Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2025 Salı

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti o yüzden bu güzel kentin içini, dışını oldukça iyi bilirim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena’nın ise Krakow’a ilk gelişleriydi. Sevgili karımla birlikte ikimizin ayrı ayrı ya da sadece birimizin bulunduğu bir şehri daha listemize ekleyip, nötralize etmiştik.

Krakow
Balice’deki havaalanından bir Bolt yolculuğu ile Krakow’a ulaştık. Kızlarla şehir meydanını ve Wawel Kalesi ve Sarayı’nı gördük, Hard Rock Cafe’de bir şeyler yiyip, içtik.

Krakow gibi güzel bir kenti böyle yarım güne sığdırmak istemem, o yüzden detayları başka bir ziyaretimize bırakıp, Baltık gezimize devam edelim.

Bir Ryanair uçuşu bizi Riga’ya getirdi. Havaalanından bir araba kiralayıp, otelimize geldik. Çok fazla sağa sola bakmadan odamıza çıkıp uyuduk. Çünkü önümüzdeki iki gün çok yorucu geçecekti.

Latvia, bir Baltık gezisi için çok kullanışlı bir konumda. Litvanya’nın kuzeyinde, Estonya’nın güneyinde kalıyor ve her iki ülkeye de dört saatlik araba yolculuğu uzaklığında. Biz de merkezi üssümüzü Riga’ya kurup, geri kalan iki ülkeye buradan gitmeye karar verdik. Estonya ve Litvanya’ya trenle de gitmek mümkün yalnız seyahat süresi bir iki saat uzayabiliyor. Zamanımızın azlığından araba kiralamak bize daha kolay geldi.

Ertesi sabah uyanıp, rotamızı Estonya’nın başkenti Tallinn’e çevirdik ve gaza bastık.

Bütün Baltıklar’da bir limana çıkmayan her yol neredeyse bir köy yolu gibi. Tek şerit gidiş-geliş insanın canını çıkarıyor. Saatler boyunca kamyon sollamaktan bir hal oldum. Hız limitleri de anlamsız biçimde, anlamsız yerlere konulmuş. Ben cidden limitlere fazlasıyla dikkat ederek araba kullanırım, buna rağmen iki günde üç ceza yedim/yemişim.

Tallinn’e geldik, ancak arabayı park etmek bir dert. Kapalı parklar SMS ile ödeme kabul ediyorlardı, başka bir yöntem varsa da biz çözemedik. Bir Estonya telefon numaramız olmadığı için mecburen cadde üzerindeki, parkometre ile çalışan park alanlarında dolaşıp, boş bir yer bulmaya çalıştık.

Boş bir yer bulunca da bu kez parkı ödeyebilmek için bozuk para peşinde koşmaya başladık. Yalvar yakar beş Euro bozdurabildik. Hepsini attığımızda ise bize gönlü bol bir doksan dakika süre verdi.

Dört saattir arabadaydık ve karnımız acıkmıştı. Tallinn’in eski kent merkezinde güzel bir restoran bulduk ve oturduk.

Bir aile işletmesi. Anne, baba, bir genç oğlan, bir de genç kız. Fotokopi makinesinden çıkmış gibi birbirlerine benziyorlar.

Bize genç oğlan bakıyor. Geldi, nazikçe selamladı, siparişimizi verdik, tamam deyip gitti. Sonrasında Jelena menüye bakarken salata ile birlikte ısmarladığı tavuğun yanında patates de yemeye karar verdi.

Garsonu çağırdı, “Ben tavuğun yanına bir de patates istiyorum” dedi.

Garsonun ağzı burnu oynamaya başladı. Seri halde “No! No! No!” diyor. “Oğlum neyin ‘no’ su?” diye sorduk. “Patates mi yok?”. Bu duymamış gibi “No! No! No!” demeye devam ediyor. “No possible!”

Sonra düşündü, düşündü, “No change” dedi. Jelena “Oğlum biz bir şey değiştirmiyoruz, sadece fazladan bir patates istiyoruz” dedi. Bu hala spastik bir biçimde ağzını, yüzünü oynatıyor, “No” ’lamaya devam ediyor, “No possible can’t do it/Mümkün değil, yapamam” falan diyor.

Acaba anlamadı, uyuşturucu, karı falan mı istiyoruz zannetti diye düşündüm. “Potato”, “Krumpir”, “Kartoffel” falan dedim garanti olsun diye, o hala geri “I know but not possible, system” diye yırtınıyor, elindeki POS makinesine benzeyen şeyi gösteriyor.

İçimden o itoğluitin elindeki makineyi alıp, ağzından içeri sokmak geldi, “Hadi…” dedim. 

Üç kişinin çalıştığı parmak kadar restoran zaten, kıytırık sistemin siparişe bir patates ekleyemiyorsa, getir patatesi, parasını ayrı veririz. Yok yapamıyorsan da “I’m sorry” de, git. Ne öyle kuyruğu kapıya sıkışmış kedi yavrusu gibi kendini yırtıyorsun?

Görünüşe göre müşterilerin sadece bir kez sipariş verme hakları var. Bir değiştirmeye kalksınlar, restoran personeli “Release the dogs” oluyor böyle.

Sonunda patates geldi ama adamda hala sanki böbreğini istemişiz havası var. Bizim sinirlendiğimizi görünce, kız garson ile değiştiler, bize kız bakmaya başladı.

Yemekten sonra 🐝Mezzy🐝 bir dondurma söyledi, Jelena da başka bir tatlı. Kız bunları getirdi ve “Çorba da var” dedi. Ne alakaysa, hiç birimiz anlamadık ama üstelemedik. Anlaşılan restoran tekin bir yer değildi. Hesabı ödeyip, ayrıldık.

Daha Tallinn’i görememiştik bile. Park yerinin süresi dolduğu için arabaya döndük.

Arabanın başında şöyle yüz kiloluk bir kadın var. Elinde çantası, bize ceza kesiyor. “Yettik bacım, dur, yazma” dedim, yüzüme bile bakmadan yazmaya devam etti. Bir yerlere yazıyor, kağıdı yırtıyor, katlıyor, damgalıyor, çantasına koyuyor, başka bir defteri açıyor, yine yazıyor, imzalıyor…

İşi bitince “No English” dedi, ‘Russkiy?” diye sordu, Jelena “Da” dedi. Kadın Rusça biliyor musun diye sormasına, Jelena’nın da biliyorum demesine rağmen, iki saniye önce bilmiyorum dediği İngilizce ile devam etti “You are late”. Geç kaldınız diyor. “Ne kadar geç kaldık?” diye sordum, kadın saatine baktı “Beş dakika” dedi. “Bacım zaten beş dakikadır senin işinin bitmesini bekliyoruz” dedim, cevap keskin bir "No!". 

Kadın Nuh diyor, peygamber demiyor. Ben biraz daha miyavladım, işe yaramadı. Kadın, adi bir plastik içinde bir kağıt verdi. Otuz Euro. Kağıdın üzerinde bir IBAN numarası var, “Buraya yatır” dedi.

“Bu yaptığın doğru değil" dedim. "Dünyanın hemen her yerinde süre dolduğunda en az on beş dakika beklenilir. Biz zamanında geldik, sen hala bize ceza yazıyorsun”.

Kadın yüzüme bile bakmadı, “Ödersin…” dedi. Ben de “Tamam öderim…” dedim…

Geçen yazımda değindiğim “Sovyet Geni” meselesini daha iyi anladınız sanırım.

Arabayı başka bir park yerine götürdük, bu kez on Euro attık. İki saat kadar gezme vaktimiz vardı.

Tallinn’le teşviki mesaimiz iyi başlamamıştı, ancak eski şehrin içlerine gittikçe kanaatimiz değişmeye başladı. Merkez o kadar güzel bir yer ki anlatamam.

İlk durağımız Viru Kapısı oldu. Tallinn’in eski şehri surlarla çevrili ve bu kapı resmi olarak şehre giriş noktası. Ortaçağ’da Rusya, İskandinavya ve Batı Avrupa’dan tüccarlar, soylular ve gezginler bu kapıdan geçerlermiş, bu da Viru Kapısı’nı kültürlerin kesiştiği bir nokta haline getirirmiş.

Viru Kapısı
Zaten Tallinn’e gelirseniz, mutlaka, neredeyse şehrin maskotu olan bu kapıyı göreceksinizdir.

Tallinn’in surları, şehri savunmak için 13.–16. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. Bu duvarlar hâlâ Avrupa’daki en iyi korunmuş şehir surları arasında ve yaklaşık 1,9 kilometrelik kısmı bugün de ayakta.

Bu surlar boyunca yürüyerek Tallinn Eski Şehir’deki en ünlü ve en fotojenik ara sokaklardan biri olan St. Catherine’s Passage (Katariina Käik) geçidine ulaştık.

Bu sokak, orta çağdan kalma taş duvarları, kemerleri ve el sanatları atölyeleriyle insanı birkaç yüzyıl geriye gönderiyor. Bir yanında 13. yüzyıldan kalma Dominik Manastırı’nın kalıntıları, diğer yanında cam üfleyicilerden deri ustalarına kadar hâlâ çalışan zanaatkârlar var. Dar taş döşeli yolda yürürken, hem geçmişin lonca kültürünü hem de bugünün turistik cazibesini aynı karede görebiliyorsunuz.

Catherine’s Passage
Geçit, adını 14. yüzyılda burada bulunan ancak Reform hareketleri sırasında yıkılan St. Catherine Kilisesi’nden almış. Üstteki kemerler binaları ayakta tutmak için yapılmış, ama aynı zamanda sokakta mistik bir tünel hissi veriyor. Taşların arasında dolaşırken 15. yüzyıldan kalma bir kaldırım taşına basma ihtimaliniz yüksek. Rivayete göre geceleri kemerlerin altından hâlâ eski manastır rahiplerinin fısıltıları duyuluyormuş.

Bir yürüyüş sonrasında Tallinn’in kalbi sayılan Belediye Meydanı’na (Raekoja plats) geldik. Söylenene göre burası 600 yıldır şehrin buluşma noktası olarak kullanılıyormuş. Meydanın en baskın silueti ise 1400’lerin başında inşa edilmiş Tallinn Belediye Binası. Avrupa’da tamamen gotik tarzda korunmuş tek belediye binası buymuş. Kulesinin tepesindeki “Old Thomas” (Vana Toomas) figürü, yüzyıllardır Tallinn’in simgesi haline gelmiş. Orta Çağ’dan beri meydanda pazarlar, kutlamalar ve törenler yapılırmış. Bugün ise her yer açık hava kafelerine restoranlarla dolu.

Tallinn Belediye Binası
Biz denemedik ama Belediye Binası’nın içine girip hem tarihi salonları görmek hem de kuleye çıkarak Eski Şehir’in kırmızı çatılı manzarasını izlenebiliyormuş.

Bu meydan gerçekten çok güzel sevgili arkadaşlar. İster tarihe, ister fotoğraf çekmeye, ister sadece bir kahve molasına ilgi duyun, yolunuz mutlaka buraya düşüyor.

Yokuş yukarı, gerçekten canımızı çıkaran bir yürüyüşle Toompea Kalesi’ne ulaştık. Burası, Tallinn’in tepesinde asırlardır kentin yönetim merkezi olmuş bir yapı kompleksi. 13. yüzyılda Danimarkalılar tarafından inşa edilmiş ve hem stratejik bir savunma noktası hem de bölgenin idari üssü olarak kullanılmış. Yüzyıllar boyunca Livonya Tarikatı, İsveç Krallığı ve Rus İmparatorluğu gibi farklı güçlerin elinde kalmış. Her dönem, kalenin mimarisine kendi izini bırakmış ve böylece bugünkü, Orta Çağ surlarından barok cephelere uzanan haline kavuşmuş.

Toompea Kalesi
Bugün kale, Estonya Parlamentosu’na (Riigikogu) ev sahipliği yapıyor. Pembe barok cepheli ana bina 18. yüzyılda Rus döneminde eklenmiş. Ancak hala 14. yüzyılda yapılmış Pikk Hermann Kulesi varlığını koruyabilmiş. Estonya bayrağı her sabah burada göndere çekiliyor.

Estonya halkının büyük çoğunluğu çok fazla dini konulara takılmıyor. Resmi istatistiklerde nüfusun yarısından fazlası kendini “dinsiz” olarak tanımlamış. Yine de ülkedeki en yaygın mezhep, kuzeydeki diğer Baltık komşularında olduğu gibi Luthercilik. Ortodoksluk ise daha çok Rus kökenli nüfus arasında yaygın ve bu durum, tarih boyunca kültürel ve siyasi gerilimlerin bir kaynağı olmuş.

Alexander Nevsky Katedrali işte bu gerilimin tam göbeğinde duruyor. 1894–1900 yılları arasında, Estonya hâlâ Rus İmparatorluğu’nun bir parçası iken inşa edilmiş. Çarlık yönetimi, bu görkemli Rus Ortodoks katedralini adeta “biz buradayız” mesajı vermek için tam da Toompea Kalesi’nin karşısına kondurmuş. Soğan kubbeleri, beyaz taş süslemeleri ve altın yaldızlı mozaikleriyle dikkat çeken kilise, Estonlar için uzun süre işgalin simgesi olmuş.

