. İşin aslı, şimdiye kadar konuştuğum Sırpların hiç biri zaten bunları inkar etmiyor. Onların şikayeti bu öykülerin tek taraflı aktarılıyor olması. Yine hakim durumuna düşmemek için bu tartışmayı uzatmıyorum ama karşı tarafın da bu konuda söyleyecek çok şeyi var, bunu da bir kenara not edelim.

Peki ne oldu bu kanlı dönemde?

Sizlere saatlerce ve dilim döndüğü kadarıyla bildiklerimi anlatabilirim, ama konuyu çok dallandırıp, budaklandırmadan şöyle özetleyeyim.

Türkiye’den örnek vereceğim. Amacım, Türkler ve Sırplar arasında parelellikler kurarak, savaşta olanları meşrulaştırmak değil. Sadece Türk olduğumuzdan dolayı, aradaki benzerlikleri kullanarak, konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak.

Düşünelim. Türk etnik nüfusunun yüzde kaçı Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasına karşıdır?

Yüzde 90 desek, herhalde yanılmış olmayız.

Peki bu yüzde 90'ın yüzde kaçı Kürtler bağımsızlık istiyoruz deyip ayaklanırsa, eline silah alıp, savaşa gider?

Ben en çok yüzde 10 diyorum.

Ve son soru. Bu eline silah alıp savaşa giden yüzde 10'un yüzde kaçı Kürtlere işkence eder, kadınlarına tecavüz eder, mallarını çalar, katliama kalkışır?

Burada çok fal bakmayalım. Ne yazık ki bu şerefsizliği yapacakların sayısı sıfır değil.

Yugoslavya'da iç savaşta olan da buydu işte. Neredeyse bütün Sırplar ülkenin bölünmesine karşıydı, en az yukardaki örnekteki yüzde 90 Türk kadar. Bunlardan bir bölümü eline silah alıp, savaşa gitti - burada ordudan bahsetmiyorum. Bu ayak takımının bir bölümü de bu savaş suçlarını işledi. Benzeri şerefsizler orduda da vardı tabii.

İş böylece kontrolden çıktı, taa Srebrenica'ya kadar geldi. Srebrenica'da üstüne bir de asker üniformasıyla, Birleşmiş Milletler adına sözde güvenliği sağlamakla görevli, Hollandalı şerefsiz, onursuz, çiğeri beş para etmeyecek asker müsveddeleri de eklenince, yüzyılın en büyük trajedilerinden biri gerçekleşti. Sırp ayak takımı bu sözde uygar, şerefli, onurlu 'askerlerin' gözü önünde kadınlara, çocuklara tecavüz ettiler, yüzlerce savunmasız Bosnalı'yı katlettiler.

Hollandalılar yıllar sonra bu olan biten hakkında sorumluluklarını kabul edip, sıkı durun, 'özür' dilediler. Komutanları bu kahraman askerlerin ağızlarına biber sürdü, ceza olarak cici defterlerine yüz kere "Bir daha gözümüzün önünde çocuklara tecavüz edilmesine izin vermeyeceğiz" yazdılar.

Savaş böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar.

Herneyse…

Eski Yugoslavya her etnik grubuyla bu işi çözmek zorunda. Çünkü o kadar çok iç içeler ki, kin güderek hiç birinin bir yere varmaları olanaksız.

Yugoslavya, eski Sovyet bloğunun incisi, herkesin gıpta ettiği modern, ileri, temiz, müreffeh bir ülkesiydi. Sanayisi, eğitimi, insan kaynakları, denizi, güneşi , otoyolları ile crème de la crème bir izole cennet! Polonyalı bir arkadaşım, annesi ile babasının tek hayalinin Yugoslavya'ya göçüp, orada yaşayabilmek olduğunu söylemişti bir keresinde. Şimdi hallerine bir bakın.

Slovenler baştan beri bu gereksiz çatışmanın dışında kalabilmişler. Zaten onlarla biraz zaman geçirirseniz, Yugoslavya'daki diğer gruplarla çok az yakınlıkları olduğunu görürsünüz. Ancak diğerleri farklı inancı kabul etmiş, aynı ırktan insanlar. Bir arada yaşamak zorundalar. Bunun tek yolu da, bana sorarsanız, geçmişi ısıtıp, ısıtıp, masaya getirmek yerine, olan biteni kabul edip - unutmaya gerek yok, nasıl beraber yaşarız sorusuna bir cevap bulmak. Ne yazık ki, bu gün itibarıyla bu grupların tümü buna çok uzaklar.

Affınıza sığınıyorum, biraz uzun bir 'disclaimer' oldu, ancak bence gerekliydi.

Sarajevo'ya dönersek... Düldül'e atladım ve sabahın ilk ziyaret noktasına ulaştık. Ulica Zmaja od Bosne, yani Bosna Canavarı caddesi.

Sniper Alley
Komünist/eski komünist bir şehri ziyaret ettiyseniz daha iyi anlayacaksınızdır. Özelikle şehir merkezleri geniş caddelerle ayrılmış, etrafında yüksek ancak zevksiz, tek düze binaların bulunduğu yerleşim öbeklerinden oluşur. Bu caddeler o kadar geniştir ki, hele gözleriniz benimkiler gibiyse, caddenin karşısından babanız geçse seçemezsiniz.

Ulica Zmaja Da böyle bir cadde sevgili arkadaşlar. İç savaş sırasında bu ve bir kaç diğer caddenin başka genel bir ismi vardı, 'Snajperska Aleja', yani 'Sniper Alley', Türkçesiyle 'Keskin Nişancı Sokağı'.

Bu geniş caddelerin etrafındaki yüksek binaların üst katlarına mevzilenen Sırp keskin nişancılar, cadde boyunca yürüyen, yada karşıdan karşıya geçen sivillere ateş açıyorlardı.

Tüm savaş boyunca keskin nişancı ateşi sonucunda 1000'den fazla sivil ölmüş. Bunların yüz civarı da çocuklardan oluşuyormuş. İzlediyseniz Nicole Kidman ve George Clooney'nin The Peacemaker filminde bu keskin nişancıların yarttığı terör çok grafik bir biçimde aktarılır.

Ben güvenilir bir kaynaktan teyit edemedim ancak bazı söylentilere göre bir insanı öldürme fantezilerini gerçekleştirmek isteyen bazı Avrupalı ve Amerikalı manyaklar da savaş esnasında Sırplar'a para vererek, bu binalardan zavallı sivillere keskin nişancı tüfekleriyle ateş açmışlar. Ne diyeyim, eğer doğruysa yapanın da, yaptıranın da bu dünyada yatacak yeri kalmamıştır herhalde.

Sniper Alley'lerin havasını bir kokladıktan sonra Düldül'le Sarajevo Havaalanı'na doğru yöneldik.

Savaş esnasında Sarajevo Sırp kuşatması altındaydı sevgili arkadaşlar. Sırplar bütün yönlerden şehri sarmışlardı. Bosna kuvvetleri ise Sarajevo Havaalanı'nın üstüne kadar gelmiş ve burada mevzilenmişlerdi.
Sarajevo Tüneli

Ancak kuşatma altındaki kente silah, cephane ve her şeyden önemlisi yiyecek ve insani yardım ulaşamıyordu.

Bosna ordusu, hava alanının altından bir kilometreye yakın bir tünel kazdı ve kuşatma aştındaki kente insani yardım gönderdi, yaralıları tahliye etti.

Bosnalılar bu alanı çok güzel bir müze haline getirmişler. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Sarajevo'da savaşla ilgili görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar, ve Bosnalılar bu olan biteni unutacağa benzemiyorlar. Ancak unutmasalar da bence biraz bunun şiddetini azaltsalar iyi olacak. Başlarına gelenlere sonsuz saygı ve sempati duyuyorum, ancak kendi ülkelerinin yarıya yakını Sırp. Bu insanlar da bir yere gitmiyor. Gelecekleri için sanki bir noktada geçmişi canlı tutmayı bırakıp, biraz ileri bakmaları gerekiyor.

