Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2024 Çarşamba

Çekirdekteki Güç

Bazen şaka ile karışık E=mc2 denklemini konu içerisinde kullanırız. Albert Einstein isimli bir dahinin beyninden çıkmadır bu evrenin temeli denklem.

Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. 

Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır

Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.

Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.

Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler. 

Günlük hayatımızda üretip, kullandığımız enerjinin neredeyse tümü kimyasal temellidir. Kimyasal enerji, elektronların başladıkları uzaklığa göre, atomların çekirdeklerine yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Çekirdekteki protonlar ve elektronlar birbirlerini çektikleri için, elektronlar bu çekime dönerek karşı koyarlar. Bir elektronu çekirdekten uzaklaştırmak için enerji kullanmanız gerekir. Yani çekirdekten uzaktaki elektronların yakındaki elektronlara göre daha fazla enerjileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer uzaktaki bu elektronları çekirdeğe yaklaştırabilirsek, aradaki enerji farkı açığa çıkar. Yanmadan sonra ortaya çıkan karbon dioksit molekülündeki elektronların çekirdeğe ortalama uzaklıkları, karbon ve oksijenin ayrı ayrı elektronlarının çekirdeğe ortalama uzaklıklarından daha azdır.

İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.

Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.

Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.

Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.

Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.

Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.

Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.

Bir örnek ile açıklayalım.

Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.

Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.

Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.

Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.

Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.

Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.

Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.

Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.

E=mc2

1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s

E=0.001 x (3.00×10^8)^2

Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.

Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.

Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.

Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…

Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.

Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.

Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.

Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.

İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.

1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.

Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.

Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.

Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…

Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.

Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.

Ama nasıl?

Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.

Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.

Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.

Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.

Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.

Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.

En başta çekim gücü.

Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.

Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.

Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.

Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.

İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.

Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.

Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.

Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.

Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.

Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.

Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.

Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.

Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.

Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.

Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.

Devam edeceğiz.

30 Aralık 2023 Cumartesi

İnsanın Kompleksitesi

İnsanın kompleks bir varlık olması, zengin ve çeşitli duygulara, düşüncelere, deneyimlere ve içsel çatışmalara sahip olmasını ifade eder. İnsanın iç dünyası, basit etiketlerle veya sığ tanımlamalarla kavranamayacak kadar derin ve karmaşıktır. İşte bu komplekslik, insan varlığının anlaşılmasını ve açıklanmasını zor kılan bir gerçektir.

Duygusal Zenginlik: İnsanlar geniş bir duygusal yelpazeye sahiptir. Sevinç, üzüntü, korku, öfke gibi temel duyguların yanı sıra karmaşık hisler, arzular ve tutkular da içerir. Bu duygusal zenginlik, insanların yaşamlarını zenginleştiren ve derinleştiren bir özelliktir.

Düşünsel Derinlik: İnsanlar düşünsel olarak karmaşık ve derindir. Soyut düşünme, hayal gücü, öz farkındalık ve gelecek planlaması gibi yetenekler, insan zihninin karmaşıklığını oluşturan unsurlardır.

Kişisel Deneyimler: Her birey, benzersiz bir geçmiş, kültürel bağlam ve yaşam deneyimine sahiptir. Bu kişisel deneyimler, insanların düşünce yapısını, değer sistemini ve davranışlarını etkiler. İnsanları anlamak için sadece genel kategorilere dayalı basit tanımlamalar yetersiz kalır.

İçsel Çatışmalar: İnsanlar arasında içsel çatışmalar yaygındır. İstekler, değerler ve sorumluluklar arasındaki çatışmalar, insanların davranışlarını anlamak ve öngörmek için basit kuralların ötesine geçmeyi gerektirir.

Gelişim ve Değişim: İnsanlar zaman içinde gelişir, öğrenir ve değişir. Bu süreç, bireyin kimliği, tutumları ve davranışları üzerinde karmaşıklık ekler. Sabit bir "şablon" ile tanımlamak zor olabilir.

Bu kompleks yapı, insan varlığını değerli ve ilgi çekici kılar, ancak aynı zamanda anlaşılması zor kılar. Diğer insanları tam olarak anlamak için empati, açık iletişim ve derinlemesine düşünce gereklidir. Bu karmaşıklığı anlamak, insanlar arası ilişkileri zenginleştirebilir ve toplumsal anlayışı derinleştirebilir.

Şimdi burada duralım sevgili arkadaşlar.

Yukarda okuduklarınız, benim insanın kompleks bir varlık olması ve basit tanımlamalarla tam olarak anlaşılamayacağı hakkında yorum yapmasını istediğim ChatGPT, yani yapay zeka tarafından bir araya getirildi.

Amacım akşam akşam insanın komplekstesini falan tartışmak değil. Henüz o kadar kafayı yemedim. İsteyen gitsin, okusun: Die Traumdeutung, Freud, Sigmund.

Burada bakmak istediğim, yapay zekanın bugün nerede olduğu, hangi sınırları zorladığı.

Yukardaki yazıya bir kez daha dönüp, okuyun. Gramer hiç de fena değil - bu arada unutmayalım, ChatGPT temelde türkçe konuşamıyor. Ancak bu haliyle bile sosyal medyada, YouTube’da falan denk geldiğim bir çok kişiden daha düzgün bir Türkçe’si var.

Konuya fazlasıyla hakim. Anlamlı biçimde de sadeleştirip, kelimelere dökebiliyor. Bu konuda da ağzına geleni herhangi bir düzen, yapısallaştırma yada karşısındakinin anlamasını kolaylaştırma gibi dertleri olmadan söyleyen tanıdığım birçok yerli-yabancı kişiden çok ama çok ilerde.

Bu da bizi o hassas soruya getiriyor.

ChatGPT benzeri yapay zeka yazılımları sanat ve sanatçıların yerini alabilecek mi?

Bu yazıyı okuduğunuza göre, aynı blogdaki başka yazıları da okumuş olmalısınız. Bunları karşılaştırırsanız, ChatGPT makalesi ile benim diğer yazılarım arasında nasıl bir fark görüyorsunuz, bir düşünün.

Ben kendi gördüğümü söyleyeyim.

Yukardaki makalede edebiyat, açıklık, bilimsellik, doğruluk var.

Hepsi var da, sadece ben yokum.

Yazıda benle ilgili, benim kişiliğimin, yaşadığım hayatın, edindiğim deneyimlerin sonucunda oluşan, beni ben yapan ‘şeylerin’ hiç biri yok.

Yapay zekaya, anlatıma biraz espri kat, biraz kişisellik ekle falan diyebilirim elbette. Bunu da emin olun çok iyi yapar. Ancak o yazıyı, bunu ben yazdım diye size satmaya kalkarsam, hadi lan oradan dersiniz.

Başka Sorunlara Dönüşecektir
Yapay zeka bir gün benim önceki yazdıklarımı okuyup, kişisel profilimi çıkarabilir, hatta genlerime bakıp, eğer hala hayattaysam synaps’lerimi inceleyip, sanki benmiş gibi yazı, resim, müzik, bilim falan üretebilir.

Ama bugün değil!

Zaten yapay zeka o konuma geldiğinde insanların biyolojik sınırlarına da tabi olmayacağından, çok daha iyisini yapacak durumda olacaktır. O zamanki sorunlarımız telif hakları değil, Sarah Connorr’un doğmamış oğlu haline dönüşecektir.

O yüzden şimdilik benim bloguma kaldınız böyle işte.

Akşamınız güzel olsun ❤️



1 Kasım 2023 Çarşamba

Alsace'ın Köyleri

Sevgili arkadaşlar, gelin hızlı bir turla Alsace’daki kentleri anlattığımız yazılarımızı tamamlayalım.

Alsace’ın en güzel kentlerinden biri Colmar’dır. Kent dedim ama siz bakmayın, büyük bir köy gibi düşünün. Colmar, Strasbourg’a bir saat kadar uzaklıkta. Lauch nehrinin üzerine kurulmuş, ve Strasbourg gibi nehir kanalları, şehrin büyük bir bölümünü Venedik’e çevirmiş.

La Petite Venise
Venedik demişken, Colmar’ın en güzel bölgelerinden biri La Petite Venise, yani Küçük Venedik. Kanalın kıyılarındaki Alsace mimarisi ile yapılı, insanın aklını başından alan güzellikte binaları ile başka bir cennet köşesi.

Colmar da, Alsace’ın diğer bölgeleri gibi Almanlar ve Fransızlar arasında habire el değiştirmiş, hatta bir ara İsveçliler bile bu kenti bir kaç yıl ellerinde tutmuşlar.

Colmarlılar, biraz da kibirle kentlerine Capitale des Vins d’Alsace, yani Alsace şaraplarının başkenti derler. İsim ilginç tabii, ancak Alsace şarapları genelde beyaz olduğu için beni o kadar heyecanlandırmıyor.

Kentin neredeyse tümü timber-framed duvarlarla yapılı binalardan oluşuyor. Özellikle merkezde yemek yiyip, kahve yada şarap içebileceğiniz bol bol kafe ve restoran var. Merkezdeki Maison Pfister, görmek için not edebileceğiniz bir mekan. Église Saint-Martin, yani San Marten kilisesi de çok güzel.

Sevgili karımla birlikte 🐝Mezzy🐝 gelene dek, hemen her Noel tatilinde Colmar’a gelirdik. Buradaki Noel pazarı gerçekten çok güzeldir.

Colmar Şehir Turu
Yolunuz düşerse kısa ve ucuz bir şehir turu var, onu alın derim.

Colmar’ın hemen yanında Riquewihr isimli başka bir kent var. Jelena, buraya “Rik-vik” der.

Yukarda Colmar’daki Noel pazarına güzel dedik, Riquewihr’deki Noel pazarı belki iki kat daha büyük ve güzel. Noel zamanında bu kent koca bir pazara dönüşüyor. Her yerde Noel şarkıları çalar, Noel çöreklerinin tarçın kokuları sokaklara yayılır. Bir de Noel zamanının olmazsa olmazı Vin Chaud, yani sıcak şarap.

Riquewihr’in Alsace evleri, Colmar ve Strasbourg’a göre çok daha canlı ve renkliler. Merkez ve ana caddesi ziyaret etmeye değer yerler.

Ben uzun yıllar önce burada bir gece geçirmiştim, ancak Riquewihr, sevgili karımla birlikte hep günübirliğine geldiğimiz bir yer.

İsviçre’ye doğru geri dönersek yine buralara yolunuz düştüğünde görmenizi önereceğim başka bir yer olan La Montagne des Singes, yani Maymun Dağı’na geliriz.

Rik-vik Noel Pazarı
Maymun Dağı bir park. İçinde de serbest şekilde dolaşan bir dolu maymun var. Onları sevebiliyor, patlamış mısır ikram edebiliyorsunuz.

Canım kızım deli olmuştu bu maymunları gördüğünde. Saatler geçirmiştik burada.

Parkın yanındaki Kintzheim kenti de çok şirin bir yer. Burada da bir yemek yiyip, tabii ki bol bol şarap içmişliğimiz var.

Alsace’ın Fransa tarafını bırakıp, Alman tarafına doğru ilerlersek, görmeye değer ilk kent olan Freiburg’a ulaşırız.

Sıcak Şarap
Freiburg, teknik olarak Alsace bölgesinde sayılmıyor, ancak tabii ki ruhen Alsace bir kent.

Caddelerinde hala eski zamanlarda atların su içtiği kanallar var, hem de içlerinden su akıyor. Ancak kentin görmeye değer en önemli yeri merkezi.

Merkezde dev bir katedral var, ancak gerçekten etkileyici boyutlarda. Şehrin meydanında ise her biri ayrı güzel binalar.

Almanya’da yemek yemeği normalde pek önermem ancak Freiburg buna bir istisna. Burada yediğim her yemek ayrı bir lezzetteydi.

Freiburg Meydanı
Fenerbahçeliler hatırlayabilir, Joachim Löw buralıdır.

Freiburg’da da bir Noel pazarı kuruluyor sevgili arkadaşlar, ve o da oldukça güzeldir, ancak kıyasladığımda Riquewihr’in yada Colmar’ın Noel pazarları sanki biraz daha fazla görülesi yerler.

Freiburg’un hemen dibinde ise Schwarzwald, yani Karaorman bulunur. İsmi orman ancak aslında ormanlık bir dağ sırası. Çok güzel doğal bir bölgedir. Tuna nehri buradan doğar.

Alsace başta da söylediğim gibi anıtlarıyla, yapılarıyla bilinen bir yer değil sevgili arkadaşlar. İsimlerle etiketlenmemiş bir güzelliği var bu diyarın, Orada bulunmadan, bölgenin ruhunu anlamak zor. O yüzden mutlaka görün. İki gün ayırsanız yeter. Bir araba kiralayıp, her yeri görebilirsiniz. Eğer imkanınız olursa Noel zamanına denk getirin ki, Noel havasını da koklayabilesiniz.

Sevgi ile kalın❤️

27 Ekim 2023 Cuma

Strasbourg

Strasbourg Alsace’ın kalbidir sevgili arkadaşlar. Strasbourg gibi bir yeri anlatmak zordur. Örneğin Paris olsa, Eyfel kulesinden girer, Arc’tan çıkarsınız. Louvre’dan bahsedip, Monmartre’ı santim santim yazarsınız.

Ama gelin Strasbourg’a.

Yıllar boyu ziyaret ettim bu
güzel kenti - burada 1998
Dünyanın en kart postal kentlerinden biridir. Gördüğünüzde, yaşamınızın geri kalanını burada yaşamak istersiniz. Ancak bunu nasıl yazıya dökersiniz? Hele bir de benim gibi pastoral yeteneklerden yoksun biri iseniz.

Bir şiir yazayım desem, aklıma “Strasbourg’un Dadaş’ııı, düğünde çekerrrr başııı!” gibi şeylerden başkası gelmiyor.

Strasbourg’da Eyfel kulesi, Times Square, Tower Bridge yada Kolezyum yok sevgili arkadaşlar.

Ne var derseniz, bir ressamı kıskandıracak bir arka plan ve mükemmel yemek, şarap ve müzik var.

Yıllar boyu fazlasıyla farklı insanlarla, fazlasıyla farklı nedenlerden ziyaret ettim bu güzel kenti.

Son on yedi yıldır, elbette ki sevgili karımla bol bol yolumuz düştü Strasbourg’a.

Her gelişimizde de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlandık.

Sevgili karımla bol bol yolumuz düştü
Strasbourg’un merkezi, yani eski kent dedikleri ada, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesinde bulunuyor.

Bu merkezin en göz alıcı yapısı ise Strasbourg Katedrali.

Şimdiye kadar çok kilise, katedral, vesaire gördüm sevgili arkadaşlar, ancak Strasbourg’daki gibisini hiç görmedim. Öyle Notre Dame falan halt etmiş. Dışı siyah-kahverengi ateş taşlarından yapılmış, içi ise santim santim işlenmiş bir sanat eseri.

Kapısının üzerinde özel bir vitray var. Güneş’in gökyüzündeki konumuna göre planlanmış. Güneş batarken katedralin içi bambaşka oluyor.

Modern zamanlara kadar
dünyanın en yüksek binasıymış
Katedralin kendisi modern zamanlara kadar dünyanın en yüksek binasıymış. Devasa bir çan kulesi var.

Katedralin içinde ise bir astronomik saat…

Bu astronomik saat fenomeni bize biraz yabancı gelir sevgili arkadaşlar. Şöyle arzedeyim. Normal bir saat, saatin kaç olduğunu gösterirken, astronomik bir saat aynı zamanda o anda ay, güneş, gezegenler gibi astronomik objelerin yerlerini de gösterir.

Astronomik saatlerin en hassolarından biri Prag’da, Old Town Square’de bulunur. Bu meydan zaten bu saat olmadan da çok görülesi bir yerdir. Üstüne bir de bu saat eklendiğinde tadından yenmez hale gelir.

Strasbourg’un bir başka görülesi bölgesi ise La Petite France.

Strasbourg Ren nehri üzerine kurulmuş bir şehir. Nehrin bu bölgesinde üzerinde yerleşim yapılabilecek kadar büyük adalar var. Şehrin merkezi de aslında bu adaların birinin üzerine kurulmuş durumda.

Nehir bazen bu adaların arasında kanallar oluşturuyor. Böylece kendinizi bir anda Venedik’teymiş gibi hissediyorsunuz.

La Petite France
La Petite France, bu kanalların arasında bir bölge. Alsace mimarisinin zirvesi binalar, yeşil ve su, burayı dünya üzerindeki bir cennete çeviriyor. Restoranlar, kafeler, artezyen mağazalar ve bütün bunları tamamlayan büyüleyici bir müzik.

İnsan La Petite France’da şair olur sevgili arkadaşlar.

Şiirden arta kalan zamanlarda ise, özellikle sevgili karım yolunu şaşırıp, arabayla merdivenleriyle, havuzlarıyla koca bir parka dalar.

Henüz karısının araba kullanışını beğenen bir kocaya rastlamadım, o yüzden en azından bu yazıyı okuyan sizlerin yarısı ne demek istediğimi anlayacaktır.

0 diğer yarısının şerrinden ise tanrı korusun beni 😂. Ama yemin ediyorum, otelin park yeri diye girdiği parkta burnundan su fışkıran yunuslar, kay-kay yapan gençler, köpeklerini gezdiren yaşlı madamlar vardı!

O günün sonunda otelimizi bulabildik, ancak Europa Park’dan geliyorduk. Sabahın altısında kalkmış, o saatten beri de deliler gibi koşuşturuyorduk. Hem yorgun, hem de açtık. Pazar olduğu için hemen her yer kapalıydı. Hava soğumuş, bir de yağmur başlamıştı. Üzerimdeki sweat-shirt’ü 🐝Mezzy🐝’ye verdim, ama ben zibidi gibi bir kısa kollu bir t-shirt ve şort ile kalmıştım.

Titreye titreye ilk gördüğümüz bistroya daldık.

Koca bir salon, ve üstüne de Fransız zevkiyle dekore edilmiş. Alsace’da, Alman etkisiyle Fransa’nın geri kalanının aksine bol bol bira içerler sevgili arkadaşlar. Girdiğimiz bistro, aslında bir brewery’nin store front’u imiş.

Alsace, malsace ama...
Alsace, malsace ama sonunda yine de Fransa! Hemen kırmızı şarabımı söyledim. Üzerine de üçümüz için birer Tarte Flambée.

Alsace şarapları beni ne öldürür, ne güldürür. Her gün içmesem de, arada bir değişiklik olarak çok iyi gelirler. Daha önce de söylemiştim, Alsace daha ziyade bir beyaz şarap bölgesi.

Kırmızı olarak genelde Pinot Noir üzümlerinden yapılma şaraplar var. Yer yer, isimlerini bile söyleyemediğim Alman üzümlerinden yapılma kırmızı şaraplar bulmanız mümkün. Daha bir kaç gün önce, Schwarzwald’da bir otelde, Black Forest isimli böyle bir kırmızı şarap denedim. Acayip güzel geldi. Bu arada Schwarzwald’da da, Black Forest’da Kara Orman demektir. Alsace’ın Alman tarafında kalan cennet gibi bir bölgedir.

Sizlere ismi Strasbourg’la anılan çok önemli bir kişilikten söz edeyim sevgili arkadaşlar.

Hepiniz Johannes Gutenberg ismini bilirsiniz herhalde. Bizler matbaayı icat etti diye biliriz ama aslında icat ettiği, mekanik olarak baskı yapabilen basit bir makineydi.

Elbette kitap ve okumanın önemini masaya yatırıp sorgulayacak değilim. Başta ben, bütün insanlığın Gutenberg’e bu buluşu yüzünden gerçek bir minnet borcu vardır.

Ancak Gutenberg’in biz dahil tüm dünyada, birazdan anlatacağım nedenler yüzünden ikinci plana atılan bir hizmeti daha vardır ki, bazen kendi kendime en az matbaa makinesini icadı kadar önemli olduğunu düşünürüm.

Gutenberg İncili’nden bahsediyorum.

Yok yok, Hristiyan değilim. Aslında başka herhangi bir şey de değilim. Bu İncil’i önemsemememin nedeni başka.

Gutenberg, İncil’i basarak, bu kitaba erişimi olanaklı hale getirmiş. Öyle çok fazla da basmamış, sadece 180 adet.

Ama bu bile yetmiş. İnsanlar o güne kadar papazların tekelinde bulunan bu kitabı okumaya, anlamaya başlamış.

Bu yazdıklarımdan Gutenberg’ün öyle bir yenilikçi, aydınlıkçı yada devrimci olduğu sonucunu çıkartmayın. İncil’den önce hayatını Endüljans, yani Cennet Tapuları basarak kazanıyormuş Johnny Amca.

Herneyse.

Gutenberg, matbaa makinesini Strasbourg’da yaşarken icat etmiş.

Bu nedenle de Strasbourg’da güzelim bir meydan ona atfedilmiş.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar
Strasbourg konusunu sonlandırmadan önce Avrupa Parlementosu’nun, yani EU’nun meclisinin bu kentte olduğunu vurgulayalım.

Gelelim Strasbourg için gezi önerilerime.

En kolayı ile başlayalım.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar.

İkincisi, kesinlikle Strasbourg gezinizi Alsace’ın diğer görülesi yerleriyle birleştirin.

Ancak, İngilizce’de dedikleri gibi the last, but not the least, Strasbourg’a geldiğinizde, kameranızı bir saat gezdikten sonra cebinize koyun.

Bu kent görmekten çok, havasını koklayıp, tadını almanız, yani yemekleri, şarapları, müzikleri ile yaşamanız gereken bir yer.

Alsace serimize devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Ekim 2023 Perşembe

Alsace

Alsace, Fransa’nın kuzey doğusunda, ilginç bir bölgedir sevgili arkadaşlar. Fransa’nın Almanya ile sınırının önemli bir bölümünü oluşturur. Güneyinde ise İsviçre vardır. Bölge olarak Alsace’ın bir bölümü de Almanya içerisinde kalır.

Alsace, tarih boyunca Almanlar’la Fransızların arasında o kadar çok el değiştirmiş ki, bugün, Alman mıdır, Fransız mıdır anlamak zor. Ben Alsace bölgesinde biraz daha fazla Alman havası sezerim. Yer isimleri, yemek isimleri çoğunlukla Almanca’yı andırır.

Alsace, Avrupa’nın en cazibeli yerlerinden biridir. Strasbourg gibi bilinen büyük kentlerinin yanında Colmar, Riquewihr gibi, bir ressamın tuvalinden çıkmışcasına güzel köyleri bulunur.

Alsace’ın yemekleri çok ünlüdür sevgili arkadaşlar. Alman etkisi sağolsun, bol bol domuz eti kullanırlar. Ancak domuz eti ile yapılmayan çok güzel başka yemekler de bulunur.

Bir kafede Tarte Flambée yemiştik
Örneğin Tarte Flambée, yada Almancasıyla Flammekueche. Çok ince açılmış hamurun üzerinde soğan, mantar ve tabii ki peynir gibi topping’lerle, isminin çağrıştırdığının aksine ateşin üzerinde değil, fırında pişirilir.

Geçen sene Strasbourg’da bir gece geçirmiştik ve tesadüfen girdiğimiz aynı zamanda bir bira üreticisi bir kafede Tarte Flambée yemiştik. Mükemmel bir lezzet. Fırsatını bulursanız, mutlaka deneyin.

Bölgenin en bilinen yemeği ise Choucroute’tur - siz ‘Şukrut’ diye okuyun. Bir tür lahana turşusu ile domuz yağı, domuz sosisi, hatta balık gibi aklınıza gelebilecek en yağlı malzemeleri karıştırıp, bir kalori bombası şeklinde servis ederler. İçindekilerinin hiçbirini yemediğim için hayatımda Choucroute denemedim, ancak deneyenler bayılıyor.

Alsace’ın Foie Gras’sı da çok ünlüdür. Foie Gras, yani kaz ciğeri, normalde bir Fransız spesiyalitesidir. Kökleri dünyanın farklı yerlerinde, çok eskiye dayansa da Fransızlar bu yemeği sahiplenmeyi başarmışlar.

Kazlar yada ördekler zorla, normalde yiyeceklerinden çok daha fazla yemle beslenerek, ciğerleri büyütülür. Bunlar kesildikten sonra ciğerleri kızartılıp, farklı şekillerde servis edilir.

Kazlar ve ördekler günlerce boğazlarından aşağı sokulan bir huni ile zorla yemlenirler. Hayvanlar bu işlem boyunca çok acı çekerler. Bu yüzden kimileri Foie Gras yemezler.

Bir kadeh Alsace Pinot Noir
Alsace’ın şarapları ise en az yemekleri kadar ünlüdür. Şaraplar, Fransa’nın geri kalanının aksine, Fransa’ya yabancı Alman üzümleriyle yapılır.

Benim Alsace şarapları hakkında fikrimi sorarsanız, bu şaraplar için öyle çok deli olmam, hatta çoğunu bilmem bile. Çünkü Alsace temelde bir beyaz şarap bölgesidir sevgili arkadaşlar. Kırmızı şaraplar ise hemen hep Pilot Noir’dan yapılır ve elbette bunları büyük bir zevkle içerim, ama hepsi o.

Eğer beyaz şarap seviyorsanız, Alsace’a bayılacaksınızdır. Sadece normal beyaz değil, Muskat, tatlı beyaz, rose gibi çeşitleri de bulabilirsiniz.

Alsace’ın kendine has bir mimarisi var sevgili arkadaşlar. Duvarları “Timber Framing” dedikleri, içlerinden kütüklerin geçtiği bir yöntemle inşa ediyorlar. Almanya’nın başka yerlerinde de bu tür binalar gördüm, ancak Alsace’da bunlardan çok var.

Timber Frame Duvarlar
Strasbourg’da yıllar önce aldığım bir şehir turunda anlatmışlardı. Eski günlerde Ren nehri taştığında, bu kütüklü duvarlar sayesinde evi söküp, çok kısa bir zaman içerisinde başka bir yere taşıyabiliyorlarmış.

Ben Alsace’a ilk kez çocukluğumda okuduğum bir Isaac Asimov kitabında rastlamıştım. Asimov, bu kitapta Prosper-René Blondlot isimli bir Fransız fizikçisinden bahsediyordu - isme saygı, lütfen “blon-lo” şeklinde okuyun.

Blondlot, Alsace’da, ya da o zamanki ismiyle Alsace–Lorraine bölgesindeki Nancy kentinde doğmuştu.

1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başı, her gün yeni bir keşif yapılıyordu. Alman bir fizikçi olan Wilhelm Conrad Röntgen, X ışınlarını bulmuştu.

Alsace–Lorraine, yukarda da bahsettiğim üzere Almanlar ve Fransızlar arasında senindir-benimdir çekişmesinin odağıydı. Blondlot, Alman Röntgen’in yeni bir radyasyonu keşfetmesinin de hırsıyla çalışmalara başladı ve o güne kadar gözlemlenmemiş, yeni bir radyasyon türü keşfettiğini duyurdu. Bu radyasyon türüne de, biraz da X Işınlarına inat, doğduğu Nancy kentine atıfla “N Işınları” ismini verdi.

Zamanın diğer fizikçileri, Blondlot’nun bu buluşunu teyit etseler de, sonrasında böyle bir radyasyonun olmadığı anlaşıldı.

Sonrasında Blondlot’ya ne olduğu bilinmiyor. Sessizce ortadan kaybolmuş.

Alsace, bize arabayla iki-üç saat uzaklıkta sevgili arkadaşlar. O yüzden fırsat buldukça bir-iki günlük bir kaçamak yaparız. Ancak Alsace’a gitmemizin en popüler nedeni, buradaki Mulhouse kentindeki havaalanıdır.

Burası bana hep biraz hüzün verir
Mulhouse Havaalanı, Almanya, Fransa ve İsviçrenin tam kesişim noktasında, her üç ülkeye hizmet veren stratejik bir yolcu hub’ı.

Bizim Avrupa ve şu sıralar pek gelmeye fırsatımız olmasa da Türkiye uçuşlarımızın büyük bir bölümü bu havaalanından kalkar. Mulhouse Havaalanı, İsviçre’nin Basel kentine belediye otobüsüyle on beş dakika uzaklıktadır.

Çok sık olarak ayrı ayrı seyahat etmesek de, bu hava alanında yine de hatrı sayılır kez Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi yolcu etmiş yada karşılamak için beklemişliğim vardır. O yüzden burası bana hep biraz hüzün verir.

İsviçre malumunuz, EU üyesi bir ülke değildir. Schengen sisteminin bir parçası olduğundan ayrı bir vize gerektirmese de, gümrük bakımından farklı bir ülke sayılır. Mulhouse havaalanı EU ile İsviçre tarafından paylaşıldığından, içinden belki de şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sınırlardan biri geçer.

Yolcuların oturacağı yuvarlak bir bankın ucundan yere çizili bir çizgi, İsviçre ile EU’yu ayırır.

Bu sınırı hafife almayın sevgili arkadaşlar. Geçtiğinizde EU yada İsviçre gümrük yasalarının tümüne uymanız gerekir. Örneğin Fransız tarafından 65 İsviçre Frank’ının üzerinde bir şey satın alıp, bir adım atar ve bu tarafa geçerseniz, gümrük vergisi ödemeniz gerekir - 65 Frank posta için bildiğim bir limit, emtiayı şahsen yanınızda getirdiğinizde belki farklı bir limit vardır, tam emin değilim.

Havaalanının gerisinde bu sınır ayrımı çok daha keskindir. Örneğin Fransız tarafındaki park yerinden, İsviçre tarafındaki park yerine geçemezsiniz. Kaybolup, denediğim için oradan biliyorum. Havaalanı binasına gelip, bu çizginin üzerinden atlamanız gerekir.

Bu sınır çizgisi bazı ilginç fırsatlar da yaratır. Uçağınızı beklerken volta atarak bu çizgiyi bir o tarafa, bir bu tarafa mesela yirmi kez geçin, “Ben Fransa’ya da, İsviçre’ye de ‘birçok’ kez geldim” diyebilirsiniz😀

Noel pazarında sıcak şarap
Alsace bölgesi Noel zamanı çok güzel olur. Hemen her kentinde bir Noel pazarı açılır. Alış-verişten başka, buralarda Noel kurabiyeleri yiyip, sıcak şarap içebilirsiniz. Colmar ve Riquewihr’in pazarları çok ünlüdür.

Son bir kaç yıldır, 🐝Mezzy🐝’yi, yine Alsace’da bulunan Europa Park’a götürüyoruz. Europa Park, Almanya’da, Rust kentinde bir eğlence parkı - “rust” İngilizce’de “pas” demek, yani demir-oksit. Her duyduğumda bir tebessüm ederim. Yakınlığı bakımından, mesela bir Disneyland seyahati kadar lojistik gerektirmediğinden bir hafta sonu için bile gidebiliyoruz.

Alsace’a sık geldiğimizden, sizlere ayrı ayrı her seyahati anlatmaktansa, bunları birleştirip, Alsace’ı bölge bölge anlatan bir seri yapmak istedim.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

20 Temmuz 2023 Perşembe

Oksijen

Sevgili arkadaşlar, Temmuz 2023’ün ortası itibarıyla geçen yılın Ekim ayında kurduğumuz güneş panelleri toplam 7.16 MWh, yani megavatsaat elektrik üretmişler.

Bu elektriği konvansiyonel biçimde, kömür yada doğal gaz gibi bir şeyleri yakarak elde etseydik, atmosfere 2.8 ton CO2, yani karbon dioksit salacaktık.

2.8 ton CO2 ilk bakışta çok şey söylemiyor insana. Gelin bu ne demek, biraz daha derinlemesine bakalım.

Karbondioksitin karbonu yaktığımız yakıttan, oksijeni ise havadan gelir.

Karbonun atom ağırlığının 12, oksijenin de 16 olduğunu düşünürsek, bu 2.8 ton CO2’nin içinde atmosferden çalınan 2 ton oksijen bulunur.

Bu 2 ton oksijen ne demektir, şimdi de ona bakalım.

Bir insan günde 11 bin litre hava solur. Bu 11 bin litre havanın %21’i oksijendir. Nefesimizi verdiğimizde ise oksijen miktarı %15’e düşer. Yani yaşamak için soluduğumuz havanın içindeki oksijeni %6 kadar kullanırız. Bu da demektir ki her gün soluduğumuz 11 bin litre havanın %6’sı kadarını yani 660 litre oksijeni yaşamak için tüketiriz.

1 litre oksijen normal koşullarda 1.43g ağırlığındadır. Güneş panelleri ile kurtardığımız 2 ton oksijen de 1.4 milyon litre yapar. Bu da bir insanın 2121 günlük yada 5.8 yıllık oksijen tüketimine denk gelir.

Başka bir ölçüyle 84 ağaç dikmiş gibi olduk. Ama bunun hesabına girmeyelim isterseniz.

Dokuz aylık elektrik üretimi için hiç de fena sayılmaz.

Güneş panellerinin çevresel getirilerine, sadece atmosfere sağladığı oksijen katkısı olarak bakmak yeterli olmaz.

Düşük CO2 salınımı, CO2’nin başımıza sardığı en büyük belası olan sera etkisini de azaltır.

Dünya ısısının çoğunu gündüz, güneşten gelen görülebilir ışığın enerjisinden alr. Geceleri ise bu ısı infra-red yanı kızıl ötesi frekanslarda uzaya geri verilir, dünyamız da soğur.

CO2, kızıl ötesi ışımayı geçirmez, yansıtır. Yani dünyanın soğuması için uzaya gitmesi gerekli kızıl ötesi ışınlar, atmosferdeki CO2’den yansıyıp, yine dünya yüzeyine dönerler ve dünyanın ısısını artırırlar.

İşte şu anda başımıza gelen felaketin özeti. Küresel ısınma, iklim değişikliği falan dedikleri hep bu.

Eğer atmosferdeki CO2’yi artırmaya devam edersek hepimiz haşlanacağız.

Herkesin aklı ve öncelikleri haklı olarak başka yerlerde, farkındayım. Ama bunu da aklımızın bir köşesinde tutalım.

Akşamınız güzel olsun.


24 Haziran 2023 Cumartesi

Yapay Zeka

Sevgili arkadaşlar, ChatGPT’yi duymuşsunuzdur. Yeni yeni popülaritesi artan bir AI, yani Yapay Zeka uygulaması. Bir insanla konuşur gibi ChatGPT ile konuşabiliyorsunuz. Geleneksel yemek tarifi, tarihi, coğrafik soruları falan cevaplıyor, ancak özelliği sizin istediğiniz bir konuda mesela makale yazabiliyor. Denemedim ama şiir, yada aşk mektubu, yazabiliyor, tarifiniz üzere müzik bile besteleyebiliyor.

Hatta sizin için bilgisayar programı bile yazabiliyor.

Bu sabah üzerinde çalıştığım bir proje için, görselleri küçültmeye yarayan bir fonksiyon yazdım. Atla deve değil. On dakikamı aldı, o da grafik fonksiyonların, sabitlerin falan adlarını hatırlamak/bulmak için.

Aynı fonksiyonu iş olsun diye ChatGPT’ye yazdırdım.

Sonuç bence inanılmaz. Her iki fonksiyonu da aşağıya iliştiriyorum. 

Beyazı benim, karası ChatGPT'nin.

Meraklısı için detaylarına biraz gireyim.

ChatGPT bana göre çok daha detaylı commentler kullanmış. Biz insanlar bu comment denilen açıklamaları pek sevmeyiz. Sonradan hatırlamak yada programı yazan dışında okuyan başkaları için yardım olsun diye yazılırlar.

Değişken isimleri de açıklayıcı. Benimkilerden farklı ancak aradaki fark sadece stil.

Benim fonksiyonum biraz daha paranoid. Görselin dosyası var mı, içi dolu mu falan onlara da bakıyor. ChatGPT dosyayı doğru biçimde yazılan adreste bulabileceğini varsaymış. Ama günahını almayayım. Sorduğum soruda böyle bir istekte bulunmamıştım. Ayni anlamda yeni boyutlar doğru mu (yani sıfır mi, eksi mi, vs.), ben de kontrol etmiyorum. Bu fonksiyonun çalışacağı kontekste o veriler sabit olarak bulunduğundan, kontrole gerek kalmıyor.

Dosya tipi olarak ChatGPT, benim kullandığım JPG ve PNG üzerine bir de GIF tipini eklemiş. GIF kullanan kimse kalmamış olsa da zararı yok.

Dosya tipini bulmak için de fazladan bir call daha yapıyor. getimagetype() 'ın ücüncü array element'i dosya tipidir. ChatGPT bunu bilememiş.

Ancak boyutları değişmiş dosyayı ben söylemediğim halde JPEG olarak save etmiş. Açarken GIF, PNG ve JPEG kullanırken, save ederken niye sadece JPEG kullanmış, ayıp olmuş. Yine de durumu anlatan bir comment koymuş.

Masayı toplarken de imagedestroy() fonksiyonunu çağırmış. Bir süredir PHP bu fonksiyonu kullanmıyor. CgatGPT muhtemelen eski bir PHP versiyonunu kullanıyor olabileceğimi düşünmüş. Bu fonksiyon şimdilerde hiç bir şey yapmadan geri dönüyor. Yani bir işe yaramasa da zararı da yok.

Ez cümle, hayat AI ile ÇOK farklı bir boyuta evriliyor. Tavsiyem, izlemeye devam edin.

Sağlıcakla kalın❤️





12 Kasım 2022 Cumartesi

Liverpool - She Loves You

Manchester havaalanında pasaport kontrolü esnasında polis "Sadece Manchester'da mı kalacaksınız, yoksa gezme var mı?" diye sordu. "Geziyoruz" dedik. "Önce Liverpool, oradan da Edinburgh". Polis güldü "Kesin futbol fanlarısınız" dedi. Anama küfür edilmiş gibi oldum. "Absolutely not" dedim. Yani tam adamını buldun, oturup, Man-U, City, Liverpool falan geyiği yapacak.

Bilmiyor tabii bundan kırk yıl önce futbol ile olan tüm bağlarımı bir Beşiktaş-Ankaragücü maçımda kopardığımı.

Beşiktaşlı bir arkadaşın peşine takılıp, gitmiştim maça. Tribünde yer açmak için önce Beşiktaşlı maymunlar bizi Ankaragücü tarafına doğru itmeye başladılar. Arada polis var tabii, biz polislere doğru gittikçe polisler bizi copluyorlardı. İki saat boyunca düzenli olarak cop, tekme, vesaire yedik.

Maç esnasında bu kez Ankaragüçlü maymunlar ellerine ne geçtiyse bize atmaya başladılar. Plastik su şişelerini dolu halde fırlatıyorlardı. Bunlardan korunmak kolay sayılırdı. Ceketinizi kafanızın üstünde yelken gibi açınca, doğrudan size isabet etseler bile, sekip, gidiyorlardı. Ancak ayran kutuları birer el bombası gibiydiler. Düştüklerinde patlıyorlardı ve tribünde bembeyaz boyalı bölgeler oluşuyordu. Üstüm başım ayran ve sudan sırılsıklam olmuştu. İtoğluitler bir de bozuk para atıyorlardı. Bu paralar bizi iten Beşiktaşlı maymunlara kadar yetişmiyordu ancak biz sınır bölgesinde kaldığımız için tam anlamıyla ateş altındaydık. Balistik ve yerçekimi yüzünden bu paralar özellikle insanın kafasına geldiğinde acayip can yakıyorlardı.

Maç bitti, biz de kendimizi stadın dışına attık. Bu kez dışarda bir arbede başladı. Ben gruptan ayrı kaldım. Cüzdanım ceketimin cebinde, ceketim de beraber gittiğim arkadaşta kalmıştı, o arkadaşın Beşiktaş bayrağı da bende. Bu kez bayrağı gören Ankaragüçlüler etrafımı sardılar ve beni evire çevire dövdüler.

Yerlerde yuvarladığım için olan biteni göremiyordum ama herhalde polis geliyor diye beni bırakıp kaçtılar.

Ayağa kalktım ve ilk iş Beşiktaş bayrağını fırlatıp, attım. Saatlerce ateş altında, aç, susuz maçı bekledikten sonra akşam sopamı yemenin huzuruyla eve doğru yola koyuldum. Cüzdanım olmadığından yapacak bir şey yok, tabana kuvvet, Ankara'yı bilenleriniz daha iyi takdir edecektir, Ulus'tan Gaziosmanpaşa'ya kadar yürüdüm.

Futbol kariyerim böylece daha başlamadan sonlanmıştı.

Sınır polisini hayal kırıklığına uğrattığımın farkındaydım ancak çok umrumda da değildi.

Liverpool'un bir ruhu var!
Liverpool'a Liverpool F.C. için değil, müziğin kitabını baştan aşağı yeniden yazmış bir grup için gidiyordum.

Bu grup The Beatles sevgili arkadaşlar!

Meraklı olanlarınız biliyordur, The Beatles Liverpool’dan gelmedir.

Grubun iki asından biri gitarist John Lennon'un babası gemiciydi. John'ın doğduğu gün dahil, çoğunlukla evde değil, denizdeydi. Ancak evini ihmal etmiyor, düzenli olarak para gönderiyordu. Ancak baba Lennon bir gün ortalıktan kayboldu ve altı ay sonra ortaya çıkıp, evine döndü. Heyhat, anne Lennon başka bir adamın çocuğuna hamileydi. John'a teyzesi sahip çıktı. Sonra baba Lennon, John'ı Yeni Zelanda'ya götürmek isteyince iş mahkemeye gitti, John önce babayı seçse de, son anda annesiyle kalmaya karar verdi. Ama en sonunda ihale yine teyzeye kaldı, ve John Teyzesi ile büyüdü.

Liverpool'un bir ruhu var!
Grubun aslarından ikincisi, basçı Paul McCartney'nin annesi bir hemşire, babası ise savaştan önce ticaret, sonrasında ise itfaiyecilikle iştigal etmekteydi. Savaş bittikten sonra anne ebe, baba ise yeniden tüccar olmuştu.

Hem John, hem de Paul'un kökenleri İrlanda'dır. Her ikisi de The Beatles'in şarkılarının ezici çoğunluğunu yazmış, ve söylemişlerdir.

Grubun ikinci gitaristi George Harrison'ın babası eskiden bir gemide çalışmış olsa da, otobüslerde biletçilik yapmaktadı. Anne Harrison ise bir mağazada tezgahtardı. Anne Harrison'ın kökenleri de İrlanda'daydı.

Grubun son üyesi Ringo Starr, yada gerçek ismiyle Richard Starkey'in ailesi, grubun gerisi kadar işçi ve emekçi bir geçmişten ziyade, biraz daha bohem bir hayat biçimine sahipti. Ringo tek çocuktu ve bu müzik dinleyip, dans etmeyi seven çift ile biraz daha el bebek, gül bebek büyümüştü.

John Lennon, 1957 yılında, on yedi yaşındayken Quarrymen, yani taş ocağı işçileri isimli bir grupta çalıyordu. Grup, Liverpool'ın dışında, hem de bayağı dışımda - gittiğim değil, gidemediğim için ne kadar uzakta olduğunu biliyorum, Woolton isimli bir semtin festivalinde çalmıştı. Ortak bir arkadaşları, Woolton'da bulunan St Peter's Church isimli kilisenin karşısındaki bir salonda Lennon ile McCartney'yi tanıştırdı.

St Peter's Church kilisesindeki mezarlıktaki mezar taşlarından biri Eleanor Rigby ismini, mezarda yatanın bir akrabası olarak gösterir. Yine aynı mezarlıkta başka bir mezar taşının üzerinde McKenzie ismi yazılmıştır. Paul ve John, kilisenin yanında, devamlı çaldıkları okula gitmek için bu mezarlığı kestirme olarak kullanırlarmış.

Herhalde The Beatles'ın unutulmaz şarkısı Eleanor Rigby'nin nereden geldiğini anladınız. İşin komiği, McCartney ısrarla şarkıyı yazarken bu mezarlıktan ilham almadığını, mezar taşlarının olsa olsa bilinç altından şarkının sözlerini etkilediğini söylemektedir, ancak haliyle buna pek de inanan yoktur.

Paul, arkadaşı George Harrison'ı gruba davet etmiş, John ise George'un gitarını beğenmiş olsa da çok genç olduğu nedeniyle gruba uyum sağlayacağına emin olamamıştır. Yine Paul'un ayarladığı ikinci bir okazyonda, George, bir belediye otobüsünün ikinci katında gitarı ile bir şov yapmış, ve sonrasında John onu gitarist olarak gruba almaya razı olmuştur.

The Quarrymen'in geri kalan müzisyenleri gruptan ayrılıp, kendi yollarına gittiklerinde, o aralar üçü de gitarist, John, Paul, George ve kalan basçıları, bir davulcu bulabildiklerinde orada burada çalmaya devam ediyorlardı.

Liverpool'dayız
Bu arada grubun ismi de evrilmeye başlamıştı. The Quarrymen önce Beatals, sonra da Silver Beatles olmuş, en sonunda ise kısaca The Beatles olarak kalmıştı.

O zamanki menejerleri sayılabilecek, aslen çakma bir organizatör gruba davulcu olarak Pete Best isimli bir müzisyeni yamamış, sonra da gruba Hamburg'da, kerhanenin tam ortasında, üç beş strip klübün birleşmesiyle genişlemiş bir mekanda çalmaları için bir iş ayrlamıştı.

Klübün sahibi bunların rakip başka bir klüpte de çaldığını öğrenince önce Alman otoritelerine yaşını büyük göstererek çalışma izni alan George'u ihbar etmiş, sonra da klüpte bir prezervatifi ateşe veren Paul ve Pete'i kundakçı olarak tutuklatmıştı. Almanlar bunların üçünü de ülkeden attılar.

Buradan sonra ikinci bir Almanya deneyimi dahil, grup biraz her telden, her dilden olmuştu. Basçıları da gidince Paul gitarı bırakıp, basa geçti.

Grup Liverpool'a döndüğünde, The Cavern Club isimli bir klüpte düzenli olarak çalmaya başladı.

The Cavern Club'ın Kapısındayız
The Cavern Club, kariyerine bir caz mekanı olarak başlamıştı, ancak sonradan günün modası Rock'n'Roll müziğine evrildi.

The Beatles bu klüpte günün modası, Elvis'ten, Little Richard'dan falan şarkıları çalıp, söylüyorlardı. Sayısı az olmakla birlikte, kendi tarzı şarkılarını da araya sıkıştırıyorlardı.

The Beatles bombası işte bu performansların birinde patladı sevgili arkadaşlar. Brian Epstein isimli lokal bir müzik otoritesi The Beatles'ı The Cavern Club'da dinledi, deli oldu.

Sonrasında grup Best'i yollayıp, yerine Ringo Starr'ı aldı ve The Beatles kısa bir süre içinde bugün bildiğimiz The Beatles'a evrildi.

The Cavern Club da, The Beatles sevenlerinin bir mabedi haline dönüştü.

The Cavern Club
GPS bizi The Cavern Club'a getirdiğinde Jelena bozuk bir ifade ile "Kapalı" dedi. Gerçekten de üzerinde mekanın isminin yazılı olduğu kapının üzerinde koca bir asma kilit vardı. Sevgili karım benim burayı ne kadar çok görmek istediğimi bildiğinden en az benim kadar üzülmüştü.

Ancak bu senaryoda yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. İsviçre'de, geziyi planlarken gördüğüm resimdeki kapı ile üzerinde kilit bulunan bu kapı birbirine benzemiyordu.

Biraz ilerleyince doğru girişi bulduk. The Cavern Club açıktı!

Kapının önünde gençten bir adam, ama sarhoş mu, uçmuş mu, anlamak zor, yıkılıyor.

"Gjjjjjoooooin innnnn?" diye sordu. "Yes" dedik. "İiiiiiiitzzzzzzz ghghghgreeeeeyt" dedi. "İçeri çocukla girebilir miyiz?" diye sordum, "Bbbbiiiiiiitııııılz izszsz aaaa ghghghgreeeeeyt beeeeenddddd" diye cevap gerdi. Kapıdaki 'bouncer' güldü, çocukla girebilirsiniz gibisinden başını salladı.

Bar Hopping
Merdivenlerden yerin yedi kat dibine indik, sonra da içeri girdik. Elli altı yaşımda öyle çığlıklar atıp, ağlamadım tabii, ama içim şöyle bir inip, kalktı. Sonuçta etiyle kemiğiyle The Cavern Club'daydım amk.

Söylediklerine göre dekoru The Beatles zamanlarıyla aynı tutmuşlar. Bir çocuk da akustik gitarıyla The Beatles'ın o günlerde çaldıkları şarkıları çalıyor. Bence o günlerin havasını çok güzel vermişler. Öyle Amerikalılar'ın Las Vegas'ta yaptıkları gibi bir Elvis kopyesini soytarı gibi giydirip, Wooden Heart söylerken kızların yanaklarını okşatmıyorlar.

The Cavern Club'da uzun sayılabilecek kadar kaldık, sonra da aynı cadde üzerindeki başka bir pub'a geçtik. Bar hopping malumunuz. Ben Birleşik Krallık'taki pub'ların delisi oldum sevgili arkadaşlar. Hem dekorları, hem müzikleri, hem de yiyecek ve içecekleri mükemmel ötesi.

Liverpool'daki kısa gezimizi sonlandırıp, Manchester'a dönmek üzere trenimize bindik.

Liverpool bence ruhu olan bir şehir sevgili arkadaşlar. İnsan gezerken kenti içinde hissedebiliyor. İnsanlar da çok iyi, yardımsever ve güler yüzlüler.

Kesinlikle görün derim.

17 Ekim 2022 Pazartesi

Londra XI - Zaman Ve Terör

Einstein zaman görecelidir, yani herkesin kendine göre işleyen bir zamanı vardır dediğinde kastettiği, size birazdan anlatacağım şey değildi elbette sevgili arkadaşlar, ancak dünyanın gördüğü en zeki insanın bu sözünü hem anarak, hem de biraz esneterek aşağıdaki fenomene uygulayabiliriz.

İş seyahatindesiniz. Toplantılarınız bitmiş, otelinize dönmüşsünüz. Akşam vakti, güneş batmış, bir kadeh şarap içme zamanı gelmiş. Şarabınızı yudumlarken telefonunuzu çıkarıp, dünyanın diğer ucundaki karınızı arıyor, iyi bir koca olarak "Hayatım seni çok özledim!" diyorsunuz. O da size "Ben de seni" diyor, "Nasıl gidiyor, ne yapıyorsun?" diye soruyor. Siz de "Toplantılarımız bitti, otelde bir kadeh şarap içiyorum" diyorsunuz. Karınız parlıyor "Alkolik mi oldun be adam, sabahın köründe şarap mı içilir?" diye bağırıyor size. Siz de saatinize bakıp, "Ama karıcım, saat akşamın sekizi, ne sabahı?" diyorsunuz. Karınız ise "Manyak mısın, saat sabahın dokuzu" diyor. Siz de, karınız da, "Lan ben mi yanlış gördüm, saat gerçekten kaç?" deyip saatlerinize bakıyorsunuz. Gerçektende sizin saatiniz saati akşam sekizi, karınızın saati de sabah dokuzu gösteriyor.

Peki, saat gerçekte kaç?

Bu soruyu cevaplamadan önce, niye sizin ve karınızın saatlerinin farklı olduğuna bakalım.

Her hangi bir anda dünyanın güneşe bakan yarısı aydınlık, diğer tarafı karanlıktır. Sorun ise dünyanın dönmesidir. Dünya dönerken üzerindeki her nokta günün başka bir bölümünü yaşar. Zamanlarını gündelik aktivitelerine göre düzenleyen insanlar da örneğin kahvaltı sabah saat dokuzda edilir diyebilmek için saatlerini kahvaltı vaktinde dokuzu gösterecek şekilde ayarlarlar. Yukardaki örnekte şarap akşam sekizde içileceği için saatinizi akşam vakti sekizi gösterecek şekilde ayarlarsınız. Karınızın saati ise size sabah sabah şarap içilir mi diye şarlayabilmesi için sabah dokuzu gösterecek şekilde ayarlanmıştır.

Başka bir deyişle insanlar sabah kahvaltı vaktini herkes için dokuz olarak gösterebilmek için dünyanın başka boylamlarında yaşayanların saatlerine göre kendi saatlerini ileri, yada geri alarak bir düzeltme yaparlar.

Peki saatleri bu ileri ve geri alma işi dünyanın hangi noktasındaki saat dikkate alınarak yapılır? Yani hangi referans saate göre ileri yada geri alınır?

Cevap, Londra’nın hemen dibinde, Greenwich isimli bir kentte bulunan bir rasathanenin üzerinden geçen meridyen üzerindeki saat kaçı gösteriyorsa ona göre.

Yani bu noktadan, dünya üzerinde doğu yada batıya doğru ilerledikçe, insanlar aşağı yukarı kahvaltı vaktinde saatlerin dokuzu göstermesi için saatlerini bir saatlik aralıklarla artırır, yada azaltırlar. Bu meridyenin özelliği ise slfır numaralı, yani saymaya başladığımızdaki ilk meridyen olmasıdır.

Başka bir yönden bakarsak saat sadece Greenwich (ve bu noktadan geçen meridyenin üzerinde) saat gerçekten kolunuzdaki saatin gösterdiği değerdir. Diğer her noktada düzeltilmesi gerekir.

Çok karıştırmadım umarım kafanızı.

Greenwich saati, GMT yani Greenwich Mean Time diye adlandırılır. Dünyadaki diğer zamanlar GMT+ yada GMT- şeklinde tanımlanır. Örneğin, eğer Ortaçağ kafasının bizi dünyadan kopardığı bu ilkel yaz/kış saati uygulamasının eksikliğini dikkate almazsak, Türkiye zamanı GMT+2, Orta Avrupa ise GMT+1'dir.

Orta Avrupa için GMT+1 yerine CET, yani Central European Time kısaltılması da kullanılır.

GMT için kullanılan popüler bir alternatif tanım ise UTC, yani Coordinated Universal Time'dır.

GMT'ye bazen "Time [Meridian] Zero" 'nun "Z" 'sinin fonetik karşılığı olan "Zulu" da denir. Filmlerde duyarsınız, "We will attack at oh-eight-hundered Zulu" dediklerinde, saat Greenwich'de 08:00 olduğunda saldıracağız demektir.

Bu referans noktasının Greenwich'te olması, Greenwich'in sahip olduğu bir özellikten kaynaklanmıyor sevgili arkadaşlar. Dünyanın her hangi başka bir noktasındaki zaman da referans, yani başlangıç zamanı sayılabilirdi. Görünüşe göre İngilizler bu ayrıcalığı kapmışlar.

Herkes Greenwich'te saatin kaç olduğuna göre saatlerini ayarlıyor da, Greenwich'te saatin kaç olduğunu kim hesaplıyor derseniz, onu da arzedeyim.

GMT, bir süre, Greenwich'te gökyüzüne bakıp, güneşin tam tepede olduğu an saat 12'dir şeklinde belirlenmiş. Güneşin tam tepede olduğu an doğru açıyla dikilmiş bir çubuğun hiç gölgesinin olmadığı andır.

Ancak astronomik fenomenlere göre zaman saptama yöntemi artık kullanılmamaktadır sevgili arkadaşlar. Örneğin bir gün de her zaman 24 saat değildir. Başta gel-git'ler, dünyanın ve yörüngesinin şeklindeki kusurlar yüzünden dünyanın çevresindeki dönüş hızı farklılık göstermektedir. Bu yüzden her öğlen saat 12'de, Greenwich'te güneş, gökyüzündeki en yüksek noktasında olmayabilir, yada güneş tam tepedeyken saat 12 olmayabilir. Yumurta-Tavuk meselesi…

Günümüzde zaman, atom çekirdeklerinin osilasyonlarına yani titreme sayılarına göre hesaplanır. Boulder, Colorado'da, NIST isimli bir labaratuvardaki bir atomik saat, doğru zamanı, sezyum atomunun titreşim sayısına göre hesaplar ve bu saatin yayımladığı zaman değeri dünyada çoğunlukla gerçek zaman, yani UTC, yani Greenwich'te saatin kaç olduğu şeklinde kabul edilir. İnternet üzerinden bu saati okuyarak saatlerinizi ayarlayabilirsiniz.

Eh, biz de Greenwich'e kadar gelmişken, bu tarihi rasathaneyi görmesek olmazdı tabii ki.

Bahçeden Londra'nın Gökdelenleri

Greenwich'teki, doğru ismiyle Royal Observatory, Greenwich, yani Greenwich Kraliyet Rasathanesi hayli büyük ve gerçekten çok güzel bir parkın içindeki bir tepenin üzerine kurulmuş. Bahçesinden Londra'nın gökdelenlerinin çok güzel bir görüntüsü var.

İçeride ise devasa bir teleskop ile astronomi ve zaman ölçümü ile ilgili gereçler sergilenmiş. Ancak kuşkusuz, buraya gelenlerin görmek istediği tek bir nokta var, daha doğrusu tek bir 'çizgi'…

Sıfır Meridyeni!

Bahçe üzerine net bir şekilde işaretlenmiş ve her gelen de bunun üzerinde bir selfie çekiyor doğal olarak. Hatta müze, meridyen çizgisi üzerinde çekilen selfilerin katıldığı bir yarışma başlatmış.

🐝Mezzy🐝 Meridyen Sıfirda
Biz de bu ilginç noktada bol bol resmimizi çektik. Hem 🐝Mezzy🐝, hem Jelena rasathaneyi ve meridyen çizgisini ilgi ile gezdiler. Buraya gelme fikri benimdi ve ikisinin de sevip, sevmeyeceğini kestiremiyordum açıkçası.

Londra'daki öğle yemeklerimizi hep Taco Bell'de yemiştik, bu kez de Holborn'da bir Taco Bell'e gidip, taco'larımızı afiyetle yedik, ve yeniden yola koyulduk.

Whitechapel, Londra'nın doğusunda bir semt sevgili arkadaşlar. 1880'li yılların sonunda burası Londra'da iş bulmaya gelen yerli ve yabancılarla dolu bir gecekondu bölgesiymiş. Bu bölgede de zamanın ruhu, bol bol orospular bulunurmuş. 1888 ile 1891 yılları arasında birisi yada birileri bu kadınlardan on birini cart curt kesip öldürmüş.

Bu cinayetler hiç bir zaman aydınlatılamamış. Halk, olasılıkla gazetecilerin tirajlarını artırmak için yazdığı sahte bir ifşaat mektubundan esinle bu katili Jack The Ripper ismiyle tanımış. Bizde Karın Deşen Jack diye geçse de tam anlamı parçalayan, kırpan Jack'dir.

The Ten Bells Pub
Bu on bir cinayetten özellikle 1888 yılında işlenen beşi birbirine çok fazla benzerlik gösteriyormuş. Her beşinde de kurbanın önce boğazı kesilmiş, öldükten sonra da abdomen ve jenital bölgeleri açılarak iç organları çıkarılmış. Bu on bir cinayetin kaçını Jack'in işlediği bilinmese de, en azından bu beşi ona mal edilir.

Cesetlerden iç organların maharetle çıkarılmış olması, Jack The Ripper'ın, bir cerrah kadar olmasa bile en azından bir miktar anatomik bilgisi olduğunu göstermiş.

Yukarda sözü geçen beş cinayet kurbanından Annie Chapman ve Mary Jane Kelly, her biri farklı tarihlerde, evlerine dönmek üzere The Ten Bells isimli pub'dan çıkmışlar ve sonrasında Jack The Ripper'ın saldırısına uğramışlardı. Büyük olasılıkla Jack'de aynı pub'ın bir müdavimiydi ve kadınları burada gözüne kestirip, eve gitmek üzere çıktıklarında takip etmiş ve öldürmüştü.

Hit The Road 'Jack'...
Biz de bir şeyler içmek üzere bu pub'a girdik. Ne Whitechapel, ne de The Ten Bells 1880'lerdeki gibi elbette. Whitechapel fazlasıyla modern, çekici bir semt haline gelmiş. The Ten Bells ise popüler, posh bir mekan. Pub'ın içinde o günlerden kalma resimler var, havasını çok değiştirmemişler. Çok güzel bir yer. Jack için olmasa bile, sadece çekici, cazibeli bir yerde oturmak için gidin derim.

Bir sonraki durağımız ise ünlü Hyde Park'tı.

Gölleriyle, havuzlarıyla, bahçeleriyle çok güzel ancak çok büyük bir park. Yine ünlü Kensington Palace Hyde Park'ta bulunuyor. Diana, bu sarayı çok severmiş. Londra'yı gezerken, güneşli bir günde bir iki saat geçirip, biraz da dinlenmek için gidilesi bir yer.

Hyde Park ve Kensington Palace
Londra'da son günümüzün, son saatleri yaklaşırken yeniden Piccadilly Circus'a geçtik. Buradan aşağı, Regent Street'te 🐝Mezzy🐝 için ona doğum günü hediyesini aldık. Geleneksel bir seramik mağazasından, Londra'dan bir anı olması için de sevgili kızıma iki kişilik, İngiltere'ye özgü seramik çay takımı aldım. "İlerde hayat arkadaşınla oturur, birer bardak çay içerken, Londra'yı ve beni hatırlarsın" dedim. Gerçi eve döner sönmez "Mommy, I want tea with my new cups" diye tutturdu, ama 🐝Mezzy🐝 işte…

Ertesi sabah uçağımız çok erken saate kalkacaktı. Bu yüzden Greenwich'teki otelimizden ayrılıp, Heathrow yakınlarındaki bir otele check-in yaptık. Londra'daki son aktivitemiz sevgili karımla bu otelde içtiğimiz Earl Grey çayı oldu.

Ertesi gün ise bizi deniz ve güneş bekliyordu.

Londra'ya Yeniden Görüşmek Üzere Veda
Sevgili arkadaşlar, sizi bilmem tabii, ama benim için gezilerimizin çoğu geldim, gördüm, check şeklindedir. Gittiğimiz yerlerin çok azına geri döner, yada dönmek isteriz. Bu yerlerin kötü olduklarından değil elbet, sadece yeniden dönersek, ilk gittiğimizden farklı yapacak fazlaca bir şey olmadığından.

Ancak örneğin bir Paris, bir New York her zaman gidebileceğimiz, gittiğimizde de her zaman güzel vakit geçirebileceğimiz yerlerdir. Londra da bu yeniden gidilesi yerler listesindeki yerini tartışmasız bir biçimde aldı. Kimse benden Londra'ya gidelim mi şeklinde bir tavsiye beklemiyor elbette, ancak adetimizi bozmayalım ve fikrimizi söylemiş olalım.

Londra’yı görün sevgili arkadaşlar.

Sevgi ile kalın ❤️



5 Mayıs 2019 Pazar

Retrograde

Sevgili arkadaşlar, epeyidir aklımda ama size yazmadan önce konuyu tam olarak anlamak istediğimden bugüne kadar yazmadım, bekledim. Bu arada bol bol okudum, araştırdım ki, bu kadar önemli bir konuda yanlış bir şeyler yazmayayım diye.

Bu önemli komuyu rahat anlayabilmemiz için biraz bilimsel bir geri plan hazırlamamız gerekiyor. Lütfen biraz sabır....

Her şey Antik Yunan'da başladı sevgili arkadaşlar.

Zamanın inanışına göre dünya düzdü, ve yeteri kadar uzağa gidilirse kenarına ulaşıp, aşağı düşmek mümkündü. M.Ö. 6. yüzyılda başta Pisagor, Yunanlı filozof, matematikçi ve astronomlar dünyanın yuvarlak olduğunu neredeyse hatasız kanıtladılar ama bu teorem bölük, pörçük kaldı ve yayılmadı. Sonrasında Magellan dünyanın etrafında bir tur atıp onun yuvarlak olduğunu kanıtladı. En sonunda da uzaydan resimleri falan çekilince, yobaz takımı hariç herkes dünyanın yuvarlak olduğuna kani oldu.

Yine Antik Yunan'da dünyanın evrenin merkezinde olduğuna, etrafında da sırasıyla değişik uzaklıkta küreler olduğuna inanılırdı. Güneş, gezegenler ve yıldızlar bu kürelerin üzerinde gezerlerdi. Aradaki boşluklar da Ether isimli, semavi bir madde ile doluydu - hattızatında Apollo arabasıyla bu madde içerisinde gezer, her gün güneşi doğudan batıya çekerdi falan. Burada bir ismi anmamız gerekirse Yunanlı astronom Tolemi'den bahsedebiliriz.

Dünyanın merkezde olduğu bu evren modeli dönemin insanlarının egolarını okşasa da, çıplak gözle görülebilen güneş ve gezegenler gibi gök cisimlerinin hareketlerini açıklayamıyordu. Zamanın Yunan bilginleri bile dünya yerine güneşin merkezde olduğu Heliosentrik bir modeli daha akla yakın bulmaya başlamışlardı - malum Yunancada Helios güneş demektir.

Ancak Heliosentrik evren teorisinin parsasını Polonyalı gökbilimci Kopernik toplamıştır. Polonyalıları sevdiğimden çok ses çıkarmam, arada iyi bir bilim adamıydı falan derim ama işin aslı pek de bir bok bulmuş sayılmaz Kopernik efendi. Zaten teorisini hem dinsel sebeplerden (unutmayalım, Polonya, Hristiyanlığın Suudi Arabistanıdır), hem de insanlar anlamazlar, benle alay ederler diye sağlığında yayımlamamıştır bile. Ancak Galile'nin ondan feyz alması, ve biraz ileride değineceğimiz bir bilim adamının önemli bulgularına başlangıç olarak Kopernik modelini seçmesi, namını yürütmüştür.

Güneş sistemini anlamamıza ciddi bir katkısı dokunan önemli bir astronom Danimarkalı Tycho Brahe'dir. Bizde ismi pek bilinmez ama yaptığı gözlemlerle ayın dünya, gezegenlerin de güneş etrafında döndüklerini doğru biçimde hesaplamıştır.

Brahe ne yazık ki dünyayı merkeze koyup, güneşin de dünyanın çevresinde döndüğünü düşünerek çok ciddi bir yanlışa imza atmıştır. Ama o aralar herkesin de yanlış yaptığını unutmayalım. Kopernik güneşi merkeze koysa da, gezegenlerin dairesel yörüngeleri olduğu ve güneşin etrafında sabit bir hızla döndüklerini öne sürerek yine ciddi yanlışlara imza atmıştır.

Ben Tycho Brahe'yi çok takdir ederim. Güneş sistemi dışında, çıplak gözle bir süpernova patlamasını gözlemlemiş, astronomiye bunlardan çıkardığı sonuçlarla olmasa da, hassas ve tutarlı biçimde yaptığı gözlemleriyle çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Yakın zamanda Tycho Brahe'nin Danimarka kralı ile papaz olduktan sonra sürüldüğü ve Bohemia kralı tarafından kabul edilip, yerleştiği Prag'da, Mala Strana semtindeki evini bir kez daha göreceğim.

Renkli adammış Tycho Brahe. Bir gün kafayı çekip, bir arkadaşıyla hangimiz daha iyi matematikçi diye bir tartışmaya girmiş. İş iyice kızışmış ve sonunda ikisi bir gece vakti düelloya kalkmışlar. Bir kılıç darbesi Brahe'nin burnunun bir parcasını almış, götürmüş. Sonrasında hep takma bir burun ile gezmiş.

Bana sorarsanız Tycho Brahe'nin bilme en önemli katkısı, Prag'da iken yanına kabul ettiği ve ölçümlerini paylaştığı asistanı Johannes Kepler’dir. Eğer astronomide gerçek bir devrim yapmış birisini arıyorsanız, Kopernik'i, Galile'yi falan bırakıp Kepler'e bakın derim.

Kepler, Brahe'nin güneşin dünyanın çevresinde döndüğü modelinin yanlışlığının farkındaydı. O yüzden ustası ölüm döşeğinde, ondan dünyayı merkeze alan Tychonik sistemi kanıtlamasını istemiş olsa da, o çalışmalarına Kopernik'in Heliosentrik modelinden başladı ve bilim dünyasını sarsan, ünlü üç kuralını buldu.

Bunların ilkine göre gezegenlerin yörüngeleri bir elips şeklindeydi ve güneş de bu elipsin merkezlerinden birinde bulunuyordu.

Kepler'in konumuzu oldukça ilgilendiren ikinci kuralı ise güneşle etrafımda dönen gezegen arasına çizilecek hayali bir çizginin eşit zamanlarda eşit büyüklüklerde alanları tarayacağıydı. Bir anda bir dolu şeyi ortaya saçmış olduk. İşin çok yörüngesel mekaniklerine dalmayalım. Bu kural bize, gezegenlerin eliptik yörüngelerinin onları güneşe yaklaştırdığı zamanlarda daha hızlı yol almaya başladıklarını söylüyor.

Kepler'in üçüncü kuralı ise gezegenlerin yörüngesi esnasında güneşe en uzak olduğu nokta ile güneş etrafındaki dönüş süreleri arasındaki ilişkiye dairdir. İşin aslı, bu üçüncü kural, Kepler'in en önemli buluşu olarak kabul edilir ancak doğrudan konumuzla ilişkisi olmadığı ve elipslerin asli akislerinin yarıçaplarının küpleri ile yörüngelerinin tamamlanma sürelerinin kareleri arasında ilişki kurmak gibi insanın beynini acıtan sonuçları olduğu için çok detayına girmeyelim.

İlk bakışta bu buluşlar gözümüze biraz küçük görünebilir sevgili arkadaşlar ama unutmayalım, bunlar olurken kimsenin yerçekiminden, açısal momentumdan falan haberi yoktu.

Gözlemler ise sadece dünyadan yapılabiliyordu. Her şeyin hem kendi, hem de başka bir şeyin etrafında döndüğü bir ortamda ne olduğunu anlamak gerçekten zor. Ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yine astronomi ile astroloji arasında belirgin bir ayrım da bulunmuyordu. Hattızatında Kepler, hayatının bir dönemimde ailesini yıldız falı bakarak geçindirmişti.

En önemlisi, her şey din etrafımda dönüyordu. Dinle uyuşmayan her öngörü günah sayılıyor, öyle kilise, engizisyon falan olmasa bile, bilim insanının kafasında gerçek olamayacak, hatta düşünülemeyecek bir önerme haline dönüşebiliyordu.

Din, yaşam koşullarını da ciddi biçimde etkiliyordu. Mesela Kepler'in annesi cadılık suçlamasıyla hapsedilmiş, işkence görmüştü. Kepler onu temize çıkarmak için uzun bir süre mücadele etmiş. Protestan olan Kepler bir de kendisini Avrupa'nın Otuz Yıl Savaşları denilen, Katolik-Protestan mücadelesinin içimde bulunca can korkusundan işsiz kalma pahasına, oradan oraya göçmek zorunda kalmış.

Kepler'den sonra başta yine bilimsel birer dahi olan Newton ve Eimstein, bir çok bilim insanı yörüngesel mekanikleri tamamen anlaşılır ve öngörülebilir bir hale getirdiler.

Şimdi bu bilgiler ışığında güneş sistemimizde kim nasıl hareket ediyor bir bakalım. Ancak biraz dikkat. İçgüdüsel olarak bize ilk bakışta doğru gibi görünen bir çok şey aslımda yanlış olabiliyor.

Basit bir örnek.

Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Bu basit önermeye bakarak, içgüdüsel olarak dünyanın doğudan batıya doğru döndüğünü düşünebiliriz. İşin aslı dünya batıdan doğuya doğru döner. Gerçekte hareket eden güneş değil dünyadır, ancak gözlemi dünyadan yaptığımız için güneşin doğudan batıya hareket ettiğini düşünürüz.

Yine gece boyu gökyüzündeki yıldızları gözlersek bunların kutup yıldızının etrafında döndükleri sonucunu çıkarırız. İşin aslı yine dünya kendi etrafımda döndüğünden bu algıya kapılırız. Yıldızların gözlemleyebileceğimiz bir hareketi yoktur, yani göreceli olarak sabittirler. Aslı hareket eden dünya ve üzerinde bulunan bizlerizdir. Kutup yıldızının 'dönmemesinin' sebebi ise tam dünyanın kendi etrafında döndüğü eksenin üzerinde olmasıdır. Dönen bir diske baktığımızda tam ortadaki noktanın hareket etmediğini düşünmemiz gibi.

Yıldızları birden fazla gün boyunca her gece gözlersek, bunların devamlı olarak, hep birlikte aynı yöne doğru hareket ettiklerini gözlemleriz. İşin aslı sabit olanın yine yıldızlar, hareketli olanın da güneşin etrafında dönen dünya olmasıdır. Dünyadaki bir gözlemci kendisinin sabit, yıldızların ise hareketli olduğunu düşünür.

Bu gözlemleri elbette Antik Yunan bilim insanları da yapıyorlardı. Ancak sayısı diğerlerine göre çok az olan bir kaç yıldızın diğer yıldızlarla birlikte uzun vadede aynı yöne ilerlemediklerini gözlediler. Bu deyimi uygunsa başıbozuk hareketler yapan yıldızlara voltacı, avare, serseri, gezici anlamına gelen gezegen ismini verdiler.

Gezegenlerin bu farklı hareketlerinin nedeninin, Kopernik, Brahe ve Kepler'in önermeleri gereği yıldızlar gibi göreceli olarak sabit değil, dünya ile birlikte güneşin etrafında döndükleri olduğunu tahmin edebiliyoruz herhalde.

Ancak bu gezegenlerin yaptığı, ta Antik Yunan zamanından beridir gözlenen bir hareket vardır ki, çağlar boyu insanların dikkatlerini çekmiş, kafalarını karıştırmıştır.

Bu gezegenler bir süre yıldızlarla birlikte aynı yöne doğru giderler, giderek yavaşlarlar ve sonunda durup, tamamen ters yöne gitmeye başlarlar.

Çok komik bir harekettir bu. Kitabını okuduysanız ya da filmini izlediyseniz, Tom Clancy, The Hunt For The Red October isimli eserinde, Rus denizaltı kaptanlarının yaptığı, enteresan bir manevradan sözeder. Denizaltı bir yöne giderken aniden durup, izleyen var mı anlamak için tam ters istikamete döner. Amerikalı denizciler bu manevraya Crazy Ivan, yani Çılgın İvan ismini vermişlerdir. Gezegenlerin yaptığı bu geri dönüş hareketi de bana biraz Crazy Ivan'ı hatırlatır.

Bu da bizi yazımızın asli konusuna getirir.

Antik Yunan zamanında henüz Tovarishch Lenin proleteryanın egemenliğini tesis etmediği için bu geri dönüş hareketine Crazy Ivan değil, Retrograde demişler.

Hani şu hep duyduğumuz astrolojik "retro" hikayesi. Yani "Merkür retrosunda yay burcu dikkat etsin" falan lafları...

Bakalım bu "retro", yani gezegenlerin geri gitmesi hareketi nasıl oluyor.

Bir kere gezegenlerin durup, yörüngelerinde geri gitmeye başlamadıklarının altını çizelim.

Retro hareketi tamamen bir göz aldanmasıdır, aynen yıldızların gece boyunca Kutup Yıldızı'nın etrafında dönmeleri gibi.

Retro'yu anlamanın temeli Kepler'ın ikinci kuralında yatıyor. Yani gezegenler güneşe yakınlıklarına göre farklı hızlarda hareket ediyorlar. Böylece de belirli zamanlarda tabiri uygunsa birbirlerini 'geçiyorlar'.

Trafikte bir arabayı sollarken sadece solladığımız arabaya bakarsanız, uzakta, geri plandaki örneğin bir dağa göre, önce onla aynı yöne gittiğinizi, siz gaza bastıkça solladığınız arabanın yavaşladığını, tam geçerken diğer arabanın durduğunu ve solladıktan sonra da diğer arabanın geriye doğru hareket ettiğini hissedersiniz.

Bu retro işi de aynı hesap.

Kısacası kimsenin geri gittiği yok, sadece bir sollama (ya da sağlama) manevrası var.

Tüm gezegenler güneşin çevresinde hep aynı yöne hareket ederler. Güneş sistemini oluşturan gaz ve toz bulutunun döndüğü yöndür bu. Uzayda doğu, batı, sağ, sol gibi yönlerin olmadığını hatırlayarak, eğer dünyanın kuzey kutbu altımızda kalacak şekilde yükselirsek, saat yönünün tersime bir dönme hareketidir bu.

Yıldızlar ise güneşin doğudan batıya hareket ettiği göz yanılmasının benzeri, bu dönme yönünün aksi yönüne, hareket ediyormuş gibi görünür. Bir gezegen güneş etrafındaki yörüngesinde dünyanın ilerisindeyken yıldızlarla aynı yönde hareket ediyormuş gibi görünür. Dünya bu gezegenin ilerisine geçtiğinde ise bu gezegen yıldızlara göre geri gidiyormuş izlenimini verir.

Astronomik olarak retro hareketi işte budur...

Size bu yazıyı yazarken hiçbir şekilde inanmasam da, astrolojik olarak bu retro işi nedir, ne yapar anlatayım istedim. Bu saçmalığın içinde biraz da olsa bir mantık bulabileceğimi, yani retro anında şu burçtan olanlar gergin, bu burçtan olanlar mutlu olur falan gibi bir şeyler söyleyebileceğimi umuyordum. Ancak o kadar okumama rağmen yazabilecek tutarlı bir şey bulamadım.

Her gezegenin retrosu her burca farklı bir şeyler yapıyormuş. Hatta hangi Hintli astrologdan dinlediğinize göre aynı gezegenin retrosu, aynı burca farklı etkilerde bulunuyor.

Eski kaynaklara göre mesela Neptün retrosu kimseye bir şey yapmıyor. Bu da çok doğal, çünkü o günlerde teleskopsuz Neptünü görebilen bir cengaver yok. Kendini eski kaynaklara dayandıran bazı 'kontanporer' astrologlar ise Neptün retrosunun etkilerinden bahsedebiliyor. Bunlara da eski insanların çıplak gözle nasıl Neptün'ü gözlemleyip, astrolojik sonuçlara vardığını sormak gerekiyor tabi.

Aslında bu astroloji işi baştan saçma sevgili arkadaşlar - meraklılarına saygı duyduğumu belirterek söylüyorum.

Birbiriyle tamamen alakasız bir gurup yıldızın insanın doğduğu zamana göre onun karekterini ve geleceğini etkilemesi bilimsel bir kafanın kabul edebileceği bir şey değil.

Takımyıldızlar isimli bu yıldız gurupları da öyle insanın ilk aklına geldiği şekilde, aynı bölgede gruplanmış, birbirlerine yakın yıldızlar falan da değil ha! Aralarında bazen binlerce ışık yılı uzaklık olabiliyor - dünyaya en yakın yıldızın dört buçuk ışık yılı uzaklıkta olduğunu hatırlayalım.

Bu takımyıldızlar hayali birer çizgi ile birleştirilerek bazı hayvan yada eşyalara benzetilip isimlendirilmiş. Ancak bu da tamamen keyfi tabi. Ortaya çıkan şekillerin ne olduğunu söylemeden birisinin önüne koysanız, kimse bunları aslana, yengece, koça falan benzetmez. Aynı anlamda pipimin keyfine göre yıldızları seçerek gökyüzüne 'Bülent' bile yazabilirim.

Yani biraz ortada bu astroloji işleri. Elbette inanan inansın, saygımız sonsuz. Hele ki 'retro' nun ne mene bir şey olduğunu anladıktan sonra...

Yine de bahaneyle biraz bilim tarihine, biraz da astronomiye bakmış olduk. Umarım çok başınızı ağrıtmadım.

Gününüz güzel olsun.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...