Sevgili karım Ortodoks olunca, ister istemez Rusların tarafını tutuyoruz ve içeri giriyoruz elbette.

İçine girdiğinizde sizi altın ikonalarla dolu devasa bir ikonostas, ağır tütsü kokusu ve derin bir sessizlik karşılıyor. Bir de fotoğraf çekmeye kalktığınızda yerinden fırlayıp, size hırlayan görevli - tecrübeyle sabittir. Ne olursa olsun fazlasıyla güzel, bir o kadar da ihtişamlı bir kilise burası.

Arabaya geri dönerken çok acil bir tuvalete gitme gereksinimi zuhur eyledi. Normalde hiç böyle krizlere girmem ancak hava öyle sıcaktı ki, gün boyunca 🐝Mezzy🐝 ile elimizde birer şişe su, yarısını içiyor, yarısını serinlemek için kafamızdan aşağı döküyorduk. İçtiğim litrelerce su artık biz buradayız demeye başlamıştı.

Etrafta tuvalet yoktu. Bir restorana “Tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sordum, garson bana hırladı. Mağazalara falan sordum, heyhat.

Sonunda ne olduğunu tam kestiremediğim bir mekana geldim. Bahçede ve içerde masalar vardı ama bir restorana benzemiyordu. İçeri girince tütsü kokuları, rahibeler ve kilise müziği ile bir anda ‘Ameno’ oldum. Belli ki dinsel bir mekandı. Dönüp, dışarı çıkacakken bir rahibe “Yardımcı olabilir miyim?” diye seslendi. Eh, madem sordu, söylemekte bir sakınca olmaz diye düşündüm “Tuvaleti şeyedecektim”.

Bütün güler yüzü ile “Tabii ki” dedi. Bana koca bir anahtar verip, tuvaletin yerini tarif etti.

Tuvalet daha ziyade bir müzeyi andırıyordu. Ortaçağ dekorları, kandiller, tütsüler…

Tek problem, ortada tuvaletin kendisi yoktu. Etrafa bakıp, tuvalet olarak kullanılmaya uygun tek obje olan demir bir küveti gözüme kestirdim. Eğer burası değilse İsa beni affetsin deyip, çişimi yaptım.

Rahibe aynı güler yüzüyle anahtarı benden aldı ve güzel bir akşam diledi. Ben de karşılık verip, girdiğimden hem daha huzurlu, hem daha rahat bir biçimde mekandan ayrıldım.

Dört saatlik bir araba yolculuğu ile Riga’ya döndük. Malum kutup bölgesine yakın, aylardan da Temmuz olunca gece saat onda bile hava henüz kararmamıştı. Riga’nın alış-veriş caddesinin karşısındaki cafelerden birine oturduk. Sesi bet ama gitarı güzel çalan bir cengaverden bol bol classic rock dinledik ve otelimize döndük.

Tallinn için söyleyecek çok şey var sevgili arkadaşlar.

Bir kere tartışmasız çok güzel bir eski şehri var. Avrupa’nın Belarus ve Ukrayna hariç her ülkesinde bulunmuş biri olarak bu kadar güzelini az gördüm diyebilirim.

Tallinnlilere gelince, oraya bir yere küçük bir soru işareti koyuyorum. Kötü değiller ama ne diyorum, sovyet DNA’sı…

Devam edeceğiz,

10 Ağustos 2025 Pazar

Baltıklar'a Doğru

Baltıklar üç tane devletten oluşan bir bölge sevgili arkadaşlar. Bu ülkeler Litvanya, Estonya ve Latvia’dır. Latvia’nın Türkçesi Letonya’dır. Ancak ben, Baltıklar yazı dizisi boyunca, okuma akışı için ‘Latvia’ adını kullanacağım. Bu ülkeler çok küçüklerdir - günümüzdeki toplam nüfusları altı milyon kişi, 1990’larda ise sekiz milyon kadardı. Batı'da alaycı söylemlerde Baltık ülkeleri için ‘Çivava ülkeler’ gibi küçümseyici benzetmeler yapılır. Bildiğiniz üzere Çivava’lar küçük boyutlu bir köpek ırkıdır.

Yıl 1996, bir iş gezisi için Litvanya’ya gitmem gerekiyordu. Bir arkadaş, benden bir hafta kadar önce Klaipeda’ya gitmiş, ilk teması başlatmıştı. Yola çıkmadan arayıp, “Buralardan bir şey ister misin?” diye sordum. “Su” dedi. Önce anlamadım, “Ateş suyu mu?” falan diye şakadan sordum. “Yok su, bildiğimiz su, Pınar Şaşal falan” dedi.

Litvanya’da içecek su yoktu!

Klaipeda, 1996

Oraya gittiğimizde şaşkınlığım daha da artmıştı. Klaipeda’daki birkaç mağazada vitrinler bomboştu. Boş tahta raflar!

Baltıklılar çok güzel, çok yakışıklı bir halk, ancak üzerlerine giydikleri giysiler besleme çocuklarınki gibiydi.

Binalar bakımsız, arabalar eski, yıpranmış, otel odasında ise zamanın popüler müzik dinleme aparatı Discman’in adaptörünü fişe taktığımda sigortalar atıyordu.

Kısacası ülkede her şey dökülüyordu.

Bunun iki önemli istisnası hemen gözüme çarpmıştı.

İlki, Vilnius ve Klaipeda arasındaki otoyoldu. Bu kadar düzgün, bu kadar bakımlı bir otoyolu ne İsviçre’de, ne Amerika’da görmüştüm. Ülke sürünürken, F1 pistlerinden bile daha güzel bir otoyol, arka planla ciddi bir kontrast oluşturuyordu.

Bunun da fazlasıyla geçerli bir sebebi vardı. Bir cümle ile anlatmak gerekirse, benim zamanımın tarih kitaplarında bir klişe haline gelmiş “Rusların sıcak denizlere inme arzusu!”

Rusya, Sovyetler, artık neresinden bakarsanız çok büyük bir ülkeydi - Rusya halen dünyanın en büyük ülkesidir. Bir ülkenin can damarı ise denizle olan bağlantısıdır. Hem ticaret, hem de askeri bakımdan bir denize ulaşmak hayati önem taşır.

Haritaya bakarsanız Sovyetler Birliği’nin denizle bağlantısı, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, doğuda Pasifik Okyanusu, güneyde Karadeniz, kuzeybatıda ise Baltık Denizi’dir.

Bunlardan Kuzey Buz Denizi yılın önemli bir bölümünde donar. Murmansk Limanı ise Gulf Stream’in etkisiyle yıl boyu buz tutmaz ve bu nedenle bir istisna oluşturur. Ancak Murmansk’tan Avrupa’ya ulaşmak için batı ülkelerinin yakınından geçen, oldukça uzun bir rotayı izlemek gerekir. Üstelik Murmansk’tan Baltıklar’a gelebilmek için yine batı ülkelerinin, hukuken kontrol etmeseler de, burunlarının dibindeki dar suyollarından geçmek şarttır.

Doğudaki Pasifik bağlantısı ticaret ve askeri olarak önem taşıyan Avrupa ve Afrika gibi bölgelere çok uzaktır. Buralardan yola çıkan bir savaş gemisi ya da denizaltının Avrupa’ya ulaşması aylar alır.

Karadeniz’in problemi ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi çerçevesinde Türkiye’nin kontrolünde bulunan boğazlardır. Türkiye’nin aynı zamanda bir NATO ülkesi olması, Rusların rahatını elbette biraz daha fazla kaçırır.

Baltık Denizi öyle sıcak bir deniz olmasa da, Kuzey Buz Denizi’nin yanında Karayipler gibi kalır. Danimarka ve İsveç etrafındaki boğazlara gelene kadar, Almanya, Polonya gibi kuzey Avrupa’nın önemli bir bölümüne doğrudan ulaşım sağlar.

Hal böyle olunca, Sovyetler Birliği 1940’ta Baltık devletlerini işgal ederek ilhak etmiştir.

Dikkat edelim: Varşova Paktı’nın üyeleri olmalarına rağmen Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya Sovyetler Birliği’nin bir parçası değildi, iyi kötü bağımsız devlet statülerini koruyorlardı. Baltık ülkeleri Litvanya, Estonya ve Latvia ise bunlar gibi bağımsız değildi. Yukarıda anlattığım coğrafi önemleri nedeniyle doğrudan Sovyetler Birliği’ne katılmış, onun birer cumhuriyeti hâline gelmişlerdi.

Bu devletlerin Sovyetler Birliği bünyesindeki bir numaralı görevleri ise birer liman olarak işlev görmeleriydi. İşte bu yüzden limanlara ulaşan otoyollar bu kadar bakımlı ve kullanışlıydılar.

Bugün, eğer Rusya ile Batı arasında bir savaş çıkarsa ilk hedefin Baltıklar olacağında kimsenin bir kuşkusu yoktur. Ruslar baltıkları kaybetmeyi, hele geçmişte uzun yıllar boyu kendi vasalları saydıkları bu ülkelerin NATO’ya girmelerini hiçbir şekilde kabüllenemediler.

Litvanya’daki zamanın bakımsızlığına ve olanaksızlığına kontrast ikinci istisna ise bu ülkedeki alkollü içkilerin çeşitliliği ve bolluğuydu.

Zaten soğuk yüzünden insanların dışarı çıkamadıkları bu ülkede eğlence adına yapacak çok az şeyden biri içmek olunca, alkol bu kadar yaygınlaşmış. İnsanların kafayı çekince, “Bu adamların burada ne işi var?” gibi bölücü, anarşist sorular sormaması elbette Rusların da işine gelmiş ve alkole pek karışmamışlar. Aksine, örneğin 1985’te, Moldova’da, Gorbaçov’un alkol karşıtı kampanyası bağ sökümleri ve ağır kısıtlamalara yol açmıştı.

Rusların Baltık devletlerine çökmelerinin başka bir sonucu olmuş, ki bu benim kişisel gözlemlerime dayanan bir fenomen sevgili arkadaşlar. Sovyetler bu bölgeyi o kadar kasmışlar ki, Sovyet Mantalitesi, Baltıklıların DNA’sına işlemiş. O yüzden yine Sovyet Bloku ülkeleri olan Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti falan Avrupa Birliği’ne girdiklerinde çabuk sayılabilecek bir biçimde entegre olmuşken, Baltıklılar bu Sovyet genleri yüzünden bence hala biraz zorluk çekiyorlar.

Bu Sovyet genleri nedir, biraz açayım.

Sosyalist ya da Komünist sistemde rekabetten çok koruma olduğundan yapılan işin kalitesi, doğruluğu ve bütünlüğü çok fazla önem taşımaz. Örneğin bir çamaşırhanede çalışan Sovyet işçisinin görevi, çamaşırları makineye doldurup, yıkama düğmesine basmaksa, bunları yaptıktan sonra makinenin çalışıp, çalışmamasının bir önemi yoktur. Örneğin sular kesilmiş, çamaşırlar yıkanmamışsa bile, iki saat bekleyip, kirli çamaşırları yıkandı diye geri gönderir. Daha da komiği, yıkanacak çamaşır yoksa bile, görevim bu diyerek, boş makineyi düğmesine basarak çalıştırıp, yıkamanın bitmesini bekler.

Sırbistan ne Sovyetler Birliği’nin, ne de Varşova Paktı’nın bir parçasıydı, ancak orada bile bu fenomeni fazlasıyla yaşadım. Bazen sevgili karımın da komünistliği tutar, benzeri sebeplerle birbirimize gireriz.

Baltıklarda bu eski Sovyet mantalitesi hala fazlasıyla mevcut. Bu da seyahatimiz boyunca zaman zaman beni çileden çıkardı. Neyse, sırası geldiğinde anlatırım.

Ruslar birlikte yaşaması en zor halklardan biridir sevgili arkadaşlar. Çok sevdiğim Rus arkadaşlarımı elbette tenzih ederim ama çoğunluk olarak kendini beğenmiş, kaba, sert, acımasız ve bunu daha fazla üzerine basarak söyleyemem, ukala bir yapıları vardır. Birçok kişi bunu Rusların büyük bir imparatorluğun mirasçıları olmalarına bağlar ama örneğin biz de yüzyıllarca uygar dünyanın yarısını yönetmemize rağmen öyle kaba, gaddar bir millet değilizdir.

Rusça’da, hadi biraz alçak gönüllülük yaparak söyleyeyim, birkaç küfür bilirim. Bunların tümünü Rusya’da değil, Baltıklar’da öğrendim. Baltıklılar Ruslardan o kadar nefret etmişler ki, küfür ederken kendi dillerini değil, Rusça’yı kullanırlar. “Suka”, “Blyat”, “Pizdets”, “Govno” gibi sözcükleri Baltıklar’da bol bol duyarsınız.

Klaipeda’da bir barda Litvanyalı birkaç kişiyle beraber içiyoruz, dikkatimi çekti, Litvanyalılar içki almaya giderken kafalarını kaldırıp, baş ve işaret parmaklarıyla bir daire yaparak, tıp-tıp diye boğazlarına vuruyorlardı. “Bu ne?” diye sorduğumda, Ruslardan kalma bir alışkanlık olduğunu söylediler. Baltıklarda konuşlu Rus askerlerinin boğazlarında birer dövme bulunurmuş. İçki istediklerinde bu dövmenin üzerine tıp-tıp diye vurup, para vermeden içkilerini alırlarmış.