Gökten düşen üç elmanın bizim payımıza düşeni ise savaşın kötülüğü.

Dikkat diyorum sevgili arkadaşlar.

Bu işler pek Ertuğrul dizisi gibi yürümüyor.

Sevgi ile, ama en önemlisi barış ile kalın ❤️






28 Aralık 2022 Çarşamba

Kokteyl Pasaport

Sevgili arkadaşlar, son bir kaç gündür yine ulvi memleket meselelerine daldım.

O kadar sinsi, o kadar bağımlı bir şey ki bu, farkında olmadan hop kendinizi ta dibinde buluyor, beş kuruşluk beyinleri olmayan dingillerle kavgaya tutuşuyorsunuz.

Kiminin yaşı başı var, bir ayağı çukurda, hadi kalbini kırmayayım diyorsunuz, tepenize çıkıyor. Kimi genç, hadi büyüyünce anlar diyorsunuz, anaa bu benden korktu deyip, tepeden konuşmaya başlıyor. Ancak çoğunluğu süzme salak ve birinci sınıf ukala. Kendidinin bile tam anlamadığı süslü terminolojileri atıyor ortalığa, konuyla ilgili, ilgisiz, bildiğini düşündüğü üç beş şeyi kafanıza kakıyor. Ne dinlemeye, ne anlamaya, ne de düşünüp, tartışmaya niyetleri var. Sadece konuşuyorlar.

İşte o yüzden biraz time-out aldım. Biliyorum, sinirlerim biraz restore olunca yine kendimi tutamayıp, siyaset sahnesine döneceğim ama bir süre için yeşil sahalardan uzaklaşıyorum.

Son günlerde bol bol Türk Youtuber gezginleri izliyorum. Hepsine de gerçekten sempati duyuyorum. Sokaklarda bileklik satarak, kaldıkları ucuz hostellerde çalışarak, gezilerini sürdürecek parayı temin ediyorlar.

Bir de öyle yerlere gidiyorlar ki, çoğumuzun gitmeye kıçı yemez. Irak'tan Ermenistan'a, Kolombiya'dan İrana, Bangladeş'ten, Meksika'ya, Afrika'nın derinliklerine, Orta Asya'nın steplerine, Chichen Itza'dan Orhun Yazıtlarına, dünya kazan, onlar kepçe geziyorlar.

Öyle çok okuyup, planlı bir biçimde de gezmiyorlar. Akıllarına ne gelirse.

Dil bakımından da çok kötüler.

Bir tanesi yakın zamanda Fas'taydı. Oralara gidenleriniz bilir, Fransızca'yı Fransızlardan daha çok severler, sular seller gibi, gerçekten çok iyi konuşurlar. Bizimki, Marakeş'te bir satıcıya kırık dökük bir İngilizce'yle bir şeyler sordu. Adam da buna Franzıca cevap verdi. Bu satıcıya dönüp, "I don't speak Arab(ic)" diye bağrındı.

Başka bir kez Moldova'da, pazarda geziyor bunlardan biri. O kaç para, bu kaç para diye soruyor, sonra da teşekkür etmek için "Spasiba" deyip ayrılıyor. "Spasiba" Rusça'da teşekkür ederim demek, ama onu da yanlış, "Spasiva" diye telaffuz ediyor. Alt yazıya da "Spasiva" diye yazmış, ben uydurmuyorum yani.

Neyse, bizimki satıcıları bir iki kez "spasiVa" 'ladı, sonra da "Moldova da böyle teşekkür edilir" dedi. Halbuki Moldova'da Rumence konuşurlar. Rumence'de de teşekkür ederim "mulțumesc" demek, o tuhaf 't' 'yi de 'ts' gibi okursunuz. Rumence öğrendiğim ilk sözcük.

Her eski Sovyet ülkede olduğu gibi, özellikle yaşlılar yada Stalin'in taşıdığı Rus asıllı nüfus belli derecelerde Rusça konuşurlar. Bizimki ise Moldovyaca konuşuyorum zannedip, Rusça "spasiVa" diyor, pazarcı babuşkalar da "Garibim Rumence bilmiyor, sadece Rusça konuşuyor" diye onu idare edip, hatta Rusça "pajaulsta" diye cevap veriyorlar.

Bu gezginlerin arasında kızlar da var. Kız başlarına her yere girip çıkıyorlar. Aferin onlara.

Ancak içlerinde Berkoo isimli bir tanesi var ki, en çok onu seviyorum. Geçen Sri Lanka'da, Youtube'dan kazandığı para ile fakirlerin gittiği bir okulun tüm çocuklarına defter, kalem, çanta, vesaire aldı. Candan, içten, çok iyi biri.

Ancak bu videoları izlerken, beni çok rahtsız eden, doğrusunu söylemek gerekirse olmasını beklediğim bir şeyle karşılaştım.

Türk pasaportu ile gezmek gitgide zorlaşıyor sevgili arkadaşlar.

Bu gözü kara gezginleri vize gerekmeyen ülkelere bile almayabiliyor, saatlerce sorguluyor, bazen de uçağa bile bindirmiyorlar.

Bunun sebepleri hepimizce malum. Tek tek detaylara girip, başınızı ağrıtmayayım. Ancak 2015 yılları civarı eğer AKP bir yasayı değiştirseydi, şu anda bütün Şengen ülkelerine vizesiz girebiliyor olacaktık. Yaşadığım yer bakımından, şans yüzüme güldü, şu dünyada vize derdim yok, ama ülke, özellikle de gençler dünyadan kopuk, bir çok fırsatı kaybediyor, hak etmedikleri davranışlarla karşılaşıyorlar.

Türk pasaportlarına çıkarılan bu zorluklar ne yazık ki daha da artacak. Kamyon kamyon göçmeni şehirlere salındığı bir ülkenin vatandaşları için elbet dünyanın gerisi daha dikkatli olacak.

O yüzden tavsiyem, eğer gezi planlarınız varsa, derhal onları işleme koyun.

Bizim ailenin pasaport durumları karışık
Bizim ailenin pasaport durumları biraz karışık. 🐝Mezzy🐝'nin Sırp vatandaşı olsa da Sırp pasaportu, Jelena'nın da Türk vatandaşı olmasına rağmen Türk pasaportu yok. Ben Sırp vatandaşı değilim. Tek ortak noktamız, üçümüzün de İsviçre pasaportumuz olması. Bütün bunların ışığı altına Avrupa dışında bir yere giderken kaçınılmaz olarak oturup, e=mc2 hesaplarına başlarız, kim nereye hangi pasaport ile girsin şeklinde.

Örneğin orta vadede bir Orta Doğu gezisi planlıyoruz. Ürdün Türk vatandaşlarına vize istemiyor ama İsviçre ve Sırp pasaportları için vize gerekiyor. Jelena'nın Türk pasaportu yok. Bir vize almak atla deve değil, havaalanında hemen vizesini alabiliyor. Ama vize o kadar pahalı ki, onun yerine Türk pasaportu çıkarması daha ucuza geliyor.

Yine bir Küba gezimiz var ve aynı şekilde bir Küba turist kartı, 🐝Mezzy🐝 için bir Sırp pasaportu çıkartmaktan daha pahalı. Bu arada söylemiş olayım sevgili arkadaşlar, Sırp pasaportu Küba, Rusya, Çin gibi komünist ülkelerde bir numara. Ellerini, kollarını sallaya sallaya girebiliyorlar bu ülkelere. Ben "on altı" günlük bir Rusya e-vizesi için 140 dolar vermek zorundayım. Bizim hayatımızı çok değiştirmiyor ama Sırp pasaportu Şengen ülkelerine de vize gerektirmiyor. Hiç fena bir pasaport değil sizin anlayacağınız.

Sırp pasaportunu bir de herhangi bir Avrupa pasaportuyla birleştirir, kokteyle bir de bir Türk pasaportu katarsanız, sonuç mükemmel oluyor.

