Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2024 Pazartesi

Tekke Kaçkınları

Sevgili arkadaşlar, biraz moral bozma vakti.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yakın, tüm dünya savaşa hazırlanırken ulu ceddimiz Osmanlı İmparatorluğu ve ulu padişahımız, durumdan bihaber, sarayında sefa sürüyordu.

Benzetmek gibi olmasın, ceddimizin mirasçıları da aynı misal, dünyanın çivisi çıkarken hala Özgür Özel, asrın liderimiz ve Dilan Polat'tan bahsediyorlar.

Sevgili arkadaşlar, durum ciddi.

Bundan bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar mı, bilmiyorum, ama iyi bir şey çıkmayacağı kesin.

Ne yazık ki, her şeye olduğu gibi, buna da hazırlıksız yakalandık. Bu tekke kaçkınları baştayken ne kadar az zararla bu işten sıyrılabiliriz, işte asıl sorulması gereken on milyon dolarlık soru bu.

İçinizi karartmak istemem, ancak işler gerçekten ciddi.

İki hafta önce, Domuzlar Körfezi'nden sonraki en ciddi nükleer felaketten döndük.

Medyamız o sıralarda Özgür Özel, Bilal Erdoğan gibi ulvi şahsiyetlerle meşguldü; bu "minik" ayrıntıyı es geçti. Ancak, Bidenopoulos denilen bunak, sersemce bir kağıdı imzalasaydı, bugün Seda Sayan'ı izlemek yerine, çoluğunuza çocuğunuza bir dilim ekmek bulmak için adam öldürüyor olacaktınız.

Bu bir şaka değil; bahsettiğim olaylar gerçek. Bir Mad Max filminin senaryosu değil, gerçekten birebir gerçekleşecekti.

Olan biten henüz geçmiş değil. Nükleer bir felaketle karşı karşıyayız.

Yapay zeka’ya birkaç senaryo yaptırdım. Hepsinde aynı sonuca ulaşıyoruz: Hem bizler, hem çocuklarımız, hem de geleceğimiz yok oluyor. Ne Özgür Özel'in saçının bir teline, ne de Tayyip'in Cuma namazından sonra söylediklerine bel bağlayabiliriz.

Önümüzdeki günlerde, olası felaketin detaylarını sizlerle paylaşacağım. Hem doğal, hem de yapay zeka ile bu konuda çalışmalar yaptık.

Eğer iç karartıcı bulduysanız, gidip Özgür Özel'i izleyin ya da Halk TV'nin zırvalarını dinleyip kafanızı kuma gömün.

Ancak, gerçekten ilgileniyorsanız bizi takip etmeye devam edin.

Uyanık olun, kazanımlarınızı kaybetmeyin.

Sizi bu felaketten ne Ali Erbaş'ın kılıcı ne de Bilal'in önlenemez derecede yükselen öngörüleri kurtaracaktır.

Elhamdülillah!

22 Nisan 2023 Cumartesi

Savaş!

Sabah uyandığımda üstümde hala önceki günün yorgunluğu vardı. Kahvaltı için otelin restoranına indim. Bir önceki gün başıma gelenlerin başka bir sonucu da, gün boyunca hemen hiçbir şey yememiş olmamdı. O yüzden kahvaltı, bir ziyafete dönüştü. Bosna’nın pastırmaya benzeyen, ancak daha az baharatlı bir eti var. Büfedekilerin yarısını yedim. Peynirler de oldukça güzeldi.

Sabahki programım biraz tatsızdı ancak Bosna'yı ziyaret ederken olmazsa olmaz bir temayı içeriyordu.

Yugoslavya İç Savaşı.

Bu konuya girip, girmemek konusunda çok tereddütteydim. Sonuçta hem sevgili karım öz be öz Sırp'tır, hem de Sırbistanda geçirdiğim üç yıl sonunda Sırpları tanıma olanağı buldum ve onları gerçekten çok severim. Bu nedenle bu yazıyı okuyan sizlerin objektif olamayacağımı düşünmenizi normal karşılıyorum.

Neyse, biraz risk alıp, devam edelim…

Ben ne Haag savaş suçları mahkemesiyim, ne de konuya ahkam kesecek kadar hakimim. O yüzden sizlere aktaracağım sadece benim kişisel deneyimim. Aynı fikirde değilseniz sorun yok. Sadece birbirimize saygılı kalalım yeter.

En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bosnalılar, özellikle Müslüman Boşnaklar, Yugoslavya iç savaşının en fazla acı çeken tarafıydılar. Bir kere sayıca çok küçük bir azınlıktılar ve dinleri diğer savaşan taraflara göre çok farklı bir dindi. Hoş, Balkanlar'da Katolisizm ve Ortadoksluk, her ikisi de Hristiyanlığın bir alt kümesi olsalar da farklı dinler sayılırlar ama İslam hala bunlara göre çok, çok uzakta bir noktada konumlanır.

Bu savaş hakkında duyduğunuz, başrollerinde Sırplar'ın olduğu şiddet, işkence, tecavüz, katliam öykülerinin çoğu doğru sevgili arkadaşlar. İşin aslı, şimdiye kadar konuştuğum Sırpların hiç biri zaten bunları inkar etmiyor. Onların şikayeti bu öykülerin tek taraflı aktarılıyor olması. Yine hakim durumuna düşmemek için bu tartışmayı uzatmıyorum ama karşı tarafın da bu konuda söyleyecek çok şeyi var, bunu da bir kenara not edelim.

Peki ne oldu bu kanlı dönemde?

Sizlere saatlerce ve dilim döndüğü kadarıyla bildiklerimi anlatabilirim, ama konuyu çok dallandırıp, budaklandırmadan şöyle özetleyeyim.

Türkiye’den örnek vereceğim. Amacım, Türkler ve Sırplar arasında parelellikler kurarak, savaşta olanları meşrulaştırmak değil. Sadece Türk olduğumuzdan dolayı, aradaki benzerlikleri kullanarak, konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak.

Düşünelim. Türk etnik nüfusunun yüzde kaçı Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasına karşıdır?

Yüzde 90 desek, herhalde yanılmış olmayız.

Peki bu yüzde 90'ın yüzde kaçı Kürtler bağımsızlık istiyoruz deyip ayaklanırsa, eline silah alıp, savaşa gider?

Ben en çok yüzde 10 diyorum.

Ve son soru. Bu eline silah alıp savaşa giden yüzde 10'un yüzde kaçı Kürtlere işkence eder, kadınlarına tecavüz eder, mallarını çalar, katliama kalkışır?

Burada çok fal bakmayalım. Ne yazık ki bu şerefsizliği yapacakların sayısı sıfır değil.

Yugoslavya'da iç savaşta olan da buydu işte. Neredeyse bütün Sırplar ülkenin bölünmesine karşıydı, en az yukardaki örnekteki yüzde 90 Türk kadar. Bunlardan bir bölümü eline silah alıp, savaşa gitti - burada ordudan bahsetmiyorum. Bu ayak takımının bir bölümü de bu savaş suçlarını işledi. Benzeri şerefsizler orduda da vardı tabii.

İş böylece kontrolden çıktı, taa Srebrenica'ya kadar geldi. Srebrenica'da üstüne bir de asker üniformasıyla, Birleşmiş Milletler adına sözde güvenliği sağlamakla görevli, Hollandalı şerefsiz, onursuz, çiğeri beş para etmeyecek asker müsveddeleri de eklenince, yüzyılın en büyük trajedilerinden biri gerçekleşti. Sırp ayak takımı bu sözde uygar, şerefli, onurlu 'askerlerin' gözü önünde kadınlara, çocuklara tecavüz ettiler, yüzlerce savunmasız Bosnalı'yı katlettiler.

Hollandalılar yıllar sonra bu olan biten hakkında sorumluluklarını kabul edip, sıkı durun, 'özür' dilediler. Komutanları bu kahraman askerlerin ağızlarına biber sürdü, ceza olarak cici defterlerine yüz kere "Bir daha gözümüzün önünde çocuklara tecavüz edilmesine izin vermeyeceğiz" yazdılar.

Savaş böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar.

Herneyse…

Eski Yugoslavya her etnik grubuyla bu işi çözmek zorunda. Çünkü o kadar çok iç içeler ki, kin güderek hiç birinin bir yere varmaları olanaksız.

Yugoslavya, eski Sovyet bloğunun incisi, herkesin gıpta ettiği modern, ileri, temiz, müreffeh bir ülkesiydi. Sanayisi, eğitimi, insan kaynakları, denizi, güneşi , otoyolları ile crème de la crème bir izole cennet! Polonyalı bir arkadaşım, annesi ile babasının tek hayalinin Yugoslavya'ya göçüp, orada yaşayabilmek olduğunu söylemişti bir keresinde. Şimdi hallerine bir bakın.

Slovenler baştan beri bu gereksiz çatışmanın dışında kalabilmişler. Zaten onlarla biraz zaman geçirirseniz, Yugoslavya'daki diğer gruplarla çok az yakınlıkları olduğunu görürsünüz. Ancak diğerleri farklı inancı kabul etmiş, aynı ırktan insanlar. Bir arada yaşamak zorundalar. Bunun tek yolu da, bana sorarsanız, geçmişi ısıtıp, ısıtıp, masaya getirmek yerine, olan biteni kabul edip - unutmaya gerek yok, nasıl beraber yaşarız sorusuna bir cevap bulmak. Ne yazık ki, bu gün itibarıyla bu grupların tümü buna çok uzaklar.

Affınıza sığınıyorum, biraz uzun bir 'disclaimer' oldu, ancak bence gerekliydi.

Sarajevo'ya dönersek... Düldül'e atladım ve sabahın ilk ziyaret noktasına ulaştık. Ulica Zmaja od Bosne, yani Bosna Canavarı caddesi.

Sniper Alley
Komünist/eski komünist bir şehri ziyaret ettiyseniz daha iyi anlayacaksınızdır. Özelikle şehir merkezleri geniş caddelerle ayrılmış, etrafında yüksek ancak zevksiz, tek düze binaların bulunduğu yerleşim öbeklerinden oluşur. Bu caddeler o kadar geniştir ki, hele gözleriniz benimkiler gibiyse, caddenin karşısından babanız geçse seçemezsiniz.

Ulica Zmaja Da böyle bir cadde sevgili arkadaşlar. İç savaş sırasında bu ve bir kaç diğer caddenin başka genel bir ismi vardı, 'Snajperska Aleja', yani 'Sniper Alley', Türkçesiyle 'Keskin Nişancı Sokağı'.

Bu geniş caddelerin etrafındaki yüksek binaların üst katlarına mevzilenen Sırp keskin nişancılar, cadde boyunca yürüyen, yada karşıdan karşıya geçen sivillere ateş açıyorlardı.

Tüm savaş boyunca keskin nişancı ateşi sonucunda 1000'den fazla sivil ölmüş. Bunların yüz civarı da çocuklardan oluşuyormuş. İzlediyseniz Nicole Kidman ve George Clooney'nin The Peacemaker filminde bu keskin nişancıların yarttığı terör çok grafik bir biçimde aktarılır.

Ben güvenilir bir kaynaktan teyit edemedim ancak bazı söylentilere göre bir insanı öldürme fantezilerini gerçekleştirmek isteyen bazı Avrupalı ve Amerikalı manyaklar da savaş esnasında Sırplar'a para vererek, bu binalardan zavallı sivillere keskin nişancı tüfekleriyle ateş açmışlar. Ne diyeyim, eğer doğruysa yapanın da, yaptıranın da bu dünyada yatacak yeri kalmamıştır herhalde.

Sniper Alley'lerin havasını bir kokladıktan sonra Düldül'le Sarajevo Havaalanı'na doğru yöneldik.

Savaş esnasında Sarajevo Sırp kuşatması altındaydı sevgili arkadaşlar. Sırplar bütün yönlerden şehri sarmışlardı. Bosna kuvvetleri ise Sarajevo Havaalanı'nın üstüne kadar gelmiş ve burada mevzilenmişlerdi.
Sarajevo Tüneli

Ancak kuşatma altındaki kente silah, cephane ve her şeyden önemlisi yiyecek ve insani yardım ulaşamıyordu.

Bosna ordusu, hava alanının altından bir kilometreye yakın bir tünel kazdı ve kuşatma aştındaki kente insani yardım gönderdi, yaralıları tahliye etti.

Bosnalılar bu alanı çok güzel bir müze haline getirmişler. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Sarajevo'da savaşla ilgili görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar, ve Bosnalılar bu olan biteni unutacağa benzemiyorlar. Ancak unutmasalar da bence biraz bunun şiddetini azaltsalar iyi olacak. Başlarına gelenlere sonsuz saygı ve sempati duyuyorum, ancak kendi ülkelerinin yarıya yakını Sırp. Bu insanlar da bir yere gitmiyor. Gelecekleri için sanki bir noktada geçmişi canlı tutmayı bırakıp, biraz ileri bakmaları gerekiyor.

Gökten düşen üç elmanın bizim payımıza düşeni ise savaşın kötülüğü.

Dikkat diyorum sevgili arkadaşlar.

Bu işler pek Ertuğrul dizisi gibi yürümüyor.

Sevgi ile, ama en önemlisi barış ile kalın ❤️






28 Aralık 2022 Çarşamba

Kokteyl Pasaport

Sevgili arkadaşlar, son bir kaç gündür yine ulvi memleket meselelerine daldım.

O kadar sinsi, o kadar bağımlı bir şey ki bu, farkında olmadan hop kendinizi ta dibinde buluyor, beş kuruşluk beyinleri olmayan dingillerle kavgaya tutuşuyorsunuz.

Kiminin yaşı başı var, bir ayağı çukurda, hadi kalbini kırmayayım diyorsunuz, tepenize çıkıyor. Kimi genç, hadi büyüyünce anlar diyorsunuz, anaa bu benden korktu deyip, tepeden konuşmaya başlıyor. Ancak çoğunluğu süzme salak ve birinci sınıf ukala. Kendidinin bile tam anlamadığı süslü terminolojileri atıyor ortalığa, konuyla ilgili, ilgisiz, bildiğini düşündüğü üç beş şeyi kafanıza kakıyor. Ne dinlemeye, ne anlamaya, ne de düşünüp, tartışmaya niyetleri var. Sadece konuşuyorlar.