İçkilerin bolluğunda yukarıda bahsetmiştim. Detaylarını önceki yazılarımda anlattığım birçok sarhoşluk anım vardır Klaipeda’da. Altmış yaşında kadınlarla dans etmişliğim, sürüne sürüne odama çıkıp, pantolonumun sadece bir paçasını çıkararak uyuduğum, içki diye bulaşık suyu içtiğim zamanlar olmuştur. Detaylarıyla çok başınızı ağrıtmayayım, sadece Starka isimli içkiden uzak durmanızı tavsiye ederek bu konuyu sonlandırayım.

Kar!
Litvanya’dayken hava çok soğuktu sevgili arkadaşlar. Otelden ilk çıktığımızda soğuktan yürüyememiştim. Bir elli metre sonra kendimi bir bara atıp, bir konyak söylemiş, burnumu kadehe sokup, ısıtmıştım. Gideceğim yere ulaşana kadar bar-hopping ile, konyak takviyesi yaparak ulaşmıştım.

İşin komiği, yerli kızlar ince bir kazak ve mini etekle dolaşıyordu. Onlara baktıkça bana daha fazla üşüme geliyordu.

Her yer karla kaplıydı. Şehirdeyken asfaltı neredeyse hiç görmemiştim. Ancak kar öyle ilk aklınıza gelecek şekilde beyaz, üzerine basınca gırç diye ayakkabılarınızın battığı bir kar değildi. Baltıklarda gördüğüm kar, rengi açık kahverengiye dönmüş, aylarca erimeden kaldığı için betondan daha sert bir halde katılaşmış, acayip bir kardı. Yollar ve kaldırımları ayırmak imkansız olduğundan arabalar ve yayalar tahmini ölçümlerle birbirlerine yol veriyordu.

Bu katı karda yürümek de imkansızdı. Her beş dakikada bir düşüyordum. Orada birkaç aydır bulunan bir arkadaş “Klaipeda’dayken zamanımın yüzde altmışını ‘yatay’ olarak geçirdim” demişti.

Ertesi gün toplantıya giderken takım elbise, resmi ayakkabı falan tip-top bir halde odadan çıktım. Lobide yukarıda bahsettiğim, gelirken su getirmemi isteyen arkadaşı gördüm. Üzerinde yeşil kar parkası, kot pantolon ve komando botları vardı. Beni iki dirhem bir çekirdek görünce güldü. Bir daha takım elbise falan giymedim elbette.

İşte otuz küsür seneden sonra, bu duygu ve düşüncelerle yönümüzü Baltıklar'a çevirdik.

Devam edeceğiz.

29 Haziran 2025 Pazar

Ürdün'den Ayrılıyoruz

Ürdün’de gece yolculuğu gerçekten zor sevgili arkadaşlar. Bir kere yol üzerinde şerit çizgilerini görmek mümkün değil. Daha da kötüsü, anayolların üstünde her yere speed bump koymuşlar. Limit 110 km’den 50’ye düşüyor. Speed bump’ı gören Ürdünlüler bir de arabalarını incinmesin diye frene asılınca, hızınız bir anda 30 km’ye düşüyor. Başınızı ağrıtmayayım, Vadi Rum’dan havaalanına felaket bir dört buçuk saatlik yolculukla ulaşabildik.

Neyse ki uçağımızın kalkmasına üç saat falan vardı ve oturup, biraz soğumak için yeterli zamanımız kalacaktı.

Ya da biz öyle zannetmiştik…

Kiralık arabayı bırakmak için havaalanının etrafında üç kez döndük, sonra iyi kötü park edebileceğimiz bir noktayı bulup, arabayı park ettik.

Rent A Car ofisine gidip, anahtarları verdik, adamlar arabayı kontrol ediyor, biz de bekliyoruz. Aradan bir yarım saat geçti, bir bıçkın gelip, “Mr. Bulent, you will pay 40 dinars for the damage” dedi. Hasar için 40 dinar ödeyeceksin diyor. “Lan ne hasarı? Gel gidip, bakalım” dedim. “Gelemem” dedi, “Bak burda resmi var” diye bir fotoğrafı gözüme soktu. Arka koltuğun fotoğrafı. Üzerinde belli belirsiz bir beyaz leke var. Toz bile olabilir.

“Oğlum bunun neresi hasar?” diye sordum, “Kuru temizleyiciye gidecek, onun parası” dedi. “Benden olduğunu nereden biliyorsun, önceki halinin resmini göster” dedim, “Yok” dedi.

Sadece beni değil, kendi firmasını bile dolandıracak şerefsiz. Aklınca biz uçağı kaçırmayalım diye nalet olsun deyip ödeyeceğiz, o da ayak üstü 40 dinarı cebine atacak.

“Bak sen de, ben de burada ne olduğunu biliyoruz, uzatmayalım, sana bir kuruş ödemeyeceğim” dedim. “Peki, 25 dinar ver” dedi. "Kuru temizleyiciler pazarlığa mı başladı?” diye sordum. Kem küm etti. “Bir kuruş vermiyorum” dedim. O da “Ben de sana depositini geri vermeyeceğim” dedi. Son on yıldır bu kadar sinirlenmemiştim. “Polis çağır lan #@$$@#$” diye bağırdım, kafasını çevirdi.

Ben havaalanı güvenliğine giderken, Jelena “🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportunu bulamıyorum” dedi. 🐝Mezzy🐝, Türk pasaportuyla girmişti, onla çıkması gerekiyordu. Pasaport, Jelena’nın çantasındaydı. Büyük olasılıkla arabanın içine, bir yere düşmüştü. Hemen 🐝Mezzy🐝 ile birlikte arabaya geri koştuk. Yolda benim kapıştığım değil, başka bir şirket adamına rastladık. Bizim koştuğumuzu görünce “Pasaport mu?” diye gülerek sordu. Cevap bile vermedim, sonra da bu nereden biliyor diye düşündüm. Herhalde Jelena söylemiştir diye üzerinde durmadım.

Arabanın yanına geldiğimizde iki adam içini temizliyordu. Koltukta öyle leke meke yoktu tabii, sadece beyaz bir dalga şeklinde, olasılıkla tuz. Hızlı bir şaplak bile temizlerdi. Ama pasaport daha önemliydi.

🐝Mezzy🐝 ile bütün arabayı aradık, koltukları bile çıkardık, nada. Pasaport, masaport yok. Hemen havaalanı polisine gittik. Bir tanesi bile İngilizce konuşmuyor. Polis, taksi bankosundaki görevliyi çağırdı, en azından hello, velkam, tenkyu bir şeyler konuşabiliyor. “Kızımın pasaportu kayboldu, ne yapalım?” dedik, “Ben bilmem, karakola gidin” dedi.

Karakol, havaalanının dışında. Bulana kadar yarım saat geçti. İçeri girerken telefonumu aldılar, Jelena’nınkini her nedense almadılar. Aynı pandomim karakolda da devam etti. Yine İngilizce yok, birbirimize bakıyoruz. Polislerin biri Google ile çeviri yapmaya çalışıyor ama kör dövüşü. “Benim telefonumla çevireyim” dedim, “Tamam” dediler, “Ama telefonumu aldınız” dedim, telefonu getirdiler.

Polisler gerçekten iyi ve kibarlar. Yardımcı olmaya da çalışıyorlar. Ama anlaşamayınca bir yere varamıyoruz.

Google ile şöyle bir sonuca ulaştık. Biz ertesi sabah Türk Konsolosluğuna başvurup, yeni pasaport çıkarttıracağız, sonra o pasaportu ürdün polisine vereceğiz, onlar da giriş damgasını yeni pasaporta aktaracaklar ki, o damga ile çıkış yapabileceğiz. “Ne kadar sürer bu?” diye sorduk, “Bir hafta falan sürer” dediler. “Babacım, bizim uçağımız iki saat sonra kalkıyor” dedik, polis başını iki yana salladı.

“Bak, kızımın başka bir pasaportu var, onla çıkabilir mi?” diye sorduk, bir umut ışığı yakaladık. Tekrar telefonla bir yerleri aradılar, sonra bizi ekip arabasına koyup, havaalanına geri götürdüler, “Komiser Hamdi’yi bul” dediler. Ben bu arada Rent A Car’cılardan şikayetçi olmaya çalıştım ama bana net olarak “Vakit yok, eğer uçağa binmek istiyorsan, bırak Rent A Car’cıları” dediler.

Geldiğimizde komiser Hamdi’ye gittik. O bizi sınır polisine götürdü. 🐝Mezzy🐝 İsviçre pasaportu ile çıkabiliyor, ancak bu pasaporta çıkış damgası vurabilmek için vize gerekiyor. Böylece 🐝Mezzy🐝’ye Ürdün’den çıkarken, Ürdün’e giriş vizesi aldık. Sınır polisi ona giriş damgası bastı, beş dakika sonra da pasaport kontrolünden geçerken aynı vizeye bir çıkış damgası vurdular. Bu arada bütün görevliler bizi tanıdı, hiç bir kuyruğa falan girmiyoruz. Ben kontrolden pasaportsuz geçiyorum, sonra bir görevli pasaportumu getiriyor falan.

Sağolsunlar, bütün polis ve görevliler gerçekten yardımcı oldular, biz de uçağın kalkmasına beş dakika kala kapıya ulaştık.

Önce İstanbul, sonra Cenevre’ye indik. Uçak modunu kapattığım anda WhatsApp’ten bir ‘ding’ sesi geldi. Rent A Car’cılar 🐝Mezzy🐝’nin pasaportunun resmini göndermişler. Utanmaz herifler, dalga geçiyorlar. Pasaportu bizden sonra bulmalarına olanak yok. Kaputu açıp, motorun içine bile bakmıştık. Ben bağırdım diye aklınca beni cezalandıracak.

Sevgili arkadaşlar, çok az bu kadar çileden çıkmıştım. Önce booking.com'a, sonra bunların Amerika’daki merkezlerine, hatta Ürdün Turizm bakanlığına bile yazdım.

Rent A Car’cılar bana “Biz kimsenin pasaportunu alıkoymayız” falan diye yazdılar. “Oğlum bak senin adamın bana pasaportun resmini gönderdi” dedim, “Vay anasını” falan oldular.

Daha fazlası da var ama başınızı ağrıtmayayım. Resmi bir özür yazısı gönderdiler. Depoziti geri ödeyip, 40 dinar istemekten de vaz geçtiler.

Pasaportu Amman Konsolosluğu’na götürdüler. Onlar da sağolsun Cenevre Konsolosluğuna postaladılar.

Şimdi pasaportu bekliyoruz.

Bu, hepimiz için elbette ki çok kötü bir deneyim oldu. İlk Ürdün yazımda da söylemiştim. Araba kiralama şirketleri ne yazık ki arabayı verirken sizden bir depozit alıyorlar, sonra da siz arabayı getirdiğinizde, olasılıkla uçağınızın kalkmasına az zaman kala, böyle saçma gerekçelerle sizden para istiyorlar. Siz de uçağınız kaçmasın diye nalet olsun deyip, parayı ödüyorsunuz. Eğer ödemezseniz depositinizi geri vermiyorlar, ya da aylar sonra şanslıysanız tamamını, genellikle de bir bölümünü geri alabiliyorsunuz. İnternet bu hikayelerle dolu. Ben, aynısı başımıza gelmesin diye bilinen bir firmadan kiralamıştım, ama sonuçta o firma da bir franchise. Yani adamlar hala aynı adamlar.

Ürdün'e gidecekler için ne desem bilmiyorum. Araba kiralamadan gezmek zor, uzun ve eziyetli. Araba kiralayınca da böyle şeyler oluyor. Size tavsiyem, arabanızı aldığınızda santim santim fotoğraflayın. Yine arabanızı teslim alırken bu tip olaylardan haberdar olduğunuzu, ve aynı şey başınıza gelirse polis ve mahkeme dahil her türlü başvuruyu yapacağınızı açık açık söyleyin. Full coverage insurance alın, ve depozit vermeyi reddedin. Bunları da ülkeye girmeden yapın ki, sabahın bir saatinde Rent A Car’cılarla havaalanında Hacivat-Karagöz oynamayın.

Ne acı ki, böyle güzel ülkeye, böyle güzel insanlara yakışmayacak şeyler bunlar.

Şimdi, bu tatsız mevzuyu not alıp, bir kenara bırakalım ve Ürdün’ü değerlendirelim.

Çok fazla Arap ülkesi görmedim. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Tunus ve Fas’ta bulundum. Türkiye’yi de miksimize ekleyip, karşılaştıralım.

Size rahatlıkla söyleyebilirim ki Ürdün, bu ülkelerin en uygarı, en temizi, insanları da en kibar ve yardımseverleri. Eğer bir Arap ülkesini ilk kez görecekseniz kesinlikle Ürdün’e gelin. İnsanlar misafirperver, satıcılar saygılı, size, özellikle kadınlara yiyecek gibi bakan yok. Etrafta bangır bangır müzik çalmıyor, ukalalığa, hıyarlığa maruz kalmıyorsunuz.

Fiyatlar pahalı değil ama turistik bölgelerde biraz fazla kaçırabiliyorlar. Trafik zor, özellikle şehirlerde. Şehirlerarası yollar fena değil, kısa sürede tarza alışabiliyorsunuz.

