Fotoğraf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fotoğraf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 5

Uzun bir süredir yazıyoruz, artık EOS R hakkında söylediklerimizi toparlayıp, bir sonuca ulaşmanın zamanı geldi sevgili arkadaşlar.

EOS R kimin için uygun bir kamera?

Hayatını fotoğrafçılıkla kazananları bu yazacaklarımın dışında tutuyorum. Onlar zaten ne istediklerini bilen insanlar ve karar vermek için bu yazıya gereksinimleri yok. Lafım, kendim gibi bu işi bir hobi olarak yapanlara.

EOS R, her standarda göre hiç de ucuz olmayan bir yatırım.

Ben hobi için para harcamaya karşı biri değilim, yeter ki bu para bilinçli olarak harcansın.

Fotoğrafçılık içerisinde kamera sadece bir araçtır sevgili arkadaşlar.

Bir çok kişi iyi bir kameraya para harcayıp, güzel fotoğraf çekeceğini düşünür. Bu Picasso'nun kullandığı fırçaları kullanıp, onun gibi resim yapabilmeyi, ya da bir televizyon tamircisinin tornavidasını alıp, bozuk televizyonunuzu onarabilmeyi beklemeye benzer.

Resim yapmak için elbette fırça gerekir ve iyi bir fırça da ressama elbette daha fazla yardımcı olur ama işin gerisinde çok daha fazlası vardır. Sanat, bilgi, yetenek, deneyim, vs... Öyle bastır parayı, al pahalı bir kamera, sonra da güzel fotoğraf çek olmuyor işte.

Apperture, shutter speed, ISO, exposure compensation, metering, drive ve auto focus gibi basit fotoğraf konseptlerini bilmiyorsanız (bu ayıp değil), yani kameranızı hep otomatik modda kullanıyorsanız, EOS R size göre değil demektir.

İşin aslı sadece EOS R'a değil, başka hiç bir kameraya ihtiyacımız yoktur. Kendinize bir iPhone X alın, otomatik modda bir EOS R'dan çok daha güzel fotoğraflar çekersiniz.

Fotoğrafçılığa ilgi duyuyor ve biraz derinine inmek istiyorsanız yine EOS R yerine ucuz bir DSLR kamera ile başlayın derim.

Herkes başlarken heveslidir ama aradan biraz zaman geçtiğinde yeni hobisinden hoşlanmayabilir. Bu durumda üç bin beş yüz dolar yerine üç yüz doları çöpe atmak daha akıllıca olacaktır. Eğer bu fotoğraf işi sizi sararsa kendinize bir EOS R alırsınız.

Eğer elinizde birden fazla özellikle full-frame Canon lensiniz varsa hiç sağa sola bakınmadan kendinize bir EOS R alın. Mutlu olursunuz.

Eğer Nikon ya da Sony gemisinde iseniz, ya da ileri Canon DSLR'larınız varsa bu noktada kendinize ve kameraların özelliklerini yani spesifikasyonularına bakmanız gerekir.

Çok bela bir iştir bu. Hiç bir kameranın bütün spesifikasyonları bir diğerinden daha üstün değildir. Bazıları iyi, bazıları kötüdür. Burada da anahtar hangi spesifikasyonun sizin için daha önemli olduğudur.

Benzeri kameralar arasında sadece EOS R'ın sensöründe görüntü sabitleme özelliği yoktur. Bazı lenslerinin de üzerinde bulunmasına rağmen, hem Sony, hem Nikon kameralar görüntü sabitleyen sensörlere sahiptir. Canon ise farklı olarak görüntü sabitleme sisteminin tümünü lensin üzerinde bırakmış.

Canon USA'den Rudy Winston diyor ki, "Görüntü sabitleme yöntemi, lensin türüne göre farklılık gösterir. Geniş açılı bir lens ile telefoto bir lens üzerinde etkin bir sonuç alabilmek için, farklı sabitleme tekniklerinin kullanması gerekir. Canon olarak bu yüzden görüntü sabitleme sistemlerini lenslerin üzerinde bıraktık."

Ben Canon'ın çok uzak olmayan bir zamanda sensörlerine bu sistemi koyacağına neredeyse eminim ama hadi şimdilik Rudy'e inanmış olalım.

Burada problem her Canon lensin üzerinde bir görüntü sabitleme sisteminin bulunmaması.

Hem de özellikle, bir de fazlasıyla pahalı, sabit odak uzaklıklı prime lenslerde bu özellik bulunmaz. Bu lensleri sensör üzerinde görüntü sabitleme özelliği bulunan bir kameraya takabilseniz, bir anda bu güne kadar arayıp da bulamadığımız süper kullanışlı bir kombinasyon oluşur.

Başka bir açıdan bakarsak, önceki yazılarda anlattığım üzere Canon'ın yeni RF Mount'u kamera ile lens arasında kurduğu çok gelişmiş bir haberleşme sistemiyle, eğer varsa, lensin üzerindeki görüntü sabitleme sistemini Nikon ve Sony'e göre çok daha iyi kullanır.

Nitekim RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi hem lenslerinde, hem de sensörlerinde görüntü sabitleme sistemleri bulunan Nikon ve Sony'e göre çok daha etkin çalışıyor.

Şimdi gelin de karar verin.

Görüntü sabitleme sizin için önemli mi?

Hemen önemli olması gerekir tabi diye atlamayalım. Eğer astro fotoğrafçılığı ile ilgileniyor ya da ürün fotoğrafları çekiyorsanız çoğunlukla bir tripod üzerinde çalışıyorsunuz demektir ve bu özellik sizi ilgilendirmez. Hatta tripod ile kullanırken, lenslerin üzerindeki görüntü sabitleyiciyi kapatmanız bile gerekebilir.

Üzerinde görüntü sabiteme özelliği bulunmayan lensiniz var mı?

Bu sorunun cevabı çoğunlukla evettir. Herkesin bir yerinde en az bir 50 mm f/1.8, yani bir nifty-fifty bulunur.

Ne var ki doğru soru üzerinde görüntü sabitleme özelliği olmayan bu lensleri ne sıklıkla kullandığınızdır.

Ben Adobe Lightroom üzerinde bir rapor oluşturdum. Buna göre üzerinde görüntü sabitleme olmayan lenslerle çektiğim fotoğraflar toplamın yüzde birinden daha az.

O zaman da iş bu yüzde biri mi görüntü sabitlemesine kavuşturalım, yoksa yüzde doksan dokuz için daha yetkin bir görüntü sabitlemesi mi kullanalıma geliyor ki, benim için cevabı çok kolay bir soru bu.

Ancak hayatını bir 50 mil prime ile geçiren insanlar tanıyorum. Onlar için sensör üzerinde bulunan bir görüntü sabitleme sistemi çok çok daha önemli olacaktır.

Bu tür sorular hemen hemen her özellik için sorulmalı.

EOS R'ın benim içimi gıcıklayan bir özelliği, yüksek ISO değerleri ile çok verimli çalışabilmesi. Eski kameramda en çok ISO 3200'e çıkarken EOS R ile ISO 12800'ü aynı verimle kullanabiliyorum. Net iki f-stop fark! Bu da eski kamera üzerindeki f/4 lensi EOS R üzerinde f/2 gibi kullanmamı sağlıyor. 24-105 f/2L IS kulağa hiç de fena gelmiyor bana sorarsanız!

Bir kaç kez ISO 40000"e kadar çıktım. Bu fotoğrafların kusursuz olduğunu idda etmiyorum elbette, ama özellikle sosyal medya kullanımı için mükemmele yakınlar. Bir önceki hesapla, ISO 40000, eski kameradaki maksimum ISO 3200 f/4 lensi ~f/1.2 yapıyor, inanabiliyor musunuz?

Eğer düşük ışıklı ortamlarda flaşsız resim çekiyorsanız EOS R'ı tercih edebilirsiniz. Yok fotoğraf çekerken flaş kullanıyorsanız bu özellik sizi ilgilendirmez bile.

Hoş EOS R'ın üzerinde bir flaş yok zaten.

Gördünüz mü bir anda flaş girdi işin içine. Öyle insanlar var ki, kameralarının üzerindeki o flaş hiç kapanmaz. Gece, gündüz, içerisi, dışarısı, o flaş hep patlar (Grand Canyon'u flaşıyla aydınlatmaya çalışanları gördüm). Eğer flaş-obsesif biriyseniz üzerinde flaş olmadığı için EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Tek seçeneğiniz harici bir flaş kullanmak, sonra da ona da ayrı pil tak falan... Sinir edecektir sizi.

Eğer kameranızı burst modunda özellikle bir telefoto lens ile kullanıyorsanız, yine EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Benim Lightroom raporum bu özelliği yine yüzde bir'den daha az kullandığımı söylüyor.

İşin aslı, bu düşük seviyeli kullanımın bile dişe dokunur bir bölümü düşük ışıkta işe yarar bir netlik elde edebilmek için ya tutarsa mantığıyla çektiğim fotoğraflar. EOS R'ın yüksek ISO performansıyla bu tür çekimlere çok daha az ihtiyacım olacağını düşünürsek, EOS R'ın gerçekten kötü burst performansı benim hayatımı fazlaca değiştirmeyecektir. Ancak başka biri için bu özellik çok önemli olabilir tabi.

Video-centric bir workflow'unuz varsa EOS R'dan uzak durun derim. Bu kameranın üzerindeki video özellikleri sadece basit anlamda ortamı film edebilmek için tasarlanmış.

İşin komik tarafı, EOS R, rakiplerinin arasında self video çekimlerinin yapılabileceği tek kamera, çünkü öne bakabilen bir ekranı var. Ne Sony, ne Nikon bu işi yapabiliyor. Youtube için video hazırlıyor, ya da yürürken kendi videonuzu çekmek istiyorsanız EOS R kendi klasmanında tek seçenek!

Yine kendinize doğru soruları sorduğunuza emin olun. EOS R'ın 4K özellikleri çok çok basit ama ben 4K video çekiyor muyum? EOS R sadece 720p de sesi kaydetmeden yavaş çekim yapıyor ama ben yavaş çekim özelliğini kullanıyor muyum?

Diyeceğim o ki hemen spec'lerin cazibesine kapılmayın.

Bir Excel sheet açıp, iki kameranın özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı herkes yapabilir. Önemli olan bu özelliklerin sizin için ne kadar önemli olduklarını da karar verme sürecine katabilmek.

Ve bol bol okuyup, pratik yapmak.

Geri planı flulaştırma, yani bokeh oluşturmanın üç yöntemi vardır. Bunların en bilinen ve en çok uygulananı da hızlı bir lens, yani apperture açıklığı kullanmaktır.

Ancak bu yöntemlerin arasında en pahalısı da budur.

Bir kaç saatlik okumayla, bir kuruş bile harcamadan, daha hızlı bir lensle ulaşabileceğinizden çok daha iyi flu geri planlar yapabilirsiniz (konumuz bu değil ama odak uzaklığını artırarak ve kamera nesne/nesne geri plan oranını düşürerek de aynı sonuca ulaşılabilir).

Kompozisyon, renkler, paternler, parlaklık gibi konular üzerinde bilginizi artırarak, bir EOS R'a binlerce dolar harcamadan, iPhone'unuzla kat kat güzel fotoğraflar çekebilirsiniz.

Spesifikasyonlara tav olup, bu işe on binlerce dolar yatırmış insanlar tanıyorum. Bunlar hep konuşur ama çektikleri bir fotoğrafı göremezsiniz.

Bir ara sevgili annem mutfağı yumurta haşlama makinelerinden, yoğurt makinelerine, mutfak robotlarından elektrikli kahve değirmenlerine kadar bir çok aletle donatmıştı. Bunları ya bir kere kullanmış, ya da hiç kullanmamıştı. Aynı hesap...

Bu tuzağa düşmeyin derim.

Ama illa para harcayacağım derseniz EOS R'ı şiddetle tavsiye ederim. Söylediğini yapan, eşek gibi çalışıp, çatır çatır, hem de çok güzel fotoğraflar çeken mükemmel bir kamera.

Piyasaya sürüleli altı ay bile olmadı, Nikon Z'lerin auto focus sisteminin balon olduğu çıktı ortaya. Lensleri, her zaman olduğu gibi, bilmem ne modelin bilmem ne yılından önce ise yavaş çalışıyor, beş aks üzerinde çalışan sensör sabitlemesi üçe düşüyor falan...

Sony için 'ZQPY', Nikon için 'QDXY' bellek kartı almanız gerekiyor. Nikon'a bir battery grip aldığınızda portre çekmek için ayrı bir düğmesi yok, Nikon'un ilk çıkardığı Z Mount lensleri öyle vasat ki, neredeyse okullarda fotoğrafçılık dersini geçmek için bile yeterli olmayacaklar. 'Sony' üzerinde 'Canon' lens kullanmak için bir 'Sigma' adaptör almanız gerekiyor, lensler ya çalışıyor, ya yavaş çalışıyor, ya hiç çalışmıyor falan...

EOS R'da yok böyle şeyler.

Sevgi ile kalın...

13 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 4

Canon EOS R'ın yeniliklerini sayfa sayfa inceleyebiliriz, ancak fotoğraf severlerin hayatını değiştiren en önemli özelliği hiç tartışmasız EVF'i yani elektronik görüntü bulucusudur.

Kamerayı gözünüze yapıştırdığınızda, fotoğrafın kapsadığı alanı gösteren sisteme viewfinder derler. EOS R'ın üzerinde bulunan viewfinder geleneksel DSLR kameralarda bulunan bir ayna-prizma sistemiyle objektife bağlı optik bir sistem değil, görüntü sensörüne bağlı yarım inç boyunda, çok detaylı minik bir ekranla çalışan elektronik bir sistemdir.

Kısacası kamerayı gözümüze yapıştırdığınızda minik bir TV ekranına bakıyor olursunuz.

Canon EOS R'ın viewfinder'ına ilk kez baktığımda o güne kadar bir kamerada gördüğüm en net, en parlak, en güzel görüntülerden birini gördüm.

EOS R, EVF sistemini kullanan ilk kamera değil, hatta EVF sistemini kullanan ilk Canon yapımı kamera da değil. Ancak EVF sisteminin benim gördüğüm, kabul edilebilir hızda ve doğallıkta kullanıldığı ilk kamera.

İlk EVF'ler oldukça yavaştı, yani kamera ya da fotoğrafın içeriği biraz hızla hareket ettiğinde görüntü atlıyor, bozuluyordu.

EVF'ler aslında birer video ekranıdırlar demiştik. Her video sisteminin de refresh rate yani yenileme hızı denilen bir değeri bulunur. Bu değer ekrandaki görüntünün saniyede kaç kez yenilendiğini gösterir. Refresh rate düştükçe hareket kesikli, yapay bir hale gelir.

İlk EVF'lerin refresh rate'leri normalden düşüktü. Kamera gözünüzdeyken hafifçe sağa yada sola döndüğünüzde ekran karışıyor, düzelmesi bir kaç saniye alıyordu. Bu da oldukça can sıkıcı bir hale gelebiliyordu. Düşünün, çocuğunuzun bahçede oynarken fotoğrafını çekmeye çalıştığınızda, her kımıldadığınızda görüntü karışıp yeniden normal hale gelmesi zaman aldığında, anı kaçırıp, istediğiniz fotoğrafı çekemeyenileyordunuz.

İlk EVF'ler düşük ışıklı ortamlarda da birer felaketlerdi. Yine görüntüleri bozuk, kesikli, üstüne bir de bol bol gürültülü, yani kumluydular.

Bu EVF'lerin çözünürlükleri, yani detayları düşük, renkleri donuk, gerçekten farklıydılar.

Ne olursa olsun, herkes geleceğin EVF'ler olduğunu biliyor, bu kaçınılmaz teknoloji de hızla gelişmeye devam ediyordu.

EVF'leri full-frame ve APS-C sensörlü kameralarda yaygın olarak ilk Sony kullandı. Yakın zamana kadar geliştirmeye devam etti ve A7/A9 kameralarının son sürümlerinde bu teknoloji artık rahatça kullanılabilir hale geldi. Sony'nin pro demekten nefret ediyorum ama ciddi kameraları diyelim, satışları Canon ve Nikon'u geçti.

Canon ve Nikon için EVF'lerin hükümranlığının başlangıcı elbette bir sürpriz olmadı, zaten bekliyorlardı. Onlar da yastığın altına sakladıkları silahlarını çıkarıp ateşe başladılar. Nikon Z serisi, Canon da EOS R kameralarını piyasaya çıkardı.