Bizim kızlar dünya üzerindeki 195 tartışmasız ülkenin 161'ine, her hangi bir onay, teyit vesaire gerekmeksizin, akıllarına estiği zaman gidebiliyorlar. Önceden vize yada benzeri bir onay almaları gereken sadece 34 ülke var, bunların 14'üne de hiç konsolosluğa falan gitmeden, sadece Internet üzerinden başvurabiliyorlar. Geri kalan yirmi ülke de Afganistan, Yemen, Cezayir, Libya, Nijerya gibi yerler zaten.

Bu rakamlar, Hong Kong, Taiwan, KKTC, Kosova, Kırım, Karayipler, Filistin gibi herkesin tanımadığı yada başka ülkelerin hükümranlığı içinde kalmış özerk bölgeler eklenince, çok daha iyileşiyor.

Benim skorum bir az daha aşağıda. Küba, Rusya ve Çin için vize almam gerekiyor, Çin için üstelik black-on-white, konsolosluk vizesi… Bir de Surinam var. Anlamadığım bir sebepten ötürü, Surinam İsviçre ve Türk vatandaşları için e-vize isterken, Sırplardan vize mize istemiyor.

Yukardaki tartışma, şu her yıl geleneksel olarak konuşulan "En kuvvetli pasaport hangisi" sorusunu da cevaplıyor. En kuvvetli pasaport, birden fazla ancak EU gibi aynı birliğe ait olmayan ülkelerden alınmış pasaport kokteyli sevgili arkadaşlar.

Yeri gelmişken, en kuvvetli pasaport Japon pasaportu gibi klişelere de çok takılmayın. Sadece Kongo-Bongo, Singapur pasaportuna normal vize yerine visa on arrival istediğinde, pasaport üç sıra birden yukarı fırlıyor. Yani çok afaki bir sıralama bu. En kuvvetli pasaport aslen bir Avrupa pasaportu sevgili arkadaşlar. Sizlere otuz ülkede bırakın vizesiz girişi, sınırsız oturma ve çalışma olanağı sağlıyor.

Bunları nereden mi biliyorum?

Yukarda söz ettiğim, nereye hangi pasaportla gidelim hesaplarını kolaylaştırmak için bir Excel spreadsheet hazırladım, oradan biliyorum.

Yine aynı spreadsheet'ten, Türk pasaportu ile aklınıza estiği an 104 ülkeye gidebilirsiniz. İlginizi çekerse daha detaylı önerilerde bulunabilirim ama önce Balkanlar, sonra bir güneydoğu Asya, kapanışta da bir Orta Asya turu mükemmel olur.

Balkanlar'da Bosna, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova, hatta isterseniz Moldova, Güneydoğu Asya'da Tayland, Singapur, Hong Kong, Malezya, Endonezya, Vietnam (dikkat bu vize istiyor), Kamboçya, Orta Asya'da da Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan (bu da vize istiyor), Özbekistan ve Kazakistan. Bu sonuncusunu Kazakistan hariç ben de yapmadım, ve nasıl istiyorum, anlatamam. Bu geziyi bir de Doğu ekspressi ile başlatır, Erzurum, Kars, oradan Gürcistana, Batum ve Tiflise, oradan da Bakü'ye uzatarak mükemmel bir hale getirebilirsiniz.

Gezelim arkadaşlar, hayat kısa, dünya büyük.

Sevgi ile kalın ❤️

21 Kasım 2019 Perşembe

Mezekar

Üçüncü Dünya Savaşı, önceki ikisine göre kat be kat ölümcül geçmişti.

İran'dan atılan beş tane nükleer başlıklı balistik füzeden dördü İsrail hava savunma sistemleri tarafından havada imha edilmiş, ne var ki sonuncusu Tel Aviv'e düşmüş, yüz binlerce insan termonükleer patlamanın sonucu ortaya çıkan ısı ve radyasyon ile hayatını kaybetmişti.

İsrail cevap vermekte gecikmemiş, başta Tahran, dört büyük İran kenti haritadan silinmişti. Çin ve Rusya'nın uyarılarına rağmen yine İsrail'den atılan nükleer başlıklı bir seyir füzesi İran yanlısı Şii Irak yönetimindeki petrol bölgelerini vurmuştu.

Basra körfezinin kapanmasına yol açan bu patlama Rusya'yı harekete geçirmiş, Kızıl Ordu Azerbaycan ve Kazakistan'ı işgal ederek bu ülkelerin batıya yaptığı bütün petrol ve doğal gaz ihracatını durdurmuştu.

Sadece Suudi Arabistan ve bir kaç küçük emirlikten zar zor getirilen az miktarda petrol Avrupa'nın enerji ihtiyacının onda birini bile karşılamaya yetmemişti. Fransa vakit geçirmeden Libya'yı işgale kalkıştı ama petrol azlığından en çok etkilenen Avrupa ülkesi olan Almanya'nın buna izin vermeye niyeti yoktu. NATO'nun dağılmasından sonra kurulan Avrupa Ordusu'na en çok katkıyı sağlayan Almanya bu ittifaktan çekilip, Libya'nın petrol sahalarına binlerce paraşütçü indirdi. Bölgedeki Fransız askerleri bu saldırıya ateşle karşılık verince Alman ikinci ordusu Fransa'ya girdi. Fransız ordusu bu saldırıyı durdurmak için taktik nükleer silahlara başvurdu, Almanya ise buna karşılık olarak stealth özellikli üç seyir füzesiyle Paris'i, Lyon'u ve Marsilya'yı vurdu.

Ancak bu savaşın en çok cana mal olan çatışması Çin'in Venezüella'yı işgaliyle başladı. Amerika nükleer silahların yüklendiği on iki stealth bombardıman uçağını Çine gönderdi. Bu uçaklar Kore yarımadasını geçerken Kamçatka'daki uzun dalga radarlar tarafından tespit edilip, Rusya'ya yönelmiş oldukları sonucuna varılınca Atlantik ve Pasifik okyanuslarındaki onlarca Rus denizaltısından atılan nükleer füzeler başta New York ve Los Angeles, on beş büyük Amerikan kentini vurdu. Amerika da bu saldırıya kıtalararası nükleer füzelerle cevap verdi. Onlarca Rus ve Çin kenti bir kaç gün içerisinde haritadan silindi.

Savaş sona erdiğinde dört buçuk milyardan fazla insan ölmüş, dünya on yıllarca süren bir nükleer kışa girmişti.

2500 metre yükseklikteki bir mağara içine sığınmış bir gurup insan, akşam yemekleri olacak bir geyiğin , etrafında bir daire şekilde oturdukları kamp ateşinin üzerinde kızarmasını bekliyordu.

En gençleri Peter, annesi Joanna'ya sordu "Anne, niye iki geyik kızartmıyoruz? Bir tanesi bunca kişiye çok az gelmeyecek mi?" Annesi Peter'in başını okşayıp, çocuğun bu haklı sorusuna cevap verdi "Yamaçlarda çok az geyik kaldı oğlum. Eğer üremelerine fırsat vermeden hepsini avlarsak sen büyüdüğünde sizlere karnınınızı doyuracak geyik kalmayabilir."

Peter annesinin dediğini anlamış gibiydi. Ellerini ateşe yaklaştırıp ovuşturdu. Akşamları mağara soğuk oluyordu. Bir iki kez öksürdü. Bunu gören Albert çocuğun yanına oturup, başını okşadı, "İyi misin? Bir şeyin mi var?" diye sordu. Peter "Biraz boğazım ağrıyor" dedi. Albert hemen Janet'a seslendi "Jan, Peter'e bir bakar mısın? Kendisini iyi hissetmiyormuş" dedi.

Bütün hastaneler savaş sırasında yıkılmış, hiç bir yerde ilaç bulunmuyordu. Eski bir araba aküsüyle çalışan bir yazıcıdan Tıbba Giriş adlı bir kitabı zar zor buldukları kağıtlara basmışlar, Janet de bu kitabı okuyarak aralarında doktorluğa en yakın kişi haline gelmişti.