Ancak en önemlisi, Ürdün’de, dünyada başka yerde göremeyeceğiniz özel yerler, doğal harikalar var. Benim listemin çok üstlerinde yer alan bir ülke.

Mutlaka gelin ve görün.

Sevgi ile kalın.

15 Haziran 2025 Pazar

Hz. İsa'nın Vaftiz Noktası

Sevgili arkadaşlar, Ürdün, Kudüs’e kuşbakışı elli kilometre uzaklıkta bir ülke. Bildiğiniz üzere Kudüs ve çevresi, üç semavi dinin de kutsal saydıkları topraklardır. Yahudilik ve Hristiyanlığın köklerinin çok önemli bir bölümü Kudüs ve çevresine sıkı sıkıya bağlıdır. 

Hz. İsa Bethlehem, yani Beytüllahim kentinde doğmuştur, ancak memleketi Nazareth, yani Nasıra’dır.

Jericho, yani Eriha, dünya üzerindeki hala insanların yaşadığı en eski şehirdir ve Yahudiler için, Mısır’dan çıktıktan sonra çöldeki yolculuklarının ardından, vaat edilmiş topraklardaki kral Joshua, yani Yeşu’nun fethettiği ilk şehirdir.

Zeytin ağaçları
Mount of Olives, yani Zeytin Dağı, Hz. İsa’nın gökyüzüne yükseldiğine inanılan noktadır.

Hebron, yani El Halil kentinde Hz. İbrahim’in kabri bulunur. Hz. İbrahim her üç din tarafından da tanındığı için, Müslümanlar da, Hristiyanlar da, ama en önemlisi Yahudiler de bu şehri kutsal sayar. Yahudiler için Hebron, Kudüs’ten sonraki en önemli ikinci şehirdir.

Kudüs’ü anlatmıyorum bile. Yahudiler için Temple of Solomon, yani Süleyman Tapınağı’nın birkaç kez yapılıp, yıkıldığı, Hristiyanlar için de Hz. İsa’nın çarmıha gerilip, öldüğü, inanca göre sonrasında yeniden dirilip, kısa bir süre için dünyaya döndüğü kenttir.

İslam, Kudüsü kutsal saysa da, asıl kökleri Mekke, Medine gibi Arap Yarımadası’ndaki kentlere uzanır. İslam’a göre Kudüs’ün önemi, Hz. Muhammed’in Miraç’a buradan yükselmiş olmasıdır.

Bunların hepsi de Ürdün’ün özellikle kuzeyine çok yakın kentlerdir - 30-40 km kadar.

Ben ne dini konularda bir uzman sayılırım, ne de dini konular hakkında konuşmayı severim. Gezi yazılarımda ulvi konulara eğer tarihi bir önemleri varsa değinirim. Ancak buralara kadar gelip de, dini konulara dokunmamak olmuyor işte.

Eskiden her yerleşim merkezi ya da kompleksi bir nehir etrafında kurulurdu. Kutsal topraklara su ve hayat veren nehrin ismi ise Ürdün Nehri’dir. Eski Türkçede ise bu nehrin ismi Şeria’dır.

Şeria Nehrinin doğu kıyısında Ürdün, batı kıyısında ise Filistin yer alır. Batı Şeria, ya da İngilizcedeki karşılığı West Bank (of the Jordan River) diye hep duyduğumuz bölge işte bu nehrin batı yakasındaki Filistin toprağıdır.

Karşısı...
Ürdün Nehri’nin kıyısına geldiğimizde, Arap rehberimiz “Karşısı Filistin” demişti. Buradaki ironi, ‘karşısı Filistin’ dediği, üç-beş metre uzaklıktaki yerde koca bir İsrail bayrağının dalgalanıyor olması. Kısacası Filistin, hayalet bir devlet. Kağıt üzerinde Batı Şeria’yı Filistin Yönetimi, İngilizcesiyle Palestinian Authority, hani şu eski Yaser Arafat’ın başkanı olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü, yönetiyor. Ancak Filistin Yönetiminin bazı bölgelerde, ve sınırlı bazı konularda özerkliği olsa da, bütün Batı Şeria de-facto İsrail hakimiyeti altında.

Tamamlamak adına, Filistin’e, teorik olarak olsa da, ait ikinci toprak parçası ise bütün İsrail’i geçip, Akdeniz’e ulaştığınız noktadaki Gazze Şeridi. Gazze’yi İhvan kökenli Hamas örgütü yönetiyor. Gazze’de olan biteni zaten biliyorsunuz, o yüzden konuyu dağıtmamak için derinliklerine girmiyorum.

Alın size altmış yıllık kavganın jeopolitik özeti.

Neyse, gelin, Ürdün Nehrine geri dönelim.

Kutsal toprakları sulayan Ürdün Nehri, beklendiği üzere dinlerin kutsal kabul ettikleri olayların geçtiği bir yer olmuş.

Örneğin İsrailoğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra Kral Yeşu önderliğinde Ürdün Nehri’ni geçerek Vaat edilmiş Topraklara, yani Kenan diyarındaki Promised Land'e girmiştir.

Ancak Ürdün Nehri, Hristiyanlık için çok daha fazla bir öneme sahiptir.

Hz. İsa, ilk kez Ürdün Nehrinde, John the Baptist, yani Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmiştir.

Vaftiz etmek, Yunanca ‘batırmak’, ‘daldırmak’ anlamına gelir. Gerçekten de, özellikle eski dönemlerde, vaftiz ritüeli, vaftiz edilen kişiyi suya batırarak gerçekleştirilirdi.

Günümüzde Ortodokslar hala vaftiz edilen kişiyi tamamen suya daldırırlar. Neyse ki şu sıralar vaftiz ritüeli, çoğunlukla kişi bebek ya da çocukken yapıldığı için, bu batırma işi çok güç gerektirmiyor.

Katolikler ise vaftiz esnasında alına Baba, Oğul ve Kutsal Ruh için toplam üç kez su serperler.

Vaftiz, bir benzetme yapmak gerekirse, kelime-i şehadet getirip, Müslümanlığı kabul etme sayılabilir.

İnanca göre her insan günahlarıyla birlikte doğar. Vaftiz esnasında bu günahlar temizlenir ve kişi cemaate, yani dine kabul edilir. Ruhsal bir yeniden doğuş şeklinde düşünülebilir.

Hz. İsa, henüz dini öğretilerini yaymaya başlamadan önce Vaftizci Yahya, bölge halkını Ürdün Nehri’nde vaftiz etmekteymiş.

Bunu öğrenen Hz. İsa, vaftiz olmak için Celile'den Ürdün Nehri'ne gelir.

Yahya ile karşılaştıklarında Yahya, ona "Benim senin tarafından vaftiz edilmem gerekirken, sen mi bana geliyorsun?" der. Çünkü Yahya, Hz. İsa’nın günahsız olduğunu bilir. Ona göre vaftiz, tövbe eden günahkarlara yapılmalıdır. Hz. İsa “Şimdilik doğrusu böyle. Bu şekilde, gerekenleri doğru bir biçimde yapmış oluruz.” diye cevap verir - burada ben epeyce yorumladım, tam tercümesi şöyle bir şey oluyor “Bunun şimdi böyle olması gerekir. Çünkü bu şekilde tüm doğruluğu yerine getirmiş oluruz.”.

Yahya, bunun üzerine Hz. İsa’yı vaftiz etmeyi kabul eder.

Hz. İsa, Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde suya daldırılır.

Bu esnada tanrısal bir olay yaşanır.

Hz. İsa sudan çıkar çıkmaz, gökyüzü açılır. Kutsal Ruh, bir güvercin şeklinde Hz. İsa’nın üzerine iner ve gökten bir ses duyulur “Bu, benim oğlumdur. Onu severim.”

Bu olayla birlikte Hz. İsa’nın ilahi kimliği Tanrı tarafından teyit edilmiş olur, Kutsal Üçleme, yani Baba - Oğul - Kutsal Ruh, aynı anda görünür hale gelir. Burada ‘Baba’ gökten gelen ses, ‘Oğul’ Hz. İsa ve ‘Kutsal Ruh’ da güvercindir. Unutmayalım, Hristiyanlık inancına göre her üçü de Tanrı’nın farklı görünümleridir.

Hz. İsa, bu olaydan sonra halka açık mucizelerine ve öğretisine başlar.

Ürdün Nehri, Lübnan’dan doğup, Ürdün’de Lut Gölü’ne dökülür. Peki bu iki yüz elli kilometrelik su yolu üzerinde Hz. İsa hangi noktada vaftiz edilmiştir?

Burada, yardımımıza dört kanonik İncilden biri olan John’s Gospel, yani Yuhanna’nın İncili koşuyor. Birinci bölüm, 28’inci ayette (Buradaki ‘ayet’ sözcüğünü Kuran’daki anlamıyla karıştırmamak gerekir. Kuran’da ‘ayet’, Tanrı’nın sözleri anlamına gelir. İncil Tanrı’nın sözlerinden değil, tanıkların anlatılarından oluşur) şöyle der:

“Bu olaylar, Yahya'nın vaftiz ettiği yerde, Şeria Irmağı'nın (Ürdün Nehri) ötesinde, Beyt-Avara’da (Bethany Beyond the Jordan) oldu.”

“Şeria Irmağı’nın ötesi”, İncil’in yazıldığı dönemde Batı Şeria’nın karşı kıyısı, yani bugünkü Ürdün tarafının ismi, Beyt-Avara ya da Bethany Beyond the Jordan ifadesi ise Ürdün’deki Al-Maghtas yerini işaret eder.

4.yüzyıldan itibaren Kudüs’e gelen Hristiyan hacılar, vaftiz yeri olarak Ürdün Nehri’nin doğu kıyısındaki Bethabara veya Bethania bölgesini ziyaret ettiklerini yazmışlardır. Al-Maghtas bölgesinde yapılan kazılarda 5. ve 6. yüzyıla ait kilise kalıntıları, vaftiz havuzları, hac yolları ve şapeller ortaya çıkarılmıştır. Bu yapılar, bölgenin çok erken dönemden itibaren ‘kutsal’ kabul edildiğini gösterir.

Bugün Ürdünün bu bölgesi, Hristiyan dünyasınca resmen ‘Vaftiz yeri’ olarak tanınır. UNESCO ise, 2015 yılında Al-Maghtas’ı Dünya Mirası ilan etmiş.

Bu bölge bugün Hristiyanlar için önemli bir hac yeri haline dönüşmüş.

Gezimize dönmeden önce bir iki kelam edeyim.

Eğer “John the Baptist” ’deki John Yahya oluyor da, “John’s Gospel” ’daki John niye Yuhanna oluyor diye merak ettiyseniz… Her ikisi de İbranice Yôḥānān sözcüğünden gelir. ‘Yahya’ Arapça’sı, ‘Yuhanna’ ise Yunanca/Latince yoluyla gelen ve Hristiyan Araplar arasında da kullanılan bir varyantıdır.

Yukarda, Hz. İsa’nın vaftiz öyküsünü ve vaftiz noktasının nasıl belirlendiğini size elimden geldiğince sade ve doğru bir şekilde aktarmaya çalıştım. Ancak sadelik ve doğruluk pek bir arada giden kavramlar değiller. Bugünlerde yazılarımı ChatGPT’ye okutup, gramer ve tarihsel doğruluk bakımından bir analizini yaptırıyorum. Ancak özellikle her kelimesi sayısız kez yorumlanmış, tartışılmış dini konularda sayfalarca yazmadan tam doğruluğa ulaşmak mümkün olmuyor. ChatGPT beş-altı yerde “Belki biraz daha açıklamak doğru olur”, ya da “Şöyle bir dipnot koy istersen” gibi uyarılarda bulundu. Full disclosure, buralarda sadelik adına doğruluktan biraz fedakarlık ederek ChatGPT’yi dinlemedim.

Jelena mecburen tesettüre girmişti
Hz. İsa’nın vaftiz noktası Amman’a bir saatlik uzaklıkta. Otelde humuslu, falafelli kahvaltımızı edip, yola koyulduk. Sevgili karımın kullandığı bir ilaç onu güneş ışığına çok fazla duyarlı yapıyor, o yüzden Jelena mecburen tesettüre girmişti.

Otoyola çıktığımızda arkamızda bir araba deli gibi kornaya basıp, selektör yapmaya başladı. Polis desem değil, herhalde Arap çöllerinde papazı bulduk dedim kendi kendime. Sinyal verip, sağa çektim. Diğer araba da arkamda durdu. Kapı açıldı, içinden bıçkın bir Abdülvahap fırladı. Bizim arabaya koştu ve arkaya doğru bir uçan tekme attı. Ne oluyor derken eğilip, tamponu yumruklamaya başladı. ‘Gırç’ diye bir ses duydum, o zaman anladım. Anlaşılan, tampon gevşemiş, yerinden çıkmış, o da tamponu bir iki karate darbesiyle yerine sokmuş. Bana gülerek eliyle okey yaptı, ben de sağol işareti yaptım. Arabalarımıza binip, yola devam ettik.

Vaftiz noktasına olaysız ulaştık. Bölgeyi bir ziyaret alanı halinde tasarlamışlar. İçeri arabayla giremiyorsunuz. Biz de arabayı park edip, ziyaretçi merkezinden biletlerimizi aldık. Bir otobüs bizi içerilere götürdü.