OVF kullanan DSLR kameralar bugün itibarıyla misyonlarını tamamlamış durumdadırlar. Teknoloji ölmüş, ortadan kalkması sadece zamana kalmıştır. Bu hemen yarın olacak değildir elbette, yıllar alabilir, ancak mutlaka gerçekleşecektir.

Peki nedir bu EVF'in kerameti?

Gelin beraber bakalım.

OVF'lerin bunca yıl dayanmalarının nedeni fotoğrafçıya temiz, net bir görüntü verebilmeleriydi. Görüntü için doğrudan lensi kullandıklarından, lensin üzerindeki odaklama ayarının istenene ne kadar yakın yapıldığını da gösteriyorlardı.

Ancak OVF'ler fotoğrafın çekildiğinde hangi parlaklıkta olacağını gösteremiyorlardı, çünkü bu parlaklık lens üzerinde değil, kameranın içinde oluşuyordu.

EVF'ler netlik gösterimini OVF'ler kadar kusursuz yapabilecek duruma geldiler. Netlik ayarlarına ek olarak OVF'lerin gösteremediği parlaklık değerini de göstermeğe başladılar çünkü görüntü için lense değil parlaklığın oluştuğu sensöre bakmaktaydılar. Kısacası fotoğrafı çekmeden fotoğrafın nasıl olacağını tamamen görmek mümkün oldu.

Bunun çok ilginç sonuçları oldu tabi.

Karanlık bir ortamda OVF size gözünüzün gördüğü karanlığı, yani parlaklık seciyesini gösterir. EVF ise karanlığı kompanse etmek için kamera üzerinde belirlediğiniz parlaklık değerleri sayesinde çok daha aydınlık bir görüntü verir. Disneyland'de, karanlık ride'larda EOS R'ı bir gece görüş dürbünü gibi kullanarak, bütün ışıklar açıkmış gibi gezindim.

EOS R'ın bu özelliğini yazıya dökmek çok zor. Fırsatınız olduğumda bu kamerayla karanlık bir gecede sokaklara bir bakın. Güneşli bir günde geziyor gibi olacaksınız.

EVF'ler OVF sistemindeki ayna/prizma elementlerini ortadan kaldırdı ve bunun birden fazla sonucu oldu sevgili arkadaşlar.

Bir kere kamera hafifledi. Prizmalar, aynalar ve bunları hareket ettiren sistem cam ve metalden yapılır. Bunlar da haliyle ağırdırlar.

Kameralar daha sessiz çalışmaya başladı. Bir DSLR'ın fotoğraf çekerken çıkardığı gürültü bu aynanın kapanıp açılması ve shutter perdesinin hareketinden kaynaklanır. Bu sistem rahatsız edecek kadar çok gürültü çıkarır. EVF sistemlerde aynanın hareketi ortadan kalkmıştır. Şimdilik perde sesi kalmış olsa da çok yakında bu perde de ortadan kalkacaktır. Bu günlerde elektronik perde ile sıfır gürültülü fotoğraf çekebiliyoruz, ancak elektronik perdeler henüz mekanik perdeleri kaldıracak kadar hızlanmadı. Bu da sadece bir zaman meselesi tabi.

Mekanik hareketler bir titreşim yaratır. Aynanın hareketinin olmadığı EVF sisteminde kamera daha az sarsılır, fotoğraflar da daha net çıkar.

EVF'ler aslında birer TV ekranıdır demiştik sevgili arkadaşlar.

Görüntünün elektronik olarak gösterildiği bu sistemde sadece lensin gördüğü manzara ile yetinmek zorunda değilsinizdir. Teorik olarak lensin görüntüsünün üzerinde porno film bile oynatabilirsiniz.

OVF'lerde bakınca lensin gördüğü görüntünün üzerinde araya konulmuş Auto Focus sisteminin noktalarını kenarında ise üzerinde basit parlaklık değerlerinin yazılı olduğu ilkel bir dijital göstergeyi görüyorduk.

EVF ise bunun üzerine neler koyup göstermiyor...

Bir kere kamera üzerindeki değerlerin bir çoğunu görebiliyorsunuz. AF modu, Drive, ISO, Apperture, Shutter Speed, vesaire, vesaire. Wi-Fi açık mı, onu bile söylüyor.

Ancak iki değer var ki, benim hayatımı değiştirdi.

Bunlardan ilki EVF üzerinden "fotoğrafı çekerken" görebildiğiniz bir histogram.

Eski 60D'm bile bir histogram gösterebiliyordu ama sadece arka ekranda. Arka ekranı da kimse resim çekerken kullanmayıp, OVF'e baktığı için histograma sadece fotoğrafı çektikten sonra ulaşmak mümkündü. O zaman da çok geç oluyordu ve aynı fotoğrafı doğru parlaklık ayarlarıyla yeniden çekebilecek olabilseniz bile hava güneşli ise arka ekranda yine bir şey görebilmek imkansız olabiliyordu.

Ne işe yarar bu histogram derseniz, arzedeyim.

Histogram, fotoğrafın parlaklığını gösteren bir grafiktir. Yatay ekseni üzerinde en karanlıktan en aydınlığa fotoğrafın gösterebileceği parlaklık değerleri, dikey eksende de fotoğraf üzerinde bu parlaklık değerine sahip kaç nokta olduğu bulunur.

Kamera üzerinde parlaklığı artıracak değerler kullandıysanız, yani objektifi açıp (apperture), poz süresini (shutter speed) artırdıysanız, ya da ISO değerini yüksek tuttuysanız, bu grafik sağa doğru kayar. Bu esnada bir'den fazla maksimum parlaklığa sahip nokta görürseniz demektir ki highlight denilen parlak noktalardaki detayların bir bölümü kaybolmuştur. Bu grafiği sola çekmek için parlaklığı olası bir kaç yöntemden birini kullanarak düşürmeniz gerekir. Aynı şekilde parlaklık ayarları olması gerekenden düşükse bu kez grafik sola kayar ve bir'den fazla maksimum karanlık değerine sahip noktalar oluşur. Bu kez de shaddows denilen karanlık noktalarda detayları kaybetmişsiniz demektir.

İdeali, görüntüde minimum ve maksimum parlaklığa sahip hiç bir nokta bulunmamasıdır. Eğer varsa da bunun fotoğrafçının bir tercihi olması, ayarlardan doğan istem dışı bir sorun olmaması gerekir.

Doğru parlaklıkta resim çekebilmek için histogram çok, çok önemli bir göstergedir. EVF üzerinde bir histogram görebilmekten dolayı ne kadar mutluyum, anlatamam.

EVF'in bana ikinci yardımı ise bir düzey göstergesini resmin üzerine koyması.

Eğri çekilmiş bir fotoğraf kadar çok az şey gözümü rahatsız eder sevgili arkadaşlar. Facebook ya da Instagram üzerinde arkadaşlarımın çektiği eğri bir ufuk çizgisi, ya da sağa, sola yatmış binalar gördüğümde bazen resmi Photoshop'da düzeltip, geri onlara göndermemek için kendimi zor tutarım.

Çok nadir durumlarda bu eğrilikler istemlidir, yani estetik, sanatsal nedenlerle bilerek konur, ancak eğri çekilmiş bin fotoğrafın dokuz yüz doksan dokuzunda bu eğrilik istemsiz, farkında olmadan ya da umursanmadığından bulunur.

EOS R, fotoğrafı çekerken bir seviye göstergesi ile, iki eksende kamerayı ne kadar doğru tuttuğunuzu EVF üzerinden size gösterir. Böylece doğru seviyeli resimler çekip, sonradan düzeltmek zorunda kalmazsınız.

EVF'lerin başkaca bir özelliği, kare içerisinde seçtiğiniz bir bölümü büyütüp, size göstermeleri. Bu, netliği yakalamak, ya da bir gurup resminde örneğin özel birini gözü açık mı, emin olmak için çok faydalıdır. EOS R, bir noktayı beş ya da on kez büyütebiliyor. Eski OVF'ler ile hiç bir şekilde olanaklı olmayan bir özellik bu.

EVF ile çekilmiş resimleri yeniden izlemek mümkün. Arkadaki ekrandan rahat rahat görürüm, niye EVF'e bakayım diye sorarsanız, yine güneşli günler diyeceğim. EVF'in çözünürlüğü arkadaki ekrandan çok daha yüksek. Bu sayede resimleri çok daha fazla detayları ile izlemek mümkün.

EOS R'da, EVF'ten bakarak video da çekebiliyorsunuz. OVF'lerde bu da mümkün değildi.

Auto Focus kullanmak istemediğiniz, Auto Focus sonrasında netliği daha detaylı ayarlamak istediğiniz, ya da ben mazoşistim, ilgi çekmek istiyorum motifleriyle Auto Focus'u desteklemeyen bir lens kullandığınız zamanlarda bu işi EVF üzerinden yapabiliyorsunuz.

Elbette bu iş için yukarda da bahsettiğimiz görüntü büyütme yöntemini kullanabilirsiniz, ancak EOS R size daha hassas, nokta atışlı olanaklar sunuyor.

Focus peeking isimli bir yöntemle o anki odakta bulunan, yani en net bölgenin kenarları renkli bir biçimde gösteriliyor.

Focus guide isimli bir sistem de aynı Auto Focus'da kullanılan karelerden birini netlemek istediğiniz bölgeye getirdiğinizde, odak noktasının seçtiğiniz alanın önünde mi, arkasında mı olduğunu, hatta netleme halkasını hangi yöne çevirmeniz gerektiğini bile gösteriyor.

Yine EVF üzerinde netlemenin kaç metre için yapıldığını da görmek mümkün, ama sadece RF lensleri ile.

EVF üzerinde değişik Auto Focus modlarını da rahatlıkla izleyebiliyorsunuz.

Auto Focus, EOS R üzerinde tek tek fotoğraf çekilen senaryolarda, şimdiye kadar gördüğüm en hassas ve hızlısı. Burst modunda ise her kare için ayrı ayrı Auto Focus yapmak istediğinizde, bir saniyede çekebileceğiniz kare sayısı sekiz'den kağıt üzerinde beş'e, pratikte iki'ye kadar düşebiliyor. Spor müsabakalarını ya da kaplanları ve kuşları çekiyorsanız çok hoşlaşmayabilirsiniz.

Auto focus yöntemleri içerisinde beş küsür bin noktaya taşıyabileceğiniz focus karesi, bu karenin bir alanı kaplayan büyük halleri, insan yüzünü ve isterseniz doğrudan gözleri izleyebiliyorsunuz.

Internet üzerinde yaa, bu göz izleme o kadar hassas değil falan diye geleneksel bir gürültü var ama ben bu yüz ve göz izleme sisteminin fazlasıyla hassas ve yeterli buldum. Çok da memnunum. Bu arada göz takibini burst modunda yani devamlı fotoğraf çekiminde kullanamıyorsunuz. Buna da miyavlıyorlar, sanki portre çekerken burst moduna geçip, kamerayı karşıdaki insanın yüzüne çevirip, pırrrrr diye saniyede sekiz fotoğraf çekecekmişsiniz gibi...

İşte böyle...

Fotoğrafçılık meraklıları anlayacaktır, viewfinder kameranın üzerindeki en büyük ve en önemli yardımcınızdır. EOS R'ın viewfinder'ı benden on üzerinden on, geçer not aldı.

Sevgi ile kalın.

11 Ocak 2019 Cuma

EOS R - 3

Başta DSLR, lensleri değişebilen kameraların önemli aksamlarından biri Lens Mount ismi verilen, lenslerin kameraya takıldığı bağlantı noktasıdır.

Bu bağlantı aksamı öncelikle lenslerin mekanik olarak kameraya takılıp, kitlenmesini sağlar.

Yine bu noktadaki kontaklar sayesinde kamera ile lens arasındaki haberleşme sağlanır. Auto Focus, Apperture, gibi değerler kameradan lense bu bağlantı protokolüyle aktarılır.

Canon 1987 yılına kadar kullandığı FD isimli Lens Mount'u EF isimli yenisi ile değiştirdi. Canon için ciddi bir karardı bu, çünkü EF mount ile FD mount için yapılmış lenslerin hiçbiri araya kaliteyi düşüren optik bir uyumlaştırıcı koymadan kullanılamıyordu. Auto Focus falan hak getire tabi. Canon sadece ya tutarsa diye kameraya bağlı motorları kullanan dört Auto Focus FD lens yapmıştı.

Auto Focus'un yaygın hale gelmesiyle Canon bu sistemi FD Mount üzerine yamamaktansa, yeni bir tasarımı tercih etti.

İyi de etti. Geniş çaplı, tamamı elektronik bağlantılı yeni EF Mount hem hızlı, hem de derli toplu bir arayüz sağladı. Eski FD lenslerin hepsi pratikte hurdaya çıkmış olsa da fotoğrafçılar yeni EF lensleri sevdi, Canon da eskileri yenileyerek bir servet yaptı.

Canon APS-C kameraları piyasaya çıkarırken bunların üzerime EF-S isimli yeni bir lens mount koydu. EF-S Mount, EF Mount'un tamamen aynısı olup, sadece full-frame kameralara görüntünün kenarlarında kararmalara yol açabilecek APS-C lenslerin takılmasını önlemek için mekanik bir bloğa sahipti.

Canon, aynasız sistemlerle ilk denemesini EOS-M kamera sistemiyle yaptı. Bunlar APS-C sensöre sahip, doğrudan ya da sonradan eklenebilen EVF'lere sahip kameralardı. Canon bu kameralarda EF-M Mount isimli bir lens mount kullandı. Bu yeni mount da teknik olarak bir EF Mount'du, sadece aynanın kalkmasıyla sensöre yaklaşan lensi destekliyordu.

Kısacası hepimiz 1987'den beri otuz küsür senedir aynı lens mount'u kullanıyorduk.

Bu EOS R ile değişti.

Canon bu yeni lens mount'u baştan aşağı sıfırdan başlayıp tasarımladı.

Neyin değiştiğini anlatmaya en önemlisinden başlayalım.

Defalarca söylediğimiz üzere EOS R'da, diğer kameralarda bulunan ve doğrudan lensin gördüğünü viewfinder'a aktaran optik reflex sistemi bulunmaz.

Bu optik reflex sisteminde lensin hemen arkasında görüntüyü yukarı yansıtan 45 derecelik eğimde duran bir ayna vardır. Fotoğraf çekerken de bu ayna yukarı katlanır ve lensten gelen görüntü doğrudan sensörün (ya da filmin) üstüne düşer.

İşte bu aynanın hareket edebilmesi için kamera içinde ciddi bir hacim bulunması gerekir. Canon DSLR kameralarda lensin bağlantı noktasıyla sensörün arasında 44 mm'lik bir açıklık bulunur. Biraz terminoloji, bu açıklığa flange uzaklığı derler.

Canon EOS R'da bir ayna bulunmasa da, bu açıklığı 44 mm'de tutup, EF Mount'u kullanmaya devam edebilirdi ancak doğru bir kararla aynanın gitmesinden dolayı artık gerekmeyen bu aralığı kaldırıp, lens bağlantısı ile sensörün aralığını 20 mm'ye düşürdü. Bunun sayesinde kameranın kalınlığı da doğrudan iki santim kısaldı. İki santim diye küçümsemeyelim, ciddi ve farkedilebilir bir boyut tasarrufudur bu.

Ancak boyut tasarrufundan çok daha önemli, bu kısa flange uzaklığı, lenslerin arkasının daha büyük olabilmesinin sağladı.

Bunun nedeni tamamen bir mühendislik tasarım kararı. Niyesine girmeyelim, ben de hattızatında bir optik mühendisi değilim, bilmiyorum. Şimdilik flange uzaklığının kısaldıkça lensin arka açıklığının büyük olabileceğini kabul edelim.

Elinize bir EF lensi alıp, arka kapağını açın. Oradaki karenin 35 mm'lik sensörün boyundan çok daha küçük olduğunu göreceksiniz. Eğer bu küçük aralıktan görüntü büyük sensörü nasıl kaplayabiliyor derseniz, lensin arkasında bir yerdeki konveks bir optik eleman görüntüyü kırarak dağıttığını, yani sinema makinelerindeki gibi büyüttüğünü düşünebiliriz.

Lensin arka açıklığı ile sensörün boyu arasındaki oran büyüdükçe bu optik elemanın görüntüyü daha bir şiddetle kırıp, büyütmesi, yine işin optiğine çok girmeden, bu optik elemanın kenarlarının da daha kalın camdan yapılması gerekir.