Ilık süte biraz bal karıştırıp, Peter'a verdi. Joanna minnettar bir ifade ile Janet'a bakıp başını önüne eğdi. Janet "Komşu otlakta Zach isimli bir genç var. Yarısı yanmış bir kimya kitabına bakarak bir şeyler öğrenmiş. Her gün beraber iki saat çalışıyoruz. Yakında en azından basit bir iki ilaç üretebilecek duruma geleceğiz. Belki bir antibiyotik. Biraz daha dayanın" diyerek etrafındakileri rahatlatmaya çalıştı.

Albert köyün lideriydi. Herkes her iki senede bir lider seçmeyi kabul etmişti. Albert bu sorumluluğu kaldıracak kadar sağlam karekterli biriydi ancak bu iş çok vakit alıyordu. Ailesiyle biraz daha fazla birlikte olmayı isterdi. Ne var ki köyün sorumluluğu baskın çıkmıştı, Albert bunları düşünmemeye çalıştı. Tekrar ateşteki geyiğe çevirdi yüzünü.

Robert koşarak mağaraya girdi "Komşu köydeki demirci aletleri bitirmiş. Fazladan bir kürek başı çıkmış, bize gönderdi!" Albert çok sevinmişti. Bu yeni kürekle bostan biraz daha hızlı gidecekti. "Onlara karşılığında verecek bir şeyimiz yok şu anda" derken üzülmüştü. Robert "Bir şey istemediler" dedi, "Bostan bittiğinde bize kavun-karpuz yollarsınız dediler"

Bu arada Ana lafa karışmıştı "Bende onların çocuk bakıcılarıyla konuştum. İki otlağa yarı yolda bir kulübe yapıp, okul olarak kullanacağız. Haftada üç gün o, üç gün ben ders vereceğiz. Böylece çocuklar hiç aksatmadan eğitimlerini sürdürebilecekler" dedi. Robert "Ben kulübenin yapımımda çalışmaya gönüllüyüm. Başka kim var?" diye sordu. Üç genç erkek daha el kaldırdı.

Albert, biraz karamsar "Köyün dışına okul yapmak iyi bir fikir mi, bilmiyorum" dedi. Ana "Mezekar'lardan mı endişe ediyorsun?" diye sordu. Albert evet anlamında başını salladı. Ana "İki gün önce çamaşır yıkarken tepede bir Mezekar vardı. Beni görünce gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu, dili dışarda öyle bakmaya devam etti. Çamaşırları toparlayıp, hemen kaçtım" diye anlattı.

Albert "On tane Mezekar daha üç gün önce Crooked Cedar köyüne saldırmışlar. Bütün tavuklarını götürmüşler, bir de Sandra'yı..." Gözleri dolmuştu, bitiremedi cümlesini.

Bir kaç kilometre ötedeki bir Mezekar mağarasında da yanan bir ateş vardı.

Küçük çocuk heyecanla gelip, elindekini babasına gösterdi "Yan mağarada Ökkeş ağa arkasını dönmüş, odun topluyordu, ben de dalıp, bunu aşırdım!" İyi kalite çakmak taşı bulmak zordu. Bunlar savaş öncesinin altını kadar değerliydi. "Aferin lan Murtaza, böyle uyanık olacaksın işte!" diyerek çocuğun başını okşadı, sonra da elindeki çakmak taşını alıp, cebine artı.

Küçük çocuk bir aferin daha almak için bir kaç metre ilerdeki bir taşın altına sakladığı bir kitabı getirip, babasına gösterdi. "Ne lan bu?" diye sordu baba. "Kafir bir karı ve genç okuyorlardı bunu. Siz tavukları alırken ben de bunu yürüttüm" dedi çocuk.

Kitabın üzerinde "Tıbba Giriş" yazıyordu. Baba kitabı alıp ateşe attı, "Off bu iyi geldi kemiklerimiz ısındı" dedi. Çocuk biraz da hayal kırıklığıyla "O iki Kafir çok merakla okuyorlardı, kim bilir ne yazıyordu?" diye mırıldandı. "S.kerim kitabı. Okusaydın da ne olacaktı? Bak bana, bir kitap bile okumadım, bu mağaranın kralıyım" diye kükredi baba. Gerçekten de mağaranın tartışmasız kralıydı. Niye sen oluyorsun falan diyen birisi çıkmıştı ama boynunu orada kırmış, başka da bir itiraz gelmemişti.

Mezekar 'ın gözü biraz ilerde oturan kızına takılmıştı. Yerinden kalkıp kızının ağızının üzerine bir tokat patlattı "Kapa lan saçlarını! Orospu mu olacaksın başıma!"

Genç kız başını önüne eğip, saçlarını örttü, sonra da mağaranın köşesinde, elleri bağlı oturan kızın yanına kıvrıldı. Baba hala bağrıyordu "Yanındayken o orospuya yemek yapmayı, temizliği falan öğret. Biraz daha büyüsün, başka işe de yarayacak o!"

Elleri bağlı kız az önce tokat yemiş diğer kıza sordu "Adın ne?". Kız cevap verdi "Büşra. Seninki ne?" Elleri bağlı kız cevap verdi "Sandra", somra da devam etti "İlk defa bir Mezekar'la tanışıyorum..."

Yediği tokattan hala yüzü yanan kız anlamamıştı "Mezekar da ne?" diye mırıldandı. Sandra da şaşkın "Size Mezekar denmiyor mu?" diye sordu. Büşra anlamıştı, gülümsedi:

"Mezekar değil, Muhafazakar!"

9 Nisan 2019 Salı

Bir Kilo Elma İle Bir Sepet İç Çamaşırı

Arkadaşlar, öyle bir tartışma aldı, yürüdü ki, her okuduğumda beynim acıyor.

S-400 mü alalım, F-35 mi gibi bir soru ima ediliyor, hemen sonrasında da bu iki askeri ekipmanın özellikleri yan yana koyulup, karşılaştırılıyor.

Aklımızı mı kaybettik?

Sorun bu ikisinden hangisini mi seçeceğimiz?

Bir kere S-400 ile F-35'i karşılaştırmak, bir kilo elma ile bir sepet iç çamaşırını karşılaştırmaya benzer.

Zaten cevaplar da bu istikamette yürüyor.

Efendim elma yenir ama giyilmez, iç çamaşırı da giyilir ama yenmez. Eğer iç çamaşırı giyeceksek S-400, elma yiyeceksek de F-35 alalım!

Birbiri ile alakasız iki askeri sistemden bahsetiyoruz. S-400'ler bir hava savunma sistemi, F-35'ler ise bir pilotun uçurduğu ağırlıklı olarak bir yer taarruz uçağı.


Askeri olarak hem S-400 gibi bir orta/yüksek irtifa hava savunma sistemine, hem de özellikle eskimiş Phantom'ların yerine kullanılacak F-35 gibi bir uçağa ihtiyacımız var.

Ama bu işin en önemsiz tarafı.

İnsanlar sanki bu ikisinden birini seçmenin, Türkiyenin müttefiklik ilişkilerini kökten değiştireceğinin farkında değilmiş gibi konuşuyor, ona hayret ediyorum.

Burada soru NATO mu, Rusya mı?

Kapiş?


4 Nisan 2019 Perşembe

Muaf

Türk olmanın güzel bir tarafı, bazı şeylerden 'muaf' olmaktır sevgili arkadaşlar. Yani bazı şeyleri başkalarına yapabilir, ama aynı şey size yapıldığında esip, gürleyebilirsiniz.

Geçenlerde bir toprakla geyikliyoruz. Arkadaş biraz "muhafazakar" cenahtan, öyle koyu hüloooğğğ değil ama yine de kan çekiyor tabi. Söylemeye bile gerek yok, elbette "her şeyi biliyor"...

Bir-iki kadeh şaraptan sonra açıldı bizimki.

"Abi, sizin oralarda ırkçılık çok de mi?"

Abi, sizin oralarda ırkçılık çok de mi?
Ona klasik cevabımı verdim.

