Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2024 Cumartesi

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasında sosyalist bir yönetim kurmuştu.

Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.

Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…

Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.

Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.

17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.

ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.

Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.

Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.

14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.

Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.

ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.

ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.

Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.

22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.

24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.

Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.

Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.

B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.

Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.

Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.

ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.

B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.

Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.

Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.

Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.

Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.



Vasily Arkhipov

Filo komutanıydı.

Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz.

Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.

Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.

B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.

Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.

O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.

Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.

Herneyse...

Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.

1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.

Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.

Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.

Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.

Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.

Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…

Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.

Şimdilik şunu hatırlayalım.

Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.

Devam edeceğiz.

2 Ekim 2024 Çarşamba

Çekirdekteki Güç

Bazen şaka ile karışık E=mc2 denklemini konu içerisinde kullanırız. Albert Einstein isimli bir dahinin beyninden çıkmadır bu evrenin temeli denklem.

Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. 

Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır

Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.

Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.

Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler. 

Günlük hayatımızda üretip, kullandığımız enerjinin neredeyse tümü kimyasal temellidir. Kimyasal enerji, elektronların başladıkları uzaklığa göre, atomların çekirdeklerine yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Çekirdekteki protonlar ve elektronlar birbirlerini çektikleri için, elektronlar bu çekime dönerek karşı koyarlar. Bir elektronu çekirdekten uzaklaştırmak için enerji kullanmanız gerekir. Yani çekirdekten uzaktaki elektronların yakındaki elektronlara göre daha fazla enerjileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer uzaktaki bu elektronları çekirdeğe yaklaştırabilirsek, aradaki enerji farkı açığa çıkar. Yanmadan sonra ortaya çıkan karbon dioksit molekülündeki elektronların çekirdeğe ortalama uzaklıkları, karbon ve oksijenin ayrı ayrı elektronlarının çekirdeğe ortalama uzaklıklarından daha azdır.

İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.

Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.

Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.

Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.

Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.

Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.

Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.

Bir örnek ile açıklayalım.

Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.

Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.

Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.

Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.

Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.

Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.

Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.

Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.

E=mc2

1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s

E=0.001 x (3.00×10^8)^2

Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.

Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.

Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.

Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…

Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.

Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.

Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.

Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.

İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.

1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.

Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.

Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.

Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…

Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.

Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.

Ama nasıl?

Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.

Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.

Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.

Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.

Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.

Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.

En başta çekim gücü.

Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.

Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.

Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.

Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.

İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.

Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.

Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.

Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.

Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.

Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.

Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.

Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.

Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.

Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.

Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.

Devam edeceğiz.

30 Eylül 2024 Pazartesi

Tekke Kaçkınları

Sevgili arkadaşlar, biraz moral bozma vakti.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yakın, tüm dünya savaşa hazırlanırken ulu ceddimiz Osmanlı İmparatorluğu ve ulu padişahımız, durumdan bihaber, sarayında sefa sürüyordu.

Benzetmek gibi olmasın, ceddimizin mirasçıları da aynı misal, dünyanın çivisi çıkarken hala Özgür Özel, asrın liderimiz ve Dilan Polat'tan bahsediyorlar.

Sevgili arkadaşlar, durum ciddi.

Bundan bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar mı, bilmiyorum, ama iyi bir şey çıkmayacağı kesin.

Ne yazık ki, her şeye olduğu gibi, buna da hazırlıksız yakalandık. Bu tekke kaçkınları baştayken ne kadar az zararla bu işten sıyrılabiliriz, işte asıl sorulması gereken on milyon dolarlık soru bu.

İçinizi karartmak istemem, ancak işler gerçekten ciddi.

İki hafta önce, Domuzlar Körfezi'nden sonraki en ciddi nükleer felaketten döndük.

Medyamız o sıralarda Özgür Özel, Bilal Erdoğan gibi ulvi şahsiyetlerle meşguldü; bu "minik" ayrıntıyı es geçti. Ancak, Bidenopoulos denilen bunak, sersemce bir kağıdı imzalasaydı, bugün Seda Sayan'ı izlemek yerine, çoluğunuza çocuğunuza bir dilim ekmek bulmak için adam öldürüyor olacaktınız.

Bu bir şaka değil; bahsettiğim olaylar gerçek. Bir Mad Max filminin senaryosu değil, gerçekten birebir gerçekleşecekti.

Olan biten henüz geçmiş değil. Nükleer bir felaketle karşı karşıyayız.

Yapay zeka’ya birkaç senaryo yaptırdım. Hepsinde aynı sonuca ulaşıyoruz: Hem bizler, hem çocuklarımız, hem de geleceğimiz yok oluyor. Ne Özgür Özel'in saçının bir teline, ne de Tayyip'in Cuma namazından sonra söylediklerine bel bağlayabiliriz.

Önümüzdeki günlerde, olası felaketin detaylarını sizlerle paylaşacağım. Hem doğal, hem de yapay zeka ile bu konuda çalışmalar yaptık.

Eğer iç karartıcı bulduysanız, gidip Özgür Özel'i izleyin ya da Halk TV'nin zırvalarını dinleyip kafanızı kuma gömün.

Ancak, gerçekten ilgileniyorsanız bizi takip etmeye devam edin.

Uyanık olun, kazanımlarınızı kaybetmeyin.

Sizi bu felaketten ne Ali Erbaş'ın kılıcı ne de Bilal'in önlenemez derecede yükselen öngörüleri kurtaracaktır.

Elhamdülillah!

6 Eylül 2024 Cuma

Andorra

Sevgili arkadaşlar, yıllık olağan 🐝Mezzy🐝’nin doğum günü kutlamaları için için yola koyulduk bir kez daha. Sevgili kızım, 23 Temmuz’da dokuz yaşına basacaktı ve bu mutlu günümüzü elbette ki her zamanki gibi Hard Rock Cafe’de kutlayacaktık.

Bu gelenek, Melissa’nın her doğum gününde Hard Rock Cafe’de yemek ve müzik eşliğinde eğlenmek üzerine kurulu. İlk yaşında Venedik, ikinci yaşında Ibiza, üçüncü yaşında Las Vegas, dördüncü yaşında Paris, beşinci yaşında Nice, altıncı yaşında Lyon, yedinci yaşında Londra ve sekizinci yaşında Dublin Hard Rock Cafe’deydik.

Sırada dokuzuncu yaşgünü için Hard Rock Cafe Barcelona vardı.

Herkes Barcelona için deli olur ancak huysuz kişiliğimin bir sonucu, ben şahsım bu şehirden hiç haz etmem. Şehir genellikle kalabalık, turistlere karşı kaba saygısız davranan insanlarla doludur. Kültürel olarak da öyle beni etkileyen çok şey yoktur. Sadece Gaudi bence durumu kurtarmaya yetmiyor.

Bu hislerimin kaynağı, belki de Barselona’ya ilk ziyaretimin biraz travmatik geçmiş olması olabilir.

Yıl 1998. Barselona’nın göbeğinde, koca bir ana caddede kırmızı ışıkta durdum. Beklerken iki adam yanıma gelip bana adres sordular. Ben ne bileyim derken arkadan iki kişi gizlice kapıyı açıp seyahat belgelerimi, kimliklerimi ve paramı çaldı. 

O dönemde Schengen mengen yok, ben evime dönebilmek için, üzerimde tek bir tane kimlik bulunmadan, İspanya’dan başlayıp, bütün Fransa’yı geçip, İsviçre’ye dönmek zorunda kaldım.

La Rambla
Tabii ki polise gittim, ama bu hırsızlık tarzı o kadar rutin hale gelmiş ki, üzerinde olanın bitenin matbu yazıldığı, sadece nokta nokta şeklindeki yerlere isim, soyad, olayın olduğu yeri falan yazdığım bir formu doldurmak yeterli oldu!

Sonuç beklendiği üzere hak getire. Sadece sigortadan üç beş kuruş, hepsi o…

🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra Barcelona’ya bir kez daha geldik. O da çok iç açıcı sayılmazdı. Yine kalabalık, yine kabalık, yine sevimsiz, kaba insanlar, yine kaos…

Bu kez neyse ki hem kısa kalacaktık, hem de Barselona’daki tek tam günümüzün önemli bir bölümünü Barselona dışında, hatta İspanya dışında geçirecektik.