Vaftiz alanı, insanın ilk aklına gelenin aksine çöl değil, zeytin ağaçlarıyla kaplı yeşil bir bölge. Bunu da takdiriniz üzere Ürdün Nehri’ne borçlu. Alandaki tek modern bina ziyaretçi merkez. Geri kalan patikalar ve vista noktaları hep manzarayla uyumlu ahşap ve toprak. Ürdünlüler bu bölgeyi tasarımlarken, gerçekten çok iyi bir iş çıkarmışlar.

Ürdün Nehri
Önce Ürdün Nehri’ni tepeden görebileceğimiz bir noktada durduk. Sonra da nehrin kıyısına indik. Nehir kıyısında, kutsal sayılan nehrin suyunun aktığı bir çeşme var. Burada suyu yüzünüze sürerek, ya da çeşmenin altındaki havuza kafanızı sokarak, Hz. İsa’nın vaftiz olduğu suyla temsili bir vaftiz daha olabiliyorsunuz. Ben çeşmeyi vaftizden ziyade serinlemek için kullandım.

Çeşmenin hemen altında ise tahta bir platformdan nehrin doğrudan içerisine girebiliyorsunuz. Polonyalı bir grup, nehre girip bir kez daha vaftiz oldular (lafın gelişi söylüyorum, Polonyalılar Katoliktirler ve Katolisizm’de vaftiz bir kere yapılır, bir daha tekrarlanamaz, bunların yaptığı daha ziyade bir anma). Bu nokta, size yukarda anlattığım İsrail bayrağını gördüğümüz yer. Jericho bu noktaya dört, Kudüs ise otuz kilometre uzaklıkta.

Sonrasında vaftiz noktasının yanında yapılmış bir Rum Ortodoks kilisesine gittik. Daha önce söylemişimdir, Ortodoks kiliselerini çok severim Renkli freskleri, büyük kubbeleriyle kiliseden çok bir müzeyi andırırlar.

Vaftizci Yahya Kilisesi
Bu kilisenin ismi Church of St. John the Baptist, yani Vaftizci Yahya Kilisesi. Eski görünümlü, ancak yeni yapılmış bir kilise. İçerisi ışıl ışıl, rengarenk.

Yanında ise özellikle ikonların satıldığı minik bir mağaza var. Jelena hem ikon, hem de bir papazın sonradan kutsadığı Ürdün Nehri suyu aldı.

Ziyaretimizin en önemli noktası en sonundaydı.

Hz. İsa’nın vaftiz edildiğine inanılan nokta. Vaftiz yeri, bugün Ürdün nehri üzerinde değil. Milattan bu yana nehrin yatağı değişmiş ve artık bu noktadan akmıyor.

Vaftizin gerçekleştiği noktayı nasıl bu kadar hassas bir biçimde belirlemişler diye sorarsanız, cevabı Hristiyanların dini bakımdan önemli her olayın geçtiği yere birer kilise yapma alışkanlıkları. Vaftiz noktası bugün sadece bir kaç kalıntısı kalmış bu kilise sayesinde saptanmış. Normalde bu kutsal mekanları belirleyen kiliselerden pek haz etmem. Olayı hissetmenizi, zihninizde yaşamanızı zorlaştırırlar. Ancak bu kez işe yaramış.

Vaftiz noktasını yukardan tahta bir platform üzerinden görebiliyorsunuz.

Bütün grup, elbette burada yüzlerce fotoğraf çekti.

Vaftiz Noktasi
Rehberimiz çok iyi, çok samimi bir Ürdünlüydü. Benim Türk olduğumu söylememe rağmen Jelena’nın Hristiyan olduğunu hemen anlamıştı. Vaftiz noktasını yukardan gören platformda resmimizi çekti ve bana bekle gibisinden bir işaret yaptı. Grubun gerisi fotoğraflarını çekip, otobüse dönerken, bize aşağısını işaret etti ve turistleri alıp, uzaklaştı. Jelena ve Melissa Hz. İsa’nın vaftiz edildiği noktaya indi ve orada kalmış son su birikintisine dokundular, fotoğraf çektiler.

Bu tarihi noktayı da bu şekilde görmüş olduk.

Aradan iki hafta geçti. Bugün, İran ile İsrail’in kapışması nedeniyle Ürdün hava sahası kapalı. Ürdün uçak ve helikopterleri havada füze ve drone avlıyorlar. Demek zamanlamamız bu kez iyiymiş diye geçirdim içimden.

Hamas, İsrail’e saldırmasaydı iki sene önce Kudüs, Bethlehem, Nazareth gibi kentleri de ziyaret edmiş olacaktık. Bir kaç günlük bir farkla bu gezimizi ertelemek zorunda kalmıştık. Ancak kesinlikle ölmeden önce buraları da göreceğim.

Ürdün, bu dünyada gördüğüm en güzel, en ilginç ülkelerden biri sevgili arkadaşlar.

Ürdün gezimiz devam ediyor…

13 Haziran 2025 Cuma

Amman'a İndik

Evde kedilerin yemek ve sularını hazırladım. Arabayla önce 🐝Mezzy🐝’yi, sonra Jelena’yı okullarından aldım. Sonrasında hiç vakit kaybetmeden Cenevre Havaalanı’na gittik.

Dört günlük tatil yüzünden bütün ucuz park alanları dolmuştu. Arabamızı mecburen havaalanının en pahalı park yerine bıraktık.

İstanbul üzerinden uçuyorduk. Bir Pegasus uçuşu bizi Sabiha Gökçen Havaalanı’na getirdi.

Sabiha Gökçen
Bu Türkiye bağlantılı uçuşlardan nefret ediyorum desem yeridir sevgili arkadaşlar. Hele Sabiha Gökçen’den.

Görmemişin kaloriferi olmuş, sonuna kadar açmış. Herkes şıpır şıpır terliyor. Mahşeri bir sıcak…

Koca havaalanında döner yapan bir yer var, o da dondurulmuş döner veriyor. Bir yer bulmak, siparişi almak imkansıza yakın.

Havaalanındaki her dişi görevli mütemadiyen bağırıyor. Kapıdaki kızlar, tezgahtar kızlar, dönercideki kızlar… “Antalya uçuşu buradan! Biniş kartları lütfeeeen!”, “94 numaralı sipariş! Döner ve çorba! Döner end suuup!”, “Ayşeee bak, ne diyor bu, anlamıyorrrrummm!”

Pastane kılıklı bir yerde yabancı biri bana “Şu sandviç kaç lira?” diye sordu, ben de tezgahtaki kıza. “Fiyat listesi burada” diye başının üzerindeki slide’ı işaret etti. “Yüz lira” dese dili aşınacak…

Herkeste bir hava, bir ukalalık…

Aktarma için pasaport göstermiyoruz ama yürüyen bantın başında iki kadın görevli biniş kartlarına bakıyor. Pegasus’la online check-in yapınca yalan yanlış bir email geliyor. Üzerinde sadece bir QR code var. QR code var da, ayaküstü biniş kartlarını kontrol eden ablaların QR code okuyucuları yok! Bu yüzden ismi ve uçuşu göremiyorlar. Biri cart diye sormadan elimdeki telefonu çekip aldı. Oraya buraya basıp, copy/paste ile pegasus sitesinden biniş kartlarının detaylarını buldu, “Buyrun” dedi.

Güvenli alanı terk etmemiş olmamıza rağmen yeniden güvenlik kontrolünden geçtik. iPad’leri çıkar, kemeri çıkar, diş macununu çıkar…

Prensip sahibi teröristleri yakalamak için tüm bunlar.

Eğer bu teröristler Cenevre-İstanbul uçağında yanlarında taşıdığı bombayı patlatmaz, uçaktan indirir, bağlantılı İstanbul-Amman uçuşuna sokmaya kalkarlarsa, bu sıkı güvenlik kontrolleri sayesinde yakalanacaklar.

Hey Allahım…

Başınızı ağrıtmayayım. İnsanı geldiğine geleceğine pişman ediyorlar sizin anlayacağınız.

Amman’a uçuşumuz olaysız geçti. Queen Alia International Airport gerçekten güzel ve modern bir havaalanı.

Ürdün arz-ı alemde gördüğüm altmışıncı ülke olacaktı. Bu ‘dalya’ ülkelere her nedense gereksiz bir önem bahşederim. Onuncu ülke şu, yirminci ülke bu şeklinde. O yüzden altmışıncı ülkemin Ürdün gibi, dünyada bir çok nedenden dolayı görülmesi gerekli bir ülke olması beni fazlasıyla mutlu etmişti.

Altmışıncı Ülkem

Uçaktan inip, biraz yürüyerek vize kuyruğuna giriyorsunuz. Ürdün, hemen herkes için  vize istiyor - ancak bizlere vize gerekmiyor. Gerçi diğer ülke vatandaşları vizelerini havaalanında 40 Dinar verip, alabiliyorlar ama biz o parayı Jelena ve 🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportlarına vermeyi tercih ettik ve bu vesileyle ikisinin de Türk pasaportları oldu/yenilendi.

Vize kuyruğuna girmedik ama pasaport kontrolü nerede, onu da göremedik. Bir görevliye “Pasaport kontrolü nerede?” diye sordum. “Vizeniz var mı?” dedi, “Vizeye ihtiyacımız yok” dedim.

Vize kuyruğunda biri, konuşmamızı duymuş anlaşılan, “Nasıl yani?” diye sordu. “Ben İsveçliyim, benim ‘bile’ vizeye ihtiyacım var, sen nasıl giriyorsun?” dedi.

“İsveçliyim” diyen adam marsık gibi. Kim bilir nereden göçmüş. Ama havasını atıyor aklınca.

“Bak, ben de İsviçreliyim” dedim, sonra da inadına Türk pasaportunu sallayıp, “Ama bunun sayesinde vizesiz giriyorum” diye gıcıklığımı da yaptım.

Pasaport kontrolünde gençten bir asker, “Marhaban” dedim, “Ahlan” diye cevap verdi. Pasaportları verdik, gerçekten de ülkeye vizesiz, başka hiç bir şey göstermeden girdik. Sadece 🐝Mezzy🐝 makineye gözlerini açıp, bakamadığı için biraz bozuldu. Malum çocuklar devamlı büyüdüklerinden dolayı yüz hatları değiştiğinden, biyometrik parametreleri kaydedilip, karşılaştırılamıyor.

Valizlerimiz zaten yanımızda olduğundan, bagaj bandında beklemeden, gümrükten geçip, araba kiralama gişelerine ulaştık.

booking.com'dan bir araba kiralamıştık. Ürdün’de ağız tadıyla ve çok vakit kaybetmeden gezmenin yolu bir araba kiralamak sevgili arkadaşlar. Ancak araba kiralayıp da pişman olan çok kişinin yorumlarını okumuştum. Kiralama şirketleri yüksek bir depozit alıp, arabayı geri getirdiğinizde sudan gerekçelerle sizden extra para istiyor, vermezseniz de depozitinizin üzerine yatıyorlarmış. Bunlarla uğraşmamak için arabayı, ismi lazım değil, çok iyi bilinen, uluslararası bir şirketten kiralamayı tercih ettik.

Saat sabahın iki buçuğunu bulmuştu. Sadece formaliteleri tamamlamak kırk beş dakika almıştı. Ufak bir araba için ödeme yapmıştık, ama adamlar hybrid bir Toyota Camry verdiler. Biraz da havalıca “Free upgrade ettik sizi” dediler. Park yerine gidip, başka araba kalmadığını gördüğümüzde bunun ‘free’ değil, ‘mandatory’ bir upgrade olduğunu anladık. Yine de hybrid bir araba bizi yüzlerce dolar benzin parasından kurtaracaktı. Planımıza göre binin üzerinde kilometre yol yapmamız gerekiyordu.

Havaalanından Amman’ın merkezi yarım saat - kırk beş dakika falan sürdü. Otelimize ulaştık.

booking.com üzerinden rezervasyonu, örnek olsun diye ayın 28’inde yapıp, sabaha karşı geleceğimizden late check-in göstermiştim ki, 28’inin geçesinde bir odamız olsun. Ancak booking.com check-in zamanının sabahın ikisi olduğunu görünce, proaktif davranıp, bizim rezervasyonu 29’una kaydırmış. Bunu görünce daha İsviçre’den otele yazıp, “Bak booking.com rezervasyonun başlangıcı için 29 diyor ama biz 28’inin gecesi uyuyacağız, lütfen odamızı teyid edin” dedim, hatta uçak ne zaman geliyor, biz ne zaman otele ulaşacağız, tek tek yazdım. “Hiç problem yok ya seyyidi!” dediler.

Herneyse, otele geldik, kimlik, pasaport falan, resepsiyondaki adam “Ama sizin rezervasyon yarın için. Bu gece odamız yok” dedi. Bunların olacağını bildiğimden, yazdığım emaili çoktan telefonda hazırlamıştım. Resepsiyonist okudu, “Hmmm…, yaaa…, ayvaaaa…” falan oldu, sonunda bize mecburen bayağı havalı, ‘free upgrade’ bir oda verdi.

Odamıza çıktık ve hemen uyuduk. Önümüzdeki üç gün çok yoğun geçecekti.

Devam edeceğiz.

6 Haziran 2025 Cuma

Mannheim

Mannheim’a ilk adımını attığında, insanın aklına Barok bir şehir planlaması değil de, sanki bir Excel tablosu geliyor. Sokak isimleri yerine A3, C6, D1... Sanki şehir değil, dev bir mühendislik projesi. İnsan ister istemez “Bunu kesin Almanlar yapmıştır” diyor.

Mannheim
Haklı da bir önerme oluyor bu.

17. yüzyılda Palatinat Prensi II. Karl, şehri yeniden kurarken bu kare planı çizdirmiş. Neden diye düşününce insanın aklına prensin Mannheim’ı tarihiyle değil de, düzeniyle hatırlanmasını istemiş olabileceği geliyor.

Ama tarih her daim kendini dayatıyor işte.

Mannheim, 18. yüzyılda Almanya’nın ilk tiyatrolarından ve ilk orkestralarından birine ev sahipliği yapmış. Mozart bile Mannheim Sarayı’nda dolaşmış, beste yapmış, aşık olmuş (evet, yine).

Barok Saray bugün hala dimdik ayakta, içine üniversiteyi yerleştirmişler ama eski havasından pek bir şey kaybetmemiş. “Ders arası kahvemi sarayın avlusunda içtim” demek, her halde başka hiç bir yerde mümkün olmuyordur.

Endüstri çağı geldiğinde Mannheim vitrin değil motor olmuş. Daimler-Benz'in ilk arabaları burada tıngır mıngır ilerlemiş. Bugün bile şehirde o mekanik uğultu hissediliyor, ama bu sesin arkasında sadece makineler değil, binbir milletten “Gastarbeiter'lar”, yani misafir işçiler de var.

1950'lerden sonra Türkiye’den, Yugoslavya’dan işçi göçüyle şehir birden çoğalmış. Türkler, hem çalışmış hem kök salmış. Bugün her semtte bir “Anadolu Bäckerei”, bir “Saray Grill” görmek mümkün. Mannheim’da Türk olmak, sadece dönerci açmak değil, cami yaptırmak, çocukları okutmak, dernek kurmak demek.

Sırplar da burada. Biraz daha sessiz, ama onlar da çoktandır şehir planının bir parçası. Kimi fabrikada, kimi müzik okulunda, kimi kendi kafenin başında. Bazen Neckar kıyısında rastlıyorsun bir gruba. Biri akordeon çalıyor, diğerleri şarkı söylüyor. Almanca değil, Sırpça, ama sokak dili olmuş zaten.

Mannheim sokaklarında yürürken sevgili karımla geleneksel oyunumuza başladık: “Abi”, “Brate”, “Abi”, “Brate”…

Malum, aile lehçemizde “Abi” Türk, “Brate” Sırp demek.

Her biri geçtiğinde birbirimize bakıp, gülümseyerek çetele tuttuk. Almanya’da Türklerin sayısını zaten biliyoruz ama ilk defa Sırpların da bu kadar yoğun olduğunu burada fark ettik. Şehir neredeyse Belgrad ile Gaziantep’in bir buluşma noktası gibi.

Öğle yemeğimizi ise bir Vietnam restoranında yedik.


Vietnam mutfağı, Asya'nın en acılılarından. Hem Asya’da, hem Avrupa’da denemişliğim var ve rahatça söyleyebilirim ki eğer “Acı olmasın” demezseniz, ciğeriniz yanar, ağzınızdan ejderha gibi alevler çıkar.

Ancak... Acı işini halledebilirseniz, ödülünüz büyük: Vietnam mutfağı, Asya’nın en rafine, en taze, en dengeli tatlarını sunan mutfaklardan biri.

Mannheim’da görülecek yerlerin başında tabii ki tarihi su kulesi, yani Wasserturm geliyor.

Wasserturm
Şehrin simgesi. Hani bazı şehirlerin bir kartpostal yüzü vardır ya, Mannheim için o yüz tam olarak burası.

Wasserturm , kocaman taş bir kule, 19. yüzyıldan kalma, ihtişamlı ama sade. İnsanın yanında öylece dikiliyor. Ne “beni övün”, ne de “yanıma yaklaşma” diyor. Olması gerektiği gibi duruyor, kendinden emin.

Kulenin çevresi ise bambaşka bir dünya. Gül bahçeleri, fıskiyeler, simetrik çimenlikler… Şehirden bir adım uzaklaşıp nefes almak isteyen herkes burada. Gençler banklara yayılmış, yaşlılar yürüyüşte, çocuklar fıskiyenin etrafında çığlık çığlığa koşturuyor. Biz de sevgili kızım ve karımla şöyle bir tur attık. Hem dolaştık, hem bol bol fotoğraf çektik.

Tam “burada bir selfie çekelim” dediğimiz anda arkamızdan geçen gençlerin “Brate, çabuk ol” deyişi, az önceki "Abi" sayımızı dengeledi.

Wasserturm sadece bir bina değil, şehrin kalbi. Etrafındaki parkla, sosyal hayatla, tarihî dokusuyla Mannheim’ın insana sessizce “hoş geldin” dediği yer.

Şehrin alış-veriş caddesinde yürümeye başladık ve bir kafeye girdik.

Bir tur attık...
Kafede on masa varsa, beşi Türkçe konuşuyor. Garson kız gelince İngilizce sipariş verdik, kız İngilizce bilmiyormuş, bir arkadaşını çağırdı. Siparişimizi verdik, yeni gelen garson kız önceki kıza seslendi “Gözde! Wasmahınwasserkafeundrotvin bitte!”. İlk gelen kız Türkmüş, ama her gelene de “Türk müsün?” diye sormak olmuyor ki…

Hesabı alırken gelen İngilizce konuştuğumuz ikinci garson kıza, bu kez ben “Türk müsün?” diye sordum. “Hayır” dedi, sonra “Sen Türk müsün?” diye bana sordu. “Türküm” deyince Jelena ve 🐝Mezzy🐝’ye dönüp, inanmayan gözlerle “Bunlar da mı Türk?” diye sordu. Beni aklı kesmişti, ama kızların Türk olabileceklerine pek inanmamıştı. “Yok” dedim, “Biri Sırp, biri İsviçreli”.

🐝Mezzy🐝 için artık “İsviçreli” diyoruz, çünkü Türk desek Türkçe, Sırp desek Sırpça konuşmaya çalışıyorlar. Sevgili kızımın Sırpça bildiği tek kelime “keks”, yani “pasta”. Türkçe’de de sadece “baba” diyebiliyor.

Arabayı almak için park yerine ulaştık. Asansörle aşağı indik ancak park yerine giriş kapısı kilitli. Giriş şurada, burada diye de bir işaret yok. Mutlaka girilebilecek, kilitli olmayan bir kapısı vardır, ancak Almanya’dasın, o zaman bileceksin işte.

Biz sağa sola bakınırken bir aile geldi, onlar da kapıyı şöyle bir zorladıktan sonra, onlar da sağa sola bakınmaya başladılar.

Ailenin adamı önce “Sprechen Sie Deutsch?” ‘ladı, ben “Nayn” deyince “Espanol?” diye bir daha denedi, ben de “Français?” diye kontur attım, “No” olduk. Sonra “Türk?” dedi. Be oğlum İspanyolca’ya gelene kadar anadilini sorsana, oturup koç gibi Türkçe geyikleyelim…

Türkçe de olsa konuşmanın bir sonucu olmadı. İki aile, beraber her kata gidip, kapıları zorlayarak, sonunda açık olanını bulduk.

Park yerine girmekle iş hallolmuyor. Park parasını da makinelere ödemek gerekiyor. Gördüğümüz her makine kilitli kapıların diğer taraflarındaydı. Bu kez erişilebilir bir makine bulabilmek için park yerinde dolanmaya başladık.

Gezinirken, üç genç kıza rastladık. İkisi fazlasıyla modern, biri tesettürlü. Kesin Arap dedim. Arabalarıyla girip, park etmişler, dışarı çıkamıyorlar. Onların probleminin çözümü bizde var, açık yaya kapısı nerede biliyoruz. İngilizce, yerini tarif ettim. Bu kez biz, onlara “Parayı nerede öderiz?” diye sorduk. Onlar da bize yangın çıkışının yanındaki makineyi gösterdiler. Teşekkür edip ayrılırken, kızlar kikirdemeye başladılar.

Onlar da Türkmüş…

En sonunda, parayı ödedik ve park yerinden çıkabildik.

Rotamızı eve çevirip, gaza bastık.

Mannheim için lafı uzatmayacağım. Yolunuz düşerse bir-iki saat geçirmek için güzel bir yer, ancak gezi severleri ilgilendirecek çok fazla bir şey yok.

Almanya turumuza bir süre ara vereceğiz, çünkü arada gerçekten görülesi başka bir ülkeye yapacağımız gezi var.

Tschüss!


6 Mayıs 2025 Salı

Stuttgart

Sabah, kargalar kahvaltılarını etmeden yola koyulduk. Yollar tenha olduğu için önce Bern, sonra da Basel’a kadar sorunsuz geldik. Alman sınırını geçip, önce Freiburg, sonra da Stuttgart’a ulaştık. Almanya’ya geçtiğimizde iş saati başlangıcı olduğundan, trafik, özellikle şehir çevrelerinde çok sıkışıktı.

Stuttgart’a geldik...
Stuttgart’a girdik ve otelimizi bulduk. Arabayı otelin girişinde kenara çektim. Jelena park yerinin prosedürünü öğrenmek üzere içeri girdi, ben de arabadan inip, biraz uyuşmuş kaslarımı, kemiklerimi açayım dedim. Malumunuz, yaş kemale erdi, siyatik, romatizma falan…

Otelin önünde taksiciler var, konuşuyorlar “Ayıp etti, ben onu adam zannederdim”, “Siktir et abi, takma kafanı…” 

Hepsi Türk!

Jelena geldi, “Tarif ettiler ama anlamadım” dedi. Bu kez ben gittim, gerçekten de resepsiyondaki Alman arkadaş yol tarifinde başarılı değil. Tam o anda resepsiyonistin yanındaki çocuk, ismime bakıp, İngilizce “Türk müsünüz?” Diye sordu. “Evet anam babam, Türküm” dedim. Türkçe, bana bir güzel park yerini anlattı. Jelena’yı resepsiyonda bıraktık, 🐝Mezzy🐝 ile arabayı park etmek üzere çıktık.

Park yerinden asansörle lobiye çıkmak için bekliyoruz, yanımızda da bavul arabasıyla bir bellboy, telefonuyla konuşuyor, “Amk, olmadı mı olmuyor, ben ne yapayım şimdi…”. Asansör geldi. Bellboy eliyle bize buyrun yaptı, ben de “Siz geçin, biz lobide ineceğiz dedim. Türk olduğumu anlayınca biraz utandı, biraz güldü.

Otelin kapısındaki doorman general de Türk’tü.

Odaya çıkmadan akşam için biraz fındık, fıstık alalım dedim. Herhalde otelin yüksek rütbeli bir çalışanı, sağa sola “Gehinzi”, “Şayze”, “Şnel" falan diye emirler yağdırıyor. Yanına gittim, İngilizce nereden fındık fıstık alırız diye soracağım, daha ben başlamadan yanındakine dönüp, Türkçe konuşmaya başladı. Ben de Türkçe, nereden alış veriş yaparız diye sordum, bana dışarda bir büfeyi tarif etti.

Daha sonrasında Stuttgart’ta gezerken her daim Türkçe duymaya devam ettim. Beni asıl şaşırtan, Türkçe aksanının mükemmele yakın olmasıydı. Daha önceki yıllarda hep ağır bir Anadolu aksanı duyardım. Herhalde Türk dizileri nedeniyle diye düşündüm.

Bu Türkçe işine en çok 🐝Mezzy🐝 şaşırmıştı. Hem okulda - malumunuz Almanca, İsviçrenin resmi dillerinden biri, hem de iPad’i üzerinden kendi şevkiyle Almanca öğreniyor sevgili kızım. Almanya’ya gittiğimizde ben size Almancamla yardım ederim demişti. Türkçe ile benim yol bulmama hem anlam veremedi, hem de karizması çizildi diye hafiften bozuldu.

Eşyaları otele atıp, yola koyulduk. Bir U-Bahn istasyonundan alacağımız tren/metro ile şehir merkezine gidecektik. Otomatik bilet makinalarının birine bilet almak için yaklaştık. Dil seçeneklerinden İngilizce’nin üzerine dokunduk ama ekranda bir hareket yok. Bir daha dokundum, nada… Şöyle yumruğumla bir tane çaktım, elim acıdı ama ekran bana mısın demiyor. Acıyan elimi ovalarken ekran İngilizce’ye döndü.

Sonradan anladık, makinenin işlemcisi yada teknik adıyla PLC’si o kadar yavaş ki, makinenin reaksiyon göstermesi gerçekten çok uzun zaman alıyor. Net olarak söylüyorum, evdeki çamaşır makinesinin işlemcisi bile bundan daha hızlı!

Almanya’nın başka bir problemi bu sevgili arkadaşlar. Adamlar öyle bir mühendislikle yapıyorlar ki, nükleer bir patlama sonrası bile makineleri çalışmaya devam edebilecek kadar sağlam. Hal böyle olunca da hala sorunsuz çalışan eski makinelerini on yıllar boyunca değiştirmiyorlar. Proletarya da böyle eski teknolojiyle mahkum kalıyor.

Her neyse, makineyle vurdulu kırdılı bir iletişimle bilet alma aşamasına gelebildik. Bu sefer de makine hangi ‘zone’ diye sordu. Ne bileyim hangi ‘zone’… Durağın ismini biliyoruz ama hangi bölgededir, kim nereden bilsin? Ama Almanya işte, bileceksin!

Bir iki kişiye sorduk ama ya İngilizce anlamadıklarından, ya da bizle uğraşmak istemediklerinden cevap bile vermediler.

Geri makineye döndüğümüzde işlem sıfırlanmış, başa dönmüştü. Tren kalkıyordu ve makineyle dakikalar sürecek aynı kavgayı bir kez daha etmek için zamanımız yoktu. Charlemagne bizi affetsin, trene son anda kapılar kapanırken, biletsiz bindik. Yakalasalardı canımızı alırlar, yüzlerce Euro ödemek zorunda kalırdık. Şansımız yardım etti, yakalanmadan durağımıza ulaşabildik.

Stuttgart ilk bakışta bana bir bir şantiye izlenimi verdi sevgili arkadaşlar. Her yer inşaat. Şehir merkezi, yani tren garının çevresi ise - Almanya’da şehir merkezi, çoğunlukla şehrin birincil tren garının (Hauptbahnhof) çevresi anlamına geliyor - beklendiği üzere ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı binalarla çevrili.

Mükemmel bir steakhouse’da yine mükemmel bir öğlen yemeği yedik. Sonrasında da Königstrasse isimli, şehrin kalbi sayılabilecek yaya yolunda yürümeye başladık. Sağı ve solu yemyeşil ağaçlarla bezeli, hayat dolu bir cadde, ancak binalar yine ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı (Tamam artık bir kez daha tekrarlamayacağım). Artık kanında mı, geninde mi var bilmiyorum, hani Almanya’ya gelince alış-veriş yapılırdı ya bizim eski zamanımızda, sevgili kızım da yüz kremi alacağım diye tutturdu. Biz de cadde üzerindeki mağazalarda zigzaglar yaparak 🐝Mezzy🐝’ye bir yüz kremi bulduk.

Königstrasse caddesi (tekrar oldu, Strasse zaten cadde demek ama idare edin) bizi Schlossplatz meydanına çıkardı (Platz da meydan demek, yine tekrar oldu, yine idare edin).

Schlossplatz
Schlossplatz gerçekten güzel bir meydan sevgili arkadaşlar. Tarihi bir nokta. Eski Kraliyet Sarayı’nın (Neues Schloss) önünde konumlanmış. Barok mimarili saray yapısı, çevresindeki yeşil alanlar, çeşmeler ve modern sanat eserleriyle bezeli. Ben gördüğümde çok etkilendim ve sarayı yıkıp, modernlik olsun diye Kızılay meydanındaki Gima gibi bir gökdelen dikmedikleri için de ayrıca mutlu oldum.

Bir sonraki durağımız ise Stuttgart Planetarium idi. Ben 🐝Mezzy🐝’nin, hem de Alman elinden çıkma böyle bir yeri görmesini çok istedim. O yüzden bu ziyaret çok ilgimi çekmişti.

Almanlar bu astronomi işine hem meraklıdırlar, hem de sunumu çok iyi yaparlar. İşin aslı bugünkü roketler, jet uçakları falan hep Almanlar’ın icadıdır. NASA’nın insanlığı Ay’a götüren Apollo ve ondan önceki tüm hazırlık projelerini Wernher von Braun isimli bir dahi ve aynı zamanda eski bir Nazi ve SS subayı, tasarımlamış ve yönetmiştir. Braun’un Nazi ve SS geçmişi sonradan, İngilizce deyişiyle Amerikalılar tarafından ‘sugarcoat’ edilip (şekerle kaplanıp, tatlı hale getirilip) yumuşatılsa da, bu dökümanlarla sabit bir gerçektir.

Planetarium’a gitmek için yakındaki U-Bahn istasyonuna girdik. Planetarium, Stuttgart Tren İstasyonu’nun hemen dibinde, biz de metro ile bu tren istasyonuna gideceğiz.

Metro istasyonunda istikametlerin her ikisi için de aşağı inen iki yürüyen merdiven var. İnişlerinin üzerinde ise U1, U12, U19, U987749 gibi tren, yani U-Bahn numaraları yazılı. Takdir edersiniz ki trenler her iki yöne gittikleri için, her iki merdivende de aynı tren numaraları var.

Bu trenlerin hangisine binelim diye sorduk birine. Bizi duvarda asılı bir metro haritasına gönderdi. Ancak harita, Hitler’in Barbarossa harekatında kullandığı haritalardan daha karışık. Stuttgart’daki her trenin gittiği her istasyon yazılı, ancak bir liste halinde değil, çizgilerle bezeli bir diagram halinde.

Önce bir beş dakika Stuttgart Tren İstasyonu bu haritanın üzerinde nerede onu bulmaya çalıştık. Bulduktan sonra buradan geçen trenlerin hangisi bulunduğumuz metro istasyonundan geçiyor diye bakınmaya başladık. Şaşı gibi bir merdivenlerin üzerindeki tren numaralarına, bir de tren istasyonundan geçen trenlerin numaralarına bakarak hangi trene binmemiz gerektiğini anlamaya çalıştık. Nada. Stuttgart Tren İstasyonuna giden trenlerin hiç biri bulunduğumuz metro istasyonundan geçmiyordu. Yani aktarma yapmak gerekiyordu.

Ama hangi trene binip, hangi istasyonda aktarma yapalım, bilmiyoruz. Bir kadına sorduk, cevap bile vermedi. Gençten başka bir kadına sorduk, sağolsun, yardımcı oldu. Telefonundan bir aplikasyon ile en kısa bağlantıyı buldu. Hangi trene binip, hangi istasyonda hangi trene aktarma yapacağımızı öğrenmiştik. Tek eksiğimiz hangi istikamete gideceğimizi bulmaktı. Haritadan final istasyon ismine baktık, her iki istikamete giden trenleri görebileceğimiz bir noktada, ilk treni kaçırmak pahasına doğru istikameti bulduk ve trene bindik. Bir durak sonra inip, Google’ın gösterdiği ikinci trene aktarma yaparak Stuttgart Tren İstasyonuna ulaştık.

Hepsi bu mu?
İnşaat yüzünden planetarium’a giden yollar hep kapalıydı. Bina on metre ilerimizde olmasına rağmen bir türlü içine giremiyorduk.

Yarım saat kadar sonra kapıya giden yolu bulabildik ve planetarium’a girdik. İçerisi bomboştu. Bir görevli geldi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “ Planetarium’u gezmek istiyoruz” dedik. “Buyrun gezin dedi”. İşaret ettiği yönde belki on metrelik bir koridor var. Koridorda ise bir astronot elbisesi, coğrafya derslerinden kalma bir küre, bir de küçük bir camekanın içinde, ya ay taşı, ya yada meteorit olan ufacık bir taş var.

“Hepsi bu mu?” diye sorduk, “Bir de sinema var ama filim başladı, alamayız sizi” dediler.

Hayal kırıklığı içinde ayrıldık.

Planetarium’dan çıkıp, kapıda 'Şimdi nereye gidelim?' olduk.

Stuttgart demek Mercedes demektir sevgili arkadaşlar. Mercedes’in merkezi bu kentte bulunur.

Gottlieb Daimler ve Carl Benz, birbirlerinden bağımsız iki otomobil üreticisiydi. 1926 yılında birleşip, Daimler-Benz AG isimli şirketi kurdular ve ürettikleri binek arabalarını Mercedes-Benz markası ile satmaya başladılar, Mercedes, ilk bayilerinden Emil Jellinek’in kızının ismi, Benz ise Carl Benz’in soyadından gelmedir.

İster inanın, ister inanmayın, 2022 yılına kadar ‘Mercedes’ isimli bir firma yoktu sevgili arkadaşlar. Mercedes, yada tam şekliyle Mercedes Benz sadece bir markaydı. Bu markanın sahibi ve arabaların üreticisi Daimler-Benz AG’ydi. 2022’den sonra bu şirketin ismi Mercedes-Benz Group AG oldu.

Stuttgart’ta da bir Mercedes müzesi var.

Kızlarla bu müzeye gidelim dedik, ancak işin aslı, otuz küsür senedir Alman arabalarını tercih etmeme rağmen, Mercedes’lere bir türlü kanım ısınmadı sevgili arkadaşlar.

Yıllar önce İsviçre’ye ilk geldiğimde bir Volkswagen Golf GTI’ım vardı. Yine bu zamanlarda bir 325 mi, 525 mi, convertible, sonrasında bir M3 BMW kullandım. Sırbistan’da bir Audi A4’üm vardı. İsviçre’ye döndüğümüzde Jelena kendine aklımda yanlış kalmadıysa bir BMW 320, ben de bir convertible Audi TT aldım. Sonrasında ailecek SUV’lere terfi ettik. Jelena bir BMW X3, ben de bir X5 aldım. X5 öldüğünde Jelena bana bir Porsche Cayenne aldı. Şu anda ise yine bir BMW X5 kullanıyoruz.

Bunları size hıyarlık olsun diye değil, Alman arabalarına olan tutkumu anlatabilmek için yazdım. Türkiye’den nasıl görüldüğünün tamamen farkındayım ancak İsviçre için, hele ikinci el olursa, fazlasıyla normal bir durum, bu arabaları kullanmak.

Her neyse. Bu kadar Alman arabası sevmeme rağmen, Mercedes ile yıldızımız bir türlü barışmadı. Belki gençken o aklımıza kazınan kalantor Mafyacı Mercedesciler’in yüzündendir. Kim bilir?

O yüzdendir, Mercedes müzesini gezmek hiç de içimi açmamıştı. Jelena’nın bu taraklarda hiç bezi yoktur, 🐝Mezzy🐝 ise sadece dokuz yaşında, Mercedes falan henüz ilgi alanında değil. Vaz geçtik.

Stuttgart’da bir de Porsche müzesi var sevgili arkadaşlar. Ancak şehrin çok içinde değil. Akşam olduğu için ona da vakit kalmamıştı.

Otomobil konusunu kapatmadan, yolunuz düşerse, Münih’teki BMW müzesini gezmenizi öneririm. Yarım gün alıyor ancak mükemmel yapmışlar. O günden beri, araba anahtarlarımız, bu müzeden aldığımız BMW armalı bir anahtarlığa takılıdır.

Nereye gidelim sorunsalımız için listemize bakmaya devam ettik. Bir iki kilise, bir kütüphane, bir de “Scavenger Hunt” dedikleri, ipuçlarını kovalayarak bir şeyler bulma oyunu vardı.

Kızlar “Bırak bunları, hadi otele gidelim. Hem havuz var, biz yüzeriz, sen de şarabını içersin.” dediler. Kulağıma müzik gibi gelmişti. Akşam biraz erken bir saat olsa da otele döndük.

Ertesi sabah Stuttgart’daki son ziyaret noktamıza gittik. Bir şarap müzesi. Bir ay öncesinden booking.com'dan bilet almıştım.

Stuttgart’ın banliyösünde bir semt. Binalar falan çok güzel. Şarap müzesinin binası ayrı bir güzel.

Binalar falan çok güzel
Kapıya asıldık, kitli. Cam kapıda Garfield olduğumuzu gören bir kadın içerden koştu, kapıyı açtı. Biletimizi gösterip, “Ziyarete geldik” dedik.

Kadın “Kapalıyız, saat ikide açılıyoruz” dedi. Bilete baktım, gün boyu istediğiniz saatte gelin yazıyor. Kadına bileti gösterip, “Bak burada kapalı yazmıyor” dedim. Kadın da bana kapının cam kanadını işaret edip, “Bak burada yazıyor, açılış saati iki” dedi.

Saat on falandı. Bir şarap müzesi için yarım gün öldürmek manasız olacaktı. Kader dedik, döndük arabamıza, bastık gaza.

Herhalde fark ettiniz, Stuttgart bizim için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bana biraz Manchester’ı hatırlattı. Büyük bir sanayi kenti, ancak gezip, görecek fazla bir şey yok.

Bir Mercedes meraklısıysanız, bu kentte bir mabediniz var. Değilseniz, önerim, bir yarım saatliğine Schlossplatz’da bir kahve molası verin, ve yolunuza devam edin. Stuttgart’ta görecek bir şey yok.

Çok moral bozmayalım. Bir Sonraki hedefimiz Stuttgart’daki hayal kırıklığımızı tedavi edecek kadar güzel ve görülmeye değer bir yer.

Almanya gezimiz sürüyor.

Sevgi ile kalın 💕

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Nalcı'ların Almanya Projesi

Sevgili arkadaşlar, yaşadığımız ülke İsviçre, Avrupa’nın tam ortasında yer alıyor ve neredeyse tüm Avrupa ülkelerine oldukça yakın. Sınır komşularımız ise İtalya, Fransa, Almanya ve Avusturya.

Avusturya’yı bir kenara bırakırsak, komşuluk münasebetiyle büyük abilerden İtalya ve Fransa’yı neredeyse şehir şehir gezmişliğimiz olsa da, Almanya, yaşadığımız yere yalnızca iki saat mesafede olmasına rağmen, bugüne dek çok az ziyaret ettiğimiz bir ülke olarak kaldı.