"Sizin oralarda Suriyelilere yaptığınızdan çok değil."

Artık dinlemedi mi, anlamadı mı bilmiyorum, ama aradaki ilişkiyi kuramadı bir anda. Bu konuşmanın üstüne bir kadeh şarap geçmedi bile. Bu öyle bir başladı ki...

"Orasına koyduğumun Suriyelileri... Adamlar vergi vermiyor, doktor bedava, okul bedava, onlar yüzünden Türkler iş bulamıyor..."

Gülsem olmayacak, bıraktım gitsin...

Avrupa'daki her Türk bir yerlinin işini elimden almıyor, hiç bir sosyal yardımdan faydalanmıyor, o yardımlar da çalışıp vergi veren yerlilerin cebinden çıkmıyor çünkü.

Ama Avrupalı yapınca ırkçılık oluyor, bu yapınca milliyetçilik.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için "muaf"...

Burada göçmenler mi haklı, ırkçılar mı haklı konusuna girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.

—-

Çok yakınlarda, yine başka bir toprağımla, popüler bir mesele hususunda bir "beyin fırtınası" yaptık - bu kez teşbihte hata olabilir, kusuruma bakmayın.

Aya Sofya işine çok kızmış. Eskiden kilise olması beni ilgilendirmez, yüz yıllar boyunca orada namaz kıldık diyor, Türkiye toprağında istediğimizi yapamayacak mıyız diye kızıyor.

Atina'nın merkezi sayılabilecek bir meydanda güzelim bir cami var. Türkiye Cumhuriyeti devleti uzunca bir süredir onu ibadete açtırmaya çalışıyor. Aya Sofya fatihine bunu anlattım.

Sanki taş bir duvara konuşuyordum. Ulaşamadım ona. Kafasında Aya Sofya da, Atina'daki cami de cami olarak kullanılmalı.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için “muaf”...

Burada Aya Sofya cami olmalı mı, olmamalı mı, yada Atina'daki cami ibadete açılmalı mı, açılmamalı mı tartışmasına girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.



Yine şimdilerde yukardakilerin benzeri, öyle gereksiz bir tartışma var ki, dinledikçe beynim acıyor.

Yine milliyetçi mi diyetim, muhafazakar mı diyeyim, tam bilmiyorum, yerli ve milli bir gurup Yunanlılar İstanbul'a Konstantinopol dediler diye kendilerini yırtıyor.

Nasıl derlermiş? İstanbul İstanbulmuş...

Neresinden tutup anlatırsın, bilmiyorum.

Bugün Suriye'nin başkentine Şam diyoruz. Niye diyoruz? Çünkü Osmanlı ona yüzyıllarca Şam dermiş. Suriyeliler ne diyor peki? Dimask. Dünya ne diyor? Damascus. Şimdi bunlardan biri çıkıp, sen bizim başkentimize niye Şam diyorsun dese ne deriz?

Allahtan muafız da...

Bunlara daha çok örnek var.

Sakız adası eski bir Osmanlı Sancağı. Yunanlı kalkıp "Sakız deme Kios de" dese, ne diyeceğiz?

Ama birileri İstanbul'a Konstantinopol dedi diye yıkıyoruz ortalığı.

İşin biraz daha komiği, Osmanlı yüzyıllar boyu İstanbul'a Konstantiniye demiş. İstanbul ismi sadece 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmış.

İşin en komiği ise, İstanbul kelimesi yüzde yüz Yunanca bir kelime. Aslı Stan-Poli, haydi şehre gibi bir anlamı var.

Durum böyle olunca yine iyi ki "muafız" diyor insan , yoksa otur uğraş bunlarla...

Hadi bir kez daha tekzip yapalım. Burada İstanbula Konstantinopol desinler mi, demesinler mi onu tartışmıyorum. Sadece mantığın tutarsızlığına vurgu yapıyorum.

Hatta bana sorarsanız ben hem İstanbul ismini, hem de şehrin kendisini çok seviyorum. Ben İstanbul diyorum, başkası Konstantinopol mü der, Konstantiniye mi der, beni hiç alakadar etmiyor.

Alakadar edenlere de çok kasmamalarını tavsiye ederim. Ulu Abdulhamit Han'da bu güzel şehre Konstantiniye diyormuş, benden söylemesi...

Ancak en iyisini The Four Lads söylemiş.

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

İstanbul bir zamanlar Konstantinopol'dü,
Şimdi [ismi] İstanbul, Konstantinopol değil,
Konstantinopol niye değişti [diye sorarsanız],
Türklerden başka kimseyi de alakadar etmez.

Sevgi ile kalın...

19 Şubat 2019 Salı

Mutluluğun Matematiği

Facebook arkadaşlarımı konuşulan dile, ortak konulara göre bir kaç listede topladım. Örneğin müzik ile ilgili bişeyler yazdığımda, ilgilenmediği için sadece sinirini kaldıracağına emin olduğum kişileri baymamak amacıyla paylaşımı görebileceklerin dışında tutmaya çalışıyorum. Yine Türkiye dedikodularını Türklere saklıyor, Türkçe paylaşımları sadece Türkçe konuşanlarla sınırlı tutuyorum.

Bu ayrım sayesinde de biraz istatistik yapma şansım oluyor.

Türk-yoğun listelere baktığımda elbette bir iki istisna dışında hep sinir görüyorum. Akepe’ye kızanlar, Atatürk methiyeleri, ülkede kötü giden herşey, hükümetin ettiği tutarsız laflar genellikle melodramatik bir fotoğrafın üstüne, çoğu zaman berbat bir Türkçe ile yazılıp paylaşılmış. Hayat pahalılığı, gelecek korkusu, haksızlıklar, tutarsızlıklar, şehitler, ekonomi, dış politika, eğitim, seçimler, hileler, hülleler ağır bir sağanak biçiminde yağıyor - lütfen İsviçreden sallamak kolay, yiyiyorsa gel burada yaşa demeyin, bu yazılanların çoğunlukla doğru ve haklı olduğunu düşünüyorum ancak biraz sabır, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yabancı yoğun listelerdeki paylaşımlar ise bir iki Fransız arkadaşın arada salladıkları hafif doz siyaset dışında neredeyse hiç siyaset içermiyor. Çoğunlukla müzik, şarap, dağcılık, bisiklet, kayak, resim, arkadaş toplantıları, vs.

Geçenlerde buralı biriyle geyikliyorduk, konu Orta Doğu'ya, biraz da Türkiye'ye geldi. Arkadaş bu ülkelerde gezinmiş biri, biraz da yerinde gözlemlediği için sordu:

"Türkiye'de insanlar hep kaşları çatık, hep gergin, hep agresifler. Nedir bunun sebebi?"

Hemen bir artı bir yapıp, hiç düşünmeden cevapladım.

"Ülkenin haline baksana, insanlar bu koşullarda mutlu olabilir mi?"

Sonrasında konu dağıldı, başka şeyler konuşmaya başladık.

Ancak arkadaşım gittikten sonra kafamın içinde bir kenara kaldırdığım bu konuya geri döndüm.

Acaba gerçekten ülkenin koşullarının kötülüğünden dolayı mı hep mutsuzduk?

2004 yılında tatil için Brezilya'daydım. Salvador Da Bahia kentine akşamın geç bir saatinde ulaşmıştık. Tam otele gidip uyumayı düşünürken beraber seyahat ettiğim arkadaşımla kendimizi bir karnavalın ortasında bulduk. Ne karnavalı, kimin karnavalı bilmiyorum, zaten oralarda deliye her gün karnaval.

Saat sabahın üçü, gözüm genç bir kadına takıldı. Giysileri gerçekten kötü, ucuz şeyler, belli ki parası yok. Göğsünün üzerinde, boynuna asılmış daha zar zor birkaç aylık bebeği, o saatte mutlu mutlu dans ediyordu. Sonra kocası da geldi. O da dilenci gibi giyinmiş, bakımsız, fakir biri. Elinde bir şişe kaşasa dedikleri rom, önce kendisi şişeden bir fırt aldı, sonra karısına bir fırt ikram etti, karısını dudaklarımdan aşkla öptü, beraber dans etmeye devam ettiler.