İspanya’nın dışı dediysem, Andorra’ya gidecektik.

Bilir misiniz, bilmem, Andorra, Avrupa’daki o ufacık şehir devletlerinden, mikro devletlerden biridir. Andorra’da Andorian’lar yaşar. Rivayete göre Kaptan Kirk tarafından keşfedilmişlerdir. Off, soğuk Star Trek esprileri bunlar.

Andorra, Pirene Dağları’nın kalbinde yer alan küçük ve dağlık bir ülke. İspanya ve Fransa arasında sıkışmış, 468 kilometrekarelik kıç kadar bir yer.

Pireneler
Rivayete göre, 9. yüzyılda Charlemagne tarafından Müslümanlardan korumak için kurulmuş - o günden bu güne, gördüğünüz gibi Müslüman olmak zor zenaat! Resmi tarihi, 1278 yılına dayanırmış, bu tarihte Andorra, Fransız ve Aragonlu lordlar arasında yapılan bir anlaşma ile yönetilmeye başlanmış.

Andorra’nın yönetim sistemi biraz tuhaf. DEM Parti’nin eş başkanları gibi iki “eş prens” tarafından yönetilmekte. Bunlardan biri Fransa Cumhurbaşkanı, diğeri de Katalan piskoposu. Macron efendi bu sayede prens olmuş sizin anlayacağınız.

Andorra, Schengen Bölgesi ve Avrupa Birliği’ne üye değil. Ancak, Avrupa’nın bazı ülkeleriyle özel bir gümrük anlaşması yapmış ve bu anlaşma sayesinde sınır kontrolü olmadan geçiş yapılabiliyor. 

Sınırda kontrol yok, ancak sınıra kadar gelebilmek için Schengen-free olmak gerekiyor tabii. Andorra’nın bir havaalanı, ve Pireneler’in tepesindeki konumu göz önüne alındığında haliyle bir limanı yok.

Andorra’nın nesi meşhur derseniz, biz Türkler için futbol takımı diyebiliriz sevgili arkadaşlar.

Andorra’nın futbol takımı, asıl işleri spor mağazası tezgahtarlığı, vergi danışmanlığı, mühendislik, bilgisayar programcılığı ve öğretmenlik olan şahsiyetlerin, part-time futbolculuk yaparak oluşturduğu bir takımdır.

Ancak bu takım, zaman zaman 80 milyonluk Türkiyenin milli takımının tozunu atabilmektedir.

İşte bu bağlamda pek haz etmeyiz Andorrianlar’dan…

Alakam yoktur, sedece bu yazının içeriği bakımından bir göz attım, neyse ki son bir-iki maçı kazanmışız.

Elli altıncı ülke...
Sonuçta yeni bir ülke, yeni bir ülkedir sevgili arkadaşlar. Yeni yerler görmek, yeni yemekler tatmak hep heyecan vericidir. Biz de arabayı park ettikten sonra şevkle ana caddeye çıktık.

Önce sola dönüp, bir beş dakika yürüdük, cadde bitti.

Geri döndük. Beş dakika sonra, başladığımız park yeri noktasına geri dönmüştük.

Bu kez aksi tarafa yürümeye başladık.

Ana caddenin bu kesimi beş dakikadan daha da az bir süre içinde “bitti”.

Jelena ile birbirimize baktık. Sevgili karım beni üzmemek için bakışlarını kaçırdı, ama ben erkekliği elden bırakmadım ve “Now what?” diye sordum. Kızcağız, ne bileyim gibisinden omuzlarını silkti.

Cadde üzerinde bir iki mağazadan başka bir şey yoktu!

Hani öyle Eyfel Kulesi, Şanzelize falan beklemiyorduk ama en azından bir anıt, landmark, katedral, kilise, kale falan bir şeyler koymuş olsunlar değil mi?

1970'lerin Kızılay'ı
Heyhat! Bilenleriniz için 1970’lerin Ankara'sının kızılayı. Yeni Karamürsel mağazası, Yapı kredi Bankası hepsi o. Gima bile yok!

Bir sokaktan içeri girip, bir cafe bulduk. Neyse ki kahve İspanyol değil İtalyan kahvesiydi. En azından Andorra’ya gelmenin pozitif bir katkısını görebilmiştik - İspanya’da kahve bir felakettir sevgili arkadaşlar.



Fransız sınırı olduğu için Fransızca konuşarak anlaşabiliyoruz. Zaten nüfusun küçük sayılamayacak bir bölümü Fransız yada Fransız asıllı. Gerisi İspanyol, Bask ve Katalan, ancak Katalanlar burun farkıyla çoğunlukta. Trafik işaretleri de bu yüzden Katalan diliyle yazılmış ve İspanya’ya göre biraz farklı. Mesela España yerine Espanya falan yazıyor.

Genelde yeni bir ülkeye gelmeden biraz okur, Youtube’dan bir-iki belgesel izlerim ama Andorra küçük olduğu için bu kez çok bakınmamıştım. Gördüklerim ise daha ziyade dağlar ve kayak merkezleri ile ilgiliydi ki, otuz sene İsviçre’de yaşadıktan sonra, Andorra’da dağlarda trekking yapıp, yazın ortasında kayak merkezlerine gitmek de çok manalı olmayacaktı.

Bir dere ve park bulduk!
Ara sokaklarda gezinirken minik bir dere ve yanında da bir park bulduk. Yellowstone’u görmüş kadar sevindik. En azından görülmeye değer bir “yer” bulmuştuk. 🐝Mezzy🐝 salıncaklara, kaydıraklara falan gitti. Biz yine Jelena ile yine boş gözlerle birbirimize bakıyoruz…

Çok kasmadık, atladık arabaya, yolda bir McDonald’s’da durup, bir şeyler yedik ve geri Barcelona’ya doğru yola koyulduk.

Andorra, şu fani dünyada gördüğüm elli altıncı ülke oldu sevgili arkadaşlar. Malum, çok kısa kaldığımız için çok fazla Andorra resmimiz yok, görsel zenginlik için gezi haritamı da paylaşayım bu vesileyle.

Barselona Havaalanı’nda arabayı geri verdik ve bir taksiyle şehir merkezine doğru yola koyulduk.

Taksici bizi La Rambla’nın sonuna yakın bir yerde bıraktı. Oradan biraz yürüyüp, Plaza Catalunya’ya ulaştık. Hard Rock Cafe, yolunuz düşerse bu meydanın hemen Ramblas’la kesiştiği noktada.

Nice mutlu yıllara canım kızım!
Sevgili kızımın dokuzuncu doğum gününü kutladık. Hala inanamıyorum, onuncu yaşına bastı 🐝Mezzy🐝’cik. Daha dün aynı mekanda, bebek arabasının içinde, ona Güelli’den aldığımız kırmızı sombrero’sunu giymiş, boş gözlerle etrafına bakınıyordu, şimdi Hard Rock Shop’tan kendi başına alış veriş yapıyor.

Hayat çok kısa, üstüne bir de çok hızlı geçiyor sevgili arkadaşlar.

Ertesi gün uçağımız çok erken saatte kalkacaktı. Saat dokuzda Gran Canaria’da, saat onda ise otelde olacaktık. İlk gün olmasına rağmen denizde tam bir gün demekti bu.

Otele dönüp uyuduk.




Andorra gezisini toparlarsak…

Walla çok toparlayacak bir şey yok sevgili arkadaşlar. Zevkler ve renkler durumları elbette ama sizlere gidin, görün diyecek bir neden bulamıyorum. Hani kayak seviyorsanız falan diyeceğim, Andorra’ya kadar gideceğinize, gelin İsviçre’ye. Yine de bu ufacık ülkeye yılda on milyon turist geliyormuş. Bunu da not etmiş olalım.

Hem hayat, hem de gezilerimiz devam ediyor.

Umarım, bir sonraki gezimizde sizlere elli yedinci ülkemden sesleniyor olurum.



O güne kadar ¡adiós!

29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin otuz saniyede gitti!...

Ya bazen kendimi tutamıyorum.

N'olur aşağıdaki Youtube kapağıana bir bakın.



Tanıtımında diyor ki, Çin'i otuz saniyede yok edecek 90 'MİLYAR' dolarlık füze... Böyle bir patlıyor, bir buçuk milyar nüfuslu Çin 'pufff', sizlere ömür, gitti...

Hatta Çin'i rahat rahat delsin diye ucuna mızrak başlığı takmışlar.

O değil de, arkada Çin'i dünyadan silecek füzenin üzerine ata biner gibi binmiş bir cengaver var.

İçim acıdı.

Oğlum bak çocuğun neyin olmaz.

Böyle füzeyle şaka mı olur...




7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

18 Haziran 2024 Salı

Boomer

Yine sinirimi kaldırdılar. Beyinsiz cahiller nükleer bir denizaltıyı nükleer silah taşıyan denizaltı zannediyorlar. Yarım saat de eşekçe biliyormuş gibi ahkam kesiyorlar.

Nükleer denizaltı, tahrik sistemi, yani itki sistemi, yani motoru nükleer olan denizaltı demektir. İlla nükleer silah taşıması gerekmiyor.

Nükleer füze yani SLBM atabilen denizaltılara 'boomer' derler. Bunlar elbette nükleer güçle çalışırlar. Ama her nükleer güçle çalışan denizaltı bir boomer değildir.

Şimdi bir nefes alalım.

Rusya Küba'ya bir denizaltı göndermiş. Bu elbetteki bir boomer'dır. Karayiplerde define aramıyorsa, ABD'ye karşı nükleer bir güç projeksiyonu, en azından tehdidi göstermek için oradadır.

Amerika da buna karşı bir nükleer denizaltıyı Küba'ya göndermiş.

Gözünüzü seveyim, Amerika sizce nükleer füze taşıyan bir boomer mı gönderir, yoksa Rusların denizaltısını izleyecek, gerekirse engelleyecek anti-submarine bir fighter mı?

Bir boomer gönderip ne yapacak? Havana'ya atom bombası mı atacak? Miami'den kalkan elli senelik bir F-16, bırakın Kübayı, bütün Karayipleri nükleerleyebilir. Ne işi var da koca denizaltıyı göndersin?

Ama kafa almıyor işte. Türk ya herşeyi hüdainevi biliyor. Bilmediği tarafını da şeytani zekasıyla kıvırıyor.

Ayıp lan…

10 Haziran 2024 Pazartesi

Mahalle Yanarken

Sevgili arkadaşlar, tabirimi hoş görün, sizler Türkiyede Özgür Özel ne dedi, Meral Akşener ne yaptı derken, dünyanın gerisinde dananın kuyruğu kopuyor.

Ne acı ki, izlediğim Türk kanallarından Haber Global hariç hiçbiri bu konuya değinmiyor.

Haber Global’da da bu konuyla ilgili konuşanlar ne yazık ki Prusya’yı Rusya zanneden, Kamikaze’ye Kamazaki diyen, bilgi düzeyleri acınacak durumda “stratejistler”.

Ancak üzülmeyin. Sizden kötüsü var.

Amerikalılar.

1990’ların başında, Sovyetler’in çöküşü esnasında ABD’deydim. Yemin ediyorum, varlıklarının en büyük düşmanı, en azılı rakipleri Sovyetler çökerken, sokaktaki adamın, bu olan bitenden haberi bile yoktu. Yalan olmasın, o aralar aklımda doğru kaldıysa Elian Gonzales mi, öyle birinin popüler bir olayı herkesin gündemiydi. Rusya çökmüş, Sovyetler batmış, umurlarında bile değildi.

Averaj Amerikalının dünyanın gerisinden haberi yoktur. İngiltere, Avrupa, Paris falan onlar için hep aynı şeydir. Hangisi ülke, hangisi şehir, çoğu bilmez.

Popülasyonun neredeyse çoğunluğu haline gelmiş Hispanikler sayesinde öğrendikleri “Buenos dias”, yada “karaho” gibi üç-beş kelime İspanyolca konuştuklarında, bir yabancı dil konuştuklarını zannederler. Yaptıkları en vahşi yurt dışı seyahat Meksika’ya gitmektir. Kanadalılar’ın “out” kelimesini “eüt” diye telaffuz ettiklerinde gülmek ise çoğunluğun ilk ve tek enternasyonel deneyimidir.

Haklarını yemeyelim, fazlasıyla enternasyonel, yurt dışında gezmiş, özellikle Air Force ve Navy’de görevli asker kökenli, çök kültürlü, dünyayı anlayan bir azınlık bulunsa da, bunları özellikle oy verirken bastıran hillbilly çoğunluk yukarda belirttiğim “iltifatları” hak eder.

Türkiyede olan biten de benzeri sizin anlayacağınız.

Meral Akşener sarışın olmuş, Özgür Özel Arapça kutsal dildir demiş falan…

Bir de eski dostum Kemo var ki, ona girmiyorum bile, zaten giren girmiş garibime. Delege isterse yeniden başkan olurum falan demiş. Hadi şimdi gönlünü kırmayayım dedemin…

Diyeceğim o ki, demesem mi… Hadi diyeyim anasını satayım… Hani mahalle yanarken hanım kızımız saçlarını tararmış ya, aynen öyle. Nükleer savaş çıkacak, hala herkesin derdi Özgür Özel!

Dünyanın gerisinde işler gerçekten ciddi bir hal aldı ve her geçen gün daha da ciddileşiyor sevgili arkadaşlar.

Otuz yıla yakın içlerinde yaşıyorum ve olan biteni görecek kadar dünyanın farklı bölgelerinde kaşarlandım.

Batının şirazesi kaymış durumda.

Ülkelerin neredeyse hiçbirinde doğru düşünen, mantıklı karar verebilecek bir yönetim, bir hükümet yok.

ABD başkanı havayla tokalaşıyor, Fransa başkanı boks eldivenleriyle poz veriyor…

Şu dünyada hiç bir ulusun Rusların yönetimi altında yaşamasını istemem, ancak bu zırdelilerin arasında Putin tek akıllı gibi duruyor.

Çünkü batı kendi deyişiyle Pandora’nın kutusunu açtı, bizim deyişimizle sarı öküzü verdi.

Değerleri sayesinde üstün olduğunu unuttu, üstün olduğu için değerlerini seçici bir biçimde sevdikleri uluslara, dinlere, etnisitelere layık görüp, dünyanın gerisine boş verdi.

Pandora’nın kutusu işte böyle açıldı. Değerlerden sapmaya bir kere başlayınca bunun sonu gelmez.

Bunlar siyah deyip, siyahları bu değerlerden ayırdığınızda, geride kalan beyazlar güvencede kalmaz. Sonra beyazların dinine bakarlar, Ortodokslar’ı ayırırlar. Kalanına bakıp, Slavlar’ı ayırırlar, gerisine bakıp Almanları, Almanlar’a bakıp Bavyeralılar’ı ayırırlar.

Bu işler bir süre ağır aksak gider, ama bir noktada patlarlar.

Üstünlüğüne güvenen batı F-16 ile Mig-29’u karşılaştırıp, F-16, Mig-29’u döver, o yüzden Ukrayna kazanır dedi. Bırakın F-16’yı, Javelin’i, HIMARS’ı, savaşın kaderi bitli topçunun 105 mm’lik top mermisine bağlandı.

Tanesi 10 bin dolarlık drone’lara bir milyon dolarlık Patriotlar’ı sıktılar. Parasını geçtim, memlekette atacak Patriot füzesi kalmadı. Buna rağmen batılı uzmanlar hala Patriot ile S-400’ü yan yana koyup, bunun menzili uzun, şunun radarı yeni diye afaki karşılaştırmalar yapıyor, sonra da biz kazanırız diyorlar.

Rusya, ordusunun nasıl bir felaket içinde olduğunu savaşın başında anladı. Putin savaşı rölantiye aldı, orduyu ciddi biçimde reforme etti. Ekonomisini ve üretimini savaş seviyesine getirdi. Bugün Rusya, bütün NATO ülkelerinin toplam tank üretiminden daha fazla tank yapabiliyor.

Rusya’nın neredeyse sınırsız insan ve hammadde kaynakları var. Ukrayna ise eriyor. Buna rağmen Ukrayna’nın başındaki asker fanilalı komedyen, batının peşine takılıp, ülkesini mahvediyor, insanlarını öldürtüyor.

Amerika herkese dayılanıyor, Rusya, Çin, İran… Amerikanın başındaki adam ise haftanın hangi günü olduğunu hatırlayabiliyorsa iyi. Hal böyle olunca, Pentagon’daki Yahoo’lar ve Evangelist yobazlar Rusya’yı ve Çin’i fütursuzca tahrik edip, köşeye sıkıştırıyorlar.

Rusya’yı sıkıştırırsanız, yüzlerce nükleer füzeyi Amerika ve Avrupa’ya gönderecektir. Rusya dünyanın en büyük ülkesi. Batı bu koca ülkeyi tamamen nuke’leyemez. Nasılsa birileri kalır, bu manasız savaştaki üçüncü hamleyi yapabilir. New York ve Londra’ya düşen birer füze ise bizim anladığımız anlamdaki batı uygarlığını sona erdirecektir.

Tom Clacy’nin The Sum Of All Fears’ını okudunuz/izlediniz mi bilmiyorum. Fiksiyonel bir krizin sonucunda ABD ve Rusya nükleer bir saldırının eşiğine gelir. Olay, Amerikalı ve Rus istihbaratının arka kapıdan yaptıkları temas sayesinde düzelir. Bugün ise görünüşe göre böyle bir temas, açık bir arka kapı kalmamış. Amerikalılar öyle havalanmışlar ki, ne kimseyle konuşuyor, ne kimseyi dinliyorlar. Ağzını açana fırça, yaptırım, ambargo…

Avrupa ise ne kadar Amerika’ya bağımlı olduğunu, ve ne kadar aciz olduğunu bu vesileyle anladı. Ama Avrupa’nın harekete geçip, bu sorunu çözmesi, Avrupa hızı ile en az elli yıl sürer. Birisi ordu kuralım dediğinde bir başkası kuralım ama bana para verin, bir diğeri kuralım ama bunun benim peynirim olduğunu kabul edin diye başlar. Beş yüz elli toplantı ve seksen sekiz zirveden sonra ordunun yarısını kuralım, sana istediğin paranın üçte biri, peynir de yüzde ellisi senin, yüzde ellisi şunun şeklinde bir karar çıkar.

Yani durum kötü sevgili arkadaşlar.

Dünya bu olan bitene çok hazırlıksız yakalandı. Baştakilere bakınca hep beraber umalım ki çocuklarımızın bir geleceği olsun.

Bu yazıyı bitirmeden önemli bir not.

Bu yazıyı King Crimson’ın Epitaph şarkısı çalarken okuyun.

Akşamınız güzel olsun❤️

24 Mayıs 2024 Cuma

Strateji

Babam askerdi, ancak o asker diye savaş stratejilerini anlayabilmem gerekmiyor. Adam cerrah diye çocuğu beyin ameliyatına giremez.

Hayatımın ilk 12 yılı askeri birliklerde geçti. Ancak zamanımı savaş harekat merkezlerinde kurmaylarla değil, kantinlerde sucuklu tost yiyerek geçirdim. O yüzden bu deneyimim de strateji konusunda ahkam kesmeme yardımcı olamayacak gibi duruyor.

Ancak öyle bir maharetim var ki, onun sayesinde bu savaş işlerinde en kral kurmaya bile söylediğimi dinletebilirim.

Otuz küsür senedir kesintisiz Civilization oynarım.

Civilization sağ olsun, bu strateji işlerinde sadece Atatürk'ün önünde eğilirim. Gerisi hep zayıf kalır.

İşte bu maharetime dayanarak söylüyorum ki Ruslar Sadece Kharkiv'de değil, Kiev dahil başka yerlerde de cepheler açacak...

Ukraynalılar parçalara ayrılıp, Rus ordusu önünde yavaş yavaş eriyecek...

Ancak finalde Ruslar kafadan Odessa'ya dalacak.

Putin'in hedefi Kharkiv falan değil.

Önce Odessa, sonra Transnistria ve finalde Moldova.

Savaşı kestirmek zordur. Arada Graham, Nolan falan gibi bir iki Yahoo bir salaklık yapıp nükleer olmazsa, yada Nato'yu işin içine sokmazsa - ki bu aşamada işler bambaşka bir platforma taşınır, Putin amcamı iki sene içinde Moldova'da görürüz.

30 Nisan 2024 Salı

Bir CIA Operasyonu...

Milo Whitaker tek eliyle açtığı Red Bull kutusundan uzun bir yudum aldı ve karşısında oturan parlak ışıktan gözleri kamaşmış orta yaşlı adama sert bir ses tonuyla yeniden sordu.

"Bize yardım edecek misin?"

Orta yaşlı adam hem korkmuş, hem heyecanlanmıştı. Alnının üzerindeki saçların seyrekleştiği bölgede boncuk boncuk terler oluşmuştu. Sigara içmekten sararmış bıyıklarımdan bile ter damlıyordu.

"Ben sadece bir edebiyat öğretmeniyim" diyebildi. Sesi titriyordu.

Whitaker, arkadaşça omuzuna dokundu. "Sen sadece bir edebiyat öğretmeni değil, çok iyi bir edebiyat öğretmenisin. Binlerce kitap okumuşluğun var. Üstüne İngilizcen de mükemmel. Senin gibi başka birini bulamayız" dedi.

"Benden ne istiyorsunuz?" diye sordu orta yaşlı adam.

"Sadece şu basit sorunun cevabını" dedi Whitaker.

"Mitil atmak ne demek?"

"Valla bilmiyorum" dedi orta yaşlı adam. "Bu kadar çalışanınız var, gidin gugıla bakın, benden ne istiyorsunuz?" diyerek, ufak çapta hoşnutsuzluğunu da gösterdi.

Whitaker'ın sabrı taşmak üzereydi, yine de sakince cevapladı "CIA'in sınırsız kaynakları var, doğru. Türkçe konuşan ajanlarımız da var ama hepsine sorduğumuzda, 'biliyoruz' diyorlar, ancak farklı cevaplar veriyorlar. Keza gugıl…"

Red Bull'dan bir yudum daha aldı ve devam etti.

"Bize senin gibi biri lazım, Türkçe diline hakim, edebi bir kulağı olan ve tecrübesiyle konuşulanları doğru yorumlayabilecek biri"

Orta yaşlı adam aynı cevabı bir kez daha verdi.

"Valla bilmiyorum"

Whitaker, sinirden Red Bull kutusunu sıktı. Alüminyum silindir buruş buruş olmuştu.

"Peki, bir başkasını deneyelim" dedi. "Kiriştek gibi dönmek ne demek?"

Orta yaşlı adam anlamamıştı.

"Ne gibi dönmek?"

"Kiriştek. Bak burada ne diyor. 'İktidarın feriştahı si…şaşacak. Kiriştek gibi dönecek beyninin üzerine çakılacak…"

Garip öğretmenin korkusu mahcubiyete dönüşmüştü. İnanın bilmiyorum dedi. Bu anda odaya başka bir CIA mensubu girdi. Gayri ihtiyari İngilizce konuşmaya başladı.

“Hey Miles! Found out who the separatists are?”

‘Separatist’ sözcüğü orta yaşlı adamı telaşlandırmıştı. “What separatists?” Diye sordu. İkinci adam “Kebabist separatists” dedi.

Öğretmenin iyice aklı karışmıştı. Whitaker bilgisayarının ekranını ona doğru çevirip, okumasını sağladı. Ekranda şunlar yazılıydı:

“Teröre yardım ve yataklık yapan bölücü kebapçıların işsizlikte payı var!”

Whitaker yumuşakça sordu: “Tercümesinden anladığımızın gerçek olduğunu düşünmüyoruz. Kebapçılar nasıl bölücü olabilir? Farzedelim olsunlar, bunların işsizlikle ne alakası var? Burada anlayamadığımız bir ima var. Yardım edecek misin?”

Orta yaşlı adam umutsuzca başını hayır anlamında iki yana salladı.

Whitaker ısrar etti “Hans, Sam, Tony, Johnny, Herkel, Frank… Kim bunlar? Hepsini anladık, ‘Herkel’ neyin nesi? Bunların Kebapçı bölücü örgütle ilişkileri ne? Ne diye Devlet başkanınıza karşı eylem yapıyorlar?”

Bir nefes aldı.

“Niye kapalı alanda çizmelerle geziyor? O acayip müzik eşliğinde yürüyerek ne demek istedi?”

Yeni bir Red Bull açtı.

“Peki bu matematik şifresi ne? Nasıl bir kodlama bu? İşbirlikçi hackerler bile çözemedi…”

"2009'u yazarken iki sıfır var. Dokuzun yanındaki sıfırı sildiniz. Kaldı 9. 2 'nin sonunda yine bir 0 var. Onu da sil, kaldı 2. Toplayın ne yapar: 11. 2009'un içindeki içindeki iki sıfırıda sildiniz. Ne kaldı? 29. 11 daha, hepsi 40 yapar.“

Öğretmenin gözleri parladı.

“Bakın, okulda bir matematik öğretmeni arkadaşım var. Tam bu işlerin adamı, kesin çözer bu algoritmayı. İsmi Mahmut. Ona sorun…”

Sonra da içinden “Affet beni Mahmut Bey” diye geçirdi…

19 Nisan 2024 Cuma

Scott Ritter

Sevgili arkadaşlar, Scott Ritter diye bir adam var. Eski bir US Marine, Birleşmiş milletler'in silah denetleyicisi ve hüküm giymiş bir pedofil.

Amerikan derin devletine tamamen karşı, bir o kadar da taraflı ve objektif olmayan biri.

Güncel konular malumunuz Ukrayna savaşı, İsrail, İran, Gazze vs. gibi konular.

Ritter köküne kadar taraflı, ancak mainstream media da köküne kadar aksi taraflı.

Ancak yukardaki konular hakkında her yerde duyamayacağınız şeyleri duymak da zaman zaman önemli oluyor.

İngilizceniz varsa Ritter'ı izleyin.

Geleneksel söyleme bir tutam tuz ekiyor, ancak İngilizcede dedikleri gibi "Take what he's saying with a grain of salt!".

15 Nisan 2024 Pazartesi

War, what is it good for?

Sevgili arkadaşlar, sizlere yakın zamanda Gagavuzya ve Transnistria’dan (Trans-Dinyester) yazmıştım, buraları çok geçmeden değişecek, sınırlar yeniden çizilecek diye.

İşler yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Ne demek istediğimi anlatmak için filmi geri saralım.

Rusya bir anda kendini NATO ile sarılı buldu ve anlaşmamız bu değildi diyerek harekete geçti. Ancak geleneksel olarak haklı sebeplerle yanlış işler yapmaya başladı.

Her şey aslında Ruslar için çok iyi başlamıştı. Orta Avrupa NATO’culuk oynarken, Moldova, Ukrayna, Belarus, Ermenistan ve Gürcistan ile tamponlanmş bir Rusya, Putin’i memnun etmese de, yaşanabilir bir habitat oluşturabiliyordu. Putin’in en önemli kaybı Baltık devletleri olmuştu. Baltıklar Rusya için çok önemlidir. Rusya’nın sanki bir kolu kesilmişti, ama buna da şükürdü.

Ama NATO durmuyordu.

Önce Gürcistan’daki o dangalak Sakashvili’yi ayaklandırdılar. Ben Avrupa olacağım, NATO olacağım diye cenge çıktı. Rus ordusu tanklarıyla Gürcistan’a girdi, bir kaç gün içinde Sakashvili sırra kadem bastı, Gürcistan da, Rusya’nın cariyesi oldu.

Putin bıraksa etrafındaki tampon bölgeler birer birer NATO/AB olacaktı. O da bırakmamaya karar verdi tabii.

Sırada Ukrayna vardı.

Ukrayna’nın önemi Moldova, Gagavuzya ve Transnistria gibi batısındaki Avrupa'ya kaçmaya meyilli tampon ülkelere, Ukrayna’nın Karadeniz kıyısını almadan ulaşamazdı. Daha da önemlisi Amerikalılar’ın “İndir pantolonunu” dedikleri anda pantolonunu indirecek bir Romanya NATO üyesi olmuşken, Karadeniz’de bir de Ukrayna ile uğraşamazdı.

Arada bir de bizim komşu Ermeniler ayaklandı. Putin bu işi şimdilik Azerilere havale etti ama sırası geldiğinde eminim, notunu almıştır, gereğini yapacaktır.

Önce Kırım’ı aldı. Sırada Odesya’ya kadar uzanacak bir işgal planı vardı.

Planı uygulamaya koydu.

Ancak ordunun içinde bulunduğu yolsuzluğun, disiplinsizliğin farkında değildi.

Ordu için harcanan her kuruş, rütbe sırasına göre bütün komuta kademesinin kesintilerine uğruyor, yani ceplerine gidiyor, harcanacağı yere gelene kadar büyük bölümü iç ediliyordu. Askerler silahlarını, mermilerini, hatta tankların zırhlarını söküp, bazen hurda fiyatına satıyordu.

Kıdemli askerler çömezlere zorla ailelerine mektup yazdırıp, para istetiyor, bu paralar geldiğinde de sahiplerinden alınıp, kıdemliler arasında paylaşılıyordu.

Kızılordu hakkında dokümanter yada kurgu çok okudum sevgili arkadaşlar. Emin olun orada askerlik yapmak zevkli ve kolay değil.

Putin, Ukrayna’nın bir kaç gün içerisinde teslim olmasını beklerken, batı tarafından desteklenen Ukrayna ordusu başıbozuk, disiplinsiz, yozlaşmış Rus ordusu karşısında kazık gibi yere çakılıp, direndi.

Savaş ilerledikçe her iki taraf bazı askeri gerçekliklerin farkına varmaya başladı.

Öncelikle bütün ordular gibi iki taraf da silahlarına öncelik verirken, aslında cephanenin ne kadar önemli olduğunun farkına vardılar. Cruise füzeleri, lazer güdümlü bombalar falan hep kulağa hoş gelen seksi sözcükler, ancak bir Cruise füzesi bir kaç milyon dolara mal olunca iş kala kala birinci dünya savaşının topçusuna kaldı. Savaş ilerledikçe her iki ordu başta, bütün dünya ellerinde yeteri kadar 105 mm’lik top mermisi kalmadığını gördü. Topçular durmuştu.

Putin hava kuvvetlerinin sadece bir uçak envanteri olmadığını anladı. Rus hava kuvvetlerinin yer taarruz kuvvetinin belkemiği Sukhoi Frogfoot’lar, öyle Patriot, matriot değil, basit, omuzdan atılan MANPADS roketleri ile dan dun vurulduğunu gördü. Uçaklar hem eski, hem bakımsız ama en önemlisi, pilotların eğitimi çok yetersizdi. Frogfoot Pilotları korkudan alçalamıyor, hedeflerine yaklaşmadan, uzaktan mühimmatlarını bırakıyorlardı. Atılan bombalar da sadece dağı taşı vuruyordu.

Yine yardımcı sınıfların muharip sınıflar kadar önemli olduğu anlaşıldı. Binlerce tank, kamyon, incili tespih gibi Kiev yoluna dizildi ve bütün araçlar durdu. Ne benzin vardı, ne yemek, ne de su. Lojistik sıfırdı. Eğer o anda Ukrayna ordusunun taarruz gücü olsaydı, Rus kara kuvvetlerinin dörtte biri sizlere ömür olabilirdi.

İşi çok fazla askeri doktrine döküp, başınızı ağrıtmayayım. Rus ordusu 1970’lerin soğuk savaşı için hazırlanmışken, karşısında drone’larıyla, ABD uydularının sağladığı istihbaratıyla, digital warfare konseptleriyle savaşan bir modern ordu buldu.

Ve Putin pipi gibi ortalıkta kaldı.

Putin her şey olabilir ama aptal değildir sevgili arkadaşlar.

Başta sorumlu üst düzey generalleri ve istihbarat şefleri, çürümenin kaynağı bir çok kişiyi işten attı, tutukladı, vs…

Ekonomisini bir savaş ekonomisi haline getirdi. Başta mühimmat, modern hava ve kara araçlarının üretimini ve üretim kapasitelerini artırdı.

Ekonomi rayına oturana kadar da İran’dan aldığı füze ve drone’larla idare etti.

Rusya ben bu yazıyı yazarken henüz tam olarak savaşa hazır değil kanaatimce, ancak yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Bir gerçeği kabul edelim sevgili arkadaşlar.

Rusya, Ukrayna’yı çıtır çıtır yer.

Ne o ordu fanileli soytarı, ne de batının yardımları bu yenilgiye engel olabilir.

Rusya yenilmeye beş kala nükleer silahlarını kullanacaktır. O yüzden romantik arkadaşların ABD müdahale eder, Macron asker gönderir falan gibi beklentilerini gözlemlediğimde bir gülümseme geçiriyorum.

Niye böyle düşündüğümü arzedeyim.

Gelin batının yardımına biraz daha yakından bakalım.

Bir Patriot füzesinin fiyatı, öyle batarya, kamyon, radar, personel falan demiyorum, havaya sıktıkları tek bir füze 2 ile 6 milyon dolar arasında. Bir Javelin anti-tank füzesi ise 200 bin dolar civarında. Bir Rus kamyonu 200 bin dolar etmez.

Kötü 105 mm’lik top mermisinin tanesi 8,500 dolar. Ukrayna ordusu normalde bunlardan günde 20 bin tane kullanıyor. L’addition = günde 160 milyon dolar!

Bir F-16’nın bir saatlik uçuş masrafı yaklaşık 20 bin dolar. Her göreve ortalama bir buçuk saat desek, altı F-16’nın bir görev uçuşunun masrafı 200 bin dolar. On gün uçsalar iki milyon dolar, bir ayda 6 milyon ediyor. Dikkat bomba, cephane falan değil, sadece kontağı çevirmek. Bir havadan havaya AMRAAM füzesi ise 1 milyon dolar.

Bu paraları Zelenski komedyenlik yaparak kazanmıyor, hepsini batı ödüyor.

Batı haklı olarak mızmızlanırken, Rusya üretmeye devam ediyor. 

Rusya’da bol bulunan bir şey varsa başta petrol, kaynaklarıdır sevgili arkadaşlar.

Putin’in, bu işleri tamamladığında, savaşa hazır bir ordusu ve ekonomisi olacak.

Sonra Moldova, Transnistria, Gagavuzya ve Ermenistan…

O gün geldiğinde yeniden konuşalım.

Bu savaş işlerine aklı başında kimse itibar etmesin sevgili arkadaşlar. Bu öyle dizilerde olduğu gibi bir şey de4ğil.

Şair ne demiş?

War, what is it good for? Absolutely nothing...

Hepinize savaşsız günler diliyorum.

8 Nisan 2024 Pazartesi

Tirana

Sevgili karımın doğum gününü kutlamak için yola koyulmuştuk. Nereye gidelim diye konuşurken, sadece benim için “Hadi Arnavutluk’a gidelim” dedi. Gezi listemde arnavutluk hala beyazdı. O da bunu bildiği için Arnavutluk demişti, yoksa Arnavutluk, Jelena'nın çok özel ilgisinin olduğu bir yer sayılmazdı.

Lozan’dan uçağımızın kalkacağı Basel havaalanına kadar olaysız sayılabilecek bir araba yolculuğundan sonra, Fransa sınırını geçtik. Basel’daki havaalanı İsviçre, Fransa ve Almanya’nın paylaştığı bir hub. Doğrudan İsviçre tarafından havaalanına girmek mümkün olsa da, Fransa tarafından girdiğinizde park yeri ücreti yarı yarıya düştüğü için, biz hep bu ucuzcu hattını tercih ederiz. Az buz değil, örneğin bir haftada yüz Euro’ya yakın bir fark…

Strasbourg otoyolundan havaalanına çıkışı alacaktık ki bir polis arabası, çıkıştaki başka yaya bir polis ve yolu kapatan kukaların hepsi bize devam et demeye başladı. Devam etmekte sorun yok, ancak nereye devam edelim? Uçağımız var anasını satayım. Başka bir girişi mi kullanalım, öyleyse hangi yöne gidelim? Sadece deli gibi ellerini, kollarını sallayıp, devam et diyorlar. 

Gözünü sevdiğimin İsviçresi, böyle bir durumda her elli metreye bir “deviation” işareti koyarlar, olmadı, kroki bastırıp, şuraya git diye elinize tutuştururlar. Bunlar sadece “git” diyorlar. Git de, nereye gidersen git. 

Neyse, şımarıklığı bırakalım…

Zevcem de benim gibi bir “rough neighbourhood”, yani zor yerlerden gelme biridir. Sırbistan ve Türkiye gibi yerlerde başınızın çaresine kendiniz bakarsınız, öyle kimse elinizden tutmaz. Bu motivasyonla hemen aklına İsviçre’ye dönüp, İsviçre tarafından havaalanına geçmek geldi.

Bastık, geri İsviçre’ye döndük, oradan da havaalanına geçtik. Park yerleri hep açık ancak sadece çıkabiliyorsunuz. Uçağa binmeden önce bir kadeh bişeyler içelim diye bir saat kadar erken gelmiştik, o yüzden hala vaktimiz vardı. Başladık havaalanı etrafında turlamaya.

Biraz sonra bizi umutlandıran bir gelişme oldu. İsviçre tarafından belediye otobüsleri gelmeye başladı. Havaalanındaki sorun her ne ise çözümlenmiş gibiydi.

Yine pintiliğimiz tuttu, geri Basel’a dönüp, sınırı geçtik ve Fransız tarafındaki park yerine girdik.

Ancak havaalanının her tarafı yüzlerce kişilik kuyruklar halindeydi. Güvenlik, pasaport kontrolü, kapı falan, son anda uçağa atabildik kendimizi.

Basel havaalanına bir bomba ihbarı yapılmıştı. Her şeyi kapatıp bomba aramaya başlamışlar.

Uçak tam vaktinde kalktı. Normal, sakin, bombasız bir günde en az yarım saat rötar yapardı bu low-cost Airline. Mukadderat…

Havaalanında huzurla içeceğimiz bir kadeh şarabı uçakta içmek zorunda kaldık. Kosova menşeli bir Vranac vardı listede. Aslen Montenegro menşei olsa da Vranac her zaman içilir. Bizi de yanıltmadı. Zevkle yudumladık şarabımızı.

Behind enemy lines!
Uçak Basel-Tirana arası yarı yoldayken Jelena kulağıma fısıldadı. “Bugi, careful, we are entering hostile territory!”. Malumunuz Sırplar ve Arnavutlar, Türkler ve Yunanlılar gibidir. Çok sevişirler. Sevgili karım elbette şaka yapıyordu. İşin aslı, bu günlerde Arnavutluk, Sırpların en popüler tatil destinasyonu olmuştu. Hem Hırvatlar, hem Montenegrolular tatil fiyatlarını öyle saçma düzeylere yükseltmişlerdi ki, bütün Sırbistan tatil için Arnavutluk’a gitmekteydi. Yani sevgili karım şaka yapıyordu elbette. Hem İsviçre’de, hem de çatışmaların en civcivli zamanında Kosova’da bile birçok Arnavut arkadaşı vardı. Yani ne ırkçı, ne milliyetçi motiflerle yaklaşırdı Arnavutlara. Ancak bu “Behind enemy lines” esprisi bayağı tutmuştu. Bol bol güldük.

Arnavutlar'ı Türklere karşı savunan kahramanın
ismi ile anılan meydan
Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtik. Bir taksiye bindik ve otelimize ulaştık. Mövenpick’de kalıyorduk. İşimden ayrılalı beri Mövenpick’e yolum düşmemişti, uzun yıllardan sonra hatıralarım canlandı. Bir aralar, özellikle Lozan’daki Mövenpick evim olmuştu.

Tirana’daki Mövenpick, fiziksel olarak Mövenpick olsa da, servis hala eski komünist günlere takılmış. Akşam yemeğinde, açlıktan masayı yememize az kalmıştı ki, yemeklerimizi getirdiler. Ama appetizer’ı, main course’u, hepsi bir arada. Video’da bol bol anlattım, detaylarını oradan izleyebilirsiniz. 

Ez cümle, servis aksadı ama olur o kadar.

Arnavutluk, ilginç bir ülke sevgili arkadaşlar. Irk olarak Arnavutlar, yani Albanianlar, yada kendi dilleriyle Şiptarlar Balkanların yerlisi bir topluluk. Arnavutça yada Albanca konuşuyorlar. Arnavutların çoğunluğu Arnavutluk dışında başka ülkelerde yaşamakta. Benim tanıdıklarım hep iyi, yardımsever insanlar. İslam, Arnavutluk’ta yaygın bir din olsa da, her dinden ve ‘no dinden’ insanlar var. Bunda, Arnavutluk’un uzun süre dünyanın en aşırı ateist ülkesi olarak yönetilmesinin de önemli bir payı var, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Mövenpick eskisi gibi...
Arnavutluk, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Balkanlar’ın mükemmel doğası ile görülesi bir ülke. Etrafında Kosova, Montenegro, Makedonya falan var.

Benim yaşımda bir kaşara Arnavutluk derseniz, size söyleyeceğim ilk şey, denizden, güneşten falan önce Enver Hoca olacaktır, çünkü benim jenerasyonum için Arnavutluk Enver Hoca demektir.

Enver Hoca’yı kulaktan dolma duyup, iyi tanımayanlar, “Hoca” sıfatı yüzünden onu dini, İslami bir figür olarak algılarlar. 

Gerçek bundan daha farklı olamazdı.

Enver Hoca, tarihin gördüğü en azılı “ateyiz” ’lerden biridir sevgili arkadaşlar. Bence burada bir problem yok tabii, ama Enver Hoca’yı Humeyni zannedenleri biraz şaşırtmıştır bu herhalde.

Meydandaki küçük cami
Enver Hoca öyle ‘ateyiz’, öyle ‘gomonist’ ‘bir liderdi ki, Lenin’e, Marx’a, Çavuşesku’ya falan nal toplatırdı. 

Arnavutluk’u, soğuk savaş döneminde, Avrupanın en komünist ülkesi haline getirmişti. Bir o kadar da gaddar, zalim bir diktatördü.

Bir Arnavut şarkısı şöyle der: “Enver Hoca ile kalbimiz çelikten oldu!”

Arnavutluk’un Enver Hoca yönetimindeki ismi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti - People’s Socialist Republic of Albania idi. Şimdilerde Arnavutluk Cumhuriyeti şeklinde anılmakta.

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, nazilere karşı savaşan aşırı sol partizanlar, ya da popüler tanımıyla Komünist Partililer tarafından kuruldu.

Enver Hoca Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak anılsa da aslen kral yada sultan gibiydi.

Hikayesi, Tito, Çavuşesku gibi Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin liderlerininkilerine çok benzer. Bunlar hep Nazi’lerle savaşmış Partizanlardı. Savaşın kazanılmasıyla, elbette Stalin’in de katkılarıyla ülkelerinin başkanları olmuşlardı.

Enver Hoca, yine benzerleriyle aynı paralelde, ilk iş, aynı fikirde olmayan herkesi öldürmeye başladı. Öncelikle Nazi işbirlikçileri, ardından da kapitalistleri, yani “yanlış” ülke sempatizanları ortadan kayboldu. Bahane aynıydı. “Halkın düşmanları”, “Nazi işbirlikçileri”, vs. Beraberinde de tabii ki idamlar, hapisler…

Enver Hoca bir sonraki aşamada komünist dönem öncesinde imzalanan tüm antlaşmaları iptal etti.

Bir seçim yaptılar, Enver Hoca oyların %93’ünü aldı. Buradaki ufak ayrıntıyı da atlamayalım, adayların arasında komünist olmayan kimse yoktu. Yaşasın demokrasi!

1946’da Enver Hoca resmi olarak Arnavutluk’un Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı olmuştu. Hepsi tek başına….

Sonra her şey devletleşti. Bakkal, çakkal, küçük işletmeler bile. Bu kadarı Rusya’da bile olmamıştı.

İlk iş Yugoslavya ve Tito’ya bulaştı. Tito’yu yeteri kadar komünist bulmuyordu. Partide ne kadar Yugoslav sempatizanı varsa hepsini idam etti.

Enver Hoca ardından Stalin'in ölümünden sonra SSCB'nin başına geçen Kruşçev ile papaz oldu. Kruşçev, batı ile bir arada yaşama doktrinini geliştirmişti. Üstüne Stalin’in Gulag programını da yumuşatmıştı ki, bu Enver Hocayı iyice çıldırttı.

Gulag’lar, çoğunlukla Sibirya’da bulunan çalışma kamplarıdır. 

Aslında buraları ne kamptı, ne de amaçları mahkumları çalıştırmaktı.

Gulag’lar, Nazi kampları gibi hapishane ve ölüm kamplarıydı. Yaşam koşulları o kadar zordu ki, en ufak bir aksaklık mahkumlar için ölüm anlamına geliyordu.

Gulag’larda, öyle isyan, başkaldırı falan değil, içtimaya bir kaç dakika geç gelmek gibi en ufağından bir kusur işlendiğinde bile, mahkuma yemek vermeyi kesiyorlardı. Başta soğuk, salgın hastalıklar ve ağır çalışma koşulları sonucunda mahkum bir kaç gün içerisinde ölüyordu.

Özellikle Sibirya’da uygulanan bir yöntem mahkumu bir gece soğukta bırakmaktı. Ertesi sabah kalbine atılan bir yumruk, mahkumu öldürmeye yetiyordu.

Kadınlar, Gulag’larda seks köleleriydiler. Kadınların çekiciliğine ve gardiyanların rütbelerine göre paylaşılıyor, tecavüz ediliyor, gerektiğinde de öldürülüyorlardı.

Gulag benzeri kamplar Arnavutluk'ta da bolca yapılmıştı.

Kruşçev, Stalin gibi bir manyağın eseri olan bu insanlık dışı uygulamayı kaldırdı, Enver Hoca da Kruşçev’i boşayıp, bu kez Çin Komünist Lideri Mao ile yakınlaştı. Rusya’ya o kadar kızmıştı ki, Arnavutluk’taki Rus elçiliğini bile kapattırdı.

Kruşçev’den sonra SSCB'nin başına Brejnev gelince, Rusya ile ilişkiler daha da kötüleşti. Enver Hoca, Rusyayı komünizme ihanet etmiş bir hain saydı.

Arnavutluk tamamen izole olmuştu. Tek dostu binlerce kilometre ötedeki Çin idi.

Mao öldüğünde Enver Hoca Stalin, öldükten sonra Rusya’ya yaptığının aynısını Çin’e yaptı. Çin’i yumuşamakla, yeteri kadar komünist olmamakla suçladı.

Çinliler de Arnavutluk’a deyimi uygunsa siktir çekti. Bu aralar Enver Hoca, Arnavutluğu resmi olarak ‘ateyiz’ ilan etti.

Enver Hoca 1985’de öldü.




Sağlığında 170 binden fazla nükleer saldırıya dayanıklı bunker, yani sığınak inşa ettirmişti. Her kafayı sıyırmış diktatör gibi saplantıları vardı. Bunlardan en başta geleni ise, batının Arnavutluk'ta nükleer silah kullanacağıydı.

İşin aslı, böyle bir şey olsa da, ülkeyi bu sığınaklara tıkmanın fazlaca bir mantığı yoktu. Ülke yaşanamaz bir hale geldikten sonra, insanların ömürlerini bir ay uzatmak için ülkenin bütün gelirini sığınaklara harcamak saçmalıktı. Bir kaç akıllı insan bunu dile getirmiş olsa da, kimse daha sonra onlardan bir haber alamadı.

Komünist zamanlarda parti üyelerinden başka kimsenin özel arabası olamıyordu. Partinin arabaları da hep Mercedes’di. Bu nedenle komünizmden sonra, insanlar özel araba sahibi olmaya başladıklarında ülkeye ilk giren firma Mercedes oldu.

Enver Hoca zamanında Arnavutlar ülkeden çıkamazlardı. Hatta diğer doğu bloğu ülkelerine bile gidemezlerdi. Halbuki o dönemde örneğin Ruslar bile Doğu Almanya’ya, Çekler Polonya’ya falan gidebiliyorlardı.

Arnavut şarapları mükemmel
Arnavutluk, işte bu günleri atlatıp, normal bir ülke olma sürecine girdi. Yolun hala başlarında, ancak bana sorarsanız çok hızlı ilerleyecek. Arnavutluk bir İslam ülkesi gibi gözükse de, gördüğüm hiç bir yerinde dinin baskısını hissetmedim. İnsanları modern, gençleri Lozan sokaklarında gördüklerimden farksız. Başı kapalı bir kızı sadece dönüşte, havaalanında bir barda gördüm.

Tirana, bir başkent olarak bir iki adım önde görünse de, sonuçta tamamen bir komünist kent. Merkezinde koca bir meydan, etrafında kültürel binalar. Geniş caddeler ve heryerde tekdüze, zevksiz komünist tarzda apartman blokları.

Merkezdeki meydanın adı Skandenberg. Arnavutluğu Türklere karşı koruyan bir halk kahramanı. Yani sadece Jelena değil, ben de “behind enemy lines” oluyorum 🥴

Meydanda geleneksel opera, tiyatro, müze binaları falan var ama ilgimi çeken küçük bir cami ve çiçeklerle süslenmiş, rengarenk bir tank. Bizimkiler görse bu LGBT işi deyip, anında kaldırırlar.

LGBT Tank
Tirana tertemiz bir şehir, ancak doğru bildiğimiz bir yanlışı burada düzelteyim, Arnavut Kaldırımı bir hoax, baştan aşağı yalan. Tirana’da bir tane bile Arnavut kaldırımı görmedim. İşin aslı, Arnavut Kaldırımı’nı en çok gördüğüm yerlerden biri Sırbistan. Hatta oralarda Arnavut Kaldırımı’na “kaldırma” derler. Bundan kelli Arnavut Kaldırımı’na “Sırp Kaldırımı” demeyi düşünebiliriz.

Arnavutluk ve Arnavutlar için ikinci bir mit, Arnavut İnadı’dır sevgili arkadaşlar. Arnavut Kaldırımının aksine bu tamamen doğru. Ancak Arnavut İnadı’nı Arnavutlar’a yıkmak biraz haksızlık olacak. Arnavut İnadı, geniş anlamında bir Balkan İnadı’dır. 18 yıldır Balkanlar’dan biriyle yaşıyorum. Doğruluğunu bütün kalbimle teyit edebilirim.

Meydana yakın bir yerde bir Cafe’ye oturduk. Arnavut şaraplarını önceki akşam yemeğinde denemiştim. Mükemmel şaraplar, burada çok sürpriz yok. Ancak bir kez daha teyit etmek güzel geldi.

Bunkart 2 ve Mata Hari
Skandenberg’den birkaç yüz metre ilerisinde Enver Hoca’nın 170 bin küsür sığınaklarından biri olan Bunkart 2 var. Burası bir müze haline getirilmiş.

Arnavutlar bence büyük bir samimiyet ve dürüstlükle o günleri bu sığınakta çok gerçekçi bir biçimde canlandırmışlar.

İceride, yer altında bambaşka bir dünya var. Hücreleriyle, dekontaminasyon odalarıyla, brifing salonlarıyla ayrı mekan. 

Video’da uzun uzun anlattım, burada başınızı ağrıtmatayım. Şunu söylemek yeterli olacaktır, bir diktatör, halkının geleceğini bu saçma uygulamalara dökmüş. Çok acı. Bu sığınakların hiçbiri, herhangi bir dönemde, herhangi bir işe yaramamış elbette.

Akşam yemeğinden önce, Tirana Kalesi yakınlarında bir barda, açık havada bireyler içtik. Kentin bu bölümü çok güzel arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka oturup, bir bardak bir şeyler için. İlla alkol olması gerekmiyor, bir kahve yada meyve suyu da mükemmel olur.

Akşam yemeği için de lokal, Arnavutları bir şeyler yemek istedik, ama heyhat. Bulunduğumuz yerde Arnavut yemeklerinden başka her şey var. Irish pub’ı, İngiliz Steakhouse'u, İtalyan pizzacısı…

Doğumgünü kızi
Buenos Aires’de bir workshop için iki haftalığına bir otelde kalıyordum. İlk gün garson geldi, “Antipati şu var, focaccia, carpaccio, pasta al funghi, zart zurt…” diye başladı. “Dur hemşerim” dedim, “Ben İtalya’ya yarım saat uzakta yaşıyorum, sen beş bin kilometre ötedesin. Bana güzel bir Arjantin bifteği getir, bırak focaccia'yı!” 

Garson bir daha da benle garsonculuk oynamadı.

Tirana'da da aynı hesap. Bırak pizzayı gözünü seveyim, bana cevapcici getir…

Ama çare yok, bir İtalyan restoranına fit olduk. Arnavut şarapları bile yok. Yine başladı “Barollo, Chianti, Primitivo…”. “Getir hemşerim” dedim, “Hangisini istersen…”

Ertesi günkü Adriyatik planlarım sevgili kızımın çıkardığı bir rezillik yüzünden iptal oldu. Saçlarını benden almış 🐝Mezzy🐝’cık. Gürdür. Tembelliğinden fırçalamadığı için de düğümlenmiş saçları sevgili kızımın.

Otelde bir kuaför bulduk. Filipino bir kız. 🐝Mezzy🐝 ile başladı ama yarım saat sonra resepsiyondan bir şey mi oluyor diye bakmaya geldiler. 🐝Mezzy🐝 öyle bir bağırıyordu ki, bütün otel ayağa kalkmıştı.

🐝Mezzy🐝 rezillik çıkardı ama
saçları çok güzel oldu
Eskiden beri sadece saçlarına benim dokunmama izin verir. Mukadderat. Filipino kızla birlikte iki buçuk saat, saç kremi, zeytinyağı maskesi, vs. ile 🐝Mezzy🐝’nin düğümlerini çözdük. Ama kızdan çok ben çalıştım. Adriyatik gezimiz de güme gitti.

Arnavutluğu bir gezi noktası olarak toparlarsak, tarihe, özellikle de yakın tarihe benim kadar ilginiz varsa mutlaka görülmesi gerekli bir yer. Ancak uzun soluklu bir gezi için uygun değil. Tavsiyem, Tirana'yı bir Balkan turu içine almanız.

Ancak size pek kimsenin aklına gelmeyen bir ipucu vereyim. Arnavutlukta bir deniz kenarı tatili çok cazip bir alternatif olabilir. Fiyatlar Antalya’nın neredeyse yarısı, bir de sizi her daim rahatsız eden hırbolar yerine uygar, saygılı insanlar içinde oluyorsunuz.

Arnavutluk, gördüğüm elli dördüncü ülke oldu.

Elli beşinci ülkemde görüşmek üzere.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...