4 Ağustos 2018 Cumartesi

Uptown, Midtown, Downtown

New York'a her gelişim farklı bir dekor içerisinde olmuştur. Özel bir planlama yapmadığım halde, kentin üç hava alanına gün içerisinde, gün batımında ve gece vakti inmişliğim ya da kalkmışlığım vardır. New York, dünyanın en cazibeli, en renkli kentlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Bundandır, gündüz ve gece uçağın penceresinden baktığınızda karşınıza ayrı bir güzellik çıkar.

Bu kez güneş batımına az kala JFK hava alanına inmiştik. JFK, yani Kennedy havaalanına eski günlerde indiğimde deli olur, kafamı bir sağa, bir sola çevirip, başka hiç bir yerde göremeyeceğim uçaklara bakardım. Dev Jumbo Jetler, Concorde'lar, MD-11'ler, Tristar'lar hep bu hava alanının sadık müşterileriydiler.

Bu günlerde hava alanları, uçak çeşitleri bakımından çok sıkıcı yerler haline dönüştüler. Varsa yoksa hepsi neredeyse bir birinin aynı Airbus'lar ya da Boeing-737'ler. Arada bir "triple-seven" dedikleri, altı üstü iki motorlu bir B-777 gördüğünüzde "wow" oluyorsunuz.

Bildiğim kadarıyla hiç bir Amerikan hava yolunun dört motorlu uçağı kalmadı, inanabiliyor musunuz? Şanslıysanız ancak Lufthansa'nın falan bir Jumbosunu, ya da fellahların A-380'lerini görebiliyorsunuz.

Neyse ki, şansıma Quantas'ın bir A-380'i yanımızdan hır-hır geçti. İki katlı, dev gibi bir uçak ama hayatımda gördüğüm en çirkin uçaklardan biri. Nerede o kız gibi güzel Jumbolar, nerede bu hamile kalmış balina gibi hantal Airbus...

Almayın yani eve... 😛

Pasaport işlemleri çok uzun sürmedi. Valizimizi alıp Air Train dedikleri, hava alanını metro hattına bağlayan trene bindik. Ancak inmemiz gereken istasyonun adını öğrenince şöyle biraz ürperdim.

Bundan 28 sene önce Jamaica dediğinizde akla Queens'in en kötü yeri gelirdi.
Jamaica İstasyonu
Kırmızı ışıkta durduğumuzda kapıları kitlerdik. Orada yaşayan bir tanıdığım, sabah uyandığında arabasını lastikleri gitmiş bir halde, dört tane tuğlanın üzerinde bulduğundan beri, lastiklerine bildiğiniz anahtarla kitlenen bijon taktırmıştı.

Yine bu bölgede, önde ben, arkamda beni kovalayan bir gurup Hispanik, hayatımın en hızlı koşusunu yapmıştım. O zamanlar gencecik çocuğum, formumdayım da tabi. Biraz da can korkusu eklenince Hüseyin Bolt olmuştum böyle.

Jamaica, New York'un Kasımpaşası, sizin anlayacağınız.

Bu yüzden de Jamaica'ya Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ile gitmek çok hoş gelmemişti kulağıma.

Ancak hiç bir tatsızlık yaşamadan trene binip, Manhattan'ın yolunu tuttuk. İşin aslı, sadece Jamaica değil, New York'un hemen her tarafı eskiye göre çok daha güvenli bir hale gelmiş. New York'lular, bu başarıyı eski valileri Giuliani'nin hanesine yazmışlar.

Manhattan'ı biraz bilirim. Bilmeyecek bir şey yok zaten.

New York bir state, yani eyalet. Baş kenti Albany. Normalde New York dediğimizde anladığımız ise New York City, yani New York Şehri. Bazı adreslerde New York, New York ya da New York, NY yazmasının sebebi de budur. İlk New York şehri, ikincisi de eyaleti belirtir.

New York City'nin de beş tane borıugh'u, yani semti var. En doğuda Queens, güney doğuda Brooklyn, kuzeyde Bronx, batıda da Manhattan adası. Bir de aşağıda bir yerde beşinci olarak Staten Island vardır.

Manhattan küçücük bir adadır. Yukardan aşağı 20, soldan sağa da 4 kilometre. Bu ufacık yerde 1.5 milyon insan yerleşiktir, her gün de 2.5 milyon insan girer ve çıkar. Yani nüfus 4 milyonu bulur. Bunca insan da gökdelenlerde, dikine istifli bir halde yaşar.

Manhattan, bir çok Amerika kenti gibi bir grid şehirdir. Satranç tahtası gibi, caddeler hep düz giderler ve birbirine dik bloklar oluştururlar. Ondandır, bir yeri tarif ederken, iki blok aşağı, üç blok yukarı git falan derler.

Kentlerin hepsi yeni kurulduklarından böyle düzenli yapabilmişler. Avrupa'daki binlerce yıllık eski kentlere dümdüz giden cadde ve sokak yapmak imkansızdır. Gözünü sevdiğimin İzmir'inde mesela, denizi arkanıza alıp, bir sokağa girersiniz, hiç bir yere sapmadan tekrar deniz önünüze çıkar.

Buralara "Ben Manhattan'ı bilirim" 'den geldik, beni tanıyanlarınız yön duygumun sıfır olduğunu bildiklerinden şaşırmış olacaklarını düşünerek açıklama gereğini hissettim, nasıl "bilebildiğimi".

Şöyle...

Manhattan'ı yukardan aşağıya üçe bölmüşler. Yukarısına Uptown, ortasına Midtown, altına da Downtown derler.

Bürün adayı, yukardan aşağı "avenue" 'lar, soldan sağa da "street" 'ler keser. Bu avenue'lar ve özellikle street'lerin çoğunluğu numaralıdır. Avenue numaraları doğudan batıya, street numaraları da güneyden kuzeye artarak gider. Bütün adresler de avenue ve street olarak verildiğinden mesela aradığınız cadde numarası bulunduğunuz caddeden büyükse yukarı gidersiniz. Avenue'lar da tabi aynı şekilde.

Manhattan'da dik olmayan sadece bir avenue vardır, o da şu ünlü Broadway. Broadway bütün adayı çaprazlamasına keser, yani her avenue ve street'i geçer. İyice kaybolduğumda Broadway'e atardım kendimi ve bir noktada mutlaka aradığım adresi bulurdum.

Uzattım biraz, kusuruma bakmayın ama bunları size New York trafik komisyonunda iş bulasınız diye değil, bir sonraki öykümüze geri plan olması bakımından uzun uzun anlatıyorum.

Uptown'a
New York'taki otelimiz Upper Midtown'da, Central Park West'de, 82. cadde üzerinde. Biz de Midtown'da, 34. caddede, Penn istasyonundayız. Hemen Central Park West üzerinde, Uptown yönüne bir trene bindik.

Uptown'a, yani kuzeye doğru gittikçe cadde numaraları artar dedik ya, metro istasyonlarındaki cadde numaraları da da üçer beşer artarak gidiyor. Atıyorum, 40, 53, 67, vesaire...

Ancak yetmişlerde tren bir hızlandı, 82. Cadde gözümüzün önünden vızzz diye geçti, gitti.

Tren ta 125. caddede mi ne durdu.

Vagonda yüzünü maviye, sarıya boyamış, palyaço kılıklı bir kadın var. Ona gittim, sordum.

"Ablacım, 82'ye nasıl döneriz?"

Golden American girl, taş devrinden gelme iki turist buldu ya, yavaaaş, yavaaaş, kelimelerin üstüne basa basa, bir aptalla konuşur gibi cevap verdi.

"Eyyyyyyyytiiiiii.... seeeeeekkkkıııımnnnd.... iiiiiiiiizzz..... iiiiinnnnn..... MIDTOWN!.... Yuuuuuuuuu...... aaaaaaaar....... naaaaaavvvv.... iiiiiiiiiinnnnn UPTOWN!"

Elimdeki fotoğraf makinesini kaldırıp, çatır diye kafasına vurasım geldi. 82. cadde Midtown'da, burası Uptown diyor. 82'nin nerede olduğunu biz de biliyoruz, az önce önünden geçtik zaten, ama durmadı anasını sattığımın treni, ondan Uptown'dayız ya...

Hadi... dedim içimden, bir daha deneyelim.

"Anladım ablacım, peki Midtown'daki 82'ye nasıl gideriz?"

Bu yine yavaş yavaş, kelime kelime anlatmaya başladı.

"Şimdi bu istasyonda in, merdivenlerden karşıya geç (bu anda parmakları ile yürüyen adam yapıyor), oradan trene bin."

Bak bu bilgi hayat kurtarır işte. Demek aksi tarafa gidebilmek için karşıya geçip, diğer yöne giden trene binmek gerekiyormuş...

"Anladım ablacım, peki o tren 82'de durur mu? Bu durmadı mesela..."

Böyle kompleks bir soru beklemiyordu herhalde. Biraz zeka kırıntısı görmüş olacak ki, beni taş devrinden bronz çağına terfi ettirdi. Konuşması biraz hızlandı, el işaretleri azaldı.

"Bu tren ekspres, ondan durmadı. Karşıdan 'C' trenine bin, o lokal trendir, durur muhtemelen"

Tamam dedim, yerime döndüm. Çinli bir çocuk, belli ki bizi dinliyormuş, "Bu saatte C bulamazsın. Saat on bire beş var. On birde bütün trenler lokal olur, bu trene binsen de 82'de durur." dedi.

Çok sever Amarikalılar bu istisnaları. Bazı trafik işaretlerinin altında yarım sayfa kompozisyon yazarlar.

"Sola dönülmez ama hafta sonları ve hafta içi akşam yedi ile sabah altı arası ve belediye otobüsleri hariç"

Bunların en ilginçini Miami-Orlando otoyolunda görmüştüm. Otoyolun en sol şeridi sadece içinde birden fazla insan olan arabalara açıkmış. Arabada tek başınaysan, o şeridi kullanamıyorsun!

Böyle işte...

Biz de karşıya geçtik, ve aslen ekspres ama saat on biri geçtiği için lokal olmuş A trenine bindik, 82. caddede inip, otelimize ulaştık.

Otel Amerika standardlarında tarihi bir otel. Lobisi karanlık ve kasvetli, döner kapısı ve general üniformalı kapıcısı olan, o filmlerden aşina olduğumuz ellili yılların bir klasiği.

Amerika'da oteller hala otel. Avrupa’daKi benzerleri gibi sadece dört duvar, bir yatak değil. Minibar'ı, oda servisi, 24 saat resepsiyonisti ile çok güzel servis veriyorlar. Hala çın-çın bellboy geliyor, valizleri odaya götürüyor falan.

Hem erken kalkmış, üstüne Lizbon'da gezinmiş, altı saat uçakta kasılmış, bir de New York metrosunda - pardon Subway'inde, oraya buraya koşuşturmuş olmamızın sonucu, üçümüz de perişan bir haldeydik.

Hemen uyuduk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...