Yine ertesi akşam Bahia'nın geleneksel bir restoranında yemek yiyiyoruz. Geleneksel restoranın geleneksel masaları kelimenin tam manasıyla geleneksel araba yolunun dangadanak ortasında. Abartmıyorum. Arabaların geçebilmesi için sadece yolun birazına masa koymamışlar. Karşı kaldırımda da sokak çalgıcıları, ama davuluyla, saksafonuyla tam tekmil bir caz orkestrası, tatlı tatlı Mendes, Jobim falan çalıyor.

Hediye kolyem
Saçları neredeyse kazınmış kadar kısa, incik boncuk satan on iki, on üç yaşında bir çocuk yaklaştı masamıza. Dikkatli bakınca farkettim, erkek değil bir kız çocuğu.

Ben refleksle sağol, istemiyorum dedim, arkadaşım ise getir bir bakayım dedi, sonra da parasını verip bir kolye aldı.

Kız ticareti tamamladıktan sonra benim yanıma geldi, bir kolye seçip, boynuma taktı.

"This is yours mister, keep it" dedi.

Az önce istemiyorum deyip terslemiş gibi olduğumdan içime dert olmuştu zaten, hemen cüzdanımı çıkarıp parasını vermeye kalktım. Gülümsedi, omuzuma dokunup...

"No momey, this is from me to you" deyip uzaklaştı.

O zamanın Brezilya'sı yeminle bu günkü Türkiye'den kat kat kötü. İnsanlar aç. Organize suç gırla gidiyor. İşsizlik, enflasyon, parasızlık, adaletsizlik, fuhuş, şiddet... İnsanlar tenekelerden yaptıkları gecekondularda yaşıyorlar.

Ama insanlar mutlular.

Sadece Brezilya değil, gördüğüm diğer bir kaç Latin Amerika ülkesini de referans alarak söylüyorum, çoğu mutlu, hem de gerçekten mutlu. Hayattan zevk alıyorlar.

Hem de ortalama bir İsviçreliden bile daha fazla mutlular.

Durum böyle olunca çok düşünmeden doğru kabul ettiğim, Türklerin yaşam koşullarının kötülüğünden dolayı mutsuz oldukları teşhisim kafamda yavaş yavaş çatırdamaya başladı.

Peki koşulların kötülüğü değilse neydi Türkerin mutsuzluğunun nedeni?

Bu soruyu doğru şekilde cevaplamak için tarihin en kesin sonuç veren bilim dalına başvurdum.

Matematik!

Eğer mutluluğu matematiksel olarak bileşenlerine ayırıp, tanımlayabilirsem, Türklerin kronik mutsuzluğunu açıklayabilirim dedim kendi kendime.

Ve aşağıdaki formüle ulaştım.

Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar x 100

Aslında aynı formülü Mutluluk = Zevkler - Hoşnutsuzluklar şeklinde de yazabilirdik ama ortaya çıkan mutluluğun bir kilo, elli santim falan gibi bir ölçü birimi olması gerekirdi.

Hoşnutsuzluk = -Zevk dersek, her ikisinin de aynı birimle ölçüldüğünü varsayabiliriz. Böylece Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar yazdığımızda pay ve paydadaki aynı ölçü birimleri birbirini götürür, 100 ile çarparak da ölçü birimi olmayan üniversal bir mutluluk yüzdesi hesaplamış oluruz.

Yazdığımız formülden mutluluğun iki komponentten oluştuğunu gördük. Zevkler ve Hoşnutsuzluklar.

Türkiye'de işler kötü gidiyor dediğimizde işte bu iki komponentten hoşnutsuzluğu kast etmiş oluyoruz.

Yani Hoşnutsuzluklar sayısının içinde işsizlik, ekonomi, gelecek korkusu, eğitim, dış politika, yaşam biçimi gibi endişelerin tümü bulunur.

Elbette bunlara ülkeye bağlı olmayan gönül kırıklıklarını, karı dırdırını, koca dayağını, kaynana müdahalelerini, patronun aşağılamalarını, terfi edememeyi, kıskançlığı, arkadaş kavgalarını falan da eklemek gerekir.

İşte burada ilginç ve sıradışı bir önerme yapacağım.

Diyeceğim ki, yaşadığı ülke, cinsiyeti, dini, ırkı, dili, geliri, statüsü, titri ne olursa olsun bu hoşnutsuzlukların toplamı her insan için aynıdır.

Gerçi zevk ve hoşnutsuzlukların ortak ölçü birimini bilmiyoruz dedik, ama hadi derdimizi daha iyi anlatabilmek için bu afaki birime "Mut" diyelim ve atıyorum bir Norveçli için de, bir Türk için de, bir Suriyeli göçmen için de hoşnutsuzlukların toplamı her zaman 1000 Mut olmuş olsun.

Oğlum manyak mısın, mesela yüksek geliri, toplumsal bilinci, bireylerin eşitliği, ülkesinin temizliği, düzeni ile bir İsviçrelenin "Mutsuzluğu" ülkesi savaşta, evi yıkılmış, çoluğu çocuğu aç açıkta bir Suriyeli göçmenki ile nasıl aynı olur?

Bir İsviçreli ofis arkadaşım vardı. Ofise başka birini görmeye gelen bir kaç kişi - o zamanlar ofiste sigara içmek serbestti, aynı anda sigaralarını yaktılar diye o gece uyuyamadı. Bu kabul edilemez bir düşüncesizlik ve saygısızlıktı. Ofis hafifçe dumanlanmıştı. Böyle toplantıda sözümü kesti, sabah bana bonjur demedi diye ağlayan, uykusu kaçan, sinirlenen bir çok kişiyi şahsen tanıyorum.

Burada duyarsızlık yapmak istemiyorum, elbette Suriyeli göçmenin sorunlarının sonuçları çok daha ciddi ve önemlidir, ancak sonuçta o Suriyeli göçmen de benim Swiss arkadaşım da gece yatağına yattığında aynı geceyi uykusuz geçirmiş oluyor.

Her iki insan da bence aynı derecede mutsuzdur.

O yüzden formülümüzü aşağıdaki gibi revize edebiliriz.

Mutluluk = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100

Anahtar noktaya geliyoruz.

Bir insanı mutlu eden hoşnutsuzlukları değil - çünkü her insan farklı şeyler için olsa da aynı derecede hoşnutsuzdur, hayattan almayı becerebildiği zevkleridir.

Daha da ileri giderek ikinci bir önerme yapayım, mutlu olabilmek için zevklerin hoşnutsuzluklardan daha fazla olması da gerekmez. Kısaca %25 gibi bir mutluluk oranı insanın kendisini mutlu sayması için yeterlidir.

Mutlu İnsan = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100 >= 25

Denklemi çözersek:

Zevkler >= 250 Mut

Ya da:

Zevkler >= 1/4 Hoşnutsuzluklar

Yani hayattan zevk almak, alabilmeyi bilmek! Mutsuzluklarımızın dörtte biri kadar mutlu olabilirsek öldüğümüzde yüzümüzde bir gülümseme kalır.

Arzuhalim işte budur.

Türk milleti olarak mutsuz olma sebebimiz ülkenin hali değil, hayattan zevk almayı bilmememiz ya da unutmuş olmamızdır.

Çevremde birçok kişi bu hayattan zevk almama sorununu dine bağlar. Ben aynı görüşte değilim.

Sorun bence din değil, muhafazakarlık ismini verdiğimiz bu anlaşılmaz, anlamsız, tanımı meçhul, kaynağı şaibeli, çağdışı yaşam şeklidir.

Aydını, cahili, ilericisi, gericisi, kimse bu muhafazakarlığa bağışıklı değildir.

Karşı cinsiyeti yirmi beş yaşında tanımış, kafasındaki şablonlarla evlenmiş, hayatı birbirlerine zehir etmiş, kırk yaşında da boşanmış çok 'aydın' tanıyorum.