Sorun da burada oluşmaya başlar.

Lensin tam ortasında, yan yana iki nokta düşünün. Bu iki nokta lensin arkasındaki büyüten elemandan hiç kırılmadan dümdüz geçer ve sensörün üzerine düşer.

Sensörün en kenarında iki nokta ise büyütmeden dolayı ciddi bir kırılmaya uğrar. İlk nokta ile ikincisi arasında minik bir açı farkı olur. Lensle sensörün arasındaki uzaklık arttıkça bu iki noktanın sensör üzerinde araları açılır. Aynı noktadan başlayıp otuz derecelik bir açıyla farklı yönlere giden iki insanı düşünün, bunlar yürüdükçe, birbirlerinden uzaklaşacaklardır.

İşte bu nedenlerden, fotoğrafların kenarları, ortalarına göre daha az keskin, yani daha fludur, renkleri daha az canlı, daha az belirgindir çünkü lensin arkasından çıkıp büyüyen görüntü, kenarlarda, ortaya göre daha uzun, daha açılı bir yol izler.

Bu kırılma meselesinde başka bir bela daha vardır sevgili arkadaşlar.

Işığı oluşturan dalga boylarının tümü - yani renkler, aynı açıyla kırılmazlar. Dalga boyu kısa renkler, örneğin mor, dalga boyu uzun renklere göre, örneğin kırmızı, daha yüksek açılarla kırılır.

Hafif bir kırma yapan ince bir optik elemanın arkasında bu ayrım çok belirgin olmazken, kırma miktarı şiddetlendikçe bu ayrım da gözle farkedilir hale gelir. Buna da Chromatic Abberration derler, siz Türkler nasıl diyor, ben bilmiyor.

Sözün kısası, 44 mm'den 20 mm'ye düşen flange uzaklığı, lenslerin optik elemanların, sensörlerin falan kalitelerinin değişmediğini varsayarsak görüntü kalitesinde ciddi bir artış sağlar. Fotoğrafın kenarlarında daha fazla keskinlik, daha az şiddette chromatic abberation bekleyebiliriz.

Bu demek değildir ki her RF lens EF kardeşinden daha kaliteli olacaktır. Flange uzaklığı her şey demek değildir. Canon, flange uzaklığından kazanılan kaliteyi, az kaliteli cam kullanıp, maliyeti düşürerek de dengeleyebilir. Burada şimdilik emin olabileceğimiz bir tek şey var, Canon 'isterse' çok kaliteli RF lensler yapabilir.

RF lenslerin arkalarının büyük olabilmesi başka bir avantaj daha sağlar. Bunun da niyesine çok girmeyelim, aynı miktarda ışığı alabilmek için lensin arkası büyüdükçe önünün büyümesi gerekmez.

Bunu tersten okursak, lensin arkası küçüldükçe, önünün büyümesi gerekir.

Lenslerin aldığı ışık miktarı çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Işık arttıkça poz süresi kısalır, hızla hareket eden cisimlerin net fotoğrafları çekilebilir, kamerayı tutarken elinizin titremesi daha az görünür hale gelir.

Daha çok ışık için daha büyük lens elemanları gerekir. Yukardaki önermemiz çerçevesinde daha hızlı lensler yapabilmek için, eğer lensin arkası küçükse zaten büyümesi gerekli ön tarafının daha da bir büyük olması gerekir ki belli bir noktadan sonra boyutlar kabul edilemez bir duruma gelir.

Bu sebepledir ki genelde zoom lensler en fazla f/2.8 hızında olur.

Yeni RF mount'un arkası yeteri kadar büyük olduğu için Canon ön tarafını bir tabak kadar büyük yapmak zorunda kalmadan 28-70 mm, f/2 hızında, şimdiye kadar bir ilk, delice hızlı bir lens yaptı. Söylenene göre bu lensin optik kalitesi prime lensler kadar yüksekmiş. Eğer bu doğruysa dört prime lens yerine bu zoom alınıp, kullanılabilir.

Yeni RF Mount olmasaydı bu lens mümkün olamazdı.

Yeni RF Mount'la değişen tek şey flange uzaklığı değil.

EF Mount, kamera ile lens arasında sekiz kanal üzerinden haberleşiyordu. RF Mount bunu yüzde elli artırıp, 12 kanala çıkardı.

Sadece kanal sayısı artmadı, bu kanalların üzerindeki veri akışı da ciddi biçimde hızlandı. RF lenslerin üzerine yeni ve güçlü bir işlemci kondu.

Canon bu yeni RF Mount lenslerin üzerine, klasik Focus ve (varsa) Zoom kontrol halkalarına ek olarak bir kontrol halkası daha koymuş.

Bu halka neyi kontrol ediyor diye sorarsanız, cevap neyi isterseniz onu kontrol ediyor.

Bu halkayla Apperture, Shutter Speed, ISO, Exposure Compensation gibi parlaklık değerlerinden seçtiğiniz birini değiştirebilmeniz mümkün.

Bu değerler kamera üzerinde de değişebilir tabi, ancak fotoğraf çekerken boş kalan sol elinizle bu halkayı çevirmek çok daha pratik ve hızlı.

Bu halka dönerken tatlı bir 'tık' 'lamayla geri bildirim yapıyor. Eğer video çekerken bu tıklamanın audio'ya girebilme olasılığından rahatsızsanız, Canon bir ücret karşılığı bu tıklamayı kaldırabiliyor.

RF Mount EVF kullanmanın başka bir avantajını da başarıyla kullanmış.

Eskiden, bir DSLR ile sensör ancak fotoğrafın çekilme aşamasında görüntüye ilk kez hasıl olurdu. EOS R'da EVF ile sensör devamlı görüntüye hakim.

Çoğu lensin üzerinde titremeyi önleyici bir görüntü sabitleme mekanizması bulunur. Bu mekanizma da bir cayroskop kullanarak titremenin yönü ve miktarını belirlemeye çalışır.

Bir DSLR üzerinde görüntü sabitleme görevini lens tek başına yapar. EOS R'da ise sensör devamlı görüntüyü izlediğinden bu görev lens ve kamera tarafından ortak olarak yerine getirilir.

RF Mount lens üzerindeki cayroskopun ölçüm değerlerini kameraya aktarır, kamera ise bu bilgiyi sensörden gördüğü hareketten dolayı ortaya çıkan flu alanlarla birleştirir ve titremeyi gidermek için yeni dengeleme değerlerini hesaplayıp, geri lense gönderir.

Bu da görüntü sabitlemeyi çok etkin bir hale getiriyor.

Bunu size güvenle teyit edebilirim. Eski EF 24-105 f/4L IS lensini on sene boyunca kullandım. Huyunu, suyunu çok iyi bilirim. Yeni RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi tartışmasız çok daha iyi çalışıyor. Neredeyse bir saniye uzunluğundaki shutter speed'i ile f/4, 50 mm'de kamerayı elde tutarak resim çekebilecekmişim gibi duruyor.

RF Mount'un özellikleri bir nefeste işte böyle.

RF lensler elbette ki geleceğin lensleri. Canon geleneksel odak uzaklığı ve hızları ile klasik RF serisini çok yakın zamanda tamamlayacakmış. Bundan sonra da yeni teknolojileri kullanarak fazlasıyla egzotik RF lensleri yapacağını tahmin ediyorum.

Eski EF lenslere ne olacak derseniz...

Canon, bu lensleri EOS R üzerinde kullanabilmek için üç tane adaptör yapmış.

44 mm'lik bir flange uzaklığında çalışmak üzere tasarlanmış bu lensleri sadece sevdikleri flange uzaklığına getiren ve işin aslı sadece 24 mm'lik ortası bomboş bir boru olan adaptörlerle hiç sorunsuz kullanmak mümkün.

Bu adaptörlerin hepsi RF, EF-S, TS gibi bütün full-frame EF lensleri kullanıyorlar. EOS R ile EF-M lensleri kullanmak mümkün değil - zaten bu lens sistemi ölü doğmuştu, şimdi de garantili bir şekilde ölüme mahkum oldu. Bu üç adaptör arasındaki fark fazladan sağladıkları özellikleri.

İlk adaptör sadece eski lenslerin takılmasını sağlıyor. Bununla sanki eski DSLR'ınızı kullanıyor gibi işinizi görebiliyorsunuz. Ben bu adaptörü tercih ettim.

İkinci adaptör üzerinde RF lenslerindeki standard kontrol halkasını bulunduruyor. Yani adaptörün üzerinden bir EF lensi sanki RF lensiymiş gibi belirlediğiniz parlaklık değerini sol elinizle değiştirerek kullanabiliyorsunuz.

Üçüncü adaptör ise flange uzaklığını uydurmak için boş kalmış borunun içine ND yada CPL filtreleri takabilmenizi sağlıyor. Eğer filtre seviyorsanız adaptör sayesinde aynı filtreyi bütün EF lenslerinizle kullanabiliyorsunuz.

EOS R, ilginçtir EF-S lensleri de kullanabiliyor. Bu da Canon dünyasında bir ilk. Eski full-frame DSLR kameralarının hiçbiri bu APS-C lensleri kullanamıyordu.

Bir EF-S lensi EOS R'a taktığınızda kamera otomatik olarak 12 Megapiksel bir APS-C sensörlü kamera gibi çalışıyor.

Full frame sensörlere göre daha ufak APS-C sensörler için tasarımlanmış EF-S lensleri niye EOS R'a takayım diye sorabilirsiniz.

Bunun öyle dünyanızı değiştirecek önemde bir cevabı yok tabi, ama gelin EF-S bir lensi EOS R'la kullanılma senaryolarına bir bakalım.

EF-S lensler küçük ve hafiftir. Öyle poster basacak kadar megapiksele ihtiyacınızın olmadığı, bir zevk tatiline çıkıyorsanız 18-135 IS gibi çok amaçlı bir lens takıp, hafif hafif gezebilirsiniz. Bu odak uzaklığı aralığının (bir Stinger füzesinden daha ağır EF 28-300L'i saymazsanız) EF yada RF lensler arasında dengi yok.

Yine Canon'ın elde tutulabilir en hızlı çok amaçlı zoom lensi olan EF-S 17-55 f/2.8 IS de bir kullanım alternatif olabilir. Canon'ın bu odak uzaklığı aralığında ve bu hızda görüntü sabitlemeli bir full-frame alternatifi yok. Bu lens bende var ve EOS R ile hiç de fena çalışmıyor.

EOS R 4K video çekerken 1.8'lik bir crop alıyor demiştik. Eğer mesela EF-S 10-18mm'lik bir EF-S kullanırsanız, bu crop'a rağmen rahatlıkla ve hiç kalite kaybı olmadan 4K selfie video çekebilirsiniz.

Yeri gelmişken başka ilginç bir lensten bahsedeyim. Sigma 18-35 f/1.8 Art. Bu lens APS-C sensörler için tasarımlanmış ama Sigma her nedense bu lensi EF-S yerine EF Mount"a göre imal etmiş. Bu lens full-frame sensörler üzerinde elbette ki kenarlarda koyu bir vignetting oluşturuyor. Ne var ki bu vignetting düşündüğünüz kadar büyük değil. Biraz cropping yaparak bu kaliteli lensi EOS-R'da kullanmak mümkün (sadece EOS R değil, diğer full frame DSLR'lar da bu lensi kullanabilir).

Bu adaptörlere Canon'ın range extender'larını da takmak olanaklı. 2x bir extender ile kullanılan f/5.6 bir telefoto f/11 hızına düşer. EOS R, f/11'de bile Auto Focus yapabiliyor. Bu da bir ilk.

Bu adaptörle lens kullanmayı önceden denediyseniz bilirsiniz. Herşey her zaman çalışmaz, bazen yavaş çalışır, aksaklıklar çıkar falan.

Canon EOS R ile gerçekten özenli bir uyarlama yapmış. EF ve EF-S lensleri adaptörle kullanırken orijinal DSLR'lara göre herhangi bir fark göremedim. Bütün lensler kusursuz çalıştı, hatta Auto Focus eskiye göre daha bile hızlı diyebilirim.

Ben elimdeki EF ve EF-S lenslerin çoğunu sattım. Sadece bir EF 50 f/1.4 ve klasik 70-200 f/2.8L IS II, 17-40 f/4L ultra geniş açı, bir de yukarda bahsettiğim EF-S 17-55 f/2.8 IS kaldı.

Ben çok fazla 50 mil hastası sayılmam ama bu lensi low light için tutuyorum.

17-40 ultra geniş açılı lensi ilk aldığımda çok sevmiştim, ama görüntüyü o kadar çarpıtıyor ki, şu sıralar çok, çok istisnai durumlarda kullanıyorum. Bu lensi, çıktığında, RF versiyonu ile değiştirmek için bir neden görmüyorum.

RF versiyonu çıktığımda 70-200'ü değiştireceğim - ki bu bile o kadar acil ve gerekli değil. Başka da bir lens almayı düşünmüyorum çünkü RF 24-105 f/4L, yukarda bahsettiğim görüntü sabitleme, bir de EOS R'ın anormal yüksek ISO kapasitesi eklendiğinde, benim workflow'umda 24-70 f/2.8L başta, çok başka lenslere ihtiyaç bırakmıyor.

Olasılıkla RF 24-70 f/2.8L, IS ile gelecek, belki dayanamam alırım ama o da şımarıklıktan, yoksa çok iyi biliyorum, bir yere giderken yanıma yine RF 24-105 f/4L IS'i alacağım.

RF Mount işte böyle.

EOS R'a bakmaya devam edeceğiz.

7 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 2

EOS R Canon firmasının yaptığı full-frame yani 35 mm'lik bir sensöre sahip, EVF adı verilen Electronic Viewfinder yani elektronik görüntü bulucuya sahip ilk kamera.

Canon'la birlikte Nikon ve uzunca bir süreden beri Sony markalı benzeri full-frame EVF kameralar piyasada bulunuyor. Panasonic de benzeri bir kamera lanse edeceğini açıkladı.

Daha önce de değindiğimiz gibi bu kameralarda gözünüzü dayadığınızda kameranın lensinden çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz OVF, yani Optical Wiewfinder'lar yerine gözünüzü dayadığınızda küçük bir ekrandan çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz bir EVF var.

Bu EVF, DSLR kameralardaki OVF'lere göre birçok avantaja sahip.

Bunlardan ilki, OVF'li DSLR kameralarda bulunan ve kameranın lensinden gelen görüntüyü insan gözüne aktaran açılır kapanır ayna ve prizma gibi hem optik, hem mekanik düzeceğin bu yeni kameralarda bulunmaması.

Bu düzenek olmadığı için yeni EVF kameralar daha hafif, daha küçük ve mekanik aksamın olmamasından dolayı bozulma şamsı çok daha düşük. Bu yeni sistem sonraki nesil kameralarda saniyede çekebileceği fotoğraf sayısına göre bir hız üstünlüğü de sağlayacak, ancak şimdilik uzmanlık DSLR kameraları bu alanda daha hızlı.

Eğer almayı düşündüğünüz kameraların özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı seven biriyseniz peşinen söyleyeyim, bu kamera sizi mutlu etmeyecektir.

EOS R kamera özellikleri bakımından rakiplerinin arasında en geride olanı.

Peki, niye gittin, kendine bunu aldın diye sorarsanız hemen arzedeyim.

Tanıdığım bir büyük şirkette yöneticilik yapan biri vardı. Adamın hali vakti yerinde, kendisine bir Porsche almaya karar verdi. Okudu, test drive yaptı, karşılaştırdı falan, ve sonunda parayı bayılıp, kendisine düz vitesli bir model aldı. Buralarda düz vitesli araba neredeyse kalmadı. Herkes otomatik vitesli arabaları tercih ediyor.

Bu adamın düz vites alma nedeni ise şöyle.

Otomatik vitesli Porsche, düz vitesliye göre 0-100 km'ye meğer yarım saniye falan geç çıkabiliyormuş!

Dahası da var. Otomatik Porsche'larda vites, direksiyonun sağ ve solundaki, Tiptronik ismi verilen düğmelere basarak değiştirilir. Viraj yada dönüş esnasında bu düğmelere basmak zor oluyormuş, o da bir kaç saniye vakit kaybetmesine yol açıyormuş!

Adam da bu arada yarışçı falan değil. Finansçı!

Neyse, sonuçta özellikleri bakımından daha 'hızlı', daha 'atak', düz vitesli modeli aldı.