İşte o yüzden biraz time-out aldım. Biliyorum, sinirlerim biraz restore olunca yine kendimi tutamayıp, siyaset sahnesine döneceğim ama bir süre için yeşil sahalardan uzaklaşıyorum.

Son günlerde bol bol Türk Youtuber gezginleri izliyorum. Hepsine de gerçekten sempati duyuyorum. Sokaklarda bileklik satarak, kaldıkları ucuz hostellerde çalışarak, gezilerini sürdürecek parayı temin ediyorlar.

Bir de öyle yerlere gidiyorlar ki, çoğumuzun gitmeye kıçı yemez. Irak'tan Ermenistan'a, Kolombiya'dan İrana, Bangladeş'ten, Meksika'ya, Afrika'nın derinliklerine, Orta Asya'nın steplerine, Chichen Itza'dan Orhun Yazıtlarına, dünya kazan, onlar kepçe geziyorlar.

Öyle çok okuyup, planlı bir biçimde de gezmiyorlar. Akıllarına ne gelirse.

Dil bakımından da çok kötüler.

Bir tanesi yakın zamanda Fas'taydı. Oralara gidenleriniz bilir, Fransızca'yı Fransızlardan daha çok severler, sular seller gibi, gerçekten çok iyi konuşurlar. Bizimki, Marakeş'te bir satıcıya kırık dökük bir İngilizce'yle bir şeyler sordu. Adam da buna Franzıca cevap verdi. Bu satıcıya dönüp, "I don't speak Arab(ic)" diye bağrındı.

Başka bir kez Moldova'da, pazarda geziyor bunlardan biri. O kaç para, bu kaç para diye soruyor, sonra da teşekkür etmek için "Spasiba" deyip ayrılıyor. "Spasiba" Rusça'da teşekkür ederim demek, ama onu da yanlış, "Spasiva" diye telaffuz ediyor. Alt yazıya da "Spasiva" diye yazmış, ben uydurmuyorum yani.

Neyse, bizimki satıcıları bir iki kez "spasiVa" 'ladı, sonra da "Moldova da böyle teşekkür edilir" dedi. Halbuki Moldova'da Rumence konuşurlar. Rumence'de de teşekkür ederim "mulțumesc" demek, o tuhaf 't' 'yi de 'ts' gibi okursunuz. Rumence öğrendiğim ilk sözcük.

Her eski Sovyet ülkede olduğu gibi, özellikle yaşlılar yada Stalin'in taşıdığı Rus asıllı nüfus belli derecelerde Rusça konuşurlar. Bizimki ise Moldovyaca konuşuyorum zannedip, Rusça "spasiVa" diyor, pazarcı babuşkalar da "Garibim Rumence bilmiyor, sadece Rusça konuşuyor" diye onu idare edip, hatta Rusça "pajaulsta" diye cevap veriyorlar.

Bu gezginlerin arasında kızlar da var. Kız başlarına her yere girip çıkıyorlar. Aferin onlara.

Ancak içlerinde Berkoo isimli bir tanesi var ki, en çok onu seviyorum. Geçen Sri Lanka'da, Youtube'dan kazandığı para ile fakirlerin gittiği bir okulun tüm çocuklarına defter, kalem, çanta, vesaire aldı. Candan, içten, çok iyi biri.

Ancak bu videoları izlerken, beni çok rahtsız eden, doğrusunu söylemek gerekirse olmasını beklediğim bir şeyle karşılaştım.

Türk pasaportu ile gezmek gitgide zorlaşıyor sevgili arkadaşlar.

Bu gözü kara gezginleri vize gerekmeyen ülkelere bile almayabiliyor, saatlerce sorguluyor, bazen de uçağa bile bindirmiyorlar.

Bunun sebepleri hepimizce malum. Tek tek detaylara girip, başınızı ağrıtmayayım. Ancak 2015 yılları civarı eğer AKP bir yasayı değiştirseydi, şu anda bütün Şengen ülkelerine vizesiz girebiliyor olacaktık. Yaşadığım yer bakımından, şans yüzüme güldü, şu dünyada vize derdim yok, ama ülke, özellikle de gençler dünyadan kopuk, bir çok fırsatı kaybediyor, hak etmedikleri davranışlarla karşılaşıyorlar.

Türk pasaportlarına çıkarılan bu zorluklar ne yazık ki daha da artacak. Kamyon kamyon göçmeni şehirlere salındığı bir ülkenin vatandaşları için elbet dünyanın gerisi daha dikkatli olacak.

O yüzden tavsiyem, eğer gezi planlarınız varsa, derhal onları işleme koyun.

Bizim ailenin pasaport durumları biraz karışık. 🐝Mezzy🐝'nin Sırp vatandaşı olsa da Sırp pasaportu, Jelena'nın da Türk vatandaşı olmasına rağmen Türk pasaportu yok. Ben Sırp vatandaşı değilim. Tek ortak noktamız, üçümüzün de İsviçre pasaportumuz olması. Bütün bunların ışığı altına Avrupa dışında bir yere giderken kaçınılmaz olarak oturup, e=mc2 hesaplarına başlarız, kim nereye hangi pasaport ile girsin şeklinde.

Örneğin orta vadede bir Orta Doğu gezisi planlıyoruz. Ürdün Türk vatandaşlarına vize istemiyor ama İsviçre ve Sırp pasaportları için vize gerekiyor. Jelena'nın Türk pasaportu yok. Bir vize almak atla deve değil, havaalanında hemen vizesini alabiliyor. Ama vize o kadar pahalı ki, onun yerine Türk pasaportu çıkarması daha ucuza geliyor.

Yine bir Küba gezimiz var ve aynı şekilde bir Küba turist kartı, 🐝Mezzy🐝 için bir Sırp pasaportu çıkartmaktan daha pahalı. Bu arada söylemiş olayım sevgili arkadaşlar, Sırp pasaportu Küba, Rusya, Çin gibi komünist ülkelerde bir numara. Ellerini, kollarını sallaya sallaya girebiliyorlar bu ülkelere. Ben "on altı" günlük bir Rusya e-vizesi için 140 dolar vermek zorundayım. Bizim hayatımızı çok değiştirmiyor ama Sırp pasaportu Şengen ülkelerine de vize gerektirmiyor. Hiç fena bir pasaport değil sizin anlayacağınız.

Sırp pasaportunu bir de herhangi bir Avrupa pasaportuyla birleştirir, kokteyle bir de bir Türk pasaportu katarsanız, sonuç mükemmel oluyor.

Bizim kızlar dünya üzerindeki 195 tartışmasız ülkenin 161'ine, her hangi bir onay, teyit vesaire gerekmeksizin, akıllarına estiği zaman gidebiliyorlar. Önceden vize yada benzeri bir onay almaları gereken sadece 34 ülke var, bunların 14'üne de hiç konsolosluğa falan gitmeden, sadece Internet üzerinden başvurabiliyorlar. Geri kalan yirmi ülke de Afganistan, Yemen, Cezayir, Libya, Nijerya gibi yerler zaten.

Bu rakamlar, Hong Kong, Taiwan, KKTC, Kosova, Kırım, Karayipler, Filistin gibi herkesin tanımadığı yada başka ülkelerin hükümranlığı içinde kalmış özerk bölgeler eklenince, çok daha iyileşiyor.

Benim skorum bir az daha aşağıda. Küba, Rusya ve Çin için vize almam gerekiyor, Çin için üstelik black-on-white, konsolosluk vizesi… Bir de Surinam var. Anlamadığım bir sebepten ötürü, Surinam İsviçre ve Türk vatandaşları için e-vize isterken, Sırplardan vize mize istemiyor.

Yukardaki tartışma, şu her yıl geleneksel olarak konuşulan "En kuvvetli pasaport hangisi" sorusunu da cevaplıyor. En kuvvetli pasaport, birden fazla ancak EU gibi aynı birliğe ait olmayan ülkelerden alınmış pasaport kokteyli sevgili arkadaşlar.

Yeri gelmişken, en kuvvetli pasaport Japon pasaportu gibi klişelere de çok takılmayın. Sadece Kongo-Bongo, Singapur pasaportuna normal vize yerine visa on arrival istediğinde, pasaport üç sıra birden yukarı fırlıyor. Yani çok afaki bir sıralama bu. En kuvvetli pasaport aslen bir Avrupa pasaportu sevgili arkadaşlar. Sizlere otuz ülkede bırakın vizesiz girişi, sınırsız oturma ve çalışma olanağı sağlıyor.

Bunları nereden mi biliyorum?

Yukarda söz ettiğim, nereye hangi pasaportla gidelim hesaplarını kolaylaştırmak için bir Excel spreadsheet hazırladım, oradan biliyorum.

Yine aynı spreadsheet'ten, Türk pasaportu ile aklınıza estiği an 104 ülkeye gidebilirsiniz. İlginizi çekerse daha detaylı önerilerde bulunabilirim ama önce Balkanlar, sonra bir güneydoğu Asya, kapanışta da bir Orta Asya turu mükemmel olur.

Balkanlar'da Bosna, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova, hatta isterseniz Moldova, Güneydoğu Asya'da Tayland, Singapur, Hong Kong, Malezya, Endonezya, Vietnam (dikkat bu vize istiyor), Kamboçya, Orta Asya'da da Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan (bu da vize istiyor), Özbekistan ve Kazakistan. Bu sonuncusunu Kazakistan hariç ben de yapmadım, ve nasıl istiyorum, anlatamam. Bu geziyi bir de Doğu ekspressi ile başlatır, Erzurum, Kars, oradan Gürcistana, Batum ve Tiflise, oradan da Bakü'ye uzatarak mükemmel bir hale getirebilirsiniz.

Gezelim arkadaşlar, hayat kısa, dünya büyük.

Sevgi ile kalın ❤️

21 Kasım 2019 Perşembe

Mezekar

Üçüncü Dünya Savaşı, önceki ikisine göre kat be kat ölümcül geçmişti.

İran'dan atılan beş tane nükleer başlıklı balistik füzeden dördü İsrail hava savunma sistemleri tarafından havada imha edilmiş, ne var ki sonuncusu Tel Aviv'e düşmüş, yüz binlerce insan termonükleer patlamanın sonucu ortaya çıkan ısı ve radyasyon ile hayatını kaybetmişti.

İsrail cevap vermekte gecikmemiş, başta Tahran, dört büyük İran kenti haritadan silinmişti. Çin ve Rusya'nın uyarılarına rağmen yine İsrail'den atılan nükleer başlıklı bir seyir füzesi İran yanlısı Şii Irak yönetimindeki petrol bölgelerini vurmuştu.

Basra körfezinin kapanmasına yol açan bu patlama Rusya'yı harekete geçirmiş, Kızıl Ordu Azerbaycan ve Kazakistan'ı işgal ederek bu ülkelerin batıya yaptığı bütün petrol ve doğal gaz ihracatını durdurmuştu.

Sadece Suudi Arabistan ve bir kaç küçük emirlikten zar zor getirilen az miktarda petrol Avrupa'nın enerji ihtiyacının onda birini bile karşılamaya yetmemişti. Fransa vakit geçirmeden Libya'yı işgale kalkıştı ama petrol azlığından en çok etkilenen Avrupa ülkesi olan Almanya'nın buna izin vermeye niyeti yoktu. NATO'nun dağılmasından sonra kurulan Avrupa Ordusu'na en çok katkıyı sağlayan Almanya bu ittifaktan çekilip, Libya'nın petrol sahalarına binlerce paraşütçü indirdi. Bölgedeki Fransız askerleri bu saldırıya ateşle karşılık verince Alman ikinci ordusu Fransa'ya girdi. Fransız ordusu bu saldırıyı durdurmak için taktik nükleer silahlara başvurdu, Almanya ise buna karşılık olarak stealth özellikli üç seyir füzesiyle Paris'i, Lyon'u ve Marsilya'yı vurdu.

Ancak bu savaşın en çok cana mal olan çatışması Çin'in Venezüella'yı işgaliyle başladı. Amerika nükleer silahların yüklendiği on iki stealth bombardıman uçağını Çine gönderdi. Bu uçaklar Kore yarımadasını geçerken Kamçatka'daki uzun dalga radarlar tarafından tespit edilip, Rusya'ya yönelmiş oldukları sonucuna varılınca Atlantik ve Pasifik okyanuslarındaki onlarca Rus denizaltısından atılan nükleer füzeler başta New York ve Los Angeles, on beş büyük Amerikan kentini vurdu. Amerika da bu saldırıya kıtalararası nükleer füzelerle cevap verdi. Onlarca Rus ve Çin kenti bir kaç gün içerisinde haritadan silindi.

Savaş sona erdiğinde dört buçuk milyardan fazla insan ölmüş, dünya on yıllarca süren bir nükleer kışa girmişti.

2500 metre yükseklikteki bir mağara içine sığınmış bir gurup insan, akşam yemekleri olacak bir geyiğin , etrafında bir daire şekilde oturdukları kamp ateşinin üzerinde kızarmasını bekliyordu.

En gençleri Peter, annesi Joanna'ya sordu "Anne, niye iki geyik kızartmıyoruz? Bir tanesi bunca kişiye çok az gelmeyecek mi?" Annesi Peter'in başını okşayıp, çocuğun bu haklı sorusuna cevap verdi "Yamaçlarda çok az geyik kaldı oğlum. Eğer üremelerine fırsat vermeden hepsini avlarsak sen büyüdüğünde sizlere karnınınızı doyuracak geyik kalmayabilir."

Peter annesinin dediğini anlamış gibiydi. Ellerini ateşe yaklaştırıp ovuşturdu. Akşamları mağara soğuk oluyordu. Bir iki kez öksürdü. Bunu gören Albert çocuğun yanına oturup, başını okşadı, "İyi misin? Bir şeyin mi var?" diye sordu. Peter "Biraz boğazım ağrıyor" dedi. Albert hemen Janet'a seslendi "Jan, Peter'e bir bakar mısın? Kendisini iyi hissetmiyormuş" dedi.

Bütün hastaneler savaş sırasında yıkılmış, hiç bir yerde ilaç bulunmuyordu. Eski bir araba aküsüyle çalışan bir yazıcıdan Tıbba Giriş adlı bir kitabı zar zor buldukları kağıtlara basmışlar, Janet de bu kitabı okuyarak aralarında doktorluğa en yakın kişi haline gelmişti.

Ilık süte biraz bal karıştırıp, Peter'a verdi. Joanna minnettar bir ifade ile Janet'a bakıp başını önüne eğdi. Janet "Komşu otlakta Zach isimli bir genç var. Yarısı yanmış bir kimya kitabına bakarak bir şeyler öğrenmiş. Her gün beraber iki saat çalışıyoruz. Yakında en azından basit bir iki ilaç üretebilecek duruma geleceğiz. Belki bir antibiyotik. Biraz daha dayanın" diyerek etrafındakileri rahatlatmaya çalıştı.

Albert köyün lideriydi. Herkes her iki senede bir lider seçmeyi kabul etmişti. Albert bu sorumluluğu kaldıracak kadar sağlam karekterli biriydi ancak bu iş çok vakit alıyordu. Ailesiyle biraz daha fazla birlikte olmayı isterdi. Ne var ki köyün sorumluluğu baskın çıkmıştı, Albert bunları düşünmemeye çalıştı. Tekrar ateşteki geyiğe çevirdi yüzünü.

Robert koşarak mağaraya girdi "Komşu köydeki demirci aletleri bitirmiş. Fazladan bir kürek başı çıkmış, bize gönderdi!" Albert çok sevinmişti. Bu yeni kürekle bostan biraz daha hızlı gidecekti. "Onlara karşılığında verecek bir şeyimiz yok şu anda" derken üzülmüştü. Robert "Bir şey istemediler" dedi, "Bostan bittiğinde bize kavun-karpuz yollarsınız dediler"

Bu arada Ana lafa karışmıştı "Bende onların çocuk bakıcılarıyla konuştum. İki otlağa yarı yolda bir kulübe yapıp, okul olarak kullanacağız. Haftada üç gün o, üç gün ben ders vereceğiz. Böylece çocuklar hiç aksatmadan eğitimlerini sürdürebilecekler" dedi. Robert "Ben kulübenin yapımımda çalışmaya gönüllüyüm. Başka kim var?" diye sordu. Üç genç erkek daha el kaldırdı.

Albert, biraz karamsar "Köyün dışına okul yapmak iyi bir fikir mi, bilmiyorum" dedi. Ana "Mezekar'lardan mı endişe ediyorsun?" diye sordu. Albert evet anlamında başını salladı. Ana "İki gün önce çamaşır yıkarken tepede bir Mezekar vardı. Beni görünce gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu, dili dışarda öyle bakmaya devam etti. Çamaşırları toparlayıp, hemen kaçtım" diye anlattı.

Albert "On tane Mezekar daha üç gün önce Crooked Cedar köyüne saldırmışlar. Bütün tavuklarını götürmüşler, bir de Sandra'yı..." Gözleri dolmuştu, bitiremedi cümlesini.

Bir kaç kilometre ötedeki bir Mezekar mağarasında da yanan bir ateş vardı.

Küçük çocuk heyecanla gelip, elindekini babasına gösterdi "Yan mağarada Ökkeş ağa arkasını dönmüş, odun topluyordu, ben de dalıp, bunu aşırdım!" İyi kalite çakmak taşı bulmak zordu. Bunlar savaş öncesinin altını kadar değerliydi. "Aferin lan Murtaza, böyle uyanık olacaksın işte!" diyerek çocuğun başını okşadı, sonra da elindeki çakmak taşını alıp, cebine artı.

Küçük çocuk bir aferin daha almak için bir kaç metre ilerdeki bir taşın altına sakladığı bir kitabı getirip, babasına gösterdi. "Ne lan bu?" diye sordu baba. "Kafir bir karı ve genç okuyorlardı bunu. Siz tavukları alırken ben de bunu yürüttüm" dedi çocuk.

Kitabın üzerinde "Tıbba Giriş" yazıyordu. Baba kitabı alıp ateşe attı, "Off bu iyi geldi kemiklerimiz ısındı" dedi. Çocuk biraz da hayal kırıklığıyla "O iki Kafir çok merakla okuyorlardı, kim bilir ne yazıyordu?" diye mırıldandı. "S.kerim kitabı. Okusaydın da ne olacaktı? Bak bana, bir kitap bile okumadım, bu mağaranın kralıyım" diye kükredi baba. Gerçekten de mağaranın tartışmasız kralıydı. Niye sen oluyorsun falan diyen birisi çıkmıştı ama boynunu orada kırmış, başka da bir itiraz gelmemişti.

Mezekar 'ın gözü biraz ilerde oturan kızına takılmıştı. Yerinden kalkıp kızının ağızının üzerine bir tokat patlattı "Kapa lan saçlarını! Orospu mu olacaksın başıma!"

Genç kız başını önüne eğip, saçlarını örttü, sonra da mağaranın köşesinde, elleri bağlı oturan kızın yanına kıvrıldı. Baba hala bağrıyordu "Yanındayken o orospuya yemek yapmayı, temizliği falan öğret. Biraz daha büyüsün, başka işe de yarayacak o!"

Elleri bağlı kız az önce tokat yemiş diğer kıza sordu "Adın ne?". Kız cevap verdi "Büşra. Seninki ne?" Elleri bağlı kız cevap verdi "Sandra", somra da devam etti "İlk defa bir Mezekar'la tanışıyorum..."

Yediği tokattan hala yüzü yanan kız anlamamıştı "Mezekar da ne?" diye mırıldandı. Sandra da şaşkın "Size Mezekar denmiyor mu?" diye sordu. Büşra anlamıştı, gülümsedi:

"Mezekar değil, Muhafazakar!"

9 Nisan 2019 Salı

Bir Kilo Elma İle Bir Sepet İç Çamaşırı

Arkadaşlar, öyle bir tartışma aldı, yürüdü ki, her okuduğumda beynim acıyor.

S-400 mü alalım, F-35 mi gibi bir soru ima ediliyor, hemen sonrasında da bu iki askeri ekipmanın özellikleri yan yana koyulup, karşılaştırılıyor.

Aklımızı mı kaybettik?


Sorun bu ikisinden hangisini mi seçeceğimiz?

Bir kere S-400 ile F-35'i karşılaştırmak, bir kilo elma ile bir sepet iç çamaşırını karşılaştırmaya benzer.

Zaten cevaplar da bu istikamette yürüyor.

Efendim elma yenir ama giyilmez, iç çamaşırı da giyilir ama yenmez. Eğer iç çamaşırı giyeceksek S-400, elma yiyeceksek de F-35 alalım!

Birbiri ile alakasız iki askeri sistemden bahsetiyoruz. S-400'ler bir hava savunma sistemi, F-35'ler ise bir pilotun uçurduğu ağırlıklı olarak bir yer taarruz uçağı.

Askeri olarak hem S-400 gibi bir orta/yüksek irtifa hava savunma sistemine, hem de özellikle eskimiş Phantom'ların yerine kullanılacak F-35 gibi bir uçağa ihtiyacımız var.

Ama bu işin en önemsiz tarafı.

İnsanlar sanki bu ikisinden birini seçmenin, Türkiyenin müttefiklik ilişkilerini kökten değiştireceğinin farkında değilmiş gibi konuşuyor, ona hayret ediyorum.

Burada soru NATO mu, Rusya mı?

Kapiş?

4 Nisan 2019 Perşembe

Muaf

Türk olmanın güzel bir tarafı, bazı şeylerden 'muaf' olmaktır sevgili arkadaşlar. Yani bazı şeyleri başkalarına yapabilir, ama aynı şey size yapıldığında esip, gürleyebilirsiniz.

Geçenlerde bir toprakla geyikliyoruz. Arkadaş biraz "muhafazakar" cenahtan, öyle koyu hüloooğğğ değil ama yine de kan çekiyor tabi. Söylemeye bile gerek yok, elbette "her şeyi biliyor"...

Bir-iki kadeh şaraptan sonra açıldı bizimki.

"Abi, sizin oralarda ırkçılık çok de mi?"

Ona klasik cevabımı verdim.

"Sizin oralarda Suriyelilere yaptığınızdan çok değil."

Artık dinlemedi mi, anlamadı mı bilmiyorum, ama aradaki ilişkiyi kuramadı bir anda. Bu konuşmanın üstüne bir kadeh şarap geçmedi bile. Bu öyle bir başladı ki...

"Orasına koyduğumun Suriyelileri... Adamlar vergi vermiyor, doktor bedava, okul bedava, onlar yüzünden Türkler iş bulamıyor..."

Gülsem olmayacak, bıraktım gitsin...

Avrupa'daki her Türk bir yerlinin işini elimden almıyor, hiç bir sosyal yardımdan faydalanmıyor, o yardımlar da çalışıp vergi veren yerlilerin cebinden çıkmıyor çünkü.

Ama Avrupalı yapınca ırkçılık oluyor, bu yapınca milliyetçilik.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için "muaf"...

Burada göçmenler mi haklı, ırkçılar mı haklı konusuna girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.

—-

Çok yakınlarda, yine başka bir toprağımla, popüler bir mesele hususunda bir "beyin fırtınası" yaptık - bu kez teşbihte hata olabilir, kusuruma bakmayın.

Aya Sofya işine çok kızmış. Eskiden kilise olması beni ilgilendirmez, yüz yıllar boyunca orada namaz kıldık diyor, Türkiye toprağında istediğimizi yapamayacak mıyız diye kızıyor.

Atina'nın merkezi sayılabilecek bir meydanda güzelim bir cami var. Türkiye Cumhuriyeti devleti uzunca bir süredir onu ibadete açtırmaya çalışıyor. Aya Sofya fatihine bunu anlattım.

Sanki taş bir duvara konuşuyordum. Ulaşamadım ona. Kafasında Aya Sofya da, Atina'daki cami de cami olarak kullanılmalı.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için “muaf”...

Burada Aya Sofya cami olmalı mı, olmamalı mı, yada Atina'daki cami ibadete açılmalı mı, açılmamalı mı tartışmasına girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.



Yine şimdilerde yukardakilerin benzeri, öyle gereksiz bir tartışma var ki, dinledikçe beynim acıyor.

Yine milliyetçi mi diyetim, muhafazakar mı diyeyim, tam bilmiyorum, yerli ve milli bir gurup Yunanlılar İstanbul'a Konstantinopol dediler diye kendilerini yırtıyor.

Nasıl derlermiş? İstanbul İstanbulmuş...

Neresinden tutup anlatırsın, bilmiyorum.

Bugün Suriye'nin başkentine Şam diyoruz. Niye diyoruz? Çünkü Osmanlı ona yüzyıllarca Şam dermiş. Suriyeliler ne diyor peki? Dimask. Dünya ne diyor? Damascus. Şimdi bunlardan biri çıkıp, sen bizim başkentimize niye Şam diyorsun dese ne deriz?

Allahtan muafız da...

Bunlara daha çok örnek var.

Sakız adası eski bir Osmanlı Sancağı. Yunanlı kalkıp "Sakız deme Kios de" dese, ne diyeceğiz?

Ama birileri İstanbul'a Konstantinopol dedi diye yıkıyoruz ortalığı.

İşin biraz daha komiği, Osmanlı yüzyıllar boyu İstanbul'a Konstantiniye demiş. İstanbul ismi sadece 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmış.

İşin en komiği ise, İstanbul kelimesi yüzde yüz Yunanca bir kelime. Aslı Stan-Poli, haydi şehre gibi bir anlamı var.

Durum böyle olunca yine iyi ki "muafız" diyor insan , yoksa otur uğraş bunlarla...

Hadi bir kez daha tekzip yapalım. Burada İstanbula Konstantinopol desinler mi, demesinler mi onu tartışmıyorum. Sadece mantığın tutarsızlığına vurgu yapıyorum.

Hatta bana sorarsanız ben hem İstanbul ismini, hem de şehrin kendisini çok seviyorum. Ben İstanbul diyorum, başkası Konstantinopol mü der, Konstantiniye mi der, beni hiç alakadar etmiyor.

Alakadar edenlere de çok kasmamalarını tavsiye ederim. Ulu Abdulhamit Han'da bu güzel şehre Konstantiniye diyormuş, benden söylemesi...

Ancak en iyisini The Four Lads söylemiş.

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

İstanbul bir zamanlar Konstantinopol'dü,
Şimdi [ismi] İstanbul, Konstantinopol değil,
Konstantinopol niye değişti [diye sorarsanız],
Türklerden başka kimseyi de alakadar etmez.

Sevgi ile kalın...

19 Şubat 2019 Salı

Mutluluğun Matematiği

Facebook arkadaşlarımı konuşulan dile, ortak konulara göre bir kaç listede topladım. Örneğin müzik ile ilgili bişeyler yazdığımda, ilgilenmediği için sadece sinirini kaldıracağına emin olduğum kişileri baymamak amacıyla paylaşımı görebileceklerin dışında tutmaya çalışıyorum. Yine Türkiye dedikodularını Türklere saklıyor, Türkçe paylaşımları sadece Türkçe konuşanlarla sınırlı tutuyorum.

Bu ayrım sayesinde de biraz istatistik yapma şansım oluyor.

Türk-yoğun listelere baktığımda elbette bir iki istisna dışında hep sinir görüyorum. Akepe’ye kızanlar, Atatürk methiyeleri, ülkede kötü giden herşey, hükümetin ettiği tutarsız laflar genellikle melodramatik bir fotoğrafın üstüne, çoğu zaman berbat bir Türkçe ile yazılıp paylaşılmış. Hayat pahalılığı, gelecek korkusu, haksızlıklar, tutarsızlıklar, şehitler, ekonomi, dış politika, eğitim, seçimler, hileler, hülleler ağır bir sağanak biçiminde yağıyor - lütfen İsviçreden sallamak kolay, yiyiyorsa gel burada yaşa demeyin, bu yazılanların çoğunlukla doğru ve haklı olduğunu düşünüyorum ancak biraz sabır, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yabancı yoğun listelerdeki paylaşımlar ise bir iki Fransız arkadaşın arada salladıkları hafif doz siyaset dışında neredeyse hiç siyaset içermiyor. Çoğunlukla müzik, şarap, dağcılık, bisiklet, kayak, resim, arkadaş toplantıları, vs.

Geçenlerde buralı biriyle geyikliyorduk, konu Orta Doğu'ya, biraz da Türkiye'ye geldi. Arkadaş bu ülkelerde gezinmiş biri, biraz da yerinde gözlemlediği için sordu:

"Türkiye'de insanlar hep kaşları çatık, hep gergin, hep agresifler. Nedir bunun sebebi?"

Hemen bir artı bir yapıp, hiç düşünmeden cevapladım.

"Ülkenin haline baksana, insanlar bu koşullarda mutlu olabilir mi?"

Sonrasında konu dağıldı, başka şeyler konuşmaya başladık.

Ancak arkadaşım gittikten sonra kafamın içinde bir kenara kaldırdığım bu konuya geri döndüm.

Acaba gerçekten ülkenin koşullarının kötülüğünden dolayı mı hep mutsuzduk?

2004 yılında tatil için Brezilya'daydım. Salvador Da Bahia kentine akşamın geç bir saatinde ulaşmıştık. Tam otele gidip uyumayı düşünürken beraber seyahat ettiğim arkadaşımla kendimizi bir karnavalın ortasında bulduk. Ne karnavalı, kimin karnavalı bilmiyorum, zaten oralarda deliye her gün karnaval.

Saat sabahın üçü, gözüm genç bir kadına takıldı. Giysileri gerçekten kötü, ucuz şeyler, belli ki parası yok. Göğsünün üzerinde, boynuna asılmış daha zar zor birkaç aylık bebeği, o saatte mutlu mutlu dans ediyordu. Sonra kocası da geldi. O da dilenci gibi giyinmiş, bakımsız, fakir biri. Elinde bir şişe kaşasa dedikleri rom, önce kendisi şişeden bir fırt aldı, sonra karısına bir fırt ikram etti, karısını dudaklarımdan aşkla öptü, beraber dans etmeye devam ettiler.

Yine ertesi akşam Bahia'nın geleneksel bir restoranında yemek yiyiyoruz. Geleneksel restoranın geleneksel masaları kelimenin tam manasıyla geleneksel araba yolunun dangadanak ortasında. Abartmıyorum. Arabaların geçebilmesi için sadece yolun birazına masa koymamışlar. Karşı kaldırımda da sokak çalgıcıları, ama davuluyla, saksafonuyla tam tekmil bir caz orkestrası, tatlı tatlı Mendes, Jobim falan çalıyor.

Hediye kolyem
Saçları neredeyse kazınmış kadar kısa, incik boncuk satan on iki, on üç yaşında bir çocuk yaklaştı masamıza. Dikkatli bakınca farkettim, erkek değil bir kız çocuğu.

Ben refleksle sağol, istemiyorum dedim, arkadaşım ise getir bir bakayım dedi, sonra da parasını verip bir kolye aldı.

Kız ticareti tamamladıktan sonra benim yanıma geldi, bir kolye seçip, boynuma taktı.

"This is yours mister, keep it" dedi.

Az önce istemiyorum deyip terslemiş gibi olduğumdan içime dert olmuştu zaten, hemen cüzdanımı çıkarıp parasını vermeye kalktım. Gülümsedi, omuzuma dokunup...

"No momey, this is from me to you" deyip uzaklaştı.

O zamanın Brezilya'sı yeminle bu günkü Türkiye'den kat kat kötü. İnsanlar aç. Organize suç gırla gidiyor. İşsizlik, enflasyon, parasızlık, adaletsizlik, fuhuş, şiddet... İnsanlar tenekelerden yaptıkları gecekondularda yaşıyorlar.

Ama insanlar mutlular.

Sadece Brezilya değil, gördüğüm diğer bir kaç Latin Amerika ülkesini de referans alarak söylüyorum, çoğu mutlu, hem de gerçekten mutlu. Hayattan zevk alıyorlar.

Hem de ortalama bir İsviçreliden bile daha fazla mutlular.

Durum böyle olunca çok düşünmeden doğru kabul ettiğim, Türklerin yaşam koşullarının kötülüğünden dolayı mutsuz oldukları teşhisim kafamda yavaş yavaş çatırdamaya başladı.

Peki koşulların kötülüğü değilse neydi Türkerin mutsuzluğunun nedeni?

Bu soruyu doğru şekilde cevaplamak için tarihin en kesin sonuç veren bilim dalına başvurdum.

Matematik!

Eğer mutluluğu matematiksel olarak bileşenlerine ayırıp, tanımlayabilirsem, Türklerin kronik mutsuzluğunu açıklayabilirim dedim kendi kendime.

Ve aşağıdaki formüle ulaştım.

Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar x 100

Aslında aynı formülü Mutluluk = Zevkler - Hoşnutsuzluklar şeklinde de yazabilirdik ama ortaya çıkan mutluluğun bir kilo, elli santim falan gibi bir ölçü birimi olması gerekirdi.

Hoşnutsuzluk = -Zevk dersek, her ikisinin de aynı birimle ölçüldüğünü varsayabiliriz. Böylece Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar yazdığımızda pay ve paydadaki aynı ölçü birimleri birbirini götürür, 100 ile çarparak da ölçü birimi olmayan üniversal bir mutluluk yüzdesi hesaplamış oluruz.

Yazdığımız formülden mutluluğun iki komponentten oluştuğunu gördük. Zevkler ve Hoşnutsuzluklar.

Türkiye'de işler kötü gidiyor dediğimizde işte bu iki komponentten hoşnutsuzluğu kast etmiş oluyoruz.

Yani Hoşnutsuzluklar sayısının içinde işsizlik, ekonomi, gelecek korkusu, eğitim, dış politika, yaşam biçimi gibi endişelerin tümü bulunur.

Elbette bunlara ülkeye bağlı olmayan gönül kırıklıklarını, karı dırdırını, koca dayağını, kaynana müdahalelerini, patronun aşağılamalarını, terfi edememeyi, kıskançlığı, arkadaş kavgalarını falan da eklemek gerekir.

İşte burada ilginç ve sıradışı bir önerme yapacağım.

Diyeceğim ki, yaşadığı ülke, cinsiyeti, dini, ırkı, dili, geliri, statüsü, titri ne olursa olsun bu hoşnutsuzlukların toplamı her insan için aynıdır.

Gerçi zevk ve hoşnutsuzlukların ortak ölçü birimini bilmiyoruz dedik, ama hadi derdimizi daha iyi anlatabilmek için bu afaki birime "Mut" diyelim ve atıyorum bir Norveçli için de, bir Türk için de, bir Suriyeli göçmen için de hoşnutsuzlukların toplamı her zaman 1000 Mut olmuş olsun.

Oğlum manyak mısın, mesela yüksek geliri, toplumsal bilinci, bireylerin eşitliği, ülkesinin temizliği, düzeni ile bir İsviçrelenin "Mutsuzluğu" ülkesi savaşta, evi yıkılmış, çoluğu çocuğu aç açıkta bir Suriyeli göçmenki ile nasıl aynı olur?

Bir İsviçreli ofis arkadaşım vardı. Ofise başka birini görmeye gelen bir kaç kişi - o zamanlar ofiste sigara içmek serbestti, aynı anda sigaralarını yaktılar diye o gece uyuyamadı. Bu kabul edilemez bir düşüncesizlik ve saygısızlıktı. Ofis hafifçe dumanlanmıştı. Böyle toplantıda sözümü kesti, sabah bana bonjur demedi diye ağlayan, uykusu kaçan, sinirlenen bir çok kişiyi şahsen tanıyorum.

Burada duyarsızlık yapmak istemiyorum, elbette Suriyeli göçmenin sorunlarının sonuçları çok daha ciddi ve önemlidir, ancak sonuçta o Suriyeli göçmen de benim Swiss arkadaşım da gece yatağına yattığında aynı geceyi uykusuz geçirmiş oluyor.

Her iki insan da bence aynı derecede mutsuzdur.

O yüzden formülümüzü aşağıdaki gibi revize edebiliriz.

Mutluluk = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100

Anahtar noktaya geliyoruz.

Bir insanı mutlu eden hoşnutsuzlukları değil - çünkü her insan farklı şeyler için olsa da aynı derecede hoşnutsuzdur, hayattan almayı becerebildiği zevkleridir.

Daha da ileri giderek ikinci bir önerme yapayım, mutlu olabilmek için zevklerin hoşnutsuzluklardan daha fazla olması da gerekmez. Kısaca %25 gibi bir mutluluk oranı insanın kendisini mutlu sayması için yeterlidir.

Mutlu İnsan = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100 >= 25

Denklemi çözersek:

Zevkler >= 250 Mut

Ya da:

Zevkler >= 1/4 Hoşnutsuzluklar

Yani hayattan zevk almak, alabilmeyi bilmek! Mutsuzluklarımızın dörtte biri kadar mutlu olabilirsek öldüğümüzde yüzümüzde bir gülümseme kalır.

Arzuhalim işte budur.

Türk milleti olarak mutsuz olma sebebimiz ülkenin hali değil, hayattan zevk almayı bilmememiz ya da unutmuş olmamızdır.

Çevremde birçok kişi bu hayattan zevk almama sorununu dine bağlar. Ben aynı görüşte değilim.

Sorun bence din değil, muhafazakarlık ismini verdiğimiz bu anlaşılmaz, anlamsız, tanımı meçhul, kaynağı şaibeli, çağdışı yaşam şeklidir.

Aydını, cahili, ilericisi, gericisi, kimse bu muhafazakarlığa bağışıklı değildir.

Karşı cinsiyeti yirmi beş yaşında tanımış, kafasındaki şablonlarla evlenmiş, hayatı birbirlerine zehir etmiş, kırk yaşında da boşanmış çok 'aydın' tanıyorum.

Akşam dışarı çıkıp bir kadeh şarap içmeyi gericisi günah, aydını zararlı sayarken gidip dörtte biri dibine kadar doymuş yağlı kebapları yiyen, siroz yerine kalp krizinden ölen ya da ölecek olan çok er kişi var aramızda.

Bu akşam karımla güzel vakit geçireyim diye traş olmak, üzerine doğru düzgün bir şeyler giymek yerine at hırsızı gibi pijamayla oturan bir çok erkek, dışarı çıkarken değil, eve kocasının yanına geldiğinde makyaj yapıp, güzel bir şey giymek yerine altına gri eşofmanı geçirip çekirdek çitleyen bir çok da kadın tanıyorum. İleri, geri, aydın, cahil, hüloooğğğ, çav bella, aynı hepsi.

Yine hayatta başka kadın ve erkeklerin olduğunu kırk yaşından sonra farkedip azan, evde iki çocuğu bırakıp, liseli aşığı oynayan bol bol aile babaları, aile anaları var.

Gönül yarasını, böyle şeyleri kaldıracak, iki gün sonra da unutacak on altı yaşında yaşamak yerine kırk yaşında yaşayıp tırlatan, ya karıyı, olmazsa kendini vuran/vurabilecek milyonlarca 'muhafazakarımız' var.

İşte İsviçreli ile, Norveçli ile aramızdaki fark bu.

Hepimiz aynı derecede mutsuz olsak da onlar hayattan zevk almayı becerebiliyorlar. Müzik yapıyor, resim yapıyor, kayak yapıyor, bisiklete biniyor, dağlara tırmanıyor, denizlerde yüzüyor, tiyatroya gidiyor, hatta tiyatro yapıyor, sinemaya gidiyor, evlendiğinde pijamayla TV seyretmeyip, fit olmak için egzersiz yapıyor, arkadaşlarıyla toplanıp, iki kadeh içkisini içiyor, stres atıyor, kısacası hayattan zevk alıyor.

Böylece mutluluk seviyeleri %25'in üzerine çıkıyor.

Facebook’a da özlü söz, Türk milleti, atam sen kalk ben yatam değil hayattan aldığı zevkleri koyuyor.

Elbette yukarda saydığım aktiviteleri yapan birçok fellow Türk kişiyi tanıyorum ama tartışmayı uzatmamak için söylemiş olayım, çoğu bunları hayattan zevk alacak kadar yapmıyorlar.

Arzuhalim budur, kızmayın bana. Niyetim kötü değil, sadece fikrimi zikrettim.

Herkes mutlu olsun ❤️

7 Şubat 2019 Perşembe

Ülkeme Yakışan Aydın

Yıl 1989'du doğru hatırlıyorsam. Ziraat Bankası'nın Bankacılık Okuluna kabul edilmiştim. Okul Ankara'daydı ama iş olsun diye yatılı kalmayı seçmiştim. Oda arkadaşım da gırgır olsun diye arşivden mi, depodan mı, bir yerden bankanın kurucusu Mithat Paşa'nın bir resmini bulmuş, tam yataklarımızın karşısına asmıştı. Dokuz ay boyunca Mithat Paşa'yla uyuyup, Mithat Paşa'yla uyanmıştık. Hiç resmini gördünüz mü, bilmiyorum, sakallı, suratsız, meymenetsiz bir adam.

Neyse...

Şu sıralar bilgisayar başında çalışırken arkada Youtube'da Halk TV, KRT, Tele1 falan çalıyorum. Geçenlerde seçtiğim program bitti, Youtube'un otomatik olarak seçtiği sonraki video başladı, ben de başka bir program aramaya üşendim, bıraktım, devam etsin.

Merdan Yanardağ, Ceyda Karan, bir de Mehmet Ali Güler bir tartışma programında konuşuyorlar. Bu Merdan Yanardağ denen adamdan hiç haz etmem. Televizyon kanalının sahibi mi, müdürü mü, öyle bir şey, her programında ekibindekilere tepeden, hıyar hıyar konuşur, "Oğlum bul bunun haberini", "Koy bunun KC(?)'sini" falan şeklinde.

Önce ABD'ye bir peşrev çekip, #direnmaduro olduk haliyle, sonra laf döndü dolaştı, Ziraat Bankası'na geldi.

Bu Merdan Yanardağ kalkıp,"Yazık oldu yılların bankasına. Ziya Paşa kurmuştu, şimdi haline bak" falan gibi bir laf etti.

Anama küfür edilmiş gibi hissettim kendimi. Ne Ziya Paşa'sı ya? Koç gibi sakallı, suratsız Mithat Paşa kurdu memleket sandıklarını. Sonra da iyi günde zor günde bir Ziraat Bankası oldu ülkemde.

Bir de Ziya Paşa ne alaka? Tanzimat Fermanı değil ki bu, altı üstü bildiğin Ziraat Bankası.

Yine de aradan otuz sene geçmiş, bilmediğim, unuttuğum bir şeyler olabilir dedim. Gugılladım, Ziya Paşa ile Ziraat Bankasının tek alakası Ziraat Bankası'nın Ziyapaşa Şubesi! Bankanın web sayfasına gittim, tarihçelerini, milestone'larını falan bir daha okudum. Ziya Paşa, Miya Paşa yok!

İşin aslında devamı da vardı. Bu bankayı kuran Ziya Paşa dediğinde araya M. Ali Güler girdi, “Kurucusu galiba Mithat Paşa idi” gibi bir laf etmeye kalktı. Yanardağ derhal bunun ağzının payını verdi “Hayır! Ziya Paşaydı” diye. Hem de azarlayıcı bir tonla.

Sonra da bir düşündü, içine bir kurt düştü. İşi sağlama almak için “Mithat Paşa bankanın kurucusu değil ama ilk genel müdürüydü" dedi. Sonra iş biraz daha kaka sardı. Tanzimat döneminde genel müdürlük diye bir ünvanın olmadığına uyandı. "Yani genel müdürlüğün o zamanki karşılığı" falan gibi bir laf etti. Etraftakiler "CEO" 'su falandır diye espiri yaparken bu gargaraya getirip, konuyu değiştirdi.

Ancak, ukalalığa bakar mısınız? Adam yılmıyor, kanının son damlasına kadar çırpınıyor. Battıkça çırpınıyor, çırpındıkça daha da derine batıyor.

Tam anlamıyla ülkeme yakışan aydın.

Ağızından Ziya Paşa çıktı ya, bizim Mithat Paşa'yı "Yavlum Mithat" yapıp, "kurucu" Ziya Paşa'nın yaverliğine genel müdür titriyle atadı. Mazallah, ağzından "Bankanın kurucusu Namık Kemal'di" gibi bir şey çıksaydı, koca şaire Vatan Yahut Silistre oyununda memleketi çiftçiye verilecek uzun vadeli düşük faizli krediler kurtaracak dedirtirdi.

Bir daha tekrarlıyorum, ülkeme yakışan aydın tarifi: Elli gram ukalalık, bir çorba kaşığı hıyarlık, yarım kilo inat, üç sap klişe, kaba ateşte pişirilip, hayali tabaklarda çav bella eşliğinde servis edilir. Sol eller havadayken, sağ eldeki kaşıkla yenir.

Bir tivit attım. Hak getire tabi. Bu insanlar "Ben yanılmışım" falan dererler mi?

Başka bir gün yine Youtube'da halleniyorum.

3Gen isimli bir ekonomi programı var. Üç ekonomist ülke ekonomisine bakıyorlar. Fena da değiller. Bir anti-ukalalık filtresiyle gayet dinlenebilir oluyorlar.

Bunlardan biri Selçuk Geçer. Hararetli bir devletçi vs. piyasa ekonomisi tartışmasının bir noktasında "Size bir örnek vereceğim. Alın eski Yugoslavya'yı mesela" dedi, ve devam etti.

"Daha kominist bir ülke bile değildi!"

Lan oğlum ne diyorsun sen? Eski Yugoslavya'da insanlar Komünist Parti'ye kayıtlı doğarlarmış. Eski Sovyetler Birliğinden bile daha kominist bir ülkeymiş Yugoslavya. Trump'ın karısı Melania'nın babasının KP üyesi olduğunu keşfeden bir çav bella muhabir, onun zoraki parti üyesi yapıldığını anlamadan "Komünist Partisi üyesi emekçi babanın kızı Melania, kapitalist dünyanın först leydisi oldu" şeklinde bir haber bile yapmıştı 😛

Karım dahil yüzlerce ex-Yugoslav tanıyorum. Yugoslavya komünist değilmiş desem, önce beni bir doktora götürüp, muayene ettirirler, sonra da ülkeden sınırdaşı...

Yugoslavya soğuk savaş süresince Varşova Paktı'nın bir üyesi değildi, belki onla karıştırdı, bilmiyorum.

Ama Yugoslavya'ya komünist değildi demek baştan aşağı zırva...

Buna kibarca durumu anlatan bir tivit attım. Oblivion! Ne bir itiraz, ne bir ikrar. Eh, yukardaki aydın tarifini tekrarlamayayım bir kez daha.

Aslında bu aydınların hemen hepsinde bulunan anlaşılmaz bir saplantı daha var sevgili arkadaşlar.

Dilbilimine, daha doğrusu yabancı sözcüklerin etimolojilerine karşı tarifi zor, tuhaf bir tutku!

Ama bunca tutkuya rağmen çoğu Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamadan, yabancı sözcüklerin anlamlarını hayasızca kıçlarından uyduruyorlar.

Buna o kadar çok örnek var ki, burda sıralasam mideniz ağrır.

Neyse, Selçuk Geçer aynı programda Yugoslavya sözcüğünün Büyük Slavlar demek olduğunu idda etti.

Yugo kelimesini İngilizce Huge'a mi benzetti, bilinmez. Ancak bir kaç kez, hem de üstüne basa basa "Bakın YYYUGO- SLAVYA, yani BÜYYÜK SLAVLAR" diye tekrarladı, durdu.

Halbuki Niş'te geçirdiğim üç sene boyunca kim bilir kaç yüz kere otoyolda "Niš Jug" yani "Niş Güney" çıkışını aldım. Kısaca "Jug" yani "Yug", "Güney" demek. "Jug-o-Slavija" yani "Yugoslavya" da "Güney Slav'ların ülkesi"...

Bir tivit daha attım, kapı duvar tabi...

Artık her zırvaya bir tivitle karşılık veriyorum.

Bugün Can Afaklı Macron'a hitaben yazılmış Fransızca bir mektubu okuyordu.

"Monsenyör Makron" diye başladı.

Ne diyor bu ya? Papa'yla mı konuşuyor dedim.

Sonra uyandım.

Mektup olasılıkla "Monsieur Macron" diye başlıyordu. Bu "Monsieur" bizim "Mösyö", ama olmayınca olmuyor işte 😛

Bir tivit daha attım, şimdilik ses yok tabi.

Ama bu ilk husumetimiz değil Can Ataklı ile. Onu epeydir taciz ediyorum, ve gerçekten çok kızdırdım. Bir denk gelirse sonum kötü sizin anlayacağınız.

İşte böyle.

Birgün ortadan kaybolursam sanmayın ki size küsüp Facebook'u bıraktım. Anlayın ki bunlardan birinin eline düştüm.

Geceniz güzel olsun...

14 Ekim 2018 Pazar

Zaman Yolcuları

"...2008 yılında yeşil mercimek sağlığa zararlı demiş, dün de muhtarlar toplantısında yeşil mercimek kadar sağlığa yararlı bir şey yok demiş, ha, ha, ha!"

Sol elini yumruk yapıp, sağ elinin avuç içiyle üstüne vurdu.

"Nasıl geçirdim ama! Kesin en az elli 'layk' alırım bunla..."

Sonra da 'Paylaş' tuşuna dokundu.

Kısa bir süre sonra bir 'ping' ile ilk beğeni geldi.

"Batuhan beğenmiş. Köpek gibi beğeneceksin tabi! Ben de senin 'Cumhuriyet Elden Gidiyor' paylaşımını beğenmiştim."

Sonra başka bir 'ping'...

"Aney! Hanzade de beğenmiş! Bir iş çıkacak bu karıdan, kesin!"

Bir 'ping' daha...

"Tufancan yorum yazmış. 'Böyle halka böyle lider!', sinirli adam suratı ve 'Yanıtla'..."

Odanın uzak köşesindeki iki gözlemci birbirlerine baktılar.

Out-of-phase dedikleri, vücutlarını oluşturan maddenin quark ve elektronları evrenin geri kalanına göre dik bir açıda döndüğünden kimsenin onları görmesi ya da onlara dokunabilmesi imkansızdı. Onlar ise çevrelerinde olan biteni görüp, duyabiliyorlardı.

Zaman yolculuklarında out-of-phase kalmak zorunluydu. Eğer geçmişteki olaylara müdehale ederlerse gelecek değişebilir, kendi varlıkları dahil bir çok kişinin geleceği tehlikeye düşebilirdi. Yirmi ikinci yüzyılda kimse de doğal olarak böyle şeyler olsun istemiyordu.

Zaman yolcularından erkek olanı kadın olanına döndü.

"Olan biteni anlayabildin mi?"

"Hayır. Günlerdir bu deneği gözlemliyoruz, bir adım bile ilerleyendik."

"Bu yaptıklarının anlayamadığımız bir nedeni olmalı. Acaba ek olarak bizim bilmediğimiz vokal olmayan bir iletişim şekli mi kullanıyorlar da tüm verilere ulaşamıyoruz?"

"Onu bilmiyorum ama böyle giderse görev başarısızlıkla sonuçlanacak. Ben phase-in olup doğrudan iletişime geçeceğim bu denekle."

"Dur, yapma, prosedür dışına çıkma..."

Kadın arkadaşının sözünün bitmesini beklemedi bile. Belindeki phaser cihazının düğmesini kapadı ve odanın köşesinde maddeleşti. Mobil telefonu ile oynayan genç, arkası dönük olduğu için kadını görememişti.

Kadın gence yaklaşıp, hafifçe eliyle omuzuna dokundu.

"Hay ananı s...."

"Korkuttuğum için özür dilerim. Benim ismim MZ2307!"

"Kimsin sen? Nereden çıktın böyle? Ne zaman girdin eve?"

"Her şeyi açıklayacağım, ancak lütfen öncelikle sakin olun."

"Tamam, sakinim, anlat şimdi!"

"Başlangıç olarak, burada yalnız değilim."

"Ne dedin sen? Başkaları da mı var odamda?"

"Benden başka sadece bir kişi daha var. Phase-in olurmusun XJ1908?"

Erkek gözlemci istemeye istemeye phaser'ını kapattı?

"Güzel zamanlar. Benim ismim XJ1908."

"Güzel zamanlar mı? İyi günler demek istedin her halde."

"İlk karşılaşma sonrası pozitif bir refleksiyonda bulunmak istedim. Döneminize uygun olmayan bir vokal dizin kullandıysam özür dilerim."

"Kimsiniz, ne yapıyorsunuz evimde?"

"Biz yirmi ikinci yüzyıldan zamanınıza gözlem için gelmiş iki politik sosyoloğuz."

"...ve yirmi birinci yüzyılın başında, ülkenizde gerçekleşen sosyo-politik değişimin nedenlerini anlamaya çalışıyoruz."

"Peki benden ne istiyorsunuz?"

"Bizim misyonumuz ülkenin yönetici topluluğuna karşıt bireylerin analizi."

"Yani muhalefeti anlamaya çalışıyoruz. Siz de gördüğümüz kadarıyla bir muhalifsiniz."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla iktidara oy veren seçmenlerin doğru bir eylem yapmadığını düşünüyor...."

"...bunu da onların bilgisizliğine bağlıyorsunuz."

Genç adam bu zaman yolcularının sırayla birbiri ardından konuşmalarını biraz yadırgasa da sonlara doğru alışmıştı.

"Söyledikleriniz doğru."

Dedi.

"Peki niçin bu insanlara gerçeği ve doğruyu anlatmıyor da, bunları yine sizin gibi düşünen başkalarıyla paylaşıyorsunuz?"

"Ama onlar cahil, aptal. Anlatsak da anlamazlar ki?"

"Peki zaten anlamış olanlara yeniden anlatarak nereye varmaya çalışıyorsunuz?"

"Aydınlar olarak bir araya gelmek istiyoruz."

"Peki zaten bunu yapan bir parti yok mu?"

"Var tabi ama onlar bir şey yapmıyorlar. Sadece liderleri o gün kimin ölüm yıldönümüyse ona taziyelerini belirten bir tivit atıyor."

"Peki madem bir işe yaramıyorlar, niye hala bu partiyi destekliyorsunuz?"

"Ne yapalım yani? Akepe'ye mi oy verelim?"

"Akepe'ye oy vermenizi önermedim, sadece davranışınızı anlamaya ça..."

Kadın araya girdi.

"Denek reductio ad absurdum yapıyor, literal alma söylediklerini."

"Hop, hop, sesimizi çıkarmadık diye sen de bizi iyice ilkel ettin şimdi. Biz de biliriz öyle bilimsel konuşmayı. Paradigma, fenomen ve aksiyom yani!"

"Yanlış anladıysanız özür dilerim. Reductio ad absurdum, konuyu abartılı boyutlara çekip, iddayı komik hale getirerek küçümsemek anlamına gelir."

"Tekrar konuya dönersek, Akepe'ye karşı olan başka kimse yok diye yeterli bulmasanız da bu adama oy veriyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?"

"Evet."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla Akepe lideri, sizin yetersiz muhalefete oy vermenize rağmen önce belediye başkanı, sonra başbakan olmuş, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açmış, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirmiş, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirmiş, sonra da kendini başkan seçtirmiş."

"Evet."

"Şimdi bir an için abartmak maksadıyla söylemiş olsanız da, bu bahsettiğimiz seçimlerde oyunuzu muhalefet yerine Akepe'ye verdiğinizi düşünelim. O zaman ne olacaktı?"

"Akepe lideri, önce belediye başkanı, sonra başbakan olacak, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açacak, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirecek, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirecek, sonra da kendini başkan seçtirecekti."

"Yani hiç bir şey değişmeyecekti."

"Nereye getiriyorsunuz lafı?"

"Muhalefet yetersiz olmasına rağmen sizden oy aldıkça, Akepe'ye oy vermiş gibi oluyorsunuz."

"Olur mu öyle şey?"

"Siz söylediniz. Muhalefet yerine Akepe'ye oy verseydiniz de aynı şey olacaktı."

"Bu nasıl oldu, anlamadım."

"Biz de anlayamadığımız için sizle konuşmaya karar verdik ya..."

"Peki muhalefete oy vermeseydik ne olacaktı?"

"Muhalefet yeniden yapılanıp, sizi geri kazanmaya çalışacak, başındaki yetersiz lideri değiştirip, yerine yeni, işe yarar bir lider bulacaktı."

"Peki ne yapmalıyız sizce?"

"Bizim geçmişteki olayları değiştirmeye yetkimiz yok, ancak hala bu soruyu sorduğunuza göre zaten gelecek de pek değişmeyecek gibi."

"Muhalefet partisi ülkenin geleceği için modern, laik bir yönetim şekline inanıyor, doğru mu anlıyoruz?"

"Evet."

"Peki bunu halka söylüyor mu?"

"Hayır, daha ziyade dinden bahşediyor, sürekli dinci adaylar gösteriyor."

"Bu yaptığı dürüst mü peki?"

"Ama Akepe dini sömürerek çoğunluğun oyunu alıyor."

"Bizim gözlemlediğimiz kadarıyla muhalefet de Akepe'nin argümanlarını kullanarak, dua, namaz diyerek aynı Akepe gibi dini sömürmeye çalışıyor. Tek farkı, bunu beceremiyor."

"Biz de niçin sizin Akepe'ye dini sömürüyor diye kızdığınızı anlamaya çalışıyoruz."

"Ama Akepe lideri yalan söylüyor."

"Peki muhalefet lideri dindar halkın oylarını alabilmek için Said Nursi okuturken, herkesin önünde namaz kılarken doğruyu mu söylüyordu?"

"Ama onlar yalan söylüyorsa, biz de yalan söyleriz tabi..."

"Özür dileriz, bu dürüst bir yaklaşım değil. O zaman diğerine de yalan söylüyor diye kızmamanız gerekir. Seçmenler de aptal değil zaten. Herkes anlıyor olan biteni."

"Size başka bir soru, muhalefet, istemediği bu iktidara karşı olanları birleştirmek için ne yapıyor?"

"Ne yapabilir ki? Medya iktidarın elinde."

"Çok yanlış! Zamanınızda fazlasıyla aktif bir sosyal medya var. Toplantılar, mitingler, iktidara oy veren kitleyle konuşmalar, kahve ziyaretleri, muhalefetin yanındaki gazetelerle halka ulaşma, uluslararası medya, sivil toplum kuruluşları, bilboardlar, yapacak çok şey var. Seçimlerin güvenliğini sağlamak, seçim hilelerini zamanında tesbit edip, hemen tepki göstermek, seçmene ve halkın gerisine güven veren, tutarlı bir lider ve parti profili oluşturmak..."

"Ama her şeye rağmen muhalefet başarılı. Bu koşullarda bundan iyisi olmaz."

"Gel MZ2307, bırak bunları, ne halleri varsa görsünler. Başlarına gelen her şeyi hakediyor bunlar."

Her iki zaman yolcusu da phaser'larını aktive edip gözden kaybolurlar...

30 Eylül 2018 Pazar

Sibernetik

Robot cerrahın on altı kolundan dördü hastanın beyni, üçü kalbi, ikisi ak ciğerleri, geri kalanları da diğer organları üzerinde büyük bir hassasiyetle çalışıyor, donma sonucunda kristalleşmiş vücut sıvılarının verdiği hasarı onarıp, hasta uyanmadan bu organları çalışabilecek hale getiriyordu.

Robotun çalıştığı ameliyat odası tamamen karanlıktı. Hasta hayata döndüğünde fotosensitif, yani ışığa duyarlı olacağından görünebilir banttaki bütün radyasyon engellenmişti. Ancak bu karanlık robot cerrah için hiç bir güçlük çıkarmıyordu. Işıklar açık olsaydı bile o halen karanlıkta kullandığı kızıl altı sensörlerini kullanmaya devam edecekti. Böylece üzerinde çalıştığı organları sadece "görmekle" kalmayıp, onların ısılarını da ölçme şansını bulacaktı.

Robot cerrah, odanın ısısını eksi on beş dereceye yükseltti. Hastadan aldığı kanın analizini tamamlamış, uyandıktan sonra gereksinimi olan yapay kanı sentezlemişti.

İki binli yılların başında gezegenin iklimi tamamen değiştirip bilinen tarihteki ikinci büyük buz çağını başlatarak milyarlarca insanın ölümüne yol açan bu dönemin insanı, bir azizlikle başlattığı buz çağının sayesinde masada yatan hastanın ölmeden çok hızlı biçimde donmasını sağlayıp, hayatını kurtarmıştı.

Modern zamanların kriyojenik stasis sistemleri bile bir insanı bu kadar hassas bir biçimde donduramıyordu. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa hala böyle sürprizler yapabiliyordu işte.

Robot, odanın ısısını önce sıfır, sonra da beş dereceye yükseltti. Önce beyin bölgesini ısıtıp, hemen bol oksijenli yapay kanın bu organa ulaşmasını sağladı. Sonra da doğal kan dolaşımını başlatmak için kalbe bağlı sinirlere düşük voltajlı bir elektrik akımı uyguladı.

Hastanın gözleri açılmış, parmak uçları kımıldamaya başlamıştı.

Bundan kısa bir süre sonra alarm zilleri çalmaya başladı.

Hastanedeki biyolojik zekalı tek hekim koşarak ameliyat odasına girdi. Hemen ışıkları yaktı ve gördüğü manzaraya kendisi de inanamadı.

Cerrah robot hareketsiz duruyor, arkeolojik kazıdan çıkarılan donmuş hasta da elinde bir metal cihaz, yatağın köşesinde oturuyor, avazı çıktığı kadar da bağırıyordu.

Hemen güvenliği aradı.

"Ameliyat odasındaki hasta, cerrah robotu etkisiz hale getirmiş, elinde de bir rektal prob var. Anlayamadığım bir dilde bağırarak bir şeyler söylüyor. Bir üniversal çevirici alıp hemen buraya gelin."

Bir kaç dakika içinde güvenlik görevlileri odaya girip, üniversal çevriciyi çalıştırdı. Artık hastanın dediği anlaşılabiliyordu.

"Hangi hayvan soktu bunu g.tüme lan?"

İlk şaşkınlıklarını üzerlerinden atan güvenlik görevlileri hemen kollarına girip, hastayı yatağına yatırdılar. Bir teknisyen de cerrah robotu incelemeye başladı.

"Pozitronik beyni sökülmüş bunun..."

"Kafasını koparmadığıma dua etsin şerefsiz. Bana parmak attı, ben de çaktım bir tane..."

"O sizi tedavi etmeye çalışıyordu beyefendi. Rektal prob sindirim sisteminizi gözlem altımda tutmaya yarayan bir medikal cihazdır."

"Yapma ya? Benim aklım da nerelere gitmiş bak, üzüldüm şimdi. Neresi bozulmuş dedindi? Elettronik beyni mi?"

"Pozitronik..."

"Herneyse. Düzeltiriz şimdi. Kaldır şunun kolunu, bas marşa, ben tutuyorum bu taraftan."

"Siz bir şey yapamazsınız beyefendi. Ben sibernetik onarım servisini aradım, onlar gelip bakacaklar."

"Sen de bizi şey durumuna soktun şimdi bak. Ben bunlardan çok gördüm, çok tamir ettim. Anlarım bu işlerden."

"Bu robot siz donduktan yedi bin yıl sonra yapıldı beyefendi. Görmüş olmanız olanaksız."

"Yani gördük dediysem illa bu aynısını gördük demedim. Hanım almıştı mutfak robotu. Ha mutfak robotu, ha hastane robotu, aynı şeyler bunlar."

Hasta ayağa kalkıp, üstünü başını düzeltti. Sonra da elindeki trikorderle bozulan pozitronik beyni inceleyen teknisyenin yanına gitti.

"Abi bu elindeki pos makinesi de mi?"

"Hayır, bu bir trikorder. Ölçüm yapmaya yarar."

"Tamam işte, ben de onu demiştim. Bizim yan dükkanda Tayfun abide de var aynısı, oradan biliyorum."

"Siz her şeyi biliyorsunuz beyefendi."

"Eh, biraz görmüşlüğümüz var tabi. Şimdi sen o aleti yukarı doğru tut, daha iyi ölçer. Aşağıdan iyi çekmez bunlar."

"Beyefendi, lütfen uzanın yatağa. Hala durumunuz iyi değil."

"İyi olmaz tabi abi. Hep dış güçlerin işi bunlar."

"Hangi dış güçler beyefendi?"

"Amarika, İsrayil, fayiz lobisi ve Merkel."

"?"

"Bunlar hep bizi kıskanıyor abi. Bir de Cehapeliler var."

"Siz kimsiniz beyefendi?"

"Türküz"

"Cehapeliler Türk değil mi?"

"Ya, karıştırma işte. Türk ama hep İnönü'nün yüzünden. Camileri ahır yaptılar..."

"Biriniz yoğun bakım cihazına baksın. Hasta halüsinatif ama makine ilaç vermiyor."

"Hasta halusinatif değil, tamamen kendinde doktor bey. Söyledikleri bilinçli, normal kraniyal aktivite gözlemliyoruz."

"Bu bana pek normal gelmedi. Şu pos makinesini alıp, yoğun bakım robotunu da bir ölçün hemen."

Doktor yeniden hastaya döner.

"Bunlar niye sizi kıskanıyorlar?"

"Çünkü bizde bor madeni var. Aynı zamanda dünyanın en cennet ülkesiyiz."

"Bir yanlışınız olmasın? Sizi bulduğumuz bölge zamanın diğer bölgelerinden yüz yıl kadar geride kalmış. Yetersiz beslenmeden, akraba evliliğinden falan dolayı düşük zeka seviyeleri gözlemledik. Gerçi çok küçük bir alanda bir saray, bir de lüks bir hava taşıtı bulduk ama gerisi hep sefalet."

"Fetöcümüsün lan sen? O ne biçim laf öyle? İtibarın fiyatı mı olurmuş?"

"Ben doktorum beyefendi. Duyduğumu söylüyorum."

"Sen her duyduğuna inanma. Yalan onlar. Bizim önümüz açık, on sene sonra dünya bize öyle aşağıdan bakacak. Ümmet, hilafet, Osmanlı ve Abdulhamit Han!"

"Baktınız mı makineye?"

"Halen normal çalışıyor gösteriyor doktor bey. Hasta tamamen kendinde."

"Doktor abi, bırak bunları şimdi. Gel yanıma şöyle hele."

"Buyrun beyefendi."

Hasta fısıldar.

"Şu robotlar felan var ya..."

"Evet."

"Hani sen de az önce 'sibernetik' falan da deyince..."

"Ee.."

"Ben de hafiften hallendim. Yok mu bunlardan şöyle etek falan giyeni?"

1 Eylül 2018 Cumartesi

Zaman Yolculuğu

Genç kız bitkin bir halde, cafe'de kendisini bekleyen arkadaşının karşısına oturdu. Ellerini kalbinin üzerinde birleştirip, "Bir dakika soluklanayım, sonra senle konuşacağım" anlamında sempatik bir hareket yaptı. Bir kaç saniye dinlendikten sonra, masanın yanındaki ekrandan en sevdiği meyve kokteylini seçti. Açılan kapaktan bardağına uzanıp, ilk yudumunu aldı.

Arkadaşı dayanamayıp sordu:

"Çok mu zor geçti?"

"Sorma, canımı çıkardılar. Bir önceki gözlemde mühendislerden birinin gerçek babasının mahallenin kadastro müdürü olduğunu anladığından beri çok ince eleyip, sık dokuyorlar. Bir dolu psikolojik test, sağlık muayenesi, sinir kontrolü, prosedür uyum çalışması..."

İçeceğinden uzun bir yudum alıp, devam etti.

"Sabahın sekizinden beri test, mülakat, doktorlar... Sorma işte."

"Bu kadar didiklemekte aslında haklılar. Bu işlem çok masraflı. Ekipten biri kontrolünü kaybedip saçma bir şey yapar diye korkuyorlar."

"O yüzden yakın geçmişe bütün seyahatleri durdurdular ya. Zamanda yolculuk dikkat istiyor, geçmişe en ufak bir müdehale, bu günü değiştirebilir. Bundandır, yolculukları, ekipler geçmişe gittiğinde yakın akrabalarını göremeyecek şekilde planlıyorlar."

"Sonucu ne oldu? Seni kabul ettiler mi?"

"Onayladılar... Ama zar zor. O da gideceğimiz döneme ait annemin babasından dinlediklerini bildiğim için."

"İyi etmişler. Dedenle babaannen, anneni çok geç yaptıkları için, arada bir nesil kaybı olmadan bir çok şeyi sana aktarabilmiş."

"Öyle. Dönemin bir çok yaşlısı bellek engram transfer teknolojisi gelişmeden ölmüştü. Annem geç geldiği için yetişebildi. İlerde bu bellek transferleri sadece akraba olmayanlar arasında da yapılabilecek herhalde, ama şimdilik ellerinde sadece ben varım."

"Tam olarak nereye ve hangi döneme gideceksiniz?"

"Türkiye'ye, yirmi birinci yüzyılın başlarına..."

"Türkiye mi? Ne işiniz var orada? Okulda tarih derslerinden hatırlıyorum, Amerika, Trump falan daha ilginç değil mi?"

"Şaka mı yapıyorsun? Yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi siyasal toplumbilimcilerin mabedidir. Bütün bilim dünyası iki yüz yıldır çalışıyor olsa da, hala o dönemin Türkiye'sinde olan biteni anlamış değil. Bunu çözen bilim adamı kesin Nobel alacaktır. Geçenlerde bulunan soğuk füzyondan daha fazla ses getirecek bir buluş olacak bu."

"Gerçekten mi? Nedir o dönemi bu kadar özel yapan?"

"Türkiye, tüm zamanların ülkelerine kıyasla, en kısa zamanda, en fazla tersine evrilip, geriye gitmiş bir ülke. On yıl içinde, yüzyıllarca geriye... Tüm tarihte başka bir örneği yok."

"Peki ülkenin insanları engelleyememiş mi bu gerilemeyi?"

"Ne engellemesi, ülkenin insanları istediği için bu gerileme kavgasız, gürültüsüz gerçekleşmiş!"

"Yani insanlar bile bile mi yüz yıllarca geriye gitmeyi kabul etmişler?"

"Aynen öyle. Kadınlar isteyerek haklarından ve özgürlüklerinden vaz geçmişler. İnsanlar o zamanın değişim aracı olan paralarının değer kaybettiğini görüp, bize ne demişler. Modern bir eğitimden, çağdışı bir eğitime geçişi kutlamışlar. Yine o zamanın kaynak paylaşım sistemi olan ekonomileri batmış, aldırmamışlar. Yargı sistemleri işlevini kaybetmiş, yine boş vermişler. Ülkede üretim durmuş, kaynaklar üretime ve ilerlemeye katkısı olmayan din görevlilerinin yetişmesine harcanmış. O zamanlar robotlar yok biliyorsun, madenlerde insanlar çalışıyormuş. Sistemin işlememesi yüzünden yüzlerce insan toprak altında kalıp, ölmüş, halk bu geriye gidişi daha da fazla desteklemiş."

"İnanmıyorum!"

"Tamamen gerçek! Bu yüzden kimse bunların nasıl olduğunu anlayamıyor ya..."

"Peki bu Türklerin zihinsel gelişimlerinde bir problem mi varmış ki, göz göre göre geriye gitmeyi kabullenmişler?"

"Uzunca bir süre bilim dünyası bunu araştırmış. Hatta Türklerin o zaman Homo Sapiens düzeyine evrilemediklerini falan düşünenler olmuş, ama bulunan fosiller bu teorileri kanıtlayamamış. Türkler görünüşe göre antropolojik olarak normal insanlarmış."

Meyve suyundan bir yudum alıp, devam etti.

"Ancak mezarlarda bulunan kafatasları incelendiğinde, beyinlerinde ufak bir anormallik bulunmuş. Synapsis anında oluşan homongolus kromozomlarının dizilişindeki bir hata yüzünden Türkler doğuştan her şeyi bildiklerine inanıyorlarmış."

"Eh, anlaşılabilir bir şey bu. Yetersiz beslenme, fakirlik ve eğitimsizlik yüzünden tabi..."

"Yok, yok, tam tersine. Bu bozukluk zamanın hali vakti yerinde, düzgün beslenmiş, eğitimli aydınlarında daha da fazla, daha da etkin görülüyormuş."

"Nasıl yani? Eğitimli biri her şeyi bildiğine inanabilir mi?"

"Bu yüzden işte yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi ilginç bir hale dönüşüyor ya..."

"Gerçekten ilginçmiş. Peki bu aydınlar ülkenin nereye gittiğini görüp, bir şeyler yapmamışlar mı?"

"Yapmışlar. Sosyal medya dedikleri bir ortamda, ülkenin nasıl kötüye gittiğini, ülkenin nasıl kötüye gittiğini zaten bilen başka aydınlara bıkmadan, usanmadan, defalarca anlatmışlar."

"Ama o anlattıkları aydınlar zaten ülkenin kötüye gittiğini anlamışlarsa, niye onlara yeniden anlatmışlar? Anlamayan cahillere anlatsalarmış ya..."

"Anlamayan cahiller de diğer anlamayan cahillere ülkenin nasıl iyiye gittiğini anlatıyorlarmış çünkü. İşin aslı aydınlar anlatsalar da bu cahil kesimin anlayacağı şüpheliymiş. Yukarda söyledim ya, bu her şeyi bilme bozukluğundan..."

"İnanılmaz..."

"Bu görev niye bu kadar önemli zannediyorsun?"

"Peki bu ekipte senin görevin ne olacak?"

Tablet bilgisayarının üzerinde bir sayfa açıp, arkadaşına gösterdi.

"Bana bu adamı inceleme görevi verildi."

"Kim bu? Kılıbık, Kıçılık, Kılçık, Kıçımlık..."

"Kılıçdaroğlu...."

"Neyin nesi bu adam?"

"Tarihin iktidar olmayı istemeyen tek muhalefet lideri. Görevinin sağdan soldan cumhurbaşkanı adayı 'atamak' olduğuna inanan tuhaf bir karekter."

"Böyle deliler her dönemde vardır. Bunun özelliği ne?"

"Bunun özelliği falan yok. İşe yaramaz, aptalın biri. İki sayıyı toplamayı beceremeyen, doğru düzgün bir cümle kuramayan, üçüncü sınıf bir muhasebeci. Aldığı hiç bir karar, yaptığı hiç bir öngörü, verdiği hiç bir taahhüt doğru çıkmamış."

Durup, meyve kokteylimden bir yudum daha aldı.

"Bu adamı ilginç kılan, dokuz seçim kaybetmesine rağmen, taraftarlarının bunun 'başarılı' olduğuna inanmaları. Bunun sayesinde iktidar partisi lideri adım adım belediye başkanlığından Sultanlığa evrildi. Her seçimi kaybettiklerinde muhalefet taraftarları muhalefet liderini başarısından dolayı kutlayıp, bir sonraki seçimi kazanacaklarına inandılar. Arka arkaya dokuz kere! Son seçimle ülkenin rejimi değiştikten sonra muhalefet taraftarları buna sonunda "Sen artık git" demeye başladılar. Bu sefer de bu, hayır, ben başarılıyım, niye gideyim diye çıktı işin içinden. Antropologlar da sonunda pes edip, topu biz siyasal tarihçilere attılar."

"Peki iktidardaki partiyi ve liderini kim araştıracak?"

"Kimse araştırmayacak. İktidarın hiç bir orijinalliği yok ki. Tarih boyunca örneğini bol bol gördüğümüz, tipik bir din sömürücü demogog. İcraatları o kadar klişe ki, yarım günlük bir ders bütün tarihini anlatmaya fazla geliyor..."

"Sen anlatınca daha iyi anladım. Bu işi çözerseniz, kesin ucunda Nobel var. İyi şanslar..."

17 Nisan 2018 Salı

Amarika!

Sözcü yazarlarından biri, yazmış, "Amerika'nın ne gibi bir delili var ki Esed'in kimyasal silah kullandığına inanıp saldırıyor?"

Doğru allah için. Şaka yapmıyorum. Hiç bir delili yok gerçekten.

Sonra ekliyor yazar hanım.

"Amerika bu saldırıyla kimyasal silah saldırılarının delillerini yok etti"

Devam ediyor.

"Eğer Amerika Esed'in kimyasal silah depolarını vurmuş olsaydı 'gaz kaçağı' olurdu."

İşte bundan adam olmayız.

Karı Amerikaya kızıyor delili yokken Esed'i suçluyor diye, sonradan elinde bir kuruşluk deliki olmadan öyle iddalarla çıkıyor ki ortalığa, insan gülerken ağzını bırakıyor.

Nereden biliyorsun bacım Amarikanın delil yok ettiğini?

Var mı delilin? Gittin bombalanan yerleri mi gördün? Amerikanın vurduğu yerlerde akrabaların mı var? Neye dayanarak ancak askeri bir uzmanın varabileceği bu sonuçlara varabiliyorsun?

Gaz kaçağı ne demek? Kimya mühendisi misin? Nereden biliyorsun her vurulan kimyasal silah tesisinin gaz kaçıracağını?

Başkası yaparken giydir, ama sen yaptığında doğru. Niye? Çünkü sen her şeyi bilirsin. Bilmesen de şeytani zekanla bilmediğin tarafını kıvırırsın.

Bir kuruşluk delilin yok. Ne nerenin vurulduğunu, ne nasıl bir kimyasal silahın hedef alındığını biliyorsun. Bir lokma kanıtın, istihbaratın, bilgin yok. Oturduğun yerden sallıyorsun.

CNN Türk satıldığından beri Ulusal Kanal, Halk TV falan izliyorum. Çıkan adamların çoğu böyle. O Nihat Genç denen soytarı, elini masaya vurarak yırtıyor kıçını Amerika delilleri yok etti diye. Onun da bir kuruşluk bilgisi yok, bir kuruşluk delili yok.

Hissediyor ya ulu büyük reis, doğrudur o zaman...

Havuz medya, yandaş televizyon diye kızıyorlar, kendileri sanki havuz değil. Daha birinde farklı görüşlü bir ses yok. Körlerle sağırlar, birbirlerini ağırlıyor.

Aydın Doğan'a Yılmaz Özdil'i attı diye bağıran zihniyet, rahatlıkla Can Ataklı'yı, Hüsnü Mahalli'yi bir telefonla kapının önüne koyuyor.

Diyeceğim o ki, yanlış iş yaparak doğru sonuca ulaşılmaz,

Başkasını eleştirebilmek için ondan iyisini yapman gerekir.

Problem siyasal görüşte değil, zihniyetten. AKP'lisi de, aydını da aynı. En ufak bir farkları yok. İkisi de bilmiş, ukala, tahammülsüz, yanlı, biatçı. Tek kelimeye indirirsek ilkel.

Sonra da ülke niye böyle...

Hep Amarikanın kabahati canım. Hadi git biraz daha viyakla.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Milyoncuk

Sevgili arkadaşlar, Amarika ve avanesinin Suriyeye yaptığı saldırının detayları biraz biraz açığa çıktı.

Gelin bakalım neler olmuş.

Efendim, Amarika gemilerden 66 tane Tomahawk seyir füzesi atmış.

Tomahawk'lar aslında füze değil, bir kere uçmaları için yapılmış pilotsuz uçaklardır. Karadan, denizden, denizaltından, havadan, her yerden atılabilir. GPS dahil birden fazla yöntemle yollarını bulurlar.

Bin yedi yüz kilometre kadar menzilleri vardır. Hızları da bin kilometre saat'in biraz altındadır, yani iki saat kadar havada kalabilirler.

Boyutları bir uçaktan çok daha küçük, hedeflerine giderken de çok alçaktan uçtukları için radara yakalanmaları çok güçtür.

Yarım ton patlayıcı taşırlar.

Atıldıktan sonra birden fazla önceden programlı hedeflerden herhangi birine, ya da yeni tanımlanacak bir hedefe yönlendirilebilirler. Hatta füzeyi sıkarsınız, operasyon bölgesine gidip, işe yarar bir hedef bulana kadar havada dönmeye başlar. Ne zamanki yerden, uçaktan, İHA'dan ya da uydudan güzel bir hedef bulunur, Tomahawklar gider, dan diye vurur bunları.

Gördüğünüz gibi ne pilot, ne uçak kaybetme derdi var. Binlerce kilometre uzaktan sallarsınız bunları, gider çıtak diye vurur hedefini.

Bu kadar marifetli bu füzelerin adisyonu da yüksek oluyor tabi. Füze başı bir milyon dokuz yüz bin dolârcık! 66 tane sıkmışlar, l'addition est 66 x 1,9 egallement 125 buçuk milyon dolârcık.

Efendim B-1 uçakları da 19 tane JASSM-ER sıkmış.

B-1 uçakları biraz yaşlansalar da, hala taş gibi uçaklardır.

57 ton bombayı, füzeyi, on bin kilometreye götürüp atabilirler. Hepimizin bildiği B-52'lerin iki karına yakın bir bomba yüküdür bu.

Bir kere yakıt ikmali ile dünyanın her noktasına ulaşabilir, ikinci bir yakıt ikmaliyle de geri dönebilirler. Bütün bunları sesin 1.25 katı bir hızla uçarak yapabilirler.

İşte bu uçaklardan atılan JASSM-ER füzeleri de Tomahawk'lar gibi seyir füzeleridir. Menzilleri bin kilometre kadar olup, Tomahawklarınkinden biraz daha kısadır ama aynı miktarda patlayıcıyı hedefe götürebilirler.

Bu füzelerin güzelliği, öyle atmak için koca koca uçak ve gemilere gerek duyulmamasıdır. F-16 gibi ufacık bir uçağın kıçına takıp, istediğiniz yere götürür atarsınız.

Fiyatları da hesaplıdır. Bir milyon dört yüz bin dolârcık. 19 tane sıkmışlar, etti mi size yirmi altı buçuk milyon daha!

Toplamda Amarikalılar bu işe yüz elli milyonun üzerinde para yatırmış sizin anlayacağınız.

Bakalım diğer müttefikler n'aapmış...

Vive la France, son model Rafaele uçaklarımdan 9 tane SCALP, gemilerden de 3 tane MdCN seyir füzesi atmış.

İngiliz centilmenler de Tornado uçaklarımdan 8 tanecik Storm Shadow füzesi atmışlar.

Frank ve Anglo Saksonların attıkları bu üç çeşit seyir füzesi aslında hep aynı füze. Sadece isimleri değişik, bir de gemiden atılanlara bir booster takıyorlar ekstra. Ortak geliştirmişler.

600 km menzilleri var ve yine yarım tona yakın patlayıcı taşıyabiliyorlar.Tomahawklara göre daha ilkeller tabi ama yine de işe yarayan füzeler.

Tanesi de bir milyon dolârcık civarı. Böylece Fransızlar bu işe on iki, İngilişler de sekiz milyon dolârcık yatırmış oluyorlar.

Bu saldırı tabi ki ÇOK başarılı, EN başarılı olmuş, Esed efendinin eli kolu kırılmış, yıllarca bir daha toparlanamayacak hale gelmiş. Harekatın sonunda hiç can kaybı olmamış, üç sivil yaralanmış.

An itibarıyla veriler böyle. Bunlar değişebilir tabi ancak bu halleriyle bize ne söylüyorlar ona bakalım.

Her şeyden önce en azından şimdilik üçüncü dünya savaşı çıkacak diye endişelenmeye gerek yok.

Bu harekat Rusyaya karşı, Rusyaya rağmen yapılmış bir şey değil.

Elinize 7.65 üçüncü sınıf bir gangster tabancası alın, gece vakti havaya üç el ateş edin, üç insandan daha fazlası sağa sola kaçarken yaralanır. Toplam elli tona yakın patlayıcı taşıyan doksan beş füze atıp, sadece üç insan yaralıyorsanız ya o füzeleri atmamışsınızdır, ya da sayı saymayı bilmiyorsunuzdur.

Kısacası tamamen tezgah.

Yukarda bahsettiğim onca özelliği üç adam yaralamak için kullanmak ne kadar manalı, siz düşünün.

Trump sağa sola asarız, keseriz, oyarız diye tivit atıp, mahçup olmayayım diye Vlad abiyi aramış, gel anlaşalım, biz şuralara füze sıkacağız, hem siz gitmeyin, hem de Esed ve İranlılara söyleyin, boşaltsınlar oraları demiş, füzeler atılmış, ya da atılmış gibi yapılmış, sonra da film icabı kınamalar, protestolar...

Bu harekatın parasını muhtemelen fellahlar ödüyorlar. Bizimkiler de bedavadan füze deneyip, belki de Block 4'e upgrade ettikleri eski Tomahawkları elden çıkarmak istemişler.

Çünkü bu saldırı için gerçekten bu kadar tataavaya hiç gerek yoktu. Katardan yada fellahlardan kaldırdıkları F-16'lara taktıkları bombalarla bu işi halledebilirlerdi. Hadi S-400'lerden korktular diyelim, bomba yerine JASSM-ER'lere bile fazla, yarı fiyatına JASSM'lerle bile bu işi halledebilirlerdi. Öyle gemilerden Tomahawk sıkmak, B-1'leri kaldırmak sineklere bazuka ile saldırmaya benziyor.

Bütün bunlara karşı ilaç olsun diye bile bir tane S-400 atılmamış. Eğer bunlar işe yaramıyorlarsa biz de almayalım abi.

Fransızlarla Ingilizlerin katılımı ise tamamen sembolik. Fransızlar Rafaele'leri piyazlamak için füzeleri bunlardan atmış olabilirler, bir de aynı füzeyi gemilerden denemek için üç tane de gemiden sıkmışlar anlaşılan.

İngilizlerin uçak pazarlama dertleri bile yok. O Tornado uçakları benim orta okul zamanımın hızlı uçaklarıydı. Nil Burak, Gökben falan meşhurdu o aralar. Bugün pilotlara kokpitte hapşırmayın diye talimat veriyorlar, uçakların kanatları pat diye düşer diye korkuyorlar.

Kısacası bir racon kurtarma, bir de enayi parasına askeri teknoloji deneme harekatı bu.

Üçüncü dünya savaşı hala çıkabilir ama bu harekattan ötürü çıkmayacak bence...

23 Kasım 2017 Perşembe

ICPD

...Sarraf, Türkiye'de öldürülmekten korkuyordu… İddialara göre dört kez suikast girişimine maruz kalmış, bunları FBI önlemişti… İran'dan da tehdit alıyordu… Sarraf, yaşam güvencesi ve servetinin bir kısmına dokunulmaması karşılığında FBI ile anlaştı… Türkiye'den çıkarılana kadar Yeniköy'de bir villada FBI gözetiminde kaldı… Yine FBI tarafından yapılan bir operasyonla Türkiye'den çıkarılıp Miami'ye götürüldü!..

Eksik bilgi ile vatandaşı yanıltıyorsun "bro". Bu federal bir case değil. NCIS, ICPD (Istanbul City Police Department) ile ortak gerçekleştirdi bu operasyonu, FBI yoktu devrede.

Yanlış diziyi seyretmiş baba, bu yazıyı yazmadan önce. Eğer mesela Delta Force'u seyretmiş olsaymış, Chuk Norris bizzat gelip Zarrab'ı kaçırdı diye yazacakmış. Daha da kötüsü, akşam filmini Internetten ayıp sitelerden seyretseymiş, yazının hali ne olurmuş, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

FBI'ın ABD toprakları dışında bir yetkisi olmadığı gibi teknik düzeydeki zırvaları bir kenara bırakalım.

Nereden biliyorsun bunca detayı be oğlum? Senaryosunu mu yazdın? Yeniköyde emlakçılık yaparken, kara ceketli esrarengiz adamlar sana gelip, katlanır cüzdanlarını açıp polis kimliklerini mi gösterdiler ve "FBI! Villana ihtiyacımız var" dediler?

Yoksa İnternet sitelerinde mi okudun?

Ne operasyonu yaptılar da Miami'ye götürdüler Zarrabı? Rambo, albayı rica etti diye emekliliğini yarıda kesip, Rızayla Ebruyu bir C-130'a atıp, Miami Enternasyonel'e mi indirdi?

Bu operasyonu yapanlar sakın Miami Vice olmasın?

Nereden biliyorsun bunca şeyi en ince detaylarıyla be adam?

Hadi senin kafan iyi, sana inanıp referans gösteren bu adamla beraber mi içtiniz?

Hadi siz ne içtiyseniz içtiniz, size inanacak bunca anti emperyalist, anti abedeci binlerce gariban çav bella aydını hiç mi düşünmediniz?

Hiç mi sosyal sorumluluğunuz yok?

Ya bunlardan birisi sizin yazınızı okuyup, kahrolsun abede diye dışarı fırlar, sonra da NYPD bunu içeri atarsa hiç mi vicdanınız sızlamayacak?

Ama hepsi bir kenara, üç paragraf üstte Rıza kendini yakalattı diyor, iki paragraf altta da Kolombo'ya operasyon yaptırıyorsun...

Yakıştı mı şimdi?

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sunum

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

-"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."
"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Nobel

Sevgili arkadaşlar laf Nobel'den açıldı, gelin biraz Nobel geyiği yapalım.

Nobel ödülleri, Alfred Nobel isimli, dinamiti keşfeden İsveçli bir bilim insanının kurduğu bir vakıf tarafından yıllık olarak değişik bilim dallarında önemli başarılar kazanmış bilim insanlarına verilir.

Bir bilim insanı için ulaşılabilecek en büyük rüyalardan biri, Nobel ödülü almaktır. Dünyanın en saygın, en prestijli ödüllerinden biridir. Değerli bilim insanı Aziz Sancar, Türk halkına, onlar farkında olmasalar da, verilebilecek en önemli, en uygar hediyelerden birini vermiştir. Sevgi ve şükranla ismini anıyorum.

Bu bilim dallarına verilen Nobel ödüllerinin dışında bir de Nobel Barış Ödülü vardır. Bu ödül diğer Nobel ödüllerinin aksine İsveç tarafından değil, Norveç tarafından verilir.

Bilim dallarına verilen Nobel ödüllerinin aksine bu Nobel Barış Ödülü, prestiji ve önemi falan bir kenara, tüm dünya tarafından ciddiyeti ve doğruluğu sorgulanan bir ödül haline dönüşmüştür.

Çünkü bu ödül barışa katkıda bulunan insanlara değil, batı hükümetlerinin kıyak geçmek istediği kişilere verilmektedir.

Örneğin Barrack Obama bu Nobel Barış Ödülünün sahibidir.

Bu ödülü Obama'ya vermekle, Cengiz Han'a vermek arasında bir fark yoktur.

Irakta askerleri çekip on binlerce Sünni ile Şii'nin birbirini gırtlaklamasına göz yuman, tarihe geçeceğim diye Musul'u Işid'den alma harekatını başlatıp, Hillary seçilmedi diye durduran, bu arada kim bilir kaç bin kişinin ölümüne yol açan, ellerinde hala ölen, evsiz kalan Suriyelilerin kanı kurumamış, yine ölen binlerce Ukraynalı, Gürcü, Kırımlı'nın ahları ile eğer Obama o barış ödülünü eline alıp dışarı çıkarsa herhalde bir yıldırım düşer, çarpılır.

İşte bu Nobel Barış Ödülü böyle bir ödül.

Bugün dünyadaki her hükümet ve Hülooooğğğğ'larla bir kaç bin Katarlıyı saymazsak her birey, kelimenin tam anlamıyla RTE'den nefret etmektedir. Bu nefret yine bence bir Türk liderinin bugüne dek karşı karşıya kalmadığı kadar yüksek bir seviyededir.

Diyeceğim o ki, Tayyip'i yıpratmak için batı hükümetleri Kemal Kılıçdaroğlu'na bu artık maymuna dönmüş Nobel Barış Ödülünü verebilir.

Bu ödülü almak tabi ki kabzımal Gürsel Tekin'in salladığı gibi STK'ların "başvurusu" ile olmayacaktır. Yöntem batı hükümetleriyle anlaşmak. Hatta Cehape'nin bunu yapıyor olması da beni şaşırtmaz. Gürsel efendinin parti kulisinde yarım yamalak duyup, ben herşeyi bilirim, en önce ben söyleyelim babında bu STK başvurusunu kıçımdan uydurarak dünkü şovunu yapmış olması fazlasıyla olası.

Korkarım ki, tabi eğer gerçekleşirse, Kemal Efendinin barış ödülü alması en çok RTE'nin işine yarayacaktır.

Maraton dalındaki başarısından sonra bir de Nobel ödülü alırsa babayı yedik, bu ölene kadar bir yere gitmez, Akepe de istediği gibi at oynatmaya devam eder.

27 Temmuz 2017 Perşembe

Eylem!

"Off, dört yüz elli kilometrelik adalet yürüyüşü eyleminden sonra bu içtüzük protestosu oturma eylemi çok iyi geldi valla!"

"Hay yaşa be Özgürcüm. Yine dan diye vurdun gözünden."

"Adalet yürüyüşü eylemimden sonra yaptığımız on maddelik eylem planınına göre bu eylemi yapıyoruz arkadaşlar, yorulduğumuz için değil."

"Yani Muharrem, her eyleme bir limon sıkıyorsun sen de. Boşver hangi eylemin sonunda bu eylemi yaptığımızı, güzel güzel otur, eylem ol işte."

"Ya ben tam anlamadım, hiç kalkmadan mı oturacağız burada?"

"Yok be Gürselcim. Çişe falan gideceksen kalk git, ama bitince gel, eyleme devam et."

"Söylesenize ya... Açılın, yol verin!... Acil bir eylem var!"

"Tuvaletler bu tarafta, yine yanlış yöne gitti Gürsel ağa!"

"Yaa, CNN'de dinledim, RTE 2019 seçimleri için hazırlıklara başlamış. Teşkilatı falan yeniliyormuş. Duydunuz mu?"

"Bu adam yine işgüzarlık yapıyor. Seçimlere daha iki sene neyin var. Ne bu acele?"

"Onların işi zor tabi. Türkiyeni her tarafında seçime giriyorlar, şimdiden başlamaları lazım. Ne güzel biz doğuyu, güneydoğuyu bıraktık, uğraşmıyoruz artık."

"Zaten delegede kurultaylara da anlatamayız şimdi bu hazırlıklara başlama işini."

"Yine karıştırdın delegelerle kurultayı Gürsel. Bu arada ellerini yıkadın mı sen?"

"Bir de çalışmayanı, partide birbirine kazık atanları, vatandaşa hırlayanları atıyormuş teşkilattan. Biz de denesek mi?"

"Amma da yaptın be Bülent! Partide birbirine kazık atan herkesi atarsak parti mi kalır ortada? Bırakın gözünüzü seveyim, iş çıkarmayın başımıza."

"Zaten çalışmayanları tespit etmek için bir çalışma yapmak lazım. Çalışmayanları bulmak için bu çalışmayı yapacak çalışan da bulamayız."

"Hay yaşa be Muharrem. Ne güzel söyledin, kafiye de oldu walla! Aynı bizim eylem sonrası eylem planıma göre yaptığımız eyleme benzedi bu!"

"Bu arada bizim eylemcibaşı nerede?"

"Valla ben on gündür görmedim onu. Göreniniz var mı?"

"Yoruldu tabi onca yoldan sonra... Evde dinleniyordur."

"Ya, bu yürüme işi tuttu diye 2019 seçimleri için kondisyon artırıyor olabilir mi?"

"Bana geçen SMS attı, Adaletsiz Türkiye gülü solmuş bahçeye benzer falan diye. Yine tivitırla karıştırmış. Ama görmedim kendisini."

"Sevgili arkadaşlar. Bir, merhaba, iki, umarım herkes iyidir, üç, adalet mülkün temelidir."

"Hoşgeldiniz sayın genel başkan biz de sizden konuşuyorduk, başarılı adalet eyleminden falan..."

"Sağol Muharremcim, sana pek inanmasam da güzel geldi kulağıma."

"Sayın genel başkan, eylemimize destek vermek için buralara gelmişsiniz, bizi onurlandırdınız."

"Ne eylemi yahu? Ben gurup toplantısı için geldimdi."

"Bugün perşembe sayın genel başkan, gurubu salı gününleri yapıyoruz, malumunuz."

"Bana aptal muamelesi yapma Özgür. Tabi ki gurubu salı günü topladığımızı biliyorum. Sadece bugün salı zannettimdi."

"Olur öyle şeyler sayın başkan. Buyrun oturun, eylemimize iştirak edin...."

"Off, iyi geldi bu oturma, sağolun arkadaşlar. Ya bir de yatma eylemi yapsak diyorum..."

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...