Akşam dışarı çıkıp bir kadeh şarap içmeyi gericisi günah, aydını zararlı sayarken gidip dörtte biri dibine kadar doymuş yağlı kebapları yiyen, siroz yerine kalp krizinden ölen ya da ölecek olan çok er kişi var aramızda.

Bu akşam karımla güzel vakit geçireyim diye traş olmak, üzerine doğru düzgün bir şeyler giymek yerine at hırsızı gibi pijamayla oturan bir çok erkek, dışarı çıkarken değil, eve kocasının yanına geldiğinde makyaj yapıp, güzel bir şey giymek yerine altına gri eşofmanı geçirip çekirdek çitleyen bir çok da kadın tanıyorum. İleri, geri, aydın, cahil, hüloooğğğ, çav bella, aynı hepsi.

Yine hayatta başka kadın ve erkeklerin olduğunu kırk yaşından sonra farkedip azan, evde iki çocuğu bırakıp, liseli aşığı oynayan bol bol aile babaları, aile anaları var.

Gönül yarasını, böyle şeyleri kaldıracak, iki gün sonra da unutacak on altı yaşında yaşamak yerine kırk yaşında yaşayıp tırlatan, ya karıyı, olmazsa kendini vuran/vurabilecek milyonlarca 'muhafazakarımız' var.

İşte İsviçreli ile, Norveçli ile aramızdaki fark bu.

Hepimiz aynı derecede mutsuz olsak da onlar hayattan zevk almayı becerebiliyorlar. Müzik yapıyor, resim yapıyor, kayak yapıyor, bisiklete biniyor, dağlara tırmanıyor, denizlerde yüzüyor, tiyatroya gidiyor, hatta tiyatro yapıyor, sinemaya gidiyor, evlendiğinde pijamayla TV seyretmeyip, fit olmak için egzersiz yapıyor, arkadaşlarıyla toplanıp, iki kadeh içkisini içiyor, stres atıyor, kısacası hayattan zevk alıyor.

Böylece mutluluk seviyeleri %25'in üzerine çıkıyor.

Facebook’a da özlü söz, Türk milleti, atam sen kalk ben yatam değil hayattan aldığı zevkleri koyuyor.

Elbette yukarda saydığım aktiviteleri yapan birçok fellow Türk kişiyi tanıyorum ama tartışmayı uzatmamak için söylemiş olayım, çoğu bunları hayattan zevk alacak kadar yapmıyorlar.

Arzuhalim budur, kızmayın bana. Niyetim kötü değil, sadece fikrimi zikrettim.

Herkes mutlu olsun ❤️

7 Şubat 2019 Perşembe

Ülkeme Yakışan Aydın

Yıl 1989'du doğru hatırlıyorsam. Ziraat Bankası'nın Bankacılık Okuluna kabul edilmiştim. Okul Ankara'daydı ama iş olsun diye yatılı kalmayı seçmiştim. Oda arkadaşım da gırgır olsun diye arşivden mi, depodan mı, bir yerden bankanın kurucusu Mithat Paşa'nın bir resmini bulmuş, tam yataklarımızın karşısına asmıştı. Dokuz ay boyunca Mithat Paşa'yla uyuyup, Mithat Paşa'yla uyanmıştık. Hiç resmini gördünüz mü, bilmiyorum, sakallı, suratsız, meymenetsiz bir adam.

Neyse...

Şu sıralar bilgisayar başında çalışırken arkada Youtube'da Halk TV, KRT, Tele1 falan çalıyorum. Geçenlerde seçtiğim program bitti, Youtube'un otomatik olarak seçtiği sonraki video başladı, ben de başka bir program aramaya üşendim, bıraktım, devam etsin.

Merdan Yanardağ, Ceyda Karan, bir de Mehmet Ali Güler bir tartışma programında konuşuyorlar. Bu Merdan Yanardağ denen adamdan hiç haz etmem. Televizyon kanalının sahibi mi, müdürü mü, öyle bir şey, her programında ekibindekilere tepeden, hıyar hıyar konuşur, "Oğlum bul bunun haberini", "Koy bunun KC(?)'sini" falan şeklinde.

Önce ABD'ye bir peşrev çekip, #direnmaduro olduk haliyle, sonra laf döndü dolaştı, Ziraat Bankası'na geldi.

Bu Merdan Yanardağ kalkıp,"Yazık oldu yılların bankasına. Ziya Paşa kurmuştu, şimdi haline bak" falan gibi bir laf etti.

Anama küfür edilmiş gibi hissettim kendimi. Ne Ziya Paşa'sı ya? Koç gibi sakallı, suratsız Mithat Paşa kurdu memleket sandıklarını. Sonra da iyi günde zor günde bir Ziraat Bankası oldu ülkemde.

Bir de Ziya Paşa ne alaka? Tanzimat Fermanı değil ki bu, altı üstü bildiğin Ziraat Bankası.

Yine de aradan otuz sene geçmiş, bilmediğim, unuttuğum bir şeyler olabilir dedim. Gugılladım, Ziya Paşa ile Ziraat Bankasının tek alakası Ziraat Bankası'nın Ziyapaşa Şubesi! Bankanın web sayfasına gittim, tarihçelerini, milestone'larını falan bir daha okudum. Ziya Paşa, Miya Paşa yok!

İşin aslında devamı da vardı. Bu bankayı kuran Ziya Paşa dediğinde araya M. Ali Güler girdi, “Kurucusu galiba Mithat Paşa idi” gibi bir laf etmeye kalktı. Yanardağ derhal bunun ağzının payını verdi “Hayır! Ziya Paşaydı” diye. Hem de azarlayıcı bir tonla.

Sonra da bir düşündü, içine bir kurt düştü. İşi sağlama almak için “Mithat Paşa bankanın kurucusu değil ama ilk genel müdürüydü" dedi. Sonra iş biraz daha kaka sardı. Tanzimat döneminde genel müdürlük diye bir ünvanın olmadığına uyandı. "Yani genel müdürlüğün o zamanki karşılığı" falan gibi bir laf etti. Etraftakiler "CEO" 'su falandır diye espiri yaparken bu gargaraya getirip, konuyu değiştirdi.

Ancak, ukalalığa bakar mısınız? Adam yılmıyor, kanının son damlasına kadar çırpınıyor. Battıkça çırpınıyor, çırpındıkça daha da derine batıyor.

Tam anlamıyla ülkeme yakışan aydın.

Ağızından Ziya Paşa çıktı ya, bizim Mithat Paşa'yı "Yavlum Mithat" yapıp, "kurucu" Ziya Paşa'nın yaverliğine genel müdür titriyle atadı. Mazallah, ağzından "Bankanın kurucusu Namık Kemal'di" gibi bir şey çıksaydı, koca şaire Vatan Yahut Silistre oyununda memleketi çiftçiye verilecek uzun vadeli düşük faizli krediler kurtaracak dedirtirdi.

Bir daha tekrarlıyorum, ülkeme yakışan aydın tarifi: Elli gram ukalalık, bir çorba kaşığı hıyarlık, yarım kilo inat, üç sap klişe, kaba ateşte pişirilip, hayali tabaklarda çav bella eşliğinde servis edilir. Sol eller havadayken, sağ eldeki kaşıkla yenir.

Bir tivit attım. Hak getire tabi. Bu insanlar "Ben yanılmışım" falan dererler mi?

Başka bir gün yine Youtube'da halleniyorum.

3Gen isimli bir ekonomi programı var. Üç ekonomist ülke ekonomisine bakıyorlar. Fena da değiller. Bir anti-ukalalık filtresiyle gayet dinlenebilir oluyorlar.

Bunlardan biri Selçuk Geçer. Hararetli bir devletçi vs. piyasa ekonomisi tartışmasının bir noktasında "Size bir örnek vereceğim. Alın eski Yugoslavya'yı mesela" dedi, ve devam etti.

"Daha kominist bir ülke bile değildi!"