Bu daha 'iyi' modeli aldı da ne oldu? Hayatında kaç kere 0-100'e yarım saniye geç çıktığımdan bir toplantıyı kaçırdı, ya da kaç kere virajda vites değiştirirken bir saniye kaybetti diye para kaybetti?

Neyse, bu arkadaş böyle bir kaç sene hamal gibi debreyaj-vites gezdi, sonra da kimse düz vites istemediğinden arabasını satamadı, elinde patladı.

Kısacası özellikler her şey demek değil. Bazen uygunluk, kullanılabilirlik, kullanım amacı ve tarzı, özelliklerin çok önüne geçebiliyor. EOS R bana bu yüzden çekici geldi.

EOS R'ı almadan hem Nikon, hem de Sony'i elime alıp şöyle bir tarttım. EOS R hem diğerlerinden büyük, hem de daha ağır. Benim ellerim çok büyüktür, o yüzden EOS R elime çok güzel oturdu. Diğer kameralarda parmaklarımın hepsi 'grip' denilen, kamerayı tuttuğunuz aralığa sığmıyordu.

EOS R yine bana daha derli-toplu, daha sağlam göründü.

Disneyland'de dan dun çarpanlara, yağmura, Roller Coaster'ların sarsmalarına, Karayip Korsanlarının sıçrayan sularına bana mısın demedi. Kamera metal bir iskelete sahip. Canon bu korumanın 6D II seviyesinde olduğunu söylüyor. İşin açıkçası, Canon markasını kullandığım on küsür sene boyunca her hangi bir kameramın hava koşulları ya da çarpmalardan etkilendiğine tanık olmadım. Sadece Dominik Cumhuriyetinde denize düşen bir lens - ki bu Canon'ın profesyonel kalitede değil, oldukça amatör bir lensiydi - yavaş Auto Focus yapmaya başlamıştı.

Youtube'da Jared Polin isimli bir manyak var. Kameralara 'snif test' yapıyor, yani koklayıp, kokularını yorumluyor. Görünüşe göre EOS R'ın kokusunu beğenmiş, bunu da yazmış olalım.

EOS R’ın 35 mm film boyunda, full-frame 30.4 megapixel'lik bir sensörü var. Bu sensörün üzerindeki Dual Pixel özelliği çok hızlı ve yumuşak, yani ileri-geri aramadan Auto Foucus yapabiliyor.

Auto Focus için 5,655 nokta kullanıyor. Garip 5D II'mda 9 nokta vardı! Bu beş küsür bin noktalar ekranın enlemesine %100'ünü, boylamasına da %88'ini kaplıyor. Daha bir kaç sene öncesine göre bile delice sayılabilecek değerler bunlar. Bir çok farklı amaca uygun Auto Focus yöntemi var, bunlara daha sonra geleceğiz.

Bu sensör ne yazık ki rakipleri Nikon ve Sony'de bulunan IBIS (In Body Image Stabilisation, yani kamera içi görüntü dengeleme) özelliğine sahip değil. İşin aslı, rakipleri ile karşılaştırıldığında olmadığına üzüldüğüm tek özellik bu.

ISO 100-40,000 aralığımda çekim yapabiliyorsunuz. ISO 102,000'e çıkmak mümkün ama...

1/8000 saniyeye kadar da shutter speed mümkün.

EOS R, lens bağlantısı için Canon'un ilk defa tanıtıp, kullandığı R-Mount isimli yepyeni ve gelişmiş bir bağlantı standardı kullanıyor. Bu konuya da daha sonra geleceğiz.

Hızlı modda saniyede sekiz, eğer her kare için yeniden odaklanma yapmak isterseniz de saniyede beş resim çekebiliyorsunuz. Elektronik perde kullanarak tamamen sessiz fotoğraf çekmek de mümkün.

EOS R bir video kamerası değil. Eğer ileri video özellikleri arıyorsanız, okumayı burda bırakın derim.

EOS R, 4K videoyu saniyede 30 kare (30 FPS) ile sensörün ortasından bir crop alıp kaydediyor. Bu da fotoğrafa göre 1.8 katı daha büyütülmüş bir görüntü veriyor. Neyse ki 5D IV'daki aptalca Motion JPEG yerine çok daha medeni H.264 codec'ini kullanıyor.

HD 1080p modunda bütün sensörü kullanıyor, yani bir crop almaya gerek kalmıyor. Burada da 30 ve 60 FPS çekim yapabiliyorsunuz.

Ancak en çok sinirimi kaldıran yavaş çekimde sadece HD 720p, 120 FPS modunu kullanabilmesi. Burada da ses kaydetmiyor. Bu tamamen kullanıcıya eziyet olsun diye düğmeleri kapamak. Canon'da buna kim karar verdiyse tez zamanda Hara Kiri yapa...

Harici bir mikrofon ve kulaklık bağlamak mümkün. HDMI portu üzerinden harici bir cihaza 10 bit 4K video da kaydedebiliyorsunuz.

Hala inanamıyorum, iPhone bile EOS R'dan daha fazla video özelliklerine sahip. EOS R ile sadece günlük video çekmek mümkün. Canon Cinema Line isimli ürün serisini korumak için bir çok özelliği kaldırmış ve bence çok tehlikeli bir seçim yapmış. Rakip Nikon ve Sony kameraların video özellikleri Canon'ı tuvalete sokup, sifonu çekiyor.

Neyse ki video ile iştigalim sadece ilginç bir şey gördüğümde videosunu çekmek. Bunun için de zaten iPhone'u kullanıyorum. iPhone'un H.265 codec'i çok daha küçük video dosyaları oluşturuyor, yer kaplamıyorlar.

4K video çekmek için de Henüz geçerli bir sebep göremiyorum. Özellikle Internet'e yüklemek ya da indirmek bir eziyete dönüşüyor. HD formatı en azından bana fazlasıyla yetiyor.

Ama yine de Canon ayıp etmiş bu video işinde. Üç bin küsür dolarlık kamera üzerinde insan biraz daha fazlasını bekliyor.

EOS R'ın belki de en önemli özelliği 0.5 inç boyumdaki 3.69 milyon noktalık OLED EVF, yani elektronik görüntü bulucusu. Kusursuz, pırıl pırıl bir görüntüsü var. Ve tabi ki çok daha da fazlası.

EOS R'ın ekranı dokunmatik, her yöne dönebilen, görüntüsü şimdiye kadar gördüğüm en netlerinden biri. 2.1 milyon noktalı ve 3.15 inç boyunda.

Tam dönebilen ekran benim için hayati önem taşıyan bir özellik ve rakiplerin hiç birinde yok. Bu ekran sayesinde selfie ve kendinizin videosunu çekmek olanaklı.

Ayrıca bir kalabalığın ortasındayken ekranı aşağı çevirip, kamerayı baş üstüne kaldırarak ya da ekranı yukarı çevirip, kamerayı yere doğru alçaltarak çok farklı açılardan resim ve video çekilebiliyorsunuz.

Beğendiğim ya da popülaritesi yüksek resimlerin önemli bir bölümü hep bu farklı açılardan çektiklerim.

EOS R'ın menüleri de çok kullanışlı. Diğer Canon DSLR'ların menülerine çok yakın. Canon'un menüleri evvel ezel tutarlı ve düzenlidir. Aradığınızı çok kolay bulursunuz.

Çok tanımamama rağmen Nikon'larda da yolumu bulabiliyorum.

Ancak Sony bu menü işinde tam bir felakettir. Her şey her yere dağılmıştır. Ekranın yarısı boş olmasına rağmen 'estetik' olsun diye ufacık fontlarla, işlevleri oraya buraya serpiştirirler. İkonlarını anlamak mümkün değildir.

On sene önce aldığım bir su geçirmez kameraları var, hala kart nasıl formatlanır bulamıyorum. NEX model başka bir kameraları var, mükemmel de fotoğraf çeker ama sadece menülerine duyduğum nefretten dolayı yıllardır elime almıyorum. Yeni modellerinde menüleri baştan tasarımlayıp, daha anlaşılır, daha intüitif bir hale getirmişler diye duydum ama süt ve yoğurt işte...

EOS R'ın üst kenarında bir Canon DSLR'da hiç görmediğim, ve görünce de gerçekten mutlu olduğum dijital bir LCD ekran var. Kameranın kritik değerlerinin gösterildiği çok kullanışlı bu ekran her nedense eski modellerde bizim çocukluğumuzda dedemin Hac'dan getirdiği Casio saatlerdeki gibi gri-siyah, tatsız bir ekrandı.

Bu ekran hala monokrom ancak hem çok daha modern görünüşlü, hem de çok daha kullanışlı şekilde tasarımlanmış.

EOS R'ın üzerinde bir flaş yok, ancak hot shoe dedikleri klasik bağlantı noktasını kullanarak uygun her flaşı takıp kullanmak olanaklı.

EOS R'ın üzerindeki düğme sayısı, muadili bir DSLR'dan çok daha az. Bir çok kamera sahibinin egosu bakımımdan hoş bir özellik değil bu. Önünde, arkasında, sağında, solunda yüzlerce düğme elbette kamera sahibinin 'önemini' artırmakta. İşin aslı, kamerayı bir Boeing-747'nin kokpitine döndürmektense, az sayıda akıllıca tasarımlanmış düğmeyi her zaman tercih ederim.

Bana kalırsa Canın bu işi çok iyi becermiş. Düğmeler ilk başta biraz alışma gerektirse de bir saatten az bir sürede ben problemsiz uyum sağladım.

Hem basılabilen, hem de çevrilebilen düğmeler fiziksel olarak da çok sağlam ve kullanıldığında tıklayarak temiz bir geri bildirim veriyorlar.

EOS R'da menü ve AF noktalarını değiştirmeye yarayan bir joystick yok. Onun yerine dokunmatik ekranı kullanıyorsunuz. Bana sorarsanız ekran joystick'ten çok daha kullanışlı.

Ancak Youtube'a giderseniz, orada yüzlerce yorumcunun bu joystick bulunmamasına kafayı takıp, kıçlarını yırttığını göreceksiniz. Bunlar abartıp, işi joystick yok diye kamerayı almayın'a kadar getiriyorlar. Bunların çoğu, camiada lafı geçen birinin yorumunu alıp, amplifiye eden müptezeller. Ben joystick olmamasında hiçbir mahzur görmüyorum. Ekranı kullanmak çok daha çabuk, etkili ve duyarlı.

EOS R, bellek olarak bir tane SD tipi kart kullanıyor. UHS-III dahil yüksek hızların tümüne uygun ancak uzun süreli 4K video çekmeyecekseniz, hele fotoğraflar için hemen her tür SD kartı kullanabilirsiniz.

Burada yine başka bir Youtube fenomeninin ortaya attığı bir argümana değinelim.

Efendim, sadece bir bellek kartı aldığı için bu kamera güvensizmiş ve önemli işler için kullanılmazmış. Eğer yedekleme amaçlı iki kart alsaymış pro bir kamera sayılabilirmiş.

Yaygaracılık, başka hiç bir şey değil.

1996 yılından beri dijital kamera kullanıyorum, bellek kartları sadece üç kere sorun çıkardı. Yani yirmi küsür yılda üç kez!

İlk bellek kartı sorunumu Canon 5D-II ile yaşadım - 5D-II tam bu egomanyakların 'profesyonel' sayacağı iki tane kart alabilen bir kameradır.

Ne acıdır ki içinde sadece bir tane kart vardı. Yani böylesi de mümkün 😛

Kart bozulduğunda son çekilen kare hariç bütün resimler ulaşılabilir durumdaydı. O kartı çıkarıp, başka bir kart taktım ve hayat devam etti.

İkinci vukuatım bir 6D üzerinde oldu, bu kez iki kare kaybettim. Kartın üzerinde geriye kalan bütün fotoğraf ve videolar ulaşılabilir durumdaydı.

Üçüncüsü ise sıkı durun, EOS R ile Disneyland'de geldi başıma. Ali Express'ten beş dolara mı ne, 256 GB bir SD kart almıştım. Ya tutarsa diye denemek için taktım. Kartın çalışması bile zaten mucizeydi, hatta bir gün boyunca hiç vukuatsız resim çekti!

Akşama da hakkın rahmetine kavuştu...

Bu kart üzerinde bile sadece bir kare kaybettim ve çekmek istediğim bir kareyi de kaçırdım. Hadi toplam iki kare diyelim.

Yani bir kart ile iki kart arasındaki risk çoğunlukla son kareyi kaybedip, kartı değiştirirken kaybedeceğiniz zaman. Bunun için de bence bu kadar yırtınmaya değmez.

Bu işi büyütenler sanki kameranın tek sorun çıkaracak parçası bellek kartıymış gibi davranıyorlar. İki bellek kartı kullanıyorsunuz diyelim, atıyorum ya shutter çalışmazsa ne yapacaksınız mesela?

Yirmi küsür senede, birinin geleceği bariz toplam üç bellek kartı problemi yaşadım. Ancak aynı süre içerisinde pilim bozuldu, lens değiştirdiğimde kamera lensi tanımayıp, ha bire reboot etti, kameraya kum doldu, bir çocuk yağlı elleriyle lensin ön camını sıvadı, bir keresinde de adaptör bozuldu, hatta yukarda söylediğim gibi kamera lensle birlikte denize düştü. İkinci bellek kartının olup olmaması bunların hiç birini çözmeyecekti.

Kısacası, bir roket fırlatılması ya da kızkardeşinizin nikahını çekecekseniz, iki bellek kartı ile redundancy oluşturmaya çalışmak yerine, yanınıza yedek bir kamera almanızı öneririm.

Çok büyütmeyin bu kendini profesyonel zannedenlerin ukalalığını...

EOS R'ın üzerinde hem Wi-Fi, hem de Bluetooth var. Her iki fonksiyonda biraz 'eh işte' çalışıyor. Canon, henüz bir yazılım firması olamamış, ondandır, bu bağlantılardan fazlaca mucize beklemeyin.

Wi-Fi ile doğrudan ya da aynı ağ üzerinden bir smartphone veya tablete bağlanabiliyorsunuz. Bu bağlantıyı kamerayı remote olarak uzaktan kontrol etmek, ya da fotoğrafları transfer etmek için kullanabiliyorsunuz. RAW formatında transfer olanaklı değil. Bütün transferler JPEG'e dönüştürülüp yapılıyor. Çekilen fotoğrafları otomatik olarak transfer etmek de olanaklı ancak diğer cihaz ile devamlı bir Wi-Fi bağlantısı gerekiyor. Bu da ekstra pil kullanımı anlamına geliyor tabi.

Bağlantı zahmetsiz değil. Kamera üzerinde her nedense iki menü fonksiyonuna gitmek gerekiyor, ancak ilk Canon kameralarına göre birden fazla cihazı aklında tutabiliyor. Bu da biraz işinizi kolaylaştırıyor.

Bluetooth ise benim için çok önemli bir işlevi gerçekleştiriyor. Fotoğraf çekildiğinde telefonun üzerindeki GPS'den konum bilgisini alıp fotoğraf dosyalarına yazıyor. Bütün parkuru kaydedip, zaman bilgilerine göre resimleri sonradan geotag'lemek de mümkün.

Bluetooth bağlantısı neredeyse hiç pil tüketmiyor. Benim iPhone X'im günün sonunda yüzde on falan pil kullanmıştı. Bu arada tabi ki GSM ve Wi-Fi açıktı.

Hem Wi-Fi, hem de Bluetooth için telefon ya da tablette Canon'ın CameraConnect aplikasyonunun yüklenmiş ve çalışıyor olması gerekiyor. Bluetooth üzerinden geotagging yaparken de bu aplikasyon önde (foreground) iken ekranı kapatmanızı öneririm. Geri planda da geotagging yaptığını idda etse de en azından benim kullanımımda bir kaç kez bağlantı koptu. Aplikasyon öndeyken hiç problem yaşamadım.

CameraConnect daha çok fırın ekmek yemesi gerekli bir aplikasyon. Bana sorarsanız hala emekleme devresinde. Bazı basit işlemlerde bile çuvallayabiliyor.

Örneğin Apple cihazlarda GPS, GSM bağlantısını sağlayan chip'in üzerindedir. Birçok iPad GSM bağlantısına sahip olmasa da bazılarında, örneğin benim iPad'imde bu özellik mevcuttur. Ancak bu aplikasyonu geliştiren Hiro Nakamura, eğer bağlantı iPad'e ise nasılsa konum bilgisi yoktur diye kesip atmış. Böylece üzerinde GPS özelliği bulunsa da iPad üzerinden EOS R'a konum aktarmak mümkün olmadı.

Böyle basit şeyler işte.

Ancak bu gün bile ne istediğinizi bilip, daha fazlasına göz dikmezseniz bu aplikasyon gayet güzel çalışıyor.

Connectivity sizin için önemliyse, bu işin erbabı Sony. Nikon ise duyduğum kadarıyla acınacak durumdaymış. SnapBridge isimli aplikasyonları herkese saç baş yolduruyormuş.

EOS R, son on senedir Canon DSLR'larda kullandığımız LP-E6 pilini kullanıyor. Yani elinizde varsa eski piller işe yarıyor. Kamerayla gelen yeni DSLR'lara mahsus LP-E6N modeli ise biraz daha uzun dayanıyor.

Hiçbir güç ekonomisi seçeneğini aktive etmeden, gün boyu fotoğraf çekerek, devamlı Bluetooth geotaging aktif haldeyken ve zaman zaman resimleri Wi-Di üzerinden aktarmak kaydıyla bir pil bana tam bir gün yetti.

Unutmayalım EVF devamlı pil kullanan bir özellik. Eski OVF'ler hiç pil kullanmazdı. Yine unutmayalım, EOS R'ın işlemcisi DIGIC 8 daha hızlı ve daha güçlü bir işlemci. Kamerayla gelen birçok yeni özellik kulağa hoş gelse de, bunların hepsi daha fazla enerji kullanıyor.

Eğer EOS R ile seyahat ediyorsanız, kesinlikle ikinci bir pil almanızı öneririm.

EOS R'ın üzerinde bir USB-C portu var ve DSLR kameraların aksine, bu port üzerinden kameraya takılı pili şarj etmek mümkün. Ne yazık ki bu işlem için sadece Canon'ın iki yüz dolara sattığı kendi adaptörünü kullanabiliyorsunuz.

Bir USB adaptöre iki yüz dolar vermek akla zarar bir şey. Onun yerine iki yeni pil almak daha mantıklı. Yine aklınızda olsun, yeni Macbook Pro adaptörlerinin de EOS R'ı şarj edebildiğini duydum. Kendim denemedim ama 'güvenilir kaynaklar' bu bilgiyi doğruladı. Zaten bir Macbook Pro'nuz varsa adaptörü EOS R ile de işe yarayabilir.

İşte size bir nefeste EOS R.

Sonraki yazılarda biraz daha detaya gireceğiz.

6 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 1

Metalik gri-beyaz bir gövdesi vardı. El ve parmakların dokunduğu noktaları kaymayı önleyen tırtıklı plastik bir dokuyla kaplanmıştı.

Eski, birinci jenerasyon denen, hiç bir özelliği olmayan alelade bir fotoğraf makinesi (kısaca kamera) idi.

Babam doğduğum günden on altı yaşıma kadar bu kamerayla binlerce fotoğrafımı çekmişti. Kim bilir nerededir şimdi. Neler vermezdim onu bulabilmek için.

Bu kameranın üzerinde sabit bir objektif (kısaca lens) vardı. Yani bu lensi çıkarıp, farklı birini takmak olanaklı değildi. Üzerinde başkaca hiç bir özellik yoktu.

Sevgili babam daha ben beş yaşımdayken bu kameranın kullanımını bana öğretmeye başlamıştı.

Doğru düzgün bir fotoğraf çekebilmek için önce kaç "DIN" film kullandığınızı bilmek zorundaydınız. DIN o zamanki siyah-beyaz filmlerin bir özelliğiydi ve filmin ışığa duyarlılığının bir ölçüsüydü. Yüksek DIN'li filmler, ışığa daha fazla duyarlıydı ve ışığın az olduğu koşullarda işe yarıyordu. Düşük DIN'li filmler ise sözde daha kaliteli sonuç veriyordu.

O günlerde ekonomide İthal İkamesi denilen bir politika uygulanıyordu. Yani bir mal eğer ülkede üretiliyorsa ithali yasaktı. Sivri akıllının biri fotoğrafların basıldığı kağıtları üretiyorum diye lisans almıştı. Bundan dolayı uzun bir süre boyunca baskı kağıdı ithal edilemedi. Dolayısıyla da kullandığınız filmin DIN değeri ne olursa olsun, bu yerli kağıtlara basıldığında fotoğrafların kalitesi her zaman çok kötü oluyordu.

Babam bu eski kamerayı kullandığında, yanında hep iki sayfalık bir tablo taşırdı. O çocuk aklıma girsin diye ekstremleri ayırıp, bir özetini benim için hazırlamış, kameranın çantasına koymuştu.

Bana hazırladığı sayfanın bir yüzü küçük, diğer yüzü de yüksek DIN'li filmler için makinenin ayarlarını içeriyordu. Bu iki tabloda, ortamın ışık düzeyine, yani güneşli, bulutlu, gece ve suni ışıklı - yani kapalı ortamda olmasına göre makinenin alacağı diyafram ve enstantane değerleri yazılıydı.

Diyafram, lensin ne kadar açılıp ışık alacağı, enstantane de lensin ne kadar süre açık kalacağını gösteren değerlerdi.

Bu günlerde diyafram açıklığına 'apperture', enstantane'ye de 'shutter speed' diyoruz. Çok isterseniz DIN eşleneği değerin bu günkü ismi ise 'ISO'. ISO, biraz yine eski günlerdeki ASA'nın dengi. Bu üç değer fotoğrafın parlaklığını belirler.

Örneğin güneşli bir günde durağan bir nesnenin fotoğrafını 21 DIN'lik bir film kullanarak çekmek için diyaframı 11'e, enstantaneyi de 400'e getirmek gerekiyordu (bu değerler afaki tabi, üzerlerinde asıl değerlerin bulunduğu, sevgili babamın bana yaptığı özet tablolar kamera ile kayboldu). Bu günkü aklımla diyafram 11'in f/11, enstantane 400'ün de 1/400 saniye olduğunu anlıyorum elbette.

Neyse. O günlerde bir fotoğraf çekerken önce filmin DIN değerine göre uygun sayfayı çeker, sonra kafayı kaldırıp havaya bakar ve güneşli, bulutlu, kapalı falan olmasına göre tablonun uygun satırını seçer, hareketin olup olmadığına göre de uygun sütunu bulup aşağı yukarı doğru diyafram ve enstantane değerlerini lensin üzerindeki halkaları çevirerek belirlerdim.

O zaman hem film, hem de kağıt delicesine pahalıydı. Deklanşöre bir kere basmadan önce bu kadar ilim yapmak gerçekten de gerekliydi.

Beş yaşımda rakamları okuyabiliyor olsam da (hıyarlık olsun diye söylemiyorum, doğrusu bu), elbette ki bunların anlamını bilmiyordum. Anlamlarını hep çok sonradan öğrendim, ancak bu tablolar sayesinde makineyi biraz da şansla doğru ayarlayabiliyordum.

Ne var ki yukardaki ayarların üstüne, fotoğrafı çekmeden belirlemem gerekli başka bir değer daha vardı ki, onu doğru olarak çok nadir tutturabiliyordum. Bu değer fotoğrafını çektiğim nesnenin uzaklığıydı ve bu uzaklığı doğru olarak belirleyemediğim zamanlar resim hep flu çıkıyordu. Bu uzaklık ayarı, yani odaklama yukardaki üç değer gibi fotoğrafın parlaklığını değil, netliğini etkiliyordu.

Burada babamın yardım edebileceği çok fazla şey de yoktu. Ya elime metreyi alıp, uzaklığı ölçecektim, ya da deneyimlerime dayanarak bir tahminde bulunacaktım.

Bacak kadar çocuğun deneyimi ne olur, siz düşünün. Bu yüzden uzun bir süre hep burası kaç metredir diye eğer yanımdaysa sevgili babama sormuştum.

Herneyse, üç aşağı, beş yukarı bu değerleri makineye girip, deklanşöre bastığımda sonuç uzun bir süre boyunca bir muamma olarak kalıyordu. Çekilen fotoğrafları görebilmek için önce film rulosunu tamamen çekip, bitirmek, sonra filmi banyoya göndermek, daha sonra da kağıda bastırmak gerekiyordu. Böylece ancak, bazen aradan aylar geçtikten sonra, çekilen resmi iyi mi, kötü mü kağıt üzerinde görebiliyordum.

Ve ancak flu resmi gördüğünüzde "Lan, demek uzaklık bir metreden fazlaymış" diye dövünüyordum.

Halbuki ne güzel olurdu çektiğim resmin nasıl çıkacağını daha resmî çekmeden önce görebilseydim ve ona göre ayarları değiştirip doğru değerleri kameraya girebilseydim? Daha da fazlası, keşke kamera ışığın falan ne kadar olduğuna bakıp, bu ayarları kendisi yapabilseydi...

Resmin parlaklığındaki küçük sorunlar banyo ve basım esnasında giderilebilse de, netlikte bir problem olduğunda fotoğraf işe yaramaz hale geliyordu. Kamera üreticileri önceliği ilkin bu netlik, yani fotoğrafı çekilen nesne ile kamera arasındaki uzaklığın belirlenmesine verdiler.

Babamın eski kamerasında fotoğraf karesi, gözünüzü dayayınca gördüğünüz dikdörtgen bir vizörle ayarlanabiliyordu. Bu vizörün kameranın lensi ile hiç bir bağlantısı yoktu. Sadece deklanşöre bastığınızda lensin göreceği alanı üç aşağı, beş yukarı tahmin ederek gösteriyordu. Lensin kapağı kapalı bile olsa, bu vizörden bir şeyler görmek mümkündü.

Gözünüzü dayadığınız bu vizörlere viewfinder, yani görüntü bulucu derler. Viewfinder'lar görüntünün sınırlarını belirlese de, fotoğrafın parlaklığı ya da netliği hakkında hiç bir fikir vermezler. Bunlara baktığınızda görüntü her zaman net, parlaklık da gözünüzün normalde gördüğü parlaklıktır.

En azından fotoğrafı çekmeden netlik nasıl, onu fotoğrafçıya gösterelim diyen kamera tasarımcıları, daha ta o eskilerde iki lensli kameralar yaptılar. Bu lenslerden ilki görüntüyü filmin üzerine odaklayan, yani fotoğrafı çeken lens, ikincisi de bel hizasından, kameranın üzerinden görüntüyü viewfinder'a, yani fotoğrafçıya gösteren lensti. Her iki lensin de odak uzaklığı aynıydı ve uzaklık bilgisi girildiğinde her iki lens de aynı şekilde odaklama yapıyordu. Böyle kameralara Twin Lens Reflex kamera dediler. Twin ikiz demek, kullanılan çift lense bir referans. Reflex ise normalde ileri bakan lensin arkasına konulan kırk beş derecelik bir ayna sayesinde görüntüyü yukardan bakan fotoğrafçıya yönelten ayna yüzünden verilmiş bir isim. Bu reflex sözcüğü ileride de önemli olacak.

Kameraların en pahalı parçaları olan lens sayısını ikiye katlamak çok ekonomik olmuyordu. İşin içine bir de odak uzaklığı değişebilen zoom lensler girdiğinde, aynı mekaniğin ikinci lense de eklenmesi gerekiyordu ki, bu hiç de pratik değildi. O yüzden Twin Lens Reflex kameralar çok uzun ömürlü olmadılar.

Sonraları Rangefinder, yani menzil bulucu isimli bir sistem gelişti. İki ayrı görüntünün üst üste geldiği noktanın uzaklığını bulmaya yarayan bu yöntem, yine filmin gördüğü lensten bağımsız çalışıyordu. İlk başlarda rangefinder'ların bulduğu uzaklığı okuyup, kameranın lensini bu değerlere ayarlamak gerekiyordu. Bu sistem zamanla gelişse de hiçbir zaman fotoğrafçıların arzuladığı hıza ve esnekliğe ulaşamadı.

Gerek TLR, gerekse de Rangefinder kameralar fotoğrafçıya uygun ayar yapmak için yardım etseler de, yaptıkları fotoğrafın neye benzeyeceği sadece bir tahmindi ve çekilen resimler viewfinder'da görünenden çok farklı çıkabiliyordu.

Netlik için fotoğraf karesine film ile aynı lensten bakmak gerekiyordu.

Bunun için tam bir Zihni Sinir sistemi tasarladılar. Kamera normal halinde beklerken, bir perde ile filmi kapıyor, lensten gelen ışık, kırk beş derecelik bir ayna ile önce yukarı, ve viewfinder seviyesine geldiğinde de başka bir ayna, ya da prizma ile tekrar yatay konuma kırılıp, fotoğrafçının gözüne ulaşıyordu. Fotoğrafçı da resmini çekeceği nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını sağa sola çevirip, fotoğrafı çekiyordu.

Böyle kameralara Single Reflex Camera dediler. Single tek demek ve sadece bir lens kullanılmasından dolayı bu ismi almış.

Bu sistemin karmaşıklığı fotoğrafı çekerken ilk aynanın yukarı doğru katlanıp, filmin önünden çekilmesi, perdenin açılıp, filmin görüntüyle karşılaşması, sonra da perdenin kapanıp, aynanın geri aşağı doğru açılmasının gerekmesinden kaynaklanıyordu.

Neredeyse araba şanzımanı gibi karmaşık bir mekanizmadır bu arkadaşlar. O yüzden Single Lens Reflex, kısaca SLR, bir kamera ile fotoğraf çektiğinizde klak, şırak, tırak şeklinde canhıraş sesler duyarsınız.

Yine de çok başarılı bir sistemdir bu. Günümüzde tam gaz bir çok kamerada kullanılmaktadır.

Geriye dönersek, yine başka bir akıllı niye fotoğrafçı bir nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını çevirsin, bunu kamera otomatik olarak yapamaz mı diye düşündü.

Elbette bu netleştirme işi otomatik hale getirilebilirdi. Burada sorun fotoğraf karesindeki hangi nesnenin netlenmesi gerektiğiydi.

Tüm kare net olsun falan diyebiliriz tabi, ancak bir fotoğrafta sadece bir düzlem net olabilir. Bu düzlemin önündeki ve gerisindeki her nesne flu görünecektir. Bu düzlemden her iki yöne doğru uzaklaştıkça fluluk da artacaktır.

Bunu biraz açıklayalım.

Kameranın lensine bir metre uzaklıkta bir vazo koyalım. Lensin uzaklığını bir metreye ayarladığımızda bu vazo net olarak çıkacaktır. Şimdi bunun hemen yanına bir vazo daha koyalım. Bu ikinci vazonun da lense uzaklığı bir metre olduğundan o da fotoğrafta birincisi kadar net çıkacaktır.

Şimdi ikinci vazoyu birincinin yanından alıp, bir metre kadar arkasına koyalım. Bu haliyle ikinci vazonun lense uzaklığı iki metreye çıkacaktır. Lens bir metreye ayarlı olduğu için birinci vazo net, ikincisi flu çıkacaktır.

İşte netliği otomatik hale getirmenin inceliği burada karşımıza çıkıyor. Kamera hangi vazoyu netlesin, başka bir değişle uzaklığı bir metreye mi, iki metreye mi ayarlasın?

Bu sorunun doğru cevabı fotoğrafçıdadır sevgili arkadaşlar. Kamera doğrudan bunu bilemez.

Tasarımcılar bu nedenle viewfinder'ın ortasına küçük bir kare koydular. Makine bu karenin altında ne varsa uzaklığı, dolayısıyla netliği ona göre ayarlıyordu. Örneğimizde fotoğrafçı vazoların hangisini netlemek istiyorsa kamerayı yavaşça çevirip, o vazoyu viewfinder üzerindeki karenin altına getiriyor, deklanşöre yarım basarak odaklamayı tamamlıyordu. İsterse de resmi çekmeden kamerayı tekrar hareket ettirip, mesela odaklandığı vazoyu fotoğrafın ortasına değil de bir kenarına alabiliyordu.

Sonradan bu karelerin sayısını artırdılar. Fotoğrafçı kamerayı hareket ettirmeden fotoğrafın değişik noktalarına odaklanabiliyordu.

Bu sisteme Auto-Focus ismini verdiler. Auto-Focus sistemi günümüzde o kadar çok gelişti ki hareket eden nesneleri hatta yürüyen bir insanın gözlerini fotoğraf çekilene kadar izleyebiliyor.

Fotoğrafın netliği bu şekilde halledilse de parlaklığı ayarlamak o kadar kolay olmamıştı.

Öncelikle kullanılan filmin karakteristiği, banyo edenin ve karta basanın tercihleri fotoğrafın parlaklığını ve renkli fotoğraflardaki renk dengesini önemli ölçüde değiştiriyordu. Kameranın fotoğrafı çekerkenki tercihleri sonuçta ortaya çıkacak resmin her özelliğini belirlemeye yetmiyordu.

Ta ki dijital sensörler filmlerin yerini alana kadar.

Dijital sensörler banyo ve baskı işini ortadan kaldırmışlardı. Bu kameraların oluşturduğu dijital fotoğrafları sonradan rötuşlamak mümkün olsa da sürecin yeteri kadar büyük bir bölümü kamerada geçtiği için parlaklık ayarlarını otomatikleştirmek de olanaklı olmuştu.

Filmin ışığa duyarlılığının yerini sensörlerin ışığa duyarlılığı almıştı. Kameranın üreticisi içine koyduğu sensörün ne olduğunu bildiğinden bu duyarlılığın ölçüsünü de biliyordu. Fazlası, bu duyarlılık sensör üzerinde farklı DIN/ASA değerlerinde film kullanıyormuş gibi ayarlanabiliyordu.

SLR kameralara kadar doğru parlaklığın otomatik olarak ayarlanması bakımından çok fazla bir ilerleme olmadı. Point And Shoot dedikleri, her ayarın otomatik olduğu kameralar olağan koşullarda doğru parlaklığı ayarlayabiliyorlardı ancak kontrastın çok yüksek olduğu, örneğin karlı bir alandaki koyu kahverengi bir kulübenin fotoğrafı çekildiğinde sonuçlar çok iyi olamayabiliyordu.

SLR kameralar parlaklık ayarlarını yani apperture, shutter speed ve ISO değerlerini detaylı olarak hesaplamaya başladılar. Ancak bunlar da tahmini değerlerdi ve ortaya çıkan fotoğraf her zaman beklendiği gibi olmuyordu.

Dijital sensörler sayesinde sonuç fotoğrafın neye benzeyeceğini daha resmi çekmeden görmek olanaklı bir hale gelmişti. Bir çok dijital kamera, arkalarında ufak bir ekranla piyasaya çıktı ve bu ekranı izleyerek istenilen noktada bir kare resmi çekmek mümkün oldu.

Ancak bu ekranlar viewfinder'ların yerini alamadı.

Öncelikle güneşli havalarda bu ekranların üzerinde bir detay görmek olanaksızdı.

İkinci olsa da, belki de birincisinden daha önemli olarak, bu ekranların üzerinde Auto-Focus çok, çok yavaş çalışıyordu. Odaklanma tamamlanana kadar sahne değişiyor, fotoğrafı kaçırıyordunuz.

Bu nedenle gerçekten çok uzunca bir süre SLR tarzı, optik şanzımanlı viewfinder ve arkalarında dijital ekranlı hibrid kameralar fotoğrafçıların tercihi oldu. Optik viewfinder'larla güneşli günlerde bile kusursuz bir biçimde detayları görüyor, gerçekten hızlı biçimde Auto-Focus yapabiliyordunuz. Resmin parlaklığı da çoğunlukla işe yarar bir biçimde hesaplansa da, profesyonel fotoğrafçılar viewfinder ile fotoğrafı çektikten sonra kamerayı göz hizasından aşağı indirip, arka ekrandan parlaklığını kontrol edebiliyorlardı. Bu o kadar yaygın bir refleks haline dönüştü ki bir ismi bile oldu.

Chimping!

Chimp şempanze demektir. Gerçekten de her defasında çıtır resmi çekip, hop diya ekrandan izleyen fotoğrafçılar bir maymunu andırır. Rivayete göre baktıktan sonra resmi beğenip, bir şempanze gibi uh, uh diye sesler de çıkarırlarmış 🙂

Güneşli günlerde pek işe yaramasa da, özellikle kameralarını tanıyıp, değişik ışık şartlarına reaksiyonlarını bilen fotoğrafçılar uzun bir süre viewfinder+chimping ile idare ettiler.

Bu iki fonksiyonu birleştirmek, yani arkadaki ekranı viewfinder'a taşımak uzun süredir tasarımcıların aklındaydı. Yani lensten gelen görüntüyü optik olarak viewfinder'a aktarmaktansa sensörün gördüğü ve gerçek fotoğrafı oluşturacak görüntüyü küçük bir ekranla televizyon misali fotoğrafçıya göstermek, bir de odaklanma hızını kabul edilebilir düzeylere çıkarılabilirse, bütün geri kalan sorunları çözecekti.

İlk elektronik viewfinder'lar kalite olarak çok kötüydü. Optik viewfinder'lar kadar detaylı değillerdi. Kamerayı hareket ettirdiğinizde eski siyah beyaz televizyonlardaki gibi görüntü atlıyor, resmi çekilen son görüntü viewfinder'da görünenle aynı olmuyordu. Auto-Focus'u ise sormayın bile. Gelin ile damat imzalarken deklanşöre bastığınızda kamera odaklanana kadar çift balayılarına çıkmış oluyorlardı.

Ancak elektronik viewfinder'lar kaçınılmaz gelecekti. Artık kimse içlerindeki şanzıman yüzünden kocaman boyutlara büyümüş, eşek cesedi gibi ağır SLR kameraları taşımak istemiyordu. Aynayı katlayan sonra da açan bu mekanik düzen hem maliyetliydi, hem de bozulma riskini artırıyordu.

Her şey gibi elektronik viewfinder’lar da gelişti. Mühendislik sorunları çözüldü ve ortaya çıkan bu mini ekranlar optik viewfinder'lar kadar net ve kesintisiz görüntü vermeye başladılar.

Başta Canon firması, Auto-Focus yavaşlığına da çare buldular ve yeni nesil elektronik viewfinder’lı kameralar piyasaya çıktı.

Ben de Canon'un ilk full-frame dedikleri, sensörü 35 mm'lik filmlerin boyundaki EOS R isimli bu kamerasını satın aldım.

Bu kamerayla sevgili kızımızla gittiğimiz Disneyland'de bir hafta geçirdim. Bol bol resim çektim ve iyi sayılabilecek bir deneyim elde ettim.

Önümüzdeki günler boyunca bunları sizle paylaşacağım.

Sevgi ile kalın.

13 Ocak 2018 Cumartesi

iPhone X - Son Sözler

Sevgili arkadaşlar, günlerdir iPhone X diye başınızı ağrıtıyorum, ama gözünüz aydın, sonuna geldik.

Dilimin döndüğünce, başınızı ağrıtmamaya çalışarak yeni iPhone X'i, sağladığı fotoğraf imkanları bakımından değerlendirmeye çalıştım.

Bir fotoğraf makinesi olarak iPhone X, her türlü point and shoot dedikleri piyasa kameralarının hepsinden fersah fersah ilerde. Zaten bu pazar bölümü cep telefonlarının geldiği bugünkü nokta itibarıyla ortadan kaybolmak üzere.

Fotoğraf çekmeye meraklı arkadaşların kullandığı mirrorless, ya da DSLR tarzı kameralarla karşılaştırdığımızda doğal olarak bu ihtisas kameraları iPhone X'e göre fotoğrafçıların ayılıp, bayılacağı bir çok özellik sunuyor.

Bunların en önemlisi ise bu ihtisas kameraların değişebilen lensleri sayesinde manzara, portre, aksiyon gibi fotoğraf türleri için uygun lensler kullanabilme olanağı. Eğer böyle kameralarınız varsa ve birden fazla lens kullanıyorsanız henüz makinenizi satmayın. iPhone X daha bu düzeyde değil.

Ancak tanıdığım bir çok DSLR sahibi, makineyi aldıklarında üzerinde bulunan kit lensini bir kere bile çıkarmış değildir. Eğer bu guruptaysanız, iPhone X'e geçmek çok fazla bir fark yaratmayacaktır.

Resim kalitesi bakımından, özellikle geniş açı ucunda ben bir DSLR'dan çok az fark gördüm. Telefoto bakımından da portre modunu işin içine kattığınızda iPhone X oldukça güzel sonuçlar veriyor. Elbette full-frame bir kamera ile f/1.2 bir lensle elde ettiğiniz bokeh daireleri ve rüyamsı fluluk iPhone X'de henüz mümkün değil.

Ancak bana sorarsanız, fluluk yani bokeh seviyesini ayarlayabileceğiniz bir portre modu hemen yarın gelebilir. Size yazıda da söylediğim gibi dijital bir görüntüyü flulaştırmak çay demlemekten kolaydır. Apple zor kısmı olan flulaştırılacak alanı ayırma işini zaten becerdiği için Bunu aslında şimdiye kadar niye yapmamış, ben onu anlamaya çalışıyorum.

iPhone X in kısa vadede DSLR'larla rekabet edemeyeceği tek alan düşük ışıkta ya da gece çekilen fotoğraflar.

Başka bir mobil telefondan iPhone X'e geçiyorsanız sadece mutlu olursunuz. Size anlattığım özellikleri bilmenize, kullanmanıza gerek yok. Sadece düğmeye basıp çektiğiniz resimler eski telefonunuza göre gözle görünür derecede kaliteli olacaktır.

Video için şapka çıkarıp, iPhone X diyoruz. Sizin, benim gibi hayatını bu işle kazanmayanlar için iPhone X'den iyisi yok.

iPhone X kendi içinde çok detaylı bir post processing, yani fotoğrafı çektikten sonra editleme uygulaması yapmamış. Ancak bedavadan, bir kaç dolara kadar o kadar çok applikasyon var ki, seçin, beğenin kullanın.

Photoshop Express bana evde değilken parlaklık, gölge, renk balansı, kırpma, kolaj gibi gerekli her şeyi sağlıyor. Tek eksiği bir histogram ama sosyal medya resimleri için çok da gerekli değil bana sorarsanız. Ücretsiz diye kalmış aklımda ama belki de Photoshop aboneliğim altında çalışıyordur, hatırlamıyorum.

iPhone üzerinden clone stamping falan yapmak istiyorsanız Photoshop Mobile'a bakın derim. Ama abartmayalım arkadaşlar...

Raw resimler için de el altında bir Pro Camera uygulaması bulunduruyorum.

C'est tout! Başka hiç bir şey kullanmıyorum. Live video streaming, Facebook, Instagram paylaşımları, yazı koyma, çerçeve koyma, şeytan boynuzu, Noel Baba kukuletası, her türlü hayati filtre ve sululuk zaten built-in.

Ben fotoğrafa meraklı biri olarak DSLR kullanmaya devam edeceğim tabi, ama çoğunlukla sevdiğimden, yoksa iPhone X de çektiğim resimlerin bir çoğunu sorunsuz çekebilir.

Ancak lütfen bu noktada perspektifimizi kaybetmeyelim.

Amacımız iPhone X ile bilmem ne kamerasını yan yana koyup, o iyi, bu kötü demekten çok daha fazlası.

Zaten bunun için de vaktimi harcayıp bu yazıyı yazdım.

iPhone X bir cep telefonu arkadaşlar, unutmayalım.

Bu etkileyici teknoloji point and shoot kameraları GPS cihazlarını, walkman'den USB keylere, tüm portatif müzik çalarları, not defterimizi, ajandamızı, taksi duraklarını, banka şubelerini, video klüplerini ya tarihin tozlu sayfalarına gönderdi, ya da çok yakında gönderecek. İnsanlar check-inlerini, sinema biletlerini, hatta süpermarkette para ödemelerini bile iPhone ile yapıyor. Hayat arkadaşlarını buluyor, hobilerini takip ediyorlar.

iPhone X, iki lensli, f/1.4 hızında bir kameradan çok daha fazlası. O yüzden bu iş kamera rekabetini çoktan aşmış durumda.

Amacım işte bu teknoloji harikasına kendi penceremden bakmaktı. Umarım başınızı ağrıtmadım. Bir kere daha okuyunca silmiştim ama ya size Discrete Cosine Transform anlattığım paragrafları bıraksaydım? 😛

Sevgi ile kalın.

12 Ocak 2018 Cuma

iPhoneX - Yeni Veri Sıkıştırma Yöntemleri

Bilgisayar ekranında, daha doğrusu dijital herhangi bir ortamda bir şeyler göstermenin sadece bir tek yolu vardır. Görüntüyü noktalara bölmek, ve her nokta için bir kırmızı, bir yeşil ve bir de mavi değeri hesaplayıp, bunları görüntü kartına yazmak.

Dijital grafik teknolojilerine yabancı okanlara biraz karışık gelmiş olabilir. Bir örnekle açıklayalım.

Ekranın en üst ve en soldaki noktasını kırmızı yapmak için, bu noktanın değerlerini 255,0,0 şeklinde belirlemek yeterlidir. İlk 255 kırmızı, sonraki 0 yeşil ve en son 0 da mavi değerleri olacaktır.

Bu görüntü sistemine RGB derler. İngilizcede Red, Green ve Blue, yani Kırmızı, Yeşil ve Mavi sözcüklerinin baş harfleri.

Ekranda gördüğünüz bütün renkler bu üç rengi karıştırarak elde edilir. Bu üç rengin değerleri arttıkça, ekrandaki noktanın rengi sırasıyla kırmızı, yeşil ve maviye azaldıkça ise sırasıyla cam göbeği (cyan), çingene pembesi (magenta) ve sarıya (yellow) doğru kayar. Bütün değerler en yukardayken beyaz, en aşağıdayken de siyah bir nokta elde ederiz. Ama konumuz renk teorisi değil.

Ekranda ister bir fotoğraf, ister bir video, isterse de bir bilgisayar oyunu görüntülüyor olalım, birilerinin görüntünün RGB değerlerini ekrana yazması gereklidir.

Hepimizin tanıdığı fizikçi Stephen Hawking'in, belki de en ünlü kitabı A Brief History Of Time'ın önsözünde şöyle yazar.

"Bir arkadaş (aklımda Kip Thorne diye kalmış ama yirmi sene geçti aradan, yanılmış olabilirim) kitabına koyduğun her formül okuyucularını yarı yarıya azaltacaktır dedi, ben de bunun üstüne sadece bir formül koydum: e=mc2"

Bu arada kitap best seller olmuş tabi...

Ben de aynı haltı yiyeceğim şimdi. Sizlere bir iki paragraflık matematik var aşağıda. İsteyen okumayıp, atlayabilir tabi...

RGB değerleri her renk başına 8 bit olan sistemlerde 2 üzeri 8, yani 0 ile 255 arasında 256 farklı değer alabilir. Kısaca 256 x 256 x 256 = 16.8 milyon farklı renk demektir bu. Böylece her nokta için de 3 x 8 bit = 3 bayt saklama alanı gerektirir.

4K videonun her karesi 3840 x 2160 çözünürlüğündedir. Bu da 8294400 nokta eder. Her nokta için üç bayt renk bilgisi dersek, 8294400 x 3 = 23.7 mecabayt/resim karesi saklama alamı gerekir.

iPhone X 4K videoyu 60 fps'de kaydediyor dedik, o zaman her saniye için 23.7 mecabayt/resim karesi x 60 kare/saniye = 1.4 cigabayt/saniye saklama alanı gerekir.

Ortalama bir film 1.5 saat diyelim, 1.5 x 60 x 60 = 5400 saniye, o da 5400 saniye x 1.4 cigabayt/saniye = 7.4 terrabayt kadar bir saklama alanı gerekir.

Kağıt kalem silahşörleri için 8 bit = 1 bayt, 1024 bayt = 1 kilobayt, 1024 kilobayt = 1 mecabayt, 1024 mecabayt = 1 cigabayt, 1024 cigabayt = 1 terrabayt. Metrik sistemin aksine kilo, mega, giga 1000, 1000 değil, 1024, 1024, yani iki üzeri on basamaklarıyla artar.

En büyük iPhone X'in kapasitesi 256 cigabayt olduğuna göre, başka hiç bir şey için kullanmadan, bu belleğe ancak üç dakika kadarlık bir 4K video sığar. Benim garip 64 cigabayt iPhone X'im bir dakikalık bir video bile kaydedemez demektir bu.

O zaman nasıl oluyor da oluyor değil mi?

Rahmetli babam emekli olduğunda almıştı ilk PC'mi bana. İşlemcisi anlı şanlı bir 8086 idi, gerçek 16 bit. Ekran monokrom olsa da, kartı renkliydi, bir CGA. Koç gibi 4 bit/piksel renk derinliği vardı, yani aynı anda en çok 16 renk! Bu gün 16 milyon rengi beğenmiyoruz.

Video, mideo gösteremezdi ama resim gösterebiliyordu. 200 x 200 piksel boyunda bir resim ekranı meredeyse tamamen doldururdu. 200 x 200 x 0.5 = 20 kilobaytı hop diye diske yazabiliyorduk o günlerde.

Bu ekranda gösterildiği hali ile diskte saklanan görüntü dosyalarının ismi ilerde, özellikle Windows 3 ile BMP, yani bit map diye anılır olmuştu.

Okulu bitirdim, evlendim, bir işim bile vardı. Finansal Analist olmuştum. İşte tam o aralar, JPEG diye bir takım görüntü dosyaları türedi.

Ekrandaki çözünürlükleri ile disk üzerindeki alanları bir birini tutmuyordu. Dosyaların boyu BMP denklerine göre sadece beşte biri, ya da altıda biri kadarlardı.

Zamanla anladık ki, JPEG formatı, BMP içeriğini alıp, sıkıştırıyormuş.

Bu sıkıştırma elmalı pasta yapıp, arkadaşınıza götürmek yerine pastanın tarifini götürmeye benziyor. Bir kağıt parçası taşımak, pastanın kendisini taşımaktan daha kolay ve az yer istiyor ama gittiğinizde arkadaşınızın çalışmasına, yani o tarife bakıp, pastayı hazırlamak zorunda kalmasına neden oluyor.

Kısaca BMP dosyaları, diskten alınıp cart diye grafik kartına gönderilebilirken, JPEG dosyalarının önce bir açılma sürecinden geçmeleri gerekiyor. Az yer kaplamanın karşılığında ödediğimiz bir bedel bu işte.

Neyse, ben sonrasında analistlikten şefliğe, şeflikten müdürlüğe terfi ettim. Üç ülke değiştirdim, boşandım, yeniden evlendim. On sene sonra bir çocuğum oldu. O çocuk iki buçuk yaşına geldi. İş değiştirdim, emekli olmama az kaldı.

Ama bu anasını sattığımın JPEG'i hala bizle...

Aynı Melih gibi. Gitmiyor abicim.

25 sene öncesinin zayıf bilgisayarlarını düşünerek hazırlanmış bu sıkıştırma usulü hala son sürat, Internet, Photoshop, kameralar, cep telefonları, vs, her yerde! Şu anki cebimdeki telefon, o zamanın bilgisayarlarından hiç abartmadan söylüyorum, binlerce kat daha hızlı. Ama JPEG hala aynı JPEG!

Videolar boyut ve kalite olarak çok çabuk büyüdüler, o yüzden iş başa düştü ve sıkıştırma teknolojileri JPEG'in aksine hemen gelişti. Çünkü sıkıştırma etkili bir şekilde yapılmazsa bilgisayarların hard diskleri bir film bile saklandığında tamamen doluyordu.

AVI ile başlayan video formatları MPEG2, Divx, H.264 gibi sıkıştırma derecesini her adımda artıran yeni türevleriyle günümüze kadar geldi.

Çok severim bu sıkıştırma işini. Amatör bir merakla bayağı da öğrenmiştim içini dışını, o yüzden bıraksanız sayfalarca anlatırım size. Ama konuyu dağıtmadan ana hatlarıyla bu sıkıştırma işi nasıl yapılıyor bakalım.

Elinize bir resim alıp dikkatlice bakın.

Resmi oluşturan milyonlarca noktanın hepsi birbirinden farklı mı?

Tabi ki hayır. Resimde bir masa varsa bu masanın görüntüsünü oluşturan noktaların bir çoğu aynı yada birbirine çok benzerler. Aynı ya da akın renkler, aynı ya da yakın parlaklıklar.

İşte başta JPEG, bir çok sıkıştırma yöntemi her nokta için ayrı ayrı RGB değerlerini saklamak yerine, arka arkaya birbirinin aynı noktaları gördüğünde ilkini yazıp, sonrasında da bu noktanın aynısından bilmem kaç tane daha var der.

Ciddi bir saklama alanı tasarrufu sağlar bu yöntem. Bir noktanın 100 kez arka arkaya kendini tekrarladığını varsayalım. Hiç de abartılı bir varsayım değildir bu. Bazen bir nokta kendisini binlerce kez tekrar eder, bulutsuz bir gökyüzü gibi örneğin.

Neyse. Kendini 100 kez tekrar eden bir noktayı saklamak için 3 x 100 = 300 bayt kullanmamız gerekir. JPEG ise ilk noktayı yazar, yani 3 bayt ve 100 kere tekrarladığı için 100 sayısını yazar. Bu 100 sayısı normalde bir bayta sığar ama hadi iki bayt diyelim. Bir iki bayt da bu 100'ün aslında tekrar sayısı, yani resim bilgisi olmadığını belirlemek için kullanılmış olsun, al takke ver külah 300 baytlık bilgi, 7 bayta sığmış olur.

Bazı durumlarda insan gözü iki nokta biraz farklı olsa da aradaki farkı görememe ya da ciddiye almama eğilimindedir. JPEG böyle noktaları da aynı sayar ve sıkıştırma daha etkin hale gelir. Ancak sıkıştırıp, açılan dosya artık orijinalinden farklı bir haldedir. Bu da çoğunlukla önemsiz, abartıldığında ise önemli bir kalite kayıbıma yol açar. Bu yüzden JPEG kayıplı (lossy) bir sıkıştırma yöntemi diye anılır.

Aslında arka arkaya çekilmiş sabit görüntülerden oluşan videoları da JPEG gibi sıkıştırabiliriz. Ama bir videoda o kadar çok resim vardır ki - en az saniyede 25 civarı, her fotoyu diğerleri yokmuş gibi baştan başlayıp sıkıştırsak da ortaya çıkan sıkıştırılmış dosya hala çok büyüktür, akla ziyan boyutlardadır.

İşin aslı videoyu böyle sıkıştıran bir codec (yöntem) var. Adı Motion Jpeg. Bir-iki saniyelik videolar için belki kabul edilebilir ama uzun videolar için facia bir codec'tir. İşte Canon'da bir salak - bu kelimeyi hakaret amaçlı değil, gerçek anlamı ile kullanıyorum, bir kaç bin dolarlık en yeni kameralarından biri olan 5D Mark IV da, 4K videoyu bu yöntemle sıkıştırıyor.

Insanlar videoyu karttan diske taşımak için yarım saat falan bekliyorlar. Editlemesi falan imkansıza yakın, saçma derecede yavaş hızlarda ilerliyor. Herkesin laptop'ları dev boyutlardaki videolar yüzünden doldu. Yani bir nefret yayıldı Canon'a karşı, bu aptalca yöntemi kullandıkları için.

Daha etkili bir sıkıştırma yöntemi ayrı ayrı resimleri değil, resimleri birbirleri ile karşılaştırarak sıkıştırmak.

Saniyede en az 25 kare çekilmiş bir videoda iki kare arasında, yani saniyenin 25'te birinde çok az şey değişir. Atıyorum, jönümüz içkisinden bir yudum alıyorsa, iki kare arasında sadece kolu bir iki milim ilerlemiştir. Bütün yudumlama sahnesi iki saniye sürsün, elli kareyi ayrı ayrı sıkıştırmaktansa, bir kareyi tam olarak sıkıştırıp, sonraki kareleri, ilk karenin görüntülerini kullanarak oluşturabiliriz.

Bu tam olarak sakladığımız karelere Key Frame ya da I-Frame derler. I-Frame'leri kullanarak oluşturduğumuz karelere de P-Frame derler. Bazen kullanacağımız I-Frame geçmişte değil, gelecekte de olabilir. Hem önce, hem sonraki I-Frameleri kullanılarak oluşturulabilen bu esnek karelere de B-Frame derler.

Şöyle bir toparlarsak bir video karesi sıkıştırılırken kendi içinde kare biçiminde parçalara ayrılır, bu parçalar başka karelerde aranır ve eğer bulunursa, görüntü değerleri yerine bulundukları diğer karedeki yerine bir referans şeklinde kodlanır.

Tipik bir parça 16x16 piksel boyunda olsun. Bu parça için her piksele üç bayttan 768 bayt saklama alanı gerekir. Eğer bu parçanın aynısı, ya da çok yakını başka bir karede bulunmuşsa yine atıyorum, 768 yerine 8 baytlık bir kodlama yetecektir.

Yazının başındaki sorumuza dönersek, işte bu sıkıştırma yöntemi sayesinde benim kıytırık 64 cigabayt iPhone X'im bir dakikalık 4K video ile dolmuyor.

Yukarda anlattıklarımı n'olur kelimesi kelimesine almayın. Anlaşılır olsun diye o kadar çok sadeleştirme yaptım ki, söylediklerim eksik ile yanlış arasında gidip geliyorlar. Eğer bu sıkıştırma işlerine ilginiz varsa bir şişe şarap alıp, gelin bana. Saatlerce anlatırım hiç sıkılmadan.

Bu yazdıklarımın iPhone X ile ne ilgisi var diye sorarsanız...

iPhone X, ya da daha doğru bir deyişle iOS 11, 25 yıl sonra JPEG'e bir alternatif getirdi, çok şükür!

Bu yeni sistemin ismi HEIF. High Efficiency Image Format kelimelerinin baş harfleri. Bazen Image ile Format kerimelerinin arasına bir de File sokuyorlar.

JPEG den üç kat daha etkin sıkıştırıyor, JPEG'in 24 bitlik renk derinlik sınırını çöpe atıp 30 bit, yani 2 üzeri 30, yani bir milyar renk seçeceği sunuyor. Bu aşamada çüş deyip oturuyoruz hep beraber.

Benzeri biçimde videolar da HEVC, yani High Efficiency Video Coding dedikleri bir sistemle sıkıştırılıyor. Bu sistem bir önceki MPEG-4 ya da H.264'e göre iki kat daha iyi sıkıştırıyor.

Hattızatında hem HEIF, hem de HEVC, H.265 isimli sistemin parçaları.

Yeni bir sistem her zaman yeni sorunları beraberinde getirir. HEIF ile gelen en ciddi sorun da HEIF'in nasıl telaffuz edileceği 😛

Bu sıkıştırma sistemlerini isimlendiren sadist bir merci var bence. Böyle ucubik isimler bulup insanları kavga ettiriyorlar.

JPEG uzun süre bizim memlekette "Jii-peg" diye telaffuz edildi. Tahmin edeceğiniz üzere bunlar hep cigabaytçıların babalarının işi. Doğrusu "ceypeg", vesiyle ile yazmış olalım.

GIF diye başka bir popüler format bulunur. Bizde Avanak Avni gibi "gıf" derler, halbuki İngilizcedeki I harfinin i harfinin büyük yazılışı olduğunu bilselerdi "gif" diyecekler, ve en azından yüzde elli doğrusunu tutturacaklardı.

GIF Graphics Interchange Format'ın baş harfleridir.

İşin acı tarafı, kendisi de çalıntı bir dil olan İngilizce'de G harfinin okunuşu için kesin bir kural bulunmaz.

İçinde G'nin geçtiği sözcük Yunancadan çalınmışsa "g", Latinceden çalınıp, e, i gibi harflerden önce yazılmışsa "c" gibi okunur, ama yüzlerce istisnası ile...

Böylece dünyada GIF'ı görenlerin kimi "gif", kimi "cif" diye okur. Cif biraz daha dilin fonetiğine yakın, ama gif de g'nin kaynağı olan Graphics'n telaffuzuna bakınca daha doğru gibi görünüyor?. Bu arada Graphics Gırafiks diye okunuyor, Cırafiks değil (cigabaytçılar nasıl korkuttuysa gözümü).

Bu HEIF de çıktı çıkalı, “Hayf”, “Heyf”, “Eyf” başta, bir dolu varyasyonunu duydum. Bu codec’i yazan adamlar “Hiif” diye söylüyor. Doğrusu bu dersek yanılmış olmayız herhalde.

Resimlerin üç, video'ların iki kat küçüleceği bu yeni sistemi bayağı merak etmiştim. İlk iş bir iki fotoğraf çekip, bilgisayara aktardım. Boylarına bir baktım, hiç de öyle küçük durmuyorlar. Bir de dosya isimlerine baktım, hepsi JPEG!

Lan ben bir setting'le mi oynadım? Yanlış bir şey mi yaptım! Nerede benim "Hayk" dosyalarım (HEIF formatımdaki dosyalar HEIC dosya tipi ile saklanıyor. Sonundaki C, Container'ın baş harfi)?


İki saat gugıllayıp çözdüm olayı.

Bu HEIF formatı şu sıralar sadece Apple tarafından destekleniyor. Örneğin web sitenize koyduğunuz bir HEIC dosyasını tarayıcılar henüz gösteremiyor, Facebook'a, Instagram'a post edemiyorsunuz, Photoshop ya da Lightroom'la açamıyorsunuz (ancak Photoshop Touch ve Lightroom Mobile - ya da bugün Adobe onları hangi isim ile çağırıyorsa artık, bu dosyalarla çalışabiliyor).

Böylece hep beraber bu yeni format tamamen desteklenene kadar bir geçiş dönemi yaşamamız gerekiyor.

Apple bu işi çok elegant bir biçimde çözmüş. Apple ekosisteminde kaldığınız sürece bu HEIF formatının az yer kaplama, yüksek renk derinliği fakan gibi nimetlerinden faydalanıyorsunuz. Ancak Apple sisteminin dışına çıktığınız an sistem hemen bu dosyaları cart diye JPEG'e çeviriyor.

HEIC dosyalarını görmek istiyorsanız, USB ile bilgisayara bağlanın, Photos aplikasyonu ile fotoları import edin. Last Import modunda bütün resimleri seçip, Export Original File seçeneği ile bir folder'a resimleri bu yeni format ile saklayabilirsiniz.

Tabi burada asıl soru, HEIF ve HEVC gerçekten söylendiği kadar etkin bir sıkıştırma yapabiliyor mu?

Ben sadece resimleri karşılaştırdım. Bire bir JPEG dosyaların üçte biri kadar küçük dosyaları gözümle gördüm.

Peki bu küçük dosyaların JPEG denklerine göre bir kalite kaybı var mı?

Apple yok diyor.

Ben bir iki resmi iki formatta da çekip, piksel peeping yaptım. Çok derine inerseniz iki resim arasında çok az bir görüntü farkı var, ancak hangisi daha kaliteli, en azından ben söyleyemedim.

Web üzerinde üç beş Çinli piksel piksel karşılaştırınca JPEG çok az biraz daha kaliteli diye video koymuşlar. Açıkçası ben aynı sonucu teyit edemiyorum. Apple'ın bizi kandırıp, üç beş uyanık Çinlinin de bunu bulması pek gerçekçi gelmiyor bana.

Kim bilir, biraz zaman geçsin bakalım.

iPhone X'in kamerası 10 bit per channel çekebiliyor. HEIF de JPEG'in aksine 10 bit per channel saklayabiliyor. Apple eğer 10 bit saklayabilecekken 8 bit'e cripple etmemişse HEIF'in JPEG'den daha bile kaliteli olması gerekir.

HEIF'nin yada HEIC'nin başka bir güzelliği bir container olması. Yani içine birden fazla farklı şeyler koyabiliyor olmanız.

Örneğin portre modundaki derinlik haritası da ayrı bir dosyaya gerek kalmadan HEIC içinde saklanıyor, hem de sıkıştırılmış olarak.

HEIC'in Apple'ı mutlu eden başka bir uygulama alanı Live Photo denilen resimlerin de tek bir dosyada toplanabilmesi.

Bu Live Photo özelliği, bende nefret ve şiddet duyguları oluşturan, bir iPhone ya da iPad alır almaz kapadığım bir özellik. Ne hangi an fotoğraf çektiğinizi bilirsiniz, ne şimdiye kadar temiz çıkan bir örneğini gördüm. 🐝Mezzy🐝 'nin gülüşünü yakalarım eğer ve cırt, çekerim resmi. Live açıksa ya kızım kafasını çevirirken çıkar, ya kolunu kaldırırken.

Eyy Apple!

Hareketli bir şey istesem video çekerim. Sabit istediğimde de çektiğim anı görmek. Kaldırın şu saçmalığı kurban olayım. Kapasam da birinin burnu, kolu, parmağı çarpıyor, istemeden yeniden aktif oluyor.

Yazımızı sonlandırmadan bir beyanım daha olacak.

Dikkat ettiyseniz bu yeni sıkıştırma yöntemlerinin telefonunuzun kapasitesinin düşünerek size rahatlatabileceği konusuna hiç değinmedim.

Çünkü daha az yer kaplayan dosyaların telefonda yer sorununu çözeceğini düşünmüyorum.

İki olasılık vardır sevgili arkadaşlar.

Ya düzenli olarak resimlerinizi, videolarınızı bilgisayara aktarıp, telefonunuzun belleğini rahatlatan birisinizdir, ya da her şeyi telefonda bırakıp, bellek dolana kadar hiç bir şeyi silmeyen biri.

İlk guruptakiler zaten sıkıştırma formatı ne olursa olsun bellek sorunu çekmezler. İkinci guruptakiler de sıkıştırma formatı ne olursa olsun her daim bellek sıkıntısı çekerler. HEIF, HEVC ikinci guruptakilere belki bir kaç ay daha rahat etme imkanı sunar, o kadar.

Yeni sıkıştırma formatımız işte böyle.

Bir sonraki yazımızda toparlayıp, otuz iki kısım tekmili birden sagamızı bitireceğiz.

Sevgi ile kalın.

10 Ocak 2018 Çarşamba

iPhone X - Video

iPhone X'in video özelliklerine bakacağımız bu yazıyı üç kere falan yazıp, sildim ve baştan başladım. Bir dolu teknik zırvayı anlaşılır bir hale getirip, sizle paylaşmaya çalıştım ama her defasında hüzünle teknik detaylarda kaybolduğumu farkettim.

Bir daha deneyelim...

Sevgili arkadaşlar, iPhone X'in fotoğrafik özelliklerini DSLR isimli ihtisas kameralarıyla karşılaştırırken, biraz mahçup, biraz DSLR'ları neredeyse yakaladı gibi temennivari konuşuyorduk, hatırlarsınız.

Bu günkü konumuz video, ve iş videoya geldiğinde iPhone X, bütün DSLR'ları önce sabunlu suya batırır, sonra da yerleri onlarla bir güzel paspas yapar.

Canon'ın falan sadece video çekmek için tasarlanmış, ihtisas kameralarını ayırırsak, 7-8 bin dolarlık DSLR sistemleri bile ağızları açık, iPhone X'e bakıp utanırlar.

Sony ve Panasonic markalı bir kaç mirrorless yani aynasız kamera ise iPhone X'e yaklaşabiliyorlar, o kadar.

iPhone X, işte, 4K videoyu 60 fps'de, 1080p SM videoyu 240 fps'de çekiyor falan demeden önce bu teknolojik laf kalabalığı ne demek, neye yarar, sizin hayatınızı nasıl değiştirir, biraz ona bakalım.

Video, aslında arka arkaya sıralanmış sabit görüntülerin, yani resimlerin, hızlı bir biçimde gösterilmesiyle bize kesintisiz, devamlı bir hareket hissini verir.

Bu resimlerin de bir boyu, bir de yüksekliği bulunur. Boy ve yükseklik ise nokta cinsinden ifade edilir. Bu noktaların da bilimsel bir ismi var, piksel, ya da kısaca px.

Piksel cinsinden bu çözünürlük, ard arda farklı olarak gösterilebilecek en küçük detayın oranını verir, yoksa fiziksel anlamda ölçülebilen bir uzunluk değildir. 400 piksel uzunluğumda, 400 piksel yüksekliğinde çözünürlüğü olan bir videoyu fiziksel olarak 20 cm x 20 cm ya da 20 m x 20 m boyutlarındaki bir ekranda oynatabiliriz, ancak bu boyutun en küçük 400’de birinde, örneğin farklı bir renk gösterebiliriz.

Burada çok fazla ilme gerek yok sevgili arkadaşlar. Çözünürlük ne kadar yüksek olursa, kalite de o kadar artar.

Bir-iki örneğe bakarak ne kadar çözünürlük yeterlidir, anlamaya çalışalım.

Eski siyah-beyaz televizyonunuzun çözünürlüğü aşağı yukarı 400 x 400 pikseldi.

ABD’deki NTSC sistemindeki renkli televizyonlar 720 x 486 piksel, Avrupadaki PAL sistem, renkli televizyonlar ise 720 x 576 piksel çözğnürlüğündeydiler.

İlk çıkan HD televizyonlar 1280 x 720, full HD televizyonlar ise 1920 x 1080 piksel çözünürlüklere sahipti.

35 mm’lik sıradan bir sinema filminin pratik çözünürlüğü İse 2000 x 1100, bir IMAX filminin ise 4000 x 2200 pikseldir. Teoride her iki filmin negatiflerinin çözünürlükleri aşağı yukarı yukardaki değerlerin iki katı olsa da, çekimden, basıma kadarki süreçte bu değerler yarı yarıya düşer.

iPhone X'in arka kamerası 3840 x 2160 piksel, yani 4K dedikleri çözünürlükte video çekiyor. Bu çözünürlük bir IMAX filmi kadar.

Kısacası, bundan ötesi yok. iPhone X çözünürlüğün son noktasını sunuyor video olarak. Eğer 4K gösterebilen bir TV ya da bilgisayar ekranınız varsa, sivil amaçla kullanılan en yüksek çözünürlüklerden biri ile video çekip seyredebilirsiniz.

Tabi ki arka kamerayla HD 1280 x 720 ya da full HD 1920 x 1080 piksel çözünürlükte video çekmeniz mümkün. İşin doğrusu, ben 4K yerine büyük çoğunlukla full HD 1080p modunda video kayıt ediyorum.

iPhone X'in ön kamerası ise en çok 1920 x 1080 piksel çözünürlüğünde. Ayy, kötüymüş falan demeyin. Altı üstü DVD'lerden %50 daha kaliteli işte...

Çözünürlük, video kalitesinin sadece bir unsurudur sevgili arkadaşlar. Önemli diğer bir kalite parametresi ise videonun "hızı" dır.

Dedik ya, video tanımı gereği, sabit görüntülerin arka arkaya gösterilerek insan gözü ve beynine bir devamlılık ve hareket hissini vermesidir.

Ne kadar fazla sayıda sabit görüntü, ne kadar hızlı olarak arka arkaya gösterilirse, hareket hissi o kadar yumuşak, o kadar akıcı, o kadar kesintisiz olur.

Peki ne kadar hız yeteri kadar yumuşak, akıcı ve kesintisiz bir hareket hissi verir?

Normal bir sinemaya gittiğinizde, filmin akıcılığından bir şikayetiniz olmuyorsa, saniyede 24 sabit görüntü gibi bir hız sizi mutlu ediyor demektir.

Gelin şunun adını da koyalım ki, her defasında saniyede bilmem kaç sabit görüntü diye uzun uzun yazmayalım. Saniyede art arda gösterilen görüntü sayısına Frames Per Second, kısaca fps derler.

İşin aslı, özellikle benim yaşıtlarım bu 24 fps civarı hızlarla uzun süre sorunsuz yaşadık. Filmler 24 fps, Avrupadaki TV'ler 25 fps, Amarika ve Caponyadaki TV'ler ise 30 fps hızlarındaydılar. İlk kuşak bilgisayar oyunları 10 fps'den daha düşük hızlarda çalışsa da hiç birimiz şikayet etmedik.

24 fps aslında hiç de fena bir hız değildir. Eğer sahneler çok hareketli değil, bir de filmi çok büyük bir ekranda da izlemiyorsanız, hareketler sizi rahatsız etmeyecek kadar akıcı ve yumuşaktırlar.

Yine tamamlamak bakımından not edelim, günümüzden IMAX gibi formatlar sinemada da 48 fps’a kadar çıkıyor.

Daha fazla fps, daha yumuşak, daha akıcı bir video sağlar. Bir de fps yükseldilikçe, isterseniz aynı videodan daha kaliteli ağır çekim izleyebilirsiniz.

Video hızı da böyle. iPhone X, arka kamerasıyla 4K formatında 60 fps video çekebiliyor. Bu akıl almaz bir hız. IMAX'tan bile ciddi biçimde hızlı. Tabi ki hala 4K formatında 30 ve 24 fps gibi dünyevi hızlarda da çekim yapabilirsiniz.

iPhone X sadece 4K için süper bir hız sunmuyor.

Yine arka kamera, Full HD 1080p formatında 240 fps gibi akıl dışı bir hız sağlıyor. Yani bu hızda çektiğiniz bir filmi on kat yavaşlatıp, hala full sinema kalitesinde izleyebilirsiniz. 1080p formatında kullanabileceğiniz diğer hızlar ise 120, 60 ve 30 fps.

Eğer dosya boylarının kısa olmasında hassassanız, 720p formatında 30 fps video da çekebilirsiniz. Ancak bu bir Porsche alıp, benzin yerine tüp taktırmaya benziyor.

Video formatlarında bazen 720p yada 1080p gibi sonlara birer p ekliyorum. Teknik detayla kafanızı şişirmek için burada anlatmadım (aslında anlatmıştım, sonradan sildim), "p" progressive demek, alternatifi ise "i", yani interlaced. Full dijital kayıt ve gösterimde ikisinin arasında kalite farkı bulunmaz. Kayıt yapan kamera interlaced ise (kamera zaten analog demektir), progressive kayıta göre her zaman daha kötüdür.

Bu arkaik kavramlar taa ikinci dünya savaşından kalma, pirizlerdeki akımın hangi hızla alternate ettiğine bağlı farklılık gösteren kayıt yöntemleridir. Dijital dünyada hiç bir işleri olmaması gerekir ama hala blu-ray disklerde bile p ve i'nin yanında PAL, NTSC falan gibi yine dedemin zamanından kalma diğer televizyon sistem adları yanında görebilirsiniz. Duvardaki her ülkede farklı pirizlerden sonra, elektronik tarihinin en hazin ikinci öyküsüdür. Bir gün anlatırım size...

Video kayıt esnasında iPhone X, her iki lensteki Optik Görüntü Sabitleme sistemini kullanır. Video kaydederken bu sabitlemenin önemini daha fazla nasıl üzerine basarak söyleyebilirim, bilmiyorum. Optik görüntü sabitleme sistemi videolarınızı amatör, çocukça bir havadan çıkarır, profesyonel bir kaliteye sokar.

iPhone X bununla da kalmaz, Sinematik Görüntü Sabitleme isimli başka bir sistemi de video kayıt esnasında kullanıma sunar. 1080p ve 720p gibi göreceli olarak sensör boyundan küçük formlarda çekim yaparken kamerayı salladığınızda sensörün kullanılmayan bölgelerindeki pikselleri kullanarak sallanma etkisini kompanse eder. Dijital bir yöntem olsa da, kalite kayıpsız sabit bir görüntü elde etmemize yardım eder. Sinematik Görüntü Sabitleme de çok çok işe yarayan bir özelliktir. Ne yazık ki 4K video çekerken işe yaramaz.

4K video çekerken aynı zamanda video kaydını aksatmadan 8 "mecapiksel" resimler çekebilirsiniz. Bu da benim yüzümü güldüren bir özellik, çünkü bir çok kez resim mi video mu çeksem diye tereddüt yaşarım. Bu özellik sayesinde her ikisini de yapma olanağı var.

iPhone X, video çekerken odaklanma konusunda da beklentilerimin üzerinde bir performans gösterdi.

Canon kameraların yenilerinde Dual Pixel isimli bir odaklama sistemi bulunur. Bu sistem özellikle video çekerken odaklanan bölge değiştiğinde tereyağ gibi, yavaş yavaş, zart-zurt ileri-geri gitmeden yeni noktaya odaklanır. Şimdiye kadar bundan iyisini kullanmadım. iPhone X bana sorarsanız hala Canon'ın dual pikseli kadar yumuşak olmasa da çok yakın diyebileceğim yumuşaklıkta ve hassaslıkta yapabiliyor bu odaklanma işini.

Kare içerisinde otomatik olarak en yakın yüze, yoksa en yakın nesneye odaklanıyor. Tabi ki ekrana dokunarak otomatik olarak odaklananılmış olan bölgeyi değiştirmek mümkün.

Kayıt esnasında parmaklarınız ile zoom yapabiliyorsunuz. 1x ve 2x lensleri arasında geçiş yaparken kalite kaybı yok, ama kayıt esnasında büyüklük birden cart diye iki katına çıkınca (ya da yarısına düşünce), video çok da hoş durmuyor.

Geri kalan dijital zoom noktalarının en azından bazılarının kalite kaybı olmadan değişebilmesini beklerdim, çünkü özellikle 1080p ve altı modlarda sensörde kullanılmayan çok piksel var. Ancak görünüşe göre Apple bu pikselleri zoom yerine Sinematik Görüntü Sabitleme sistemi için kullanmayı tercih etmiş. Bu son söylediklerim tamamen benim tahmin ve gözlemlerim. Eğer video çekimi esnasında belli bir noktaya kadar kalite kayıpsız zoom yapıldığını okursanız söyleyin, ben de düzelteyim.

iPhone X ile HDR video çekebilirsiniz. Işık ve gölgelerin kaybettiği detaylar HDR videoda bir ölçüye kadar geri gelir.

Gelelim videonun ses kısmına.

Size komik gelebilir ama bir çok video kaydı görüntü değil, sesini kalitesinin düşüklüğünden dolayı çöpe atılır.

Bir kere özellikle açık mekanlarda rüzgardan kaynaklı "hisssss" sesi, videografların bir numaralı baş belasıdır. Kapalı alanlardaki özellikle insan kalabalıklarının hoooo şeklindeki gürültüsü de bununla yarışır tabi.

İkinci yaygın problem uzaktakilerin seslerinin az, yakındakilerin seslerinin çok gelmesidir.

Bir kaç kişinin bulunduğu çekimlerde muhakkak bir müptezel bir kalemi ya da kolyesini, bileziğini çıt, çıt diye masaya vurmaya başlar. Bazıları da ayaklarını yere yada masaya vurarak bu davul resitaline katılırlar. Bu sesler videoyu o kadar itici yapar ki TV'de falan bazen açıkça uyarırlar bu sinirli arkadaşları.

Bu sebeple istenmeyen sesleri filtre edebilmek ve uzaklıktan kaynaklanan seviye farklarını eşitlemek video kalitesi bakımından çok ama çok önemlidir.

Apple bu problemlerin bir çoğunu yazılımla halletmiş.

Örneğin gürültü.

İşin aslı bu gürültü problemi video çekiminden ziyade telefonla konuşmanın bir sorunudur. Açık havada, rüzgarda ya da kalabalık bir ortamda telefonla konuşurken karşıdakinin sizi duyabilmesi iyi bir şeydir, ki zaten Apple da bunu uzun bir süredir çözmüş durumdadır.

Apple telefonun arkasına ikinci bir mikrofon koymuş. Bu mikrofon telefonla konuşanı değil, ortamı dinler. Asıl mikrofon da hem konuşanı, hem de ister istemez ortamı dinlediğinden her ikisini de duyar. iPhone da işte bu hem konuşanın, hem de ortamın duyulduğu mikrofondan, sadece ortamı, yani gürültüyü dinleyen arkadaki mikrofonun duyduğu sesleri dijital olarak "çıkarınca" ortada sadece konuşan kişinin sesi kalır.

Sadece bu özellik bile istenmeyen gürültünün yüzde doksanını engeller.

Ancak isterseniz yüz dolara bir harici mikrofon alıp, iPhone X'e takabilirsiniz. Neredeyse profesyonel seviyede bir ses elde edebilir, kayıt esnasında seviyeleri kontrol edebilirsiniz. Ses bu kadar önemliyse harici bir ses kaydı yapıp, post processing esnasında videoya da bindirebilirsiniz tabi. Ancak n'olur abartmayalım. Hayatınızı video çekerek kazanıyorsanız, bu işi zaten bir cep telefonu ile yapmıyor olmanız gerekir.

Yine tamamlamak bakımımdan söylemiş olalım, palyaço burnu, Noel baba sakalı gibi "hayati önemde" video filtreleri de mevcut.

Videolar H.265 (HEVC) ve H.264 (MPEG-4 diyorum kısaca, n'olur uğraştırmayın) yöntemleriyle sıkıştırılıp saklanır. H.265'in derinliklerine bir sonraki yazıda gireceğiz ama şimdilik mükemmel bir format olduğunu ve video bilgisini çok verimli bir biçimde sıkıştırabildiğini söylemiş olalım.

Lafı çok uzatmayalım. iPhone X"ü'in videosunu live streaming, gün, gece, bol ışıklı, az ışıklı, hızlı, yavaş her formda kullandım.

Video bakımından iPhone X bir teknoloji mucizesi. Herkese tavsiye ediyorum.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...