Frankfurt, 1996
İş ve eğlence için birkaç kez Berlin ve Frankfurt’ta bulundum/bulunduk. Biraz Münih, biraz Bavyera’nın gerisi, ve birer günlüğüne Köln, Trier, Freiburg, Füssen, Konstanz gibi bir iki şehirde bulunsak da, bu ziyaretler Almanya gibi büyük bir ülkenin küçük sayılabilecek bir bölümü ile sınırlı kaldı.

Almanya elbette çok güzel ve görülesi bir ülke, ancak Avrupa’nın gerisi biraz daha güzel ve görülesi olunca, gezilerimizde Almanya’ya sıra biraz geç geldi.

Amacım Almanya’ya kötü bir ülke demek değil. Ne demek istediğimi gelin, biraz daha iyi anlatayım.

Avrupa’nın tümü İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir olmuş sevgili arkadaşlar. Savaştan sonra Avrupa’nın geri kalanı şehirlerini eski hallerine restore ederken, Almanlar “Biz modern olalım” deyip, şehirlerini o günün modern mimarisiyle yeniden inşa etmişler. Elbette Berlin, Münih, Köln gibi şehirlerde kısmen bazı eski binaları orijinal hallerine sadık kalarak yeniden yapmış olsalar da, şehirlerin büyük bölümü 1945-50’lerin ‘modern’ mimarisi Karadenizli Müteahhit binalarının tarzıdır. Kutu gibi binalar, düz duvarlar, kare camlar. İleri sanat için bazen cepheleri banyo fayansı gibi iki renkte falan tasarlamışlar.

Karadeniz Müteahhidi Binalar
Stuttgart
Bu yüzden, İtalya’da, Fransa’da kentler Ortaçağ’dan, Rönesans’tan kalma güzelim tarihi binalarla dolu iken, Alman şehirlerini gezerken kendinizi çocukluğumun Ankara’sının, Kızılay meydanında geziyor gibi hissedersiniz. Yeni Karamürsel mağazaları, İzmir Caddesi falan…

Modernliği perçinlemek için Almanlar bir de büyük şehirlerine işlevi belirsiz, pipi gibi birer TV kulesi dikmişler. Hayatımda gördüğüm en anlamsız, en gereksiz yapıların başında gelir bu Jetgiller çizgi filmlerinden fırlamış komik kuleler. Hele bir de günümüzde kimsenin havadan antenle TV izlemediğini düşünürseniz, bu kuleleri artık ne yaparlar, siz düşünün.

Almanya’da gezerken karşıma çıkan Almanların çoğunluğu öyle çok fazla kibar, turist canlısı kişiler değillerdi. Çok sevdiğim, çok iyi anlaştığım, kibar, düşünceli Alman arkadaşlarım var, ancak Almanya’ya gittiğimde ne yazık ki çoğunlukla kaba, ters, nezaketsiz tarzda insanlarla karşılaşıyorum.

Almanya’nın yemekleri de bence bir felaket. Apple Strudel’ı bir kenara bırakırsak, yemeklerin çoğunlukla patates ve domuzdan başka bir özelliği yok. Ancak takdiriniz üzere beni en çok üzen Alman şarapları. İçtiklerimin çoğu, belki benim şansım, birer felaketti. Fransa’ya yakın Alsace bölgesini saymazsanız içilecek şarap neredeyse yok gibi. Bunu söylemişken, Almanlar’ın dünyaca bilinen Riesling gibi şarapları olduğunu da hatırlayalım.

Berlin TV Kulesi
Almanya’da gezinmek de zordur sevgili arkadaşlar.

Bu konuya biraz açıklık getireyim.

Aşağıda yazdıklarımı okurken lütfen bunların sadece benim subjektif görüş ve gözlemlerim olduklarını bir kenara not edin. Amacım kalp kırmak değil, arzuhalimi anlatmak.

Almanlar fazlasıyla zeki ve başarılı bir ulus. Teknolojide, mühendislikte gerçekten bir numaralar. Bugünkü modern teknolojilerin çoğunu Almanlar’a borçluyuz. Gerçekten düzenli, kurallara uyan, uygar bir halk.

Ancak, Almanlar’ın kafaları sanki dünyanın gerisinden biraz farklı işliyor.

Almanya’da yaşamak ya da gezmek için Almanlar gibi düşünmeniz gerekiyor. Alman düşünce sisteminin temeli ise bilmek. Intuition, yani sezgilere yönelik bir sistemleri yok. Bileceksin, yok bilmiyorsan öğreneceksin. Sistem, senin bilmediğini varsayarak sana yardımcı olmaya yönelik tasarımlanmamış.

Stuttgart’da bir benzin istasyonuna girdik. Pompanın üzerinde dört hortum var, hortumlarda da “Super Plus”, “Super”, “Super E10” ve “Diesel” yazıyor. Hadi dizeli anladık, geri kalanın hepsi süper anasını satayım. Süper ile süper plus’ın farkı nedir? Daha da kötüsü süper E10 ne demek? Hangisi kaç oktan, yazsa anlayacağız ama yok işte. Bileceksin.

Hepsi süper de...
Yine Stuttgart’ta bir metro istasyonunda, yavrukurt gibi bir haritaya bakıp, iz sürerek aktarmalı bir tren yolculuğu yapmıştık. Dünyanın pek çok yerinde alışık olduğumuz, istasyondan geçen trenlerin başka hangi istasyonlarda durduğunu gösteren bir tabela yoktu. Sadece Stuttgart’daki bütün trenlerin nereye gittiğini gösteren Piri Reis kılıklı, kocaman, karmakarışık bir harita asmışlardı. Birisi şurada inin, şu trene aktarma yapın demese gideceğimiz yere ulaşmamız mümkün olmayacaktı.

Benzeri bir olay Berlin’de başımıza gelmişti. Karşı taraftaki yol, bulunduğumuz yoldan geçen trenin aksi istikametine gitmiyordu, bambaşka bir trene aitti. Hangi yolu kullanacağımızı bulmak için yol boyu sıralanmış sütunlara boyadıkları tren isimlerine bakmamız gerekmişti. Her sütuna bir trenin güzergahını yazmışlardı. Sütunlar silindirik olduklarından her açıdan okunamıyordu. O yüzden deli gibi bir yoldan diğerine, yol üzerinde de bir sütundan diğerine koşup, okuyabilmek için doğru pozisyonu alarak trenin hangi yoldan geçtiğini aramıştık.

Başka bir ilginçlik. Stuttgart’ta araba yollarında asfaltın üzerine metrelerce büyüklükte 14, 23, 98 gibi numaralar yazılmıştı. Hız limiti mi acaba diye düşündük, sonra “Yok artık” dedik. 14 km, 23 km gibi küsuratlı limitler olamazdı. Sonradan bunların yol numaraları olduklarını anladık. Dünyada ilk kez Almanya’da, yol numaralarının metrelerce boyda asfalta yazılı olduklarını görmüştüm. Düşünürseniz, bu yol numaralarının, numarası yazılı yolun nereye gittiğini bilmezseniz, size beş kuruşluk faydası yoktur. Ama Alman mantığı, bileceksin işte.

Freiburg - Kartpostal gibi!
Eklemeden geçemeyeceğim, örneğin Heidelberg’de, asfaltlara aynı puntolarla, aynı boylarla bu kez hız limitleri yazılıydı. Yine ya hangisi hız, hangisi yol numarası, bileceksiniz, ya da “Her şeritte aynı numara yazılı, sayılar da onun katları, demek ki bunlar hız limiti” şeklinde tümevarım uygulayacaksınız.

Kısacası Alman kültürü, Alman sistemi, sezgiselliği, kolaylığı öncelemiyor. Sadece bilgiyi edinmek gerekliliğinin üstüne kurulmuş.

Her neyse. Gelelim Almanya’nın güzelliklerine…

Münih, Frankfurt, Stuttgart gibi büyük şehirleri aklınızdan silin - belki Berlin tarihi önemi bakımından bir istisna olabilir ama diğerleri çok görülesi yerler değil. Bu şehirler yukarıda yazdığım gibi Karadeniz Müteahhidi şehirleri.

Trier - Kartpostal gibi!
Almanya’nın güzelliği küçük şehirlerinde sevgili arkadaşlar. Konstanz, Füssen, Heidelberg gibi şehirler bir ressamın fırçasından çıkmışcasına harikulade yerler. En son Heidelberg’deydik, kendimi bir peri masalında hissettim. O kadar cazibeli bir kent. Mimarisi, doğası, yemekleri falan, gerçekten anlatması zor, görmek gerekiyor. Henüz gitmemiş olsak da Dresden için, Leipzig için falan da çok güzel şehirler diyorlar.

Almanya’nın başka sevdiğim bir tarafı şatoları. Özellikle Bavyera’da gerçekten çok ihtişamlı, çok güzel şatoları var. Gençliğimin “Wolfenstein” video oyunu boşuna Alman şatoları temalı değil sizin anlayacağınız.

Yine Almanya’da gezmenin bir güzelliği lokal dili biliyor olmam. Almanca’yı kast etmiyorum, kast ettiğim Türkçe. Türkçe ile Almanya’da rahat rahat gezilebiliyor. Almanların çoğu da iyi derecede İngilizce konuşuyor.. Yani dil problemi sıfıra yakın.

Neuschwanstein Şatosu
Eğer bira seviyorsanız Almanya sizi ihya edecektir.

Almanya’nın doğası da olağanüstü güzellikte. Dağları, ormanları ile yemyeşil bir ülke.

Trafik şehir içinde bence bir felaket. Hız limitleri bazen 40’a, 30’a düşebiliyor. Bu afaki limitlere kimse uymadığı için de benim gibi limitlere uyan avanaklar bol bol korna yiyiyorlar.

Ancak otoyolların büyük bölümünde hız limiti yok. Gençken, bir de canavar arabam varken, sık sık Almanya’ya gelir, gaza basardım. Hız yapmayı seviyorsanız Alman otoyolları tam size göre. Ancak dikkat. Bir çok kez 160’la falan sol şeritte giderken, bir anda arkamda beliren arabaların frene asılıp, selektör yapmışlıkları var. Kısacası sol şeriti alırken iki kere bakın derim.

Almanya’daki trafik işaretleri ise beni çileden çıkarıyorlar.

Öncelikle “Zusatzzeichen” ya da “Conditional Signs” dedikleri “Eğer İşaretleri”. 160’la giderken bir anda 80 km/s işareti görüyorsunuz. Refleksle hobaraaaa frene asılıyorsunuz, sonrasında da altındaki küçük “Eğer İşaretini” farkediyorsunuz. Küçük işaret, havuza düşüp yüzmeye çalışan bir araba simgesi mesela. Yine bileceksiniz, bu işaret “Eğer yol ıslaksa” demek.

Ancak sorun burada başlıyor. Islak yol ne demek? Ahmak ıslatan bir yağmur ile, bir dolu esnasındaki yol koşulları çok farklıdır. Bunların hangisinde 80’e düşelim? Öyle yağmurlar vardır ki, 80’le bile gidemezsiniz.

O ıslak yol işareti olsa da olmasa da aklı başında sürücüler zaten hızlarını koşullara göre ayarlarlar. Dolu yağarken işaret yok diye 180’le gidecek bir avanak varsa, zaten o işareti koysanız da, koymasanız da çok fazla yaşamaz. Ez cümle, böyle muğlak işaretler sadece kafa karıştırmaya yarıyor.

Bu “Eğer İşaretlerinden” İtalya ve Fransa’da da bol bol vardır.

Yine yol üzerinde bir yerleşim merkezinin ismini gördüğünüzde hız limiti otomatik olarak 50 km/s oluyor. Hiç bir yerde yazmaz, bunu da bileceksiniz.

Gözünü sevdiğimin İsviçresi. Bu zırvaların hiç biri yoktur memleketimde. Örneğin eğer yol ıslakken kayma tehlikesi varsa, sadece bir kayma tehlikesi işareti koyarlar. Bu işareti gördüğünüzde, sadece yol ıslakken hızınızı düşürmeniz gerektiğini değil, örneğin ani direksiyon kırmamanız ya da ani frenleme yapmamanız gerektiğini de anlarsınız.

Almanya projemiz başlıyor
Ancak tüm eksileri ve artılarıyla Almanya dünyanın en önemli, en fark yaratan ülkelerinden biri sevgili arkadaşlar. Bu ülkeyi görmemek olmaz.

İşte bu bağlamda, Nalcı’ların uzun zamandır ertelediği Almanya’yı fetih projesini resmi olarak başlattık. Almanya’nın bütün kentlerini olmasa da, belli başlı büyük ve görülmeye değer küçük yerleşim merkezlerini, tarihi noktalarını, doğal zenginliklerini gezeceğiz.

Kim bilir, belki ülkeyi yakından görünce Alman şarapları hakkında fikrim değişebilir.

Ancak bu demek değil ki sizleri sürekli Almanya yazılarıyla bombardıman edeceğim.

Almanya projemiz birkaç yıl sürecek. Bu süre boyunca elbette Almanya’dan başka bir çok yere gideceğiz. Ancak arada bir Almanya’dan bir iki kenti dilimin döndüğünce size anlatmaya çalışacağım.

Şimdilik sevgi ile kalın.

Auf Wiedersehen

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti ...