24 Mart 2012 Cumartesi

Enerji Geyikleri II – Karbonun Faydaları ve Zararları

Bir önceki yazıda petrol ve kömürün karbondan oluştuğunu ve karbonun oksijenle birleşerek yanması sonucu ısı yani enerji elde ettiğimizi söylemiştik. Bugün bu karbon temelli enerjinin köklerine ve kullanımının sonuçlarına bakacağız.

Dünya, oluşumunun ilk evrelerinde bu güne hiç benzemeyen bir durumdaydı.

Okyanuslar vardı yani bugünkü gibi suyla doluydu. Sadece bu suyun içerisinde hiç yasam bulunmamaktaydı.

Karalar yine vardı ama bugüne göre çok ama çok farklı bir durumdaydılar. Dunyanın oluşumu sırasında çok yoğun volkanik aktivite yani faaliyet vardı. Volkanlardan püsküren lav ve küllerin sonucu karalar Mars gezegenine benziyordu. Kırmızı-siyah arası bir renge sahiptiler ve bu günün yeşil renkleri yani yasam hiç yoktu.

Günümüze göre en farklı olan ise hava idi, yani atmosfer. Geçmişte, Dunyanın bir atmosferi vardı ama bugunun aksine büyük miktarda karbondioksit bulundurmaktaydı. Oksijen, daha doğrusu serbest oksijen hiç yoktu (Unutmayalım, karbondioksit bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşur. Solunabilir oksijen ise iki oksijen atomundan oluşur. Geçmişte atmosferdeki oksijen karbonla birleştiği için serbest değildi yani solunamaz durumdaydı.).

Yasam ilk olarak sularda başladı. Önce bitkiler oluştu.

Bitki dünyası, enerjisini karbon yakarak değil, güneş ışığından elde eder. Bu günün popüler deyimiyle çevre dostu bir enerji yapısı vardır. Bitkiler, hücrelerindeki klorofili kullanarak havadaki karbondioksiti alır, güneş isigi ile karbon ve oksijen atomlarını ayırır. Karbonu deyimi yerinde ise büyümek için kullanır (yine hatırlayalım, bitkilerin kati bölümleri karbondan oluşur, örnek olarak odunu alabilirsiniz). Geri kalan iki oksijen atomunu ise havaya bırakır.

Dünyanın erken dönemlerinde milyonlarca yıl boyunca yukarda anlattığım süreç isledi. Bitkiler atmosferden karbondioksiti aldı, onu karbon ve oksijen olarak ayırdı, oksijeni havaya bıraktı, karbonu da karbon olarak büyüyen gövdelerinde, köklerinde ve yapraklarında kullandı.

Bu donemde hayvansal yasam olmadığı için oksijenin müşterisi yoktu o yüzden havadaki karbondioksit devamlı azaldı ve oksijen de devamlı arttı. Bu arada karalar yeşillendi, çayırlar, ormanlar oluştu.

Sonra hayvansal yaşam başladı, iyi de oldu. Aksi halde atmosferdeki tüm karbondioksit oksijene dönecekti. Bu da ilk akla geldiği üzere iyi bir şey değildir. Oksijenin çok olduğu bir ortamda ayağınızı yere hızlıca sürtseniz yangın çıkar. Zaten havada karbondioksit kalmazsa bitkiler de yasayamaz, ölüler.

Dönelim hayvansal yasama. Hayvansal yasam bitkisel yaşamın aksine karbonu yakarak enerji elde eder. Yani karbonu bitkileri yada diğer hayvanları yiyerek alır, havadaki oksijenle birleştirerek yakar ve karbondioksit olarak havaya geri verir.

Böylece doğada çok makul bir denge oluştu. Bitkiler karbondioksiti oksijene dönüştürüyor, hayvanlar da bu oksijeni karbonla birleştirip karbondioksit olarak bitkilerin kullanımına geri sunuyordu.

Bu denge insanlar ortaya çıkana kadar güzel ve uyumlu bir bicimde sürdü.

İnsanların diğer hayvanlardan bir farkı vardı. O da karbonu sadece yasamak ve büyümek için değil yaşamsal zevkleri için de yakmalarıydı. Yani insanlar enerjiyi hem yasamak hem de yaşamlarını kolaylaştırmak için kullanmaktaydılar. Bu özellik ateşin keşfiyle başladı ve günümüze kadar büyüyerek geldi. Gerçekte, doğada enerjiyi doğal yaşam işlevlerinin ötesi için kullanabilen tek canlı insanoğludur.

Karbonun hikayesinde bir önemli nokta daha var. Geçmişte ölen bitki ve hayvanların vücutlarındaki karbon çoğunlukla toprak içerisinde diğer canlılar tarafından özümlenmekte ve tekrar karbon devinimine katılmaktaydı. Bununla birlikte, zaman zaman volkanik oluşumlar, seller, depremler bu olü bitki ve hayvanları yaşamın ulaşamayacağı derinliklere çekmekte ve bu derinliklerdeki ısı ve basınçlar bitki artığı karbonu başka şekillere döndürmekteydi. Dünyadaki elmas çoğunlukla bu şekilde oluşmuştur. Elmasın ötesinde dünyadaki kömürün bir bolumu ve en önemlisi petrolün kaynağı bu miyomlarca yıllık bitki ve hayvan cesetleridir.

Bu deyimi yerinde ise saklı karbon toprağın altında kalmış, bitkilerin kullanımına geri sunulmamıştır. Yani yaşamın deviniminden çekilmiştir.

İşte insanlar bu doğadan çekilmiş karbonu yakarak karbondioksit oluşturmakta, bu karbondioksit de atmosfere salınarak karbondioksit miktarını her geçen gün artırmaktadır.

Bu günkü yaşamsal dengede (denge falan kalmadı ama lafın gelişi soyluyorum), bu fazladan gelen karbondioksiti oksijene çevirecek kadar bitki de yoktur. Olan bitkileri de katletmekteyiz zaten.

Bu yüzden atmosferde karbondioksit hiç durmadan artmaktadır.

Öyleyse bir gün gelecek, bu artan karbondioksit yüzünden soluyamayacak ve boğularak öleceğiz!

Bu çok akla yakın geliyor olsa da hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Evet, atmosfer karbondioksitle dolarsa nefes almamız zorlaşır ama bizi öldüren konsantrasyonlara ulaşmadan önce karbonun başka bir özelliği Dünyayı çoktan yaşanamayacak bir yer hale getirmiş olacaktır.

Yazı uzuyor ama bu defalık idare edin, bu çok önemli.

Dünyanın güneşe bakan tarafı, yani gün yüzü, güneşten gelen ışınlarla ısınır. Yani atmosfer, gözümüzün görebildiği kırmızıdan mora tüm renkli ışıkların geçerek dünyanın yüzeyine ulaşmasına izin verir.

Gece olduğunda ise dünya, altı kapatılmış bir çaydanlık gibi soğumaya çalışır, yani güneşten aldığı ısıyı geri verir.

Aradaki fark, dünyanın bu ısıyı aldığı bicimde yani kırmızıdan mora görülebilir ışık olarak değil, kırmızının altında kalan görülemeyen kızıl ötesi alanda ışıyarak vermesidir.

Atmosferin bugünkü oksijen ve karbondioksit miktarı bu kızılötesi ışımanın geçmesine izin verir, yani bu kızıl ötesi ısıma atmosferden geçerek uzaya salınır, böylece dünya soğumuş olur.

Karbondioksit işte bize burada çok büyük bir kazık atar.

Karbondioksit, Dünyanın soğumak için kullandığı kızılötesi ışığın geçip uzayda dağılmasına izin vermez ve bir ayna gibi yansıtarak dünyaya geri gönderir. Böylece dünyanın ısısı, soğuyamadığı için yükselmeye baslar.

Bugün buna popüler deyimiyle “Küresel Isınma” yani “Global Warming” diyoruz.

Bu artan ısı buzulların erimesine, çölleşmenin artmasına sebep olur. İklim değişir, yazlar, kışlar birbirine karışır. Buz cağlar, kuraklıklar baslar.

Bugün bana sorarsanız bu facianın başlangıcındayız ama bunu iyimser olarak almayın, bence facia başladı, durdurulması pek mümkün görünmüyor. Çocuklarımız ve onların çocukları küresel ısınmayı bizden çok daha fazla hissedecekler.

Fazla uzattık. Burada bırakalım ve ne yapabiliriz bir sonraki yazıda anlatmaya çalışalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...