Lan oğlum ne diyorsun sen? Eski Yugoslavya'da insanlar Komünist Parti'ye kayıtlı doğarlarmış. Eski Sovyetler Birliğinden bile daha kominist bir ülkeymiş Yugoslavya. Trump'ın karısı Melania'nın babasının KP üyesi olduğunu keşfeden bir çav bella muhabir, onun zoraki parti üyesi yapıldığını anlamadan "Komünist Partisi üyesi emekçi babanın kızı Melania, kapitalist dünyanın först leydisi oldu" şeklinde bir haber bile yapmıştı 😛

Karım dahil yüzlerce ex-Yugoslav tanıyorum. Yugoslavya komünist değilmiş desem, önce beni bir doktora götürüp, muayene ettirirler, sonra da ülkeden sınırdaşı...

Yugoslavya soğuk savaş süresince Varşova Paktı'nın bir üyesi değildi, belki onla karıştırdı, bilmiyorum.

Ama Yugoslavya'ya komünist değildi demek baştan aşağı zırva...

Buna kibarca durumu anlatan bir tivit attım. Oblivion! Ne bir itiraz, ne bir ikrar. Eh, yukardaki aydın tarifini tekrarlamayayım bir kez daha.

Aslında bu aydınların hemen hepsinde bulunan anlaşılmaz bir saplantı daha var sevgili arkadaşlar.

Dilbilimine, daha doğrusu yabancı sözcüklerin etimolojilerine karşı tarifi zor, tuhaf bir tutku!

Ama bunca tutkuya rağmen çoğu Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamadan, yabancı sözcüklerin anlamlarını hayasızca kıçlarından uyduruyorlar.

Buna o kadar çok örnek var ki, burda sıralasam mideniz ağrır.

Neyse, Selçuk Geçer aynı programda Yugoslavya sözcüğünün Büyük Slavlar demek olduğunu idda etti.

Yugo kelimesini İngilizce Huge'a mi benzetti, bilinmez. Ancak bir kaç kez, hem de üstüne basa basa "Bakın YYYUGO- SLAVYA, yani BÜYYÜK SLAVLAR" diye tekrarladı, durdu.

Halbuki Niş'te geçirdiğim üç sene boyunca kim bilir kaç yüz kere otoyolda "Niš Jug" yani "Niş Güney" çıkışını aldım. Kısaca "Jug" yani "Yug", "Güney" demek. "Jug-o-Slavija" yani "Yugoslavya" da "Güney Slav'ların ülkesi"...

Bir tivit daha attım, kapı duvar tabi...

Artık her zırvaya bir tivitle karşılık veriyorum.

Bugün Can Afaklı Macron'a hitaben yazılmış Fransızca bir mektubu okuyordu.

"Monsenyör Makron" diye başladı.

Ne diyor bu ya? Papa'yla mı konuşuyor dedim.

Sonra uyandım.

Mektup olasılıkla "Monsieur Macron" diye başlıyordu. Bu "Monsieur" bizim "Mösyö", ama olmayınca olmuyor işte 😛

Bir tivit daha attım, şimdilik ses yok tabi.

Ama bu ilk husumetimiz değil Can Ataklı ile. Onu epeydir taciz ediyorum, ve gerçekten çok kızdırdım. Bir denk gelirse sonum kötü sizin anlayacağınız.

İşte böyle.

Birgün ortadan kaybolursam sanmayın ki size küsüp Facebook'u bıraktım. Anlayın ki bunlardan birinin eline düştüm.

Geceniz güzel olsun...

31 Ocak 2019 Perşembe

Maduro

Enver Aysever miydi, Barış Doster miydi, yoksa kitap kurdu veryansın Nihat mıydı hatırlamıyorum, bir programda Venezuella’da ne oluyor diye tartışırken aşağıdakileri söyledi.

"Maduro Amerika'ya karşı mücadele ediyor. Daha ilerisini tartışmaya gerek yok, elbette ki onu destekleyeceğiz."

Bu söylediğine aman çok şaşırdım, hayret ettim falan demeyeceğim tabi. Beklemediğim bir cevap olmadığı gibi aslında tam bu yobaz, klişe çav bellalardan beklediğim bir cevaptı bu - olayı doğru bağlamda değerlendirmeniz için bu yukarda ismi geçen "solcu" 'ların hepsinin toplamından daha fazla solcu olduğumu hatırlatayım sizlere.

Aynı adamlar AKP'ye oy verenlere "koyun" falan deyip, düşünmeden oy veriyorlar diye kızarlar biliyorsunuz.

Ama aynı mantıkla fellahlardan daha fazla petrolü olan bir ülkeyi beş parasız bırakan bir diktatör çırağını sadece ABD'ye karşı mücadele ediyor diye desteklemekte bir problem görmezler.

Çünkü bunların beyinleri doğruyu, haklıyı bulmaya değil, on sekiz yaşında okuyup, hafızladıkları klişeleri tekrarlamaya programlanmıştır.

Adam çalar, çırpar, halkına eziyet eder, onları aç bırakır, çöpten yemek toplamaya mecbur eder, ülkedeki çocuklar hastalıktan ölür, insanlar içecek su bulamaz, üzerlerine giyecek çul bulamaz, enflasyon yüzde binlere ulaşır, suç artar, insanlar gece sokağa çıkamaz, sonra kahramanımız sol elini havaya kaldırır ve...

"Kahrolsun Amarika!"

...diye bağırır. Nihat ya da benzerleri için bu yeterlidir. Bu insana sonsuz itaatlerini, takdirlerini ve desteklerini bahşederler. Bu insan "iyi", Amarika "kötüdür".

Yanlış anlamayın. Amerika matah bir şey demiyorum. Onun da günahını, sevabını tartışırız başka bir ortamda. Derdim bu yobaz solcularla.

Hüloooğğğlara kızıp, günahlarını almayın. Bu sözde aydınlar Mars'tan gelmedi. Aynı mayanın hamuru işte.

Çok uzun bir süre Venezüella'lı biri ile çalıştım. Bir kaç yıl boyunca da aynı ofisi paylaştık. Çok severim onu. Aslında Latin Amerikalıların çoğu iyi insanlardır. Sokaktaki sıradan insanların paraları yoktur, hayatları genelde kötüdür ama bunlara rağmen yaşamayı, eğlenmeyi bilirler. İyi arkadaş, iyi dostlardır.

Neyse...

Chavez zamanlarıydı. Malumunuz, Lozan Fransızca konuşulan bir bölge. Fransızcada da Chavez'in başındaki 'Ch' bizdeki 'Ş' gibi okunur. O yüzden etraftakiler Chavez'i merak ettiklerinde "Şavez niye şunu yapmış, bunu demiş?" diye sorarlardı. O da için için kızardı, "Şavez değil Çavez" diye.

Bir gün, biraz da solcu romantizmimle ona dedim ki "Bravo Çavez'e, nasıl Amerika'nın karşısında dik duruyor" diye. Cümlemi bitiremeden cevap verdi "Alıp götürsene kendi ülkene o zaman" diye. Bir değiş-tokuş teklif ettim ama kabul etmedi her nedense 😛

Efendim Venezüella'da Bolivar
bir rejim vardır
Latin Amerika ile ilgili duyduklarımla kendi görüp yaşadıklarımı birleştiriyorum da, oralarda hayat "Efendim Venezüella'da Bolivar bir rejim vardır" şeklinde on bin kilometre uzaktan sallamakla anlaşılmıyor.

Oradaki insanların dertleri haydi sol eller havayadan çok çok daha farklı.

O yüzden bırakın emperyalist Amerika'ya baş kaldıran Yoldaş Maduro'yu, restoranların arka kapısında müşterilerin artıklarını eve götürmek için sıra bekleyen fakirleri, arkadaş olduğu turistlerden hediye olarak kullanılmış donlarını, sütyenlerini isteyen garip kadınları düşünün.

Yemin ediyorum bunları dinleyince gidip sakinleşmek için kendime bir kadeh şarap koyuyorum...

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti ...