Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2025 Çarşamba

Bakü Gezimiz Sonlanırken

Gece uyumadan tesadüfen emailime bakıyordum, A-Jet’den bir mesaj gördüm, “Yarınki uçuş iptal oldu” diye. Ama sadece bu kadar, başka bir kelime yok, hani onun yerine şu uçağa binin, ya da paranızı iade etmemiz için şunu yapın falan gibi.

Gezi planımız da o kadar karışık ki, A-Jet ile Sabiha Gökçen’e uçuyoruz, indikten iki saat sonra kızlar Pegasus ile Cenevre’ye gidiyorlar, ben de Ataşehir’de bir otel’e geçip, ertesi gün bir evrak işini hallettikten sonra kızların bir gün önce uçtuğu saatte Cenevre’ye gidiyorum.

A-Jet Bakü-İstanbul uçuşunu iptal edince her şey bir anda değişti. Plana sadık kalsaydık, Bakü-İstanbul için Cenevre-New York kadar para verecektik. Bir gün sonrasına makule yakın bir bilet bulduk. Oteli bir gün uzattık, Kızların ilk İstanbul-Cenevre uçuşunu iptal ettik.

A-Jet’in başımıza açtığı bu iş bize yaklaşık iki bin dolara mal oldu. Çok küfür ettim onlara, buraya yazsam mahkemelik oluruz.

Mukadderat…

Ertesi gün açık bir Azerbaycan çayı ile bol pendirli/peynirli bir kahvaltıdan sonra otelimizden çıktık. Hava hala soğuktu ancak güneş açmış, masmavi bir gökyüzünün altında Bakü gezimiz devam ediyordu.

Dağüstü Park’a gitmek için bir fünikülere binecektik. Aslında bindiğimiz Bolt bizi parka kadar götürebilirdi ama videolarda gördüğüm bu fünikülerle çıkmak ziyaretimize farklı bir tad getirecekti.

Fünikülere geldiğimizde, Sovyet zamanlarından bu yana alışkanlıkların tamamen değişmediğini gördüm. Fünikülerin kabini istasyonda ve bir grup turistin de dışarda soğuktan titremesine rağmen, fünikülerler kralı kapıyı açmıyor, hiçbir şey yapmadan, kapının diğer tarafından bizleri seyrediyordu. Kabine binemesek de, en azından kapıyı açsa, soğuktan donmayacaktık, ancak umrunda bile değildik.

Kral bir on beş dakika falan sonra kapıyı açtı!

Kredi kartını gösterince, sen şöyle geç kenara dedi. Biletli diğer insanlar binmeye devam ederken başka biri bana bilet makinesini işaret etti. Gidip, biletleri aldım ancak kral ne beni sıraya alıyor, ne de ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Öyle hıyar gibi beklemeye devam ettik. Bir ara gözü bana takıldı, “Niye orada, arkamda bekliyorsun?” diye ilkokul çocuğunu azarlar gibi sordu. Bakü’de karşıma çıkmış ilk ve tek dangalak buydu. “Söylesene o zaman nerede duracağımı” diye hırladım. Bir şey demeden biletlerimizi aldı, ben de ağzımızın tadı bozulmasın diye uzatmadım.

Yolculuk kısa ama çok güzeldi. Yükselen irtifamız ile tamamen camla kaplı kabinden, Bakü manzaramızı değişik açılardan görmüş olduk.

Dağüstü Parkı ve Alev Kuleleri
Dağüstü Parkı, deniz kıyısındaki Bakü Bulvarı’ni gören bir tepeye yapılmış çok güzel bir park sevgili arkadaşlar. Bir tarafında deniz, diğer tarafında da Bakü’nün belkide en bilinen simgesi olan Alev Kuleleri isimli üç gökdelen bulunmakta. Alev Kuleleri’ni gece görmek çok önemli. Binanın yüzeyinde ışıklar ile inanılmaz bir şov yapıyorlar. Şovun içeriği askerli, bayraklı, yani biraz militaristik, ancak fazlasıyla görülesi.

Kulelerin hemen yakınında ise Azerbaycan Meclis Binası bulunmakta.

Dağüstü parkının benim için önemi burada bulunan şehitlik sevgili arkadaşlar.

Ben bir asker çocuğuyum. Askerlerin arasında doğdum, büyüdüm. O yüzdendir asker kimdir, hangi ruh haline sahiptir, bilmekle kalmam, aynı zamanda içimde hissederim. Bu nedenle milliyeti ne olursa olsun, askerlere - ama gerçek askerlere, çapulculara değil, fazlasıyla takdir besler ve saygı duyarım.

Aynı duyguları örneğin bir Kızıl Ordu şehitliğinde, ya da General Patton’ın yattığı Amerikan Üçüncü Ordusu’nun şehitliğinde de hissettim. Henüz ziyaret etmedim ama etseydim, bir Yunan ya da Ermeni şehitliğinde de aynı saygı ve takdir duygularına sahip olurdum.

Bazıların isimleri bile yok...
Yine tekrarlayayım, gerçek askerlerden bahsediyorum, sivillere eziyet eden, kadınlara tecavüz eden, katliam yapan, hırsızlık yapan şerefsizlerden değil.

Bu insanların ölmeyi nasıl meslek edindiklerini, inandıkları şeyler için neler yapabileceklerini iyi bilirim. Bu yüzden sonsuz saygı duyarım.

Parktaki şehitlikte, Azerbaycan’ın 1990 yılında Sovyetler’e karşı gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında hayatlarını kaybeden siviller ile her iki Karabağ savaşında şehit olan asker kardeşlerim var.

Sönmeyen ateş ve bir anıt ile Azerbaycanlı şehitler anılıyor.

Bu şehitliğin bir bölümü ise 1918’de hayatlarını kaybeden Nuri Paşanın askerlerine ayrılmış. Yani bizim şehitlerimiz. İsimlerinin hepsi mermer üzerine siyah plaketlere yazılmış. Hepsi dedim ama bir bölümünün isimleri bile yok, sadece "Türk Şehidi" yazıyor. Osmanlının dört bir yanından gelme kahramanlar, son nefeslerini Azerbaycan topraklarında vermişler..

Kızım görmesin diye biraz uzaklaştım, gözlerimden bir-iki damla yaş geldi.

Bizimkiler, şehitliğin yanına bir anıt, bir de cami yapmışlar. Anıttaki yazıt Türkiye ve Azerbaycan halklarının kardeşliğine atıf yapıyor.

Parktan çıkarken iki gençle karşılaştık. Nasılsın, iyi misin derken, laf arasında “Şehriniz çok güzel” dedim. Gençlerden biri “Bu da senin şeherindir qardaş” diye cevap verdi. Ben bu insanları seviyorum sevgili arkadaşlar.

Fünikülerdeki hıyarı bir daha görmemek için bir Bolt çağırdık ve Deniz Mall’a doğru yola çıktık.

Deniz Mall etkileyici modern mimarisi ile muazzam bir alış-veriş merkezi sevgili arkadaşlar. Kısa/orta vadede bütün dünyada ortadan kalkacak bu alış-veriş merkezi konsepti için çok para harcamışlar bana sorarsanız, ama ilerde binayı bir müze, sinema yada sanat aktiviteleri için bir salon olarak kullanabilirler elbette.

Şoförümüz, Deniz Mall’a giden göbekte bir başka bir arabayla kafa kafaya geldi, neredeyse birbirimize giriyorduk. “Koyun oğlu koyun” diye bağırdı, diğer arabanın şoförüne. Kendimi tutamadım, gülmeye başladım. “Niye gülirsen?” diye sordu bizim şoför. “Koyun oğlu koyun dedin, ona gülüyorum” dedim. “Siz ne dersiniz?” diye sordu. “Eşşoğlueşşek” dedim. 😂

Deniz Mall, marka alış-verişi içi çok uygun. Fiyatlar Türkiyeden ucuz - İsviçre’yi düşünün bir de, ve hemen her markayı bulabiliyorsunuz. Foodcourt ise hayli donanımlı, her şeyden önemlisi pide, döner, vesaire, hepsi var.

🐝Mezzy🐝 ise çoklu-katlı bir kayak için deli oldu. Kayak tüp şeklinde ve torpido kovanı gibi ucundan açıp, sizi bir mat üzerinde aşağı yolluyorlar.

Deniz Mall’da yemeğimizi yiyip, alış-verişimizi tamamladıktan sonra rotamızı Filarmoni Park’a yani Filarmoniya Bağı’na çevirdik.

🐝Mezzy🐝 hayali piyanosunu çalarken
Burası çok zevkle tasarlanmış bir park sevgili arkadaşlar. Biz oradayken hala yeşildi ama buranın İlkbahar’daki halini düşünemiyorum. Bana Paris’te, Viyana’da görebileceğiniz parkları çağrıştırdı. Park ismini yakındaki Devlet Filarmoni Orkestrası’ndan almış. Parkın göbeğinde de koca, kuyruklu bir piyano var. Bu soğukta ne çalacak biri, hadi onu buldunuz, ne de oturup dinleyecek kimse olduğu için üzerini örtüp, zincirlemişlerdi. Onun yerine sevgili kızım bize hayali piyanosuyla bir konser verdi.

Parktan ayrılıp, kısa bir yürüyüşle Bakü Bulvarına ulaştık. Burası kıyı boyunca uzanan büyük bir cadde. Caddenin üzerindeki önemli ziyaret noktalarından biri ise Denizkenarı Milli Parkı. Burada başka mükemmel bir Bakü manzarası görmek mümkün. Hatta bana sorarsanız Alev Kuleleri buradan daha bir güzel görünüyor.

Parkın bir bölümü ise Mini Venedik şeklinde isimlendirilmiş. Burada gerçekten kanallar ve bu kanallarda, biraz çağımıza uyarlanmış modernlikte olsalar da gondollar var. Kanalların kıyısında ise restoran ve cafeler bulunmakta. Bunlardan birine girip, biraz şarap ve tatlı takviyesi yaptık.

Akşamki son durağımız yine Nizami Caddesi oldu. Burada bir Cafe’ye oturduk ve mükemmel bir kaç saat geçirdik.

Bakü gezimiz, ertesi gün, ilk başladığı yerde, yani otelimizin rooftop barında son buldu.

Gezimiz başladığı yerde son buldu
Bar'a çıkarken düğün için photoshoot yapan bir ekibe denk geldik. Jelena bir Azerbaycanlı gelin görmek istiyorum dedi. Beyaz bir gelinlik giymiş kızı gösterdim, "Gelin bu" dedim. Sevgili karım duvarın yanında bekleyen başka bir kızı işaret etti, "Bu da gelin" dedi. Kız çok güzel giyinmiş ve makyaj yapmış. Ancak üzerinde bej bir gown var, o yüzden gelin sıfatını konduramadım, "Kız sen Sırpsın, bilmezsin bizim adetleri, bu gelinin en yakın arkadaşı, bridesmaid gibi" dedim. Jelena ısrar etti, "Hayır o da gelin". Gittim kıza "Siz de gelin misiniz?" diye sordum, hemen ardından nasıl büyük bir çam devirdiğimi anladım, ama iş işten geçmişti. Kız biraz da bozuk, "Tabii ki gelinim" dedi. Özür falan diledim ama kalbini kırmıştım çoktan, sanki gelin olabilecek kadar güzel giyinmemiş gibi. Sonradan düşündüğümde de çok üzüldüm ama...

Kar başlamıştı. Havaalanına gitmek için bir Bolt çağırdık. Trafik o kadar sıkışıktı ki, havaalanına gitmek bir saatten fazla aldı. Uçak da iki saat rötar yapınca, dönüş yolculuğu böyle vicdan azabı halini aldı.

Kar yüzünden uçuşumuz gecikti
Uzun süredir Türk Hava Yolları ile uçmamıştık. Havayolumuz gerçekten güzel sevgili arkadaşlar. Mükemmel konfor, mükemmel servis. Ancak son beş senenin en ciddi soğuk hava dalgası sağolsun, kar yüzünden gerçekleşen rötar sayesinde akşam saat yedide olmamız gereken İstanbul Havaalanına ancak gece on birde ulaşabilmiştik.

O saatte bir de taa Ataşehire mahşeri bir metro artı metrobüs yolculuğu yaptık. Otele geldiğimizde odalar karışmıştı, bir saat de onun düzelmesini bekledik. Yattığımızda saat sabah üç olmuştu.

Bakü gezimiz tatsız başlayıp, tatsız bitmişti, ama gezinin kendisi mükemmeldi.

Toparlarsak, Bakü mükemmel insanların yaşadığı mükemmel bir şehir sevgili arkadaşlar. Özellikle ilk kez yurtdışına çıkanlarınız için belki de en çok önereceğim bir destinasyon.

Türkiye’den komik sayılabilecek fiyata bir uçak bileti alıp, sadece kimliğinizle dilini konuştuğunuz, iyi, yardımsever insanlarla dolu, modern bir dünya kentine geliyorsunuz. Yemekler mükemmel, içecekler harika ötesi. Gezecek görecek hem tarihi, hem modern bir çok ziyaret noktası var. Fiyatlar da çok uygun.

Ee, bundan iyisi Şam’da kayısı. Daha ne bekliyorsunuz? Azerbaycan Türkçesiyle söyleyelim “Zahmet olmazsa” haydi Bakü’ye…

Bu arada hiç mi olumsuzluk yoktu derseniz, vardı elbette. Sigara! Azerbaycanlı kardeşlerim, en acısı da gençler her yerde, her zaman, külli miktarda sigara içiyorlar. Hani on beş yıl önce bırakana kadar, otuz yıl boyunca günde üç paket sigara içmiş biri olarak bana mı düşer bu yormu yapmak, emin değilim, ama içmeyin be abicim...

Bu gelişimizde hava muhalefeti yüzünden Bakü dışına çıkamadık, Gobustan, çamur volkanları ve Yanardağ’ı bir dahaki gelişimizde göreceğiz. İkinci gelişimizde kesinlikle Gence ve Karabağ’a da gideceğiz. Hankendi, Hocalı ve Şuşa listemizde.

Şimdilik hoşçakalın!

24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

13 Mart 2025 Perşembe

Bakü'ye İndik!

Sevgili arkadaşlar, Tom Hanks’in “Terminal” isimli bir filmi vardır, izlediniz mi, bilmiyorum. Orta Avrupalı biri Amerika’da bir havaalanına iner ama ne Amerika’ya girebilir, ne geri dönebilir. Havaalanında mahsur kalır.

İster inanın, ister inanmayın, bu olay ben şahsımın başına müteaddit kereler gelmiştir.

Yıl 2007. Daha taze evliyiz. Sevgili karım ikimize bir Mısır gezisi almış. Belgrad’dan bir uçak ile Kahire’ye gittik. Gitmeden de Mısır konsolosluğu ile konuşup, “Vize gerekiyor mu” diye sordum, “Hayır, gerekmiyor” dediler.

Sevgili karım ikimize bir Mısır gezisi almış
Uçaktan indik, pasaport kontrolünde sıraya girdik. Bir fellah, entarisi ile kuyruktakilerin pasaportlarına bakıyor, sonra da elindeki vizelerin arkasını yalayıp, “şap” diye pasaportlara yapıştırıyor.

Sıra bana gelince pasaportuma baktı ve “Sen şöyle geç kenara” dedi.

Turla beraber gittiğimiz bütün Sırplar sınırı geçmiş, bir ben, bir de gönüllü olarak benle kalan sevgili karım kalmıştık.

“Ya habibi, ne oluyor” diye sorduk, Arap görevli beni işaret edip, “Bu bir terör riski” dedi.

O anda sinirimi nasıl kontrol edeceğimi bilemedim. Jelena “Niye” diye sordu, adam sadece “Öyle” dedi. Sonrasında pasaportumu alıp, kayboldu. Dışarda bir otobüs dolusu Sırp bizi bekliyor. Aradan bir saat geçti, aynı habibi geldi, hiç bir şey söylemeden vizeyi yalayıp, pasaporta yapıştırdı. Ne oldu, niye oldu, kimse bir şey söylemedi. Öyle bir saat bok gibi kalmışlığımla kaldım havaalanında.

Pasaportu ve vizeyi damgaladılar, içeri girdim. Ama çok az bu kadar sinirlenmiştim. Her nasılsa “Terör riskinden”, “Turistliğe” terfi etmiştim. Garip Jelena, Mısır, Türkiye, din kardeşi, zorluk çıkmaz falan diye düşünürken, böyle bir muameleye maruz kaldığımızı görünce şaşırmıştı. Ona “Türk olmak zordur” dedim.

Yıl 2008. Belgrad’da bir arkadaşın düğününe gidiyorduk. O aralar Sırbistan için vize gerekiyordu. Ben de Sırbistan konsolosluğuna bana vize verin diye başvurdum. Onlar da “Yok birader, sen İsviçre’de yaşıyorsun, vizeye gerek yok” dediler. Üç yıl Niş’de yaşadım, başıma geleceği biliyorum, “Etmeyin, bir vize verin yoksa beni içeri almazlar” dedim. “Yok, vermeyiz, vizeye gerek yok, sen git, almazlarsa bizi ara” dediler.

Cenevre’de havayolu da vizeye gerek yok diye teyit etti, uçağa bindik, Niş havaalanına indik. Havaalanında pasaport kontrolündeki Dragan, “Senin vizen yok, giremezsin” dedi. “Etme brate, bak konsolosluk girersin diyor” deyip, konsolosluktan gelen email’i gösterdim. “Hmmm” falan dedi, pasaportumla email’i aldı, ortadan kayboldu.

Niş’e gidenleriniz bilir, bütün pasaport kontrolü, bagaj alımı falan topu topu on metrekarelik, küçücük bir alandadır. Ben de bu küçücük yerde beklemeye başladım.

Jelena da pasaport kontrolünün diğer tarafında, bağrışarak konuşabiliyoruz. O da görevlilere dert anlatmaya çalışıyor ama…

Aradan bir saat falan geçti. Haliyle su içmek, bir şeyler yemek gibi insani ihtiyaçlar belirmeye başladı. Oradaki başka bir görevliye “Brate, bak, moja zena je Srpkinja, ben de Niş’te üç sene yaşadım, yabancı değilim, bana bir şeyler yiyip, içebilecek bir yer göster, ya da sen al, bana getir” dedim.

Görevli, bir sağa, bir de sola baktı, yapacak bir şey yok, “Tamam geç sınırı, ama terminalden çıkma” dedi.

En azından karıma kavuşmuştum, kapalı görüş, açık görüş haline dönüşmüştü. Sarıldık, öpüştük, hasret giderdik. Aynı zamanda bu yeni izin ile hücremin alanı büyümüş, tuvalet, kraker, gazoz gibi insani ihtiyaçlar ulaşılabilir hale gelmişti.

Aradan iki saat daha geçti, hala otoritelerden haber yok. Havalandırma iznim binanın içinden, binanın çevresine doğru genişlemişti. Binadan çıkıp, Jelena ile evlendiğimiz restorana doğru yürüdük. Bu arada Niş’ten tanıdıklar gelmişti, onlarla lafladık.

Güneş batmış, hava kararmıştı. Ben hala illegal göçmen durumunda havaalanında geziniyordum.

Sonunda pasaportumu alıp giden görevli “Brate” diye bağırdı. Hemen yanına gittim. “Haklıymışsın, vize gerekmiyormuş” dedi, dan, dun pasaportumu damgaladı, ben de Sırbistan’a legal olarak girebildim.

Sevgili arkadaşlar, size şu kadarını söyleyeyim, bu vize işinden çok çektim. İsviçre’ye geldiğim ilk yıllarda, Şengen, mengen yok tabii, her ülkeye ayrı ayrı vize almam gerekiyordu. İsviçre’yi bilenleriniz daha iyi anlayacaklardır, araba kullanırken biraz melankoli yapın, kendinizi ya İtalya, ya Fransa, yada Almanya’da bulursunuz. Düşünsenize ayrı ayrı üç vizeyi canlı tutabilmek…

İş için de Polonya, Çek, Macaristan, artık allah ne verdiyse gezmek zorundaydım. Bu yüzden de departman sekreteri, bu vize başvuruları yüzünden benden nefret etmişti.

Bir keresinde Münih bağlantılı uzak bir ülkeye uçuyordum. O zamanlar da baca gibi sigara içiyordum. Münih transit alanında tadilat vardı, ve sigara içme odalarını kapatmışlardı. Yarım saatliğine dışarı çıkıp, bir sigara içebilmek için Almanya vizesi almıştım!

Böyle daha çok hikaye var da, konumuzdan uzaklaşmayalım diye anlatmıyorum.

Neyse ki sonrasında Şengen gelmişti de, bu vize çilesi bitmişti. Oturum izni ile Avrupa’da her yere vizesiz gidebiliyordum. İlerleyen zamanlarda İsviçre pasaportu da alınca işler çok daha kolaylaştı tabii.

Ama şu sıralar vize almak zor diyenlere bakıyorum da, “Gel sen ne çektiğimi, bir de bana sor” diyesim geliyor.

Vize maceralarım boyunca zor diye düşünebileceğiniz ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerde zerre kadar zorluk yaşamadım. Ama şu “diğer” ülkeler yok mu… Kök söktürmüşlerdi bana.

Öykümüze dönersek, Azerbaycan’a sadece Türk kimliğini göstererek pasaportsuz girme fikri içimi ısıtmıştı. Kızlara tembihledim, “Bakın Türk kimliklerinizi unutmayın” falan diye.

Uçağımız sabaha karşı üçte, Tiflis’ten kalkıyordu. Biz saat bir gibi havaalanındaydık. Cehennemvari bir sıcaklıkta uçağımızı bekledik, ama bu arada Jelena çizmelerini, çoraplarını çıkarmış, yalınayak havaalanında geziyordu.

Azerbaycan havayolları ile kısa bir uçuş bizi Heydar Aliyev Havaalanı’na getirdi. Pasaport kontrolüne geçtik, ben kimliklerimizi gösterdim. Görevli “Nereden geliyor sunuz?” diye sordu, “Tiflis’ten” dedim.

“O zaman kimliklerinizle giremezsiniz” dedi.

Anlamamıştım. ”Niye?” diye sordum, “Sadece Türkiye’den gelişlerde kimlik ile giriş mümkün, Tiflis’ten gelişlerde sadece pasaportla girebilirsiniz” dedi görevli kız. Anlamamıştım ama “Tamam” dedim. İsviçre pasaportlarını gösterdik, kız “Bunlara vize gerekiyor” dedi.

Yan tarafta vize bankosu var, oraya gittik. Oradaki görevli çok mahçup, bir o kadar da candan bir biçimde “Acil vize başvurusu için üç saat beklemeniz gerekecek” dedi, “Türk pasaportlarınız yok mu? Hem vize parası vermeniz gerekmez, hem de beklemezsiniz” dedi.

Bakü’den sonra İstanbul’da bir kağıt-kürek işi için iki gün geçireceğimden yanıma Türk pasaportumu almıştım. 🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportu evde kalmıştı. Jelena’nın ise Türk pasaportu zaten yoktu, üç yüz küsür frank verip, çıkartmamıştı. Sadece kimlikleri vardı.

Görevli kız, bana “Siz buyrun geçin, karınızla uşağınız vizeyi bekleyecek” dedi. “Ben de onlarla bekleyeceğim” dedim. Vize ücretini ödedik, beklemeye başladık.

Bekleme esnasında dünyanın en iyi, en saygılı, en sevgi dolu insanlarıyla birlikte olduk. Hepsi polis, dünya güzeli Hayale Hanım, 🐝Mezzy🐝’ye kurabiye, Jelena’ya da çay verdi. Şehriyar kardeşim bizi gelişlerden, gidişlere geçirip, oradaki cafelere oturabilmemizi sağladı. Uzun uzun, çok zevkli bir sohbet ettik. Profösyönelliklerinden herhangi bir ödün vermediler, “Kusura bakmayın, sistemimiz böyle, beklemeniz gerekiyor” dediler, ancak bizim kendimizi iyi hissetmemiz için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hepsine buradan ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

🐝Mezzy🐝 koltuklarda uyuyordu
Vizelerimizin email ile gelmesi gerekiyordu, ama üç saat sonra hala bir cevap gelmemişti. 24 saatten beri uykusuzduk. 🐝Mezzy🐝 koltuklarda uyuyordu, biz de gözümüzü açık tutabilmek için kahve üstüne kahve içiyorduk.

Bürokrasi, Azerbaycan’da da bürokrasiydi. Bir yarım saat bekledikten sonra Azerbaycan e-vize sitesindeki bir link ile vizelerimize ulaşabildim. Vizelerimiz çıkalı çok olmuştu, ama o email bir türlü gelememişti. Vize sitesinden Screenshot alıp, sınırı geçtik, Bakü’ye girdik.

Ancak saat sabah dokuzu bulmuş, sekizdeki turumuzu kaçırmıştık.

Sağlık olsun dedik.

Olan biten aslında tamamen benim hatamdı. Azerbaycan’a giriş şartlarını kontrol etmeden, duyduklarıma dayanarak sadece kimlikle girilebilir sonucuna ulaşmıştım.

Ancak burada Azerbaycanlı kardeşlerime de biraz sitem etmeden duramayacağım. Eğer Erivan-İstanbul-Bakü aktarmasıyla gelseydik kimliklerimizle girebilecekken, Atina-Tiflis-Bakü şeklinde geldik diye kimliklerimizle giremedik. Bizler aynı insan olsak da, birinde kimlik, diğerinde pasaport gerekiyordu. Açıkçası pek mantıklı gelmedi bana.

Bir de madem vize politikanız bu kadar karmaşık, pasaportlarımızı uçağa binmeden kontrol etseydiniz de, biz de Tiflis’te bir gün daha geçirip, Bakü’de, havaalanında sefil olmasaydık…

Ne yapalım, canları sağolsun.

İki kelime de Baku Heritage Tours’a.

Gobustan, Yanardağ ve Çamur Volkanları için bunlardan bir tur almıştık. Vize işi uzayınca bir mesajla durumu anlattım, “Bir sonraki güne erteleyebilir miyiz?” dedim. “Yok olamaz” dedi, çok kaba bir biçimde kestirdi attı. Tabii şimdi kim uğraşacak, bunları bugünden sil, yarına ekle. Nasılsa parayı vermişler…

Ne yapalım, olmuyorsa olmuyor dedim, boşverdim. Teknik olarak non-refundable, non-reschedulable bir turdu. Sadece belki bir iyi niyet olabilir miydi diye denemiştim.

Ancak biz havaalanındayken tur zamanı geldiğinde telefon çaldı, “Neredesiniz? Sizi bekliyoruz” diye otobüs şoförü mesaj yollamıştı. İlk konuştuğum tembel ukala, otobüse, “Bunlar gelmeyecek” diye haber bile vermemişti.

Size önemli tavsiyem, bu ciddiyetsiz, laçka adamlardan uzak durun. Bakü’de aynı turu alabileceğiniz bir çok yer var. Fiyatlar da aynı.

Bakü gezimiz biraz olaylı başlamıştı, ama spoiler alert, sonrası bir içim su olacaktı!

Devam edeceğiz…

11 Mart 2025 Salı

Azerbaycan

Sevgili arkadaşlar, Türkiye dışındaki diğer Türki devlet, daha doğrusu Türki halklara çocukluğumdan beri ilgi duyarım ve büyük miktarda sempati beslerim.

Bu alanda kat edilecek çok yolum var, ancak bu menzildeki en önemli hedeflerimden biri olan Azerbaycan’a ailem ile birlikte gidiyoruz.

Beni izleyenlerinizin bileceği üzere karım Jelena Sırp’tır ancak inanın o Azerbaycan’ı benden daha fazla merak ediyor. Bunun üzerine kızım Melissa’ya da kökenlerini tanıtmak fırsatı eklenince, Azerbaycan gezimiz çok fazla önemli bir hale dönüştü.

Bu gezideki hedefimiz Bakü. Karabağ’ı da çok görmek istiyorum ama henüz ziyaret edilebilir bir halde mi, emin değilim. Fırsat yaratabilirsem, mutlaka göreceğim tabii.

Azerbaycan hedef taşlarından sadece biri. Ömrüm ve gücüm yeterse Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı gördüm ama bir daha niye olmasın, vize alabilirsem Türkmenistan’ı, başta Uygurlar, Çin ve Moğolistan içerisindeki Türk bölgelerini, Yakutistan’ı, Tataristan’ı, Başkurtistan’ı, Dağistan’ı, Karakalpakistan’ı, Çuvaş ve Başkirler’i, Nogaylar’ı, kaldılarsa Hazarlar’ı hep görmek istiyorum.

Altmışa yakın ülke gördüm, çok azından Gagavuzya ziyaretim kadar zevk aldım.

Amacım kuru, basma kalıp kafatasçılık değil. Sadece kökenlerimi, bir parçası olduğum halkları tanımayı ve anlamayı hedefliyorum.

İşte böyle.

Fazlasıyla Azerbaycanlı tanıdığım var, bir o kadar da Azerbaycan hakkında okuyup, izledim. Ancak görmek başka elbette.

Rotamızı Bakü’ye çevirdiğimiz şu dakikalarda biraz Azerbaycan’dan bahsedelim.

Azerbaycan ülkesi ve halkı, tanımlama ve hitap bakımından biraz özen gerektiriyor sevgili arkadaşlar.

Öncelikle bizim taraftan, “Azerbaycan” sözcüğü, yanlış olarak “Azerbeycan” şeklinde söyleniyor. Etmeyin, doğru diye bildiklerinizi unutun. Adamların ülkesinin ismi “Azerbaycan”.

İkinci ve hissettiğim kadarıyla daha da önemli olan ise “Azeri” sıfatı.

“Azeri”, bizim dilimizde Azerbaycan halkını, bu insanların konuştuğu dilin lehçesini, hatta müzikte bir makamı tanımlayan bir sözcüktür.

Azerbaycan halkı ise bu sözcüğü çok sevmiyor sevgili arkadaşlar.

Bunun bir kaç sebebi var.

Ruslardan başlayalım. Ruslar “Azeri” sözcüğünü, bir bölgede yaşayan ve ortak bir dili konuşan insanları tanımlamak için kullanmış. Keza İranlılar.

Burada ne yanlış yada eksik derseniz, tanımı itibarıyla Azeri sözcüğünün bir halkı, bu halkın kimliğini kapsamıyor olması.

Ruslar da, İranlılar da, “Azeri” tanımlamasını biraz küçümsemek, biraz da toplumsal değerleri törpülemek ve bastırmak için kullanmışlar.

Bire bir aynısı olmasa da, örneğin “Dadaş” yada “Efe” sözcüğü, “Azeri” sözcüğünde olduğu gibi bir halkı, onun kimliğini tanımlamaz, sadece coğrafik bir bölgeyi, biraz da adetleri, lehçeleri falan benzer olan grupları tanımlar. Efeler de Dadaşlar da Türktürler. Aynı şekilde Azerbaycan ve Azerbaycanlılar da her şeyleriyle kendilerine özel, etnisitesiyle, kültürüyle farklı, bağımsız bir ulus ve halktır. “Azeri” sözcüğü bu özellikleri gözardı eder.

Konuyu en iyi İlber Ortaylı izah etmiş: “Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Komünist şairler bile 'Türk kızları' diye yazar. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü'dür, milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir!”

Şöyle anlaşalım. “Azeri” yerine “Azerbaycanlı”, dil için de “Azerbaycan dili” yada “Azerbaycan Türkçesi” diyelim.

Yine de söylemeden geçmeyelim. "Azeri" sözcüğü Türkiye Türkçesinde sadece sevgi ve yakınlık kokar. O istenmeyen anlamların hiç biri, bu sözcüğü kullanan bir Türk'ün aklına bile gelmez. Bizde Azeri makamı, Azeri lehçesi vardır. Bu terimleri o kadar çok sık kullanırız ki, "Azeri" lafı arada ağzımızdan kaçarsa, Azerbaycanlı kardeşlerimiz de alınmasınlar diyelim.

Peki kim bu Azerbaycanlılar?

En basit anlamıyla biziz sevgili arkadaşlar. Hatta diğer Türki toplumlar arasında Türkiye Türklerine en yakın olan halk Azerbaycanlılar’dır. Türkiye Türkleriyle aralarındaki tek fark, tarihin bir noktasında Türkiye Türkleri Araplara denk gelip, çoğunlukla Sünni, Azerbaycan Türkleri de İranlılara denk gelip çoğunlukla Şii olmuşlar (Teknik olarak önce Sünni, sonra Şii olmuşlar, çok detayına girip, başınızı ağrıtmayayım). Şii Türk kimliğinin üzerine Sovyetler döneminden ithal edilmiş sözcükleri ve Sovyet usulü bilimsel ve sanatsal katkıları da eklersek yekünde bugünkü Azerbaycan’ı tanımlamış oluruz.

Bu arada, izleyenleriniz zaten bilecektir, ne Sünnilikle, ne Şiilikle alakam vardır. Benim gözümde biri diğerinden daha iyi, daha makbul değildir. Yaşam ilkelerim doğrultusunda kim ne isterse o olur, beni ırgalamaz. Benim ne olduğumun yada olmadığımın da başka kimseyi ırgalamayacağı gibi. Neyse çok uzattık, anladınız herhalde.

Dünyada en fazla Azerbaycanlı, ilk bakışta zannedilebileceği gibi Azerbaycan’da değil, İran’da yaşar. Dünyadaki 30-35 milyon Azerbaycanlı’nın muhafazakar bir tahminle 20 milyon kadarı İran’da yerleşiktir. Azerbaycan’da ise sadece sekiz milyonun biraz üstünde Azerbaycanlı yaşar.

Gençliğimde buram buram Azerbaycan kokan bir şarkı meşhur olmuştu. Karıya aşık olup, iki bira çeken her hasso delikanlı ya bu şarkıyı söyler, yada söyletirdi. Şarkının ismi “Ayrılık” olunca, haliyle herkes bunun bir aşk şarkısı olduğunu düşünürdü. Halbuki “Ayrılık”, yada doğru biçimiyle “Ayrılıq”, Türkmençay anlaşmasının ayırdığı Rusya ve İran’da yaşayan Azerbaycan halkı için yazılmış. Müzik bir Güney Azerbaycanlı, yani İran Azerbaycanından gelme Ali Salimi’ye, sözler ise bir İranlı, yani Farsi olan Rahim Moeini Kermanşahi’ye ait. Biz gelin bunu en bilinen yorumuyla, 1950’lerde söylendiği gibi Raşit Behbudov’dan dinleyelim.


İran’daki Azerbaycanlılar her şeyleriyle Azerbaycanlı, Yani Türk. Türkçe konuşuyor, Türk yemekleri yiyiyor, Türk müzikleri dinliyorlar. Ben Tebriz’e gitmedim ama izlediğim kadarıyla her şeyiyle bir Türk şehri. Ali Hamaney’in babası, Mesut Pezeşkeyan’ın annesi ve babası hep Azerbaycanlı, yani Türk. Türkçe konuşurlar, Türk kültürüne fazlasıyla yakındırlar.

İşin sosyo-politiğine dalıp, kafa şişirmeyelim ama 85 milyonluk İran’ın içindeki bu 20 milyonluk Azerbaycanlı nüfus, durmaksızın İran’ın uykusunu kaçırır. Son Karabağ savaşında İran’ın Ermenistan’ı desteklemesi falan hep bundandır, keza İsrail’in de Azerbaycan’la kanka olması. Enemy of my enemy durumları…

Coğrafik olarak Azerbaycan, Türkiye’nin doğusunda kalır. Azerbaycan’la kısa bir sınırımız vardır ancak, sınırı geçip, Bakü’ye arabayla gidemezsiniz. Çünkü Türkiye ile sınırı olan Azerbaycan’ın toprağı Nahçıvan ile Azerbaycan’ın gerisinin arasına Ermenistan toprağı bir bıçak gibi girmiştir, daha doğru bir deyişiyle sokulmuştur. Türkiye ile Orta Asya’daki Türk devletlerinin kara bağlantısını kesmek için 1920’lerin başında Ermenistan sınırları, Nahçıvan ile Azerbaycanın arasını kesecek biçimde tanımlanmış.

Bu günlerde adını sıkça duyduğunuz Zengezur Koridoru, Nahçıvan ile Azerbaycan’ı Ermenistan üzerinden karadan bağlayacak bir yol projesidir. Gerçekleşirse, Edirne’den yola çıkan bir kamyon, Bakü’ye kadar karadan gidip, Hazar Denizi’ni feribot ile geçerek Kazakistan ve Türkmenistana, oradan da Kırgızistan ve Özbekistan’a ulaşabilecektir.

Azerbaycan’ın, deniz ile bağlantısı olmamasına rağmen, Hazar denizi ile kıyısı vardır. Hazar Denizi teknik olarak bir göl olsa da, dünyanın en büyük gölüdür ve haysiyetli bir deniz sayılır. Uluslararası anlaşmalarda kafadan deniz kategorisine girer. Alan olarak, Karadeniz, Karayipler ve Baltık Denizi gibi denizlerle kıyaslanabilir. Suyu da normal deniz suyunun üçte biri oranında tuzludur.

Gelelim Azerbaycan’ın tarihine. Çok baş ağrıtmadan, ilginizi çekebilecek bir kaç noktaya değinelim.

Azerbaycan, çoğunuzun düşüncesinin aksine, hiç bir zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan bir parçası olmamış. Ermenistan'ın farklı bölgeleri zaman zaman Osmanlı İmparatorluğu içinde kalmış olsa da, Azerbaycan hep imparatorluk sınırları dışında kalmış.

Bizde pek bilinmez ama, Rusya ile İran arasında uzun süren savaşlar sonunda imzalanan Türkmençay antlaşması ile Azerbaycan, İran ile Rusya arasında paylaşılmış. Yukarda değindiğimiz İran Azerbaycanlılarının bugünkü konumu hep bu anlaşmanın sonucudur. Günümüzdeki Azerbaycan, Sovyetlerin dağılması sonucunda Türkmençay antlaşması ile Sovyet tarafında kalan Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesi sonucunda kurulmuştur. Tekrar edelim, Azerbaycan’ın büyük tarafı hala İran sınırları içindedir.

Azerbaycan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmasa da, imparatorluk tarihi boyunca her iki ulus varoldukları süre boyunca birbirleriyle güçlü ilişkiler kurmuş. Gerçi Yavuz’un Şii/Alevi takıntısı yüzünden Safeviler’le hoşlaşması araya biraz kara kedi sokar gibi olmuş ama her iki halk da birbirlerine sevgi duymayı hiç bırakmamış.

Unutmayalım, Safeviler ve Azerbaycanlılar aynı kökenden gelirler. Tam doğrusu, Safeviler, Azerbaycanlı bir Türk aile, yani hanedandır. Tıpkı Osmanlılar gibi. Safevilerin kurucu hükümdarı Şah İsmail de Türkçe konuşan, Türk yemeği yiyen bir Azerbaycan Türküydü. Büyük, bilge bir lider, aynı zamanda gerçek bir şairdi. Tabii ki Türkçe yazardı:

Məndən pəhri çəkən alimlər, füzəlâ
Xətayi həqq şərabın içdi, sərməndir bu gün

Yani:

Benden övgüyle bahseden alimler ve bilginler
Hatayi, hakikat şarabını içti, bugün mest olmuştur

Sufi felsefesi bu, hemen şarabı duyunca aklınız başka yerlere gitmesin. Ulvi, ebedi bilgi, gerçeklik, beni öylesine etkiledi ki, dünyada olup biten bunun yanında hiç bir şey diyor, mealen.

Safeviler zaman ilerledikçe İranlı/Farsi bir eksene doğru kaysa da, kökenlerinden kaynaklı Türk değerleri varolmaya devam etti.

Safeviler'e ilk önemli darbeyi 1514'te Yavuz, Çaldıran savaşında vurdu, 1736’da da Nadir Şah tarafından yıkıldılar. Ama arkalarında bıraktıkları muazzam kültürel miras bugün Azerbaycan ve İran'da her anlamda sürmekte.

Rus İmparatorluğu’nun parçalanması sonucunda, 1918 yılında Azerbaycanlılar, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetini kurmuşlar. Bu devlet, İslam dünyasındaki ilk laik parlamenter demokrasidir.

Osmanlı İmparatorluğu da, bu yeni kurulan Türk devletini, özellikle Bolşevikler’e karşı desteklemek için Nuri Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi) komutasında bir orduyu Azerbaycan’a göndermiş. Nuri Paşa özellikle Bakü’nün Ermenistan işgalinden kurtarılması esnasında önemli ölçüde yardımcı olmuş.

Nuri Paşa’nın gayretleri elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda son bulmuş, ancak varlığı ve yardımları Azerbaycanlılar tarafından hep hatırlanmış.

Bizim tarih kitaplarında ismi geçer mi, geçmez mi, bilmiyorum ama Nuri Paşa bugün Azerbaycan’da hala sevilen ve hatırlanan bir kişilik.

Gelelim Azerbaycan Türkçesine.

Gerçek Türkçeyi, Türkiye’de konuşulan Türkçe zannedip, başka lehçelere burun kıvıran zırcahilleri bir tarafa koyalım.

Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesi konuşanlar tarafından tamamen anlaşılır bir Türkçe.

Sadece biraz hayal gücü.

En sevdiğim Azerbaycan Türkçesi sözcük “şirin”. Tatlı demek, ama mecazi değil, baklava, şeker tatlıdır tatlısı!

Azerbaycan Türkçesinin gramerinde devamlılık yok. Yani “geliyorum” değil, “gelirem” diyorlar. Gidin Erzuruma, Dadaşlar da böyle konuşur. O yüzden çok havalanmayalım. Hele benim gibi bir de anadili Slav bir dil olup, master’ını Fransızca üstüne yapmış biri ile evliyseniz - çünkü her iki dilde de devamlılık yoktur, çok rahat alışıyorsunuz (yada “alışırsen”, daha da doğru şekli ile “öyreşirsen” :)

Diğer tüm Türk lehçelerinde olan, ama Türkiye Türkçesinde olmayan gırtlaktan gelen “kh” sesine biraz alışmak gerekiyor. “Kale” yerine “Khala” - “Bu gala daşlı gala” gibi. Fonetik yazıyorum, yoksa Azerbaycan alfabesiyle “kale”, aslında “qala” şeklinde yazılıyor.

“Çocuk”, “Uşak”, ki burada biraz Laz oluyoruz, “İyi” ise “Yahşi”, “Para”, “Pul”, "Nasıl" da "Neçe". Yani bilmediğiniz bir şey yok, tekrar etmek pahasına, sadece biraz hayal gücü.

Latince bazlı, yada Slav bir dil biliyorsanız “respublika” yada “prezident” gibi sözcükleri de hemen tanıyacaksanızdır. “Cumhuriyet” kelimesini Türkçe zannedip, Azerbaycanlılar’a niye Türkçe yerine Rusça bir kelime olan “Respublika” ‘yı kullanıyorsunuz diyenleri de İlber Hoca’ya havale ediyorum.

Sözün kısası, bir zorluk yok. Var diyenler de ilgi çekmeye çalışan hıyarlar, hepsi o. Gelmeden önce Bakü’de bir restoranı arayıp, Türkçe konuşarak, problemsiz biçimde bir rezervasyon yaptım.

Azerbaycanlılar gaza sonuna kadar basıp, öz Azerbaycan Türkçesi konuştukları zaman anlamak zorlaşıyor, ancak her iki dil de normal koşullarda tamamen anlaşılabiliyor. Bu arada, siz fark etmeseniz de, Azerbaycanlı kardeşlerimiz Türkiye Türkçesi konuşarak bizi fazlasıyla idare ediyorlar. Bu jeste karşı, Azerbaycan’a gidenlere ödev olsun, siz de biraz sıkın ve Azerbaycan Türkçesi konuşmaya çalışın.

Size biraz Azerbaycan havası koklatmaya çalıştım. Azerbaycanlıları ise sonraki yazılara saklıyorum. Bu güzel insanları sizlere ne kadar haklarını vererek anlatabileceğim, bilmiyorum. Görüp, tanımak gerekiyor.

Herneyse, başlamak, bitirmenin yarısıdır.

Devam edeceğiz.

Yaxşı qalın, mehriban olun ❤️

4 Mart 2025 Salı

Tiflis

Tiflis havaalanına sabaha karşı indik ve birkaç dakika içerisinde formaliteleri tamamlayıp, dışarı çıktık. İlk iş Bolt uygulamasıyla bir taksi çağırmaya çalışmak oldu. Gel gör ki, eSIM kartım çalışmıyordu. Havaalanına geri dönüp, free wi-fi ile bir Bolt çağırdım.

Taksiyi beklerken yanımıza belki on tane taksici yanaştı. Kimileri Bolt gelmez, boşuna bekleme, kimileri de Bolt’un yazdığı fiyat başlangıç fiyatıdır, senden fazlasını isterler diyordu. Kardeşim, haritaya bak adam geliyor, Bolt da zaten parayı peşin aldı, ne diyorsun sen falan diyene kadar Bolt geldi. On İsviçre Frangı gibi bir fiyata otelimizin önüne kadar geldik. Karşılaştırma bakımından, Atina’da neredeyse bu fiyata sadece bir kişi metro ile havaalanından şehir merkezine gidebiliyordu.

Check-in yaptıktan sonra hemen eSIM ayarlarını ufak bir hack ile çalışır hale getirdim.

Bu eSIM işi çok rahat sevgili arkadaşlar. Her ülke için ayrı bir eSIM alabileceğiniz gibi her ülkede çalışabilen bir tek eSIM almak da mümkün. Ben ikincisini aldım ve onu kapat, bunu aç derdinden kurtuldum. Yüklediğiniz para da bir sonraki ülkeye devrediyor ve böylece kartınızda artık miktarlar yanmıyor. Fiyatlar ise çok çok ucuz. Gürcistan’da beş gigabayt, beş euro falan gibiydi. eSIM’i bir QR Code’u okuyarak telefona yükleyebiliyorsunuz, gerçekten çok kolay. Şiddetle tavsiye ederim.

Odamız cehennem gibi sıcaktı. Termostatı kurcalayıp, soğutmayı denedim ama nada. Camları açtık ve Şubat ayındaki Kafkas soğuğu ile odanın sıcaklığını zar zor insani seviyelere düşürebildik.

Kahvaltı için Kikliko isimli bir cafe’ye gittik. French toast’un fırın ekmeği ile Gürcüleştirilmiş versiyonu. Çok güzel bir salata ile servis ediyorlar. French toast ile aranız yoksa, birçok yerde bulabileceğiniz haçapuri falan yiyebilirsiniz.

Tiflis, Kura Nehri’nin ortasından geçtiği, dağların ortasında bir şehir. Büyük İpek Yolu’nun önemli bir durağı olmuş ve bu konumu nedeniyle birçok imparatorluk tarafından ele geçirilmiş. Şehir, Bizans, Pers, Arap, Moğol, Osmanlı ve Rus hâkimiyetleri altında kalmış, bu yüzden de bu dönemlerden izler taşımakta.

Tiflis’teki ilk izlenimlerimiz biraz karışıktı. Merkezi alanlar fazlasıyla cazibeliydi ancak bir sokak geriye gittiğimizde, hemen her zaman, gerçekten çok kötü bir manzarayla karşılaştık. Çok fazla Sovyet usulü binalar vardı. Gürcüler de benzeri durumdaki diğer ülkelerin başvurduğu kısa yolu alıp, sprey boyayla bu binaların çoğunu grafiti ile bezemişler. İyi de olmuş, kente biraz renk gelmiş.

Şehirde gezerken gördüğümüz her üç kişiden biri Türk’tü - abartmıyorum. Uçak biletlerinin ucuzluğu, vize gerekmemesi ve yolun kısalığı yüzünden bütün Türkler Gürcistan’da geziyor. Türklere iki dakika olan bu kent, bize üç saatlik jetlag ile, ciddi uzun yol. O yüzden heyecanımı hoş görün.

Tiflis’te trafik ise bir felaket. Bir kilometrelik yolu bazen on beş dakikada zor alıyorsunuz. Daha önce de yazmıştım, bu adamların yaptıkları araba kullanmak değil. Trafikte beş dakika aynı noktaya bakın, beş kez neredeyse kaza yada kafadan kaza görürsünüz. O kadar aptalca araba kullanıyorlar, anlatamam.

Yine diğer arabaları milimetre ile sıyırarak Tiflis’in kukla tiyatrosu ve saat kulesinin bulunduğu küçük meydana ulaştık.

Saat Kulesi
Saat kulesinin çok nevi şahsına münhasır bir mimarisi var. Pisa kulesi halt etmiş, bu kulenin her tarafı eğri büğrü. Tek bir çelik kolon bu kulenin sağa sola yatmış parçalarını tutuyor. Bu kuleyi ve yanındaki tiyatroyu ünlü kuklacı Geppetto, yok yok, Rezo Gabriadze yapmış. Prag’daki astronomik saat misali her saat başı, kulenin tepesindeki bir balkonda bir melek beliriyor ve yandaki çanı çalıyor. Her gün saat 12 ve 19’da ise, saatin altındaki bir balkonda kuklalarla yapılmış, yaşam çemberi temalı, doğumdan ölüme geçen süreçleri sembolize eden kısa bir kukla şov izlenebiliyor.

Kulenin üzerinde renkli ve göze güzel görünen çiniler var, bir de camın arkasına konmuş çok küçük bir saat. Bu saat için herkes farklı bir yerin (Dünyanın, Gürcistan’ın, Tiflis’in) en küçük çalışan saati diyor. Ben çıplak gözle saati pek seçemedim. Fotoğrafını çekip, büyüttüğümde anca gördüm.

Bu kule öyle çok eski değil, 2010 yılında yapılmış, ancak çok özel ve başka bir yerde görülemeyecek bir yapı. Biz çok beğendik, tavsiye ederiz.

Meydanda, ufak da olsa, benim çok hoşuma giden bir şey yapıyorlar. Resminizi siz farkında olmadan çekip, bir gazete sayfasına basıyorlar, ücretsiz size veriyorlar. “Şöhretler Tiflis’te” gibi bir de manşet koymuşlar.

Kulenin hemen ilerisinde Anchiskhati Basilica isimli, Gürcistan’ın en eski kilisesi var. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biri. İçinde inanılmaz güzellikte freskler var. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Böyle yasakları gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Niye yasak, kim yasakladı, niye burada yasak da bir sonraki kilisede yasak değil, beni aşıyor. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Saat kulesinin etrafında çok güzel cafe’ler var. Buralarda genellikle yemek de servis ediyorlar.

Cafe Leila
Tesadüfi bir şekilde girdiğimiz Cafe Leila’nın bu cafe’lerin en ünlülerinden biri olduğunu sonradan öğrendik. İçerisinin tavan ve duvar işçiliği bir sanat harikası. Turların fotoğraf çekmek için durdukları bir nokta.

İçerideki şef de şaraptan çok iyi anlıyordu. İlerleyen zamanlarda, Tiflis’in geri kalan bir çok yerinde içtiğim şarabi ne yazık ki buzdolabında saklayıp, soğuk servis ediyorlardı. O güzelim şarabı ellerimle ısıtıp, içilebilir bir hale getirmek zorunda kalıyordum. Sadece Cafe Leila’da şarap doğru ısıda gelmişti. Şef de önerdiği şaraplarla uygun peynirleri eşleştirince, mükemmel bir şarap seansı yaptık. Bu yüzden başka bir şarap tatma turuna katılmaya da gerek kalmadı.

Ben bol bol Saperavi denedim, ama sek türlerini. Gürcistan'da (ve Azerbaycan'da) dikkat, kırmızı şarabı sıkça yarı tatlı yada tatlı yapıyorlar. Benim çok sıkıcı bir şarap zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Beyaz şarap kesinlikle içmem, kırmızı şarabı da yalnız sek severim. Siz de benim gibiyseniz, şarap sipariş ettiğinizde "sek", "dry" falan demeyi unutmayın.

Gürcistan'da, özellikle şarapla çok güzel giden sulguni isimli peyniri mutlaka not edin sevgili arkadaşlar. Biraz bizim yarı taze kaşar peynirine benziyor. Bir de, başta haçapuri, hamur işlerinde kullandıkları imeruli peyniri var. Bence çok belirleyici bir karakteri yok ama kötü bir de peynir sayılmaz.

Cafe Leila’dan ayrılıp, The Bridge of Peace yani Barış Köprüsü’ne doğru yola koyulduk.

Tiflis’te alışmanız gerekli bir fenomen ise din sevgili arkadaşlar. Gürcüler dinlerine çok kuvvetle bağlılar. Duvarlardaki her boşluğa, her direğin, her çitin ucuna birer haç iliştirmişler. Daha önce de yazdım, taksiciler kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar, telefonlar kilise çanlarıyla çalıyor.

Yol boyunca haçların huzuru ve koruması altında Barış Köprüsü’ne ulaştık.

Barış Köprüsü
Barış Köprüsü, eski şehir ile Rike Park’ı birbirine bağlayan, Kura nehri üzerindeki bir yaya köprüsü. Yay şeklinde, çelik ve camdan bir yapısı var. Michele De Lucchi isimli, İtalyan bir mimar tasarımlamış. Köprünün parçaları İtalya’da yapılmış ve 200 kamyonla Tiflise getirilmiş. Barış köprüsü de yeni sayılabilecek bir yapı. 2010 yılında açılmış.

Köprünün üzerinde bir kaç seyyar satıcı var. Geçerken ortama biraz renk katıyorlar. Onun haricinde yeşil camların verdiği tonun altında yürümek insana biraz ilginç geliyor.

Barış Köprüsü belki Prag’daki Charles Bridge değil ama Tiflise geldiğinizde bir kere deneyimlenmesi gerekli bir nokta.

Köprüden aşağı inip, Rike Park’a geçtik. Rike Park nehir kıyısında çok güzel bir park ama Şubat ayında ziyaret etmek için pek popüler bir yer değil. Yine de Melissa ve Jelena dakikalarca salıncakta sallandılar. Bunu yapmaları için binlerce kilometre uçup, Tiflis’e gelmelerine gerek yoktu bana sorarsanız.

Holy Trinity Katedrali
Başka bir Bolt yolculuğu bizi Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Gürcülerin daha sık kullandıkları biçiminde Sameba’ya getirdi. Daha durmadan şoför yine haç çıkarıp, duaya falan başladı. Böyle kafamızda yeşil bir haleyle, ilahilerle arabadan indik.

Bu Holy Trinity, yani kutsal üçlem, kutsal üçlük meselesini evvel ezel anlamamışımdır sevgili arkadaşlar.

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın tanrının elçisi değil, tanrının oğlu, bazen de tanrının kendisi, yani insan biçiminde varoluşu olduğuna inanılır.

İncil’de Hz. İsa için verilen Mesih sıfatı onun doğrudan tanrı olması ile çelişir. İncil’in Eski Ahit bölümünde, yani Yahudilikte, Mesih hiç bir tanrısal konumu olmayan, tamamen insan olan bir varlıktır. Bir kral, başka bir anlamda yüksek düzeyde bir papazdır. Özel bir yağ ile yağlanmıştır. Mesih anlamına gelen Yunanca Khristós, İngilizcesiyle Christ, Hz. İsa için doğal bir tanımlama olmuştur. Jesus Christ, tam tercümesiyle İsa Mesih demektir.

İncilde, yani Eski Ahit’teki bu Mesih tanımı, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrının oğlu, yada bir sonraki aşamada tanrının kendisi saymalarıyla çelişir.

Bu Holy Trinity kavramı işte Hz. İsa’nın yukarda bahsettiğimiz tanrısal pozisyonunu tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Türkçe anlamı olan kutsal üçleme göre Hz. İsa bir kontekstte The Son, yani oğul yada tanrının oğlu, başka bir kontekstte The Father, yani baba yada tanrı, ve üçüncü bir kontekstte de The Holy Spirit, yani kutsal ruh olur. Ben ilk ikisini anlamış olsam da, bu kutsal ruh tarafını şimdiye kadar tam olarak çözemedim. Ömrüm yeterse biraz daha derinine inip, bakacağım. Ancak bu Holy Trinity o kadar popülerdir ki, Dan Brown’un romanlarından, Tiflis’teki katedralin ismine kadar, Hristiyan dünyasında birçok yerde karşımıza çıkar.

The Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Sameba, Gürcü Ortodoks kilisesinin merkezi. Devasa bir katedral, gerçekten çok büyük ve çok yüksek bir yapı. İçerisi de ünvanlarına uyacak şekilde bir stil ile dekore edilmiş.

Kiliseye girdiğimizde bir nikah vardı. Gelini, damatı falan gördük. Papaz bunları evlendirdikten sonra bizleri kovaladı.

Sevgili karım kiliseyi baştan sona gezip, ibadetini tamamladı. Onun için de güzel bir deneyim olmuştu bu başka bir kültürün Ortodoks ibadethane ve adetlerini görmek. 🐝Mezzy🐝 de bu arada benle teoloji felsefesi yapıyordu.

Metekhi Kilisesi
Bir sonraki durağımız yine bir Ortodoks kilisesiydi. Metekhi, yada tam ismiyle The Metekhi church of the Nativity of the Mother of God, Türkçesiyle Metekhi, Tanrının Anasının (Hz. Meryem) Doğuşu Kilisesi.

Bu kilise Kura Nehrinin kıyısında bir tepeye yapılmış, dış görünüşü muhteşem bir kilise. Bolt şoförü yine bizi haçlarla, tütsülerle, Ameno şeklinde uğurladı.

Metekhi kilisesinin dışı muhteşem ama içi çok sade yapılmış. Böyle bir hayal kırıklığını Moskova’daki St. Basil katedralinde yaşamıştım. Dış görünüşü ile bence dünyanın en güzel kiliselerinden biri olsa da, içine girdiğimizde çok mütevazi bir kilise bulmuştuk.

Yeteri kadar inançsal ziyaret yapmıştık. Artık dünyevi işlere dönmenin zamanı gelmişti. Üçümüzün de karınları zil çalıyordu.

Metekhi kilisesinin karşısında kendimize bir Gürcü restoranı bulduk. Tek problem, bütün personelin Rus olup, Rusça konuşmasıydı.

Normalde bu bir problem sayılmayabilirdi. Çünkü Gürcistan’da İngilizce ile iş görmek basit şeyler için olanaklı olsa da, işler biraz komplekse döndüğünde tamamen umutsuz bir hal alıyor. Rusça ise Jelena sayesinde çok kolay olabilirdi, eğer sevgili karım garsonlarla Sırpça konuşsaydı - Rusça ve Sırpça neredeyse aynı dildir. Ama heyhat. Tüm Slavik bir dil konuşanlar gibi sevgili karım da eğer karşısındaki Sırp değilse onu anlamayacağına inanır, karşısındakinin de aynı şekilde. Bu hususta arzuhâlim tavîldir ama şimdi başınızı ağrıtmayayım.

Hal böyle olunca Jelena işi İngilizce’ye döktü, ama garsonlar tek kelime anlamadı. Jelena İngilizceden devam edince işler artık imkansıza bağlandı. Üc kuruşluk Rusçam ve beş kuruşluk Sırpçamla ben kafa göz yarmaya başladım da sipariş verebildik.

Ne yediğimin önemi yok, elceğizimle şarabımı ısıtınca keyfim yerine geldi.

Yemekten sonra bir teleferik bizi Sololaki Tepesi’ne çıkardı. Bu tepede ne var derseniz, Gürcistan’ın Anası var. Sinirlenip küfür ettiğinizde kime gidiyor, burada grafik olarak görebiliyorsunuz. Gürcistan’ın Anası, yani Kartlis Deda, yani The Mother of Georgia devasa bir kadın heykeli. Tiflis’in hemen her yerinden görülebiliyor. Kadının bir elinde bir kase şarap, diğer elinde de koca bir kılıç var. Yani akıllı olursan hoş geldin, gel bir bardak şarabımızı iç, çakallık yaparsan da seni çizerim diyor.

Kartlis Deda, Sololaki tepesinde olsa da, Sololaki Tepesi bu heykeli görmek için en kötü nokta. Kadının yüzü şehre baktığı için sadece yanından görebiliyorsunuz.

Ancak Sololaki Tepesi’ndeki park çok güzel. Teleferikten inince akordiyonlu bir amca sen nereliysen o memleketin ulusal marşını çalıyor. Teleferikle beraber çıktığımız bir Turko-Ukrayna’lı bir çift amcaya İstiklal Marşını çaldırdı. Amca hızını alamayıp, İzmir Marşı’na geçti. Hep beraber “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” olduk. İçim kabardı, gözlerim yaşardı.

🐝Mezzy🐝 kendisine, ponponlarına basınca “ciyk” deyip havalanan kulakları olan bir kulak seti aldı. Bütün gün güldük ona.

Sololaki Tepesi, bir Tiflis manzarası görmek için güzel bir nokta. Teleferik de çok ucuz. Gelmişken çıkın derim.

Kükürt Banyoları
Günün son ziyaret noktası kükürt banyoları oldu sevgili arkadaşlar. Bunlar, bir kelimeyle özetlemek istersek, kaplıcalar. Tiflis yani Tbilisi sözcüğü sıcak yer demek. Bunun kaynağı da bu kükürt banyoları. Efsaneye göre, Kral Vakhtang Gorgasali, bölgede avlanırken şahini bir sıcak su kaynağına düşerek ölmüş. Kral, doğal kükürt kaplıcalarından o kadar etkilenmiş ki, burada bir şehir kurmaya karar vermiş. Adına da Tbilisi demiş.

Bir Bolt bizi kükürt banyolarına götürdü. Bilmeyenleriniz için kükürt, çürük yumurta gibi kokar. Arabadan iner inmez o kesif kokuyu aldık. Banyoların içine girmedik, ancak isterseniz ve mideniz kaldırırsa bir hamam muhabbeti mümkün. Her yerde olduğu gibi burada da kaplıcaların sağlığa iyi geldiği söylenir. Buranın bütün misafirleri, yani Osmanlılar, Safeviler, Ruslar falan bu banyolara bir el atıp, bir şeyler yapmışlar. Banyolardan bir tanesi ve en ünlüsü zaten kafadan İran mimarisi.

Kükürt banyolarının yanında ilginizi çekebilecek bir köprü var. Bu köprünün yanlarındaki raylara aşıklar “Ali Ayşe’yi Seviyo” şeklinde kilitlerin üzerine yazıp, asıyorlarmış. Bütün kilitlerin hep aynı ve ortak bir renk harmonisi içinde olduğunu düşünürseniz, bu köprü biraz turistler için yapılmış sonucunu çıkarabilirsiniz, ama iyimser bir açıdan, “Love is in the air!”


Tiflis’te ilk günümüzü otelimizde bitirdik. Bir sonraki gün, özellikle benim için çok ilginç olacaktı.

Devam edeceğiz…

11 Şubat 2025 Salı

Kafkasya - Yola Çıkmadan

Sevgili arkadaşlar, eğer Youtube üzerinde Türk gezginlerini izliyorsanız, bir sonraki hedefimiz olan Tiflis ve Bakü hakkında yüzlerce video bulacaksınızdır.

Bunun bir kaç nedeni var.

Öncelikle hem Azerbaycan, hem de Gürcistan’ı ziyaret etmek için vize gerekmiyor. Bırakın vizeyi, pasaport bile gerekmiyor. Kimliğinizi gösterip, cart diye girebiliyorsunuz.

İkincisi, her iki ülke için de bir yabancı dil konuşmak gerekmiyor. Azerbaycan zaten Türkçe, Gürcistan’da da Türkçe konuşan çok kişi var.

Üçüncüsü, her iki ülke de fazlasıyla ucuz. Çok hesaplı bir şekilde gezebiliyorsunuz.

Çok turist geldiği için bir çok havayolu Türkiye’den Bakü ve Tiflis’e uçuyor. Bu yüzden de çok ucuz fiyatlara uçak bileti almak mümkün.

Ancak en önemlisi, her iki ülke de çok güzel. Gezecek, görecek ve vlog çekebilecek çok yer var.

Hal böyle olunca gezginler ve gezgin namzetleri ilk destinasyonları olarak bu iki ülkeyi seçiyorlar.

Yüzlerce gezi videosunun çekildiği, görülmesi gereken her yerin gösterildiği, söylenecek her şeyin söylendiği bu iki kent için yazacak ne kaldı da, mesaini harcıyorsun diye sorabilirsiniz. Haklı da bir soru olur. Ancak benim de söyleyecek iki lafım var tabii - ne zaman yoktu ki?

Öncelikle buralara gelen gezginlerin çoğunun neredeyse ilk yurt dışı deneyimleri olduğunu unutmayın sevgili arkadaşlar. Lütfen yanlış anlamayın. Bu gençlerin hiç birini küçümsemiyorum, tam tersine cesaretlerine hayranlık duyuyorum. Ancak acemilik de acemilik işte. Daha fazla yer gördüklerinde, elbette daha doğru, daha hassas gözlemler yapacaklardır.

İlk kez yurt dışına çıktığımda ben şahsım da her gördüğüm şeye “Anaaaa!” olmuştum. Bunda bir beis yok.

Ama söylenenleri duyunca hafif bir gülümseme gelmiyor da değil.

Çoğu Bakü’nün temizliğini yere göğe koyamıyor. Onlar için böyle bir temizlik istisnai bir durum. Asıl istisnanın Türkiye’deki kentlerin pisliği olduğunu bir bilseler…

Keza trafik. İstisnasız hepsi Gürcistan ve Azerbaycan’da sürücülerin saygılı oldukların, yayalar geçerken durduklarını, kornaya basmadıklarını defalarca tekrarlıyor. Yine istisna ve normun hangi ülke olduğu ile ilgili bir konu.

Biraz da bilgisizlik.

İzlediklerimin önemli bir bölümü, özellikle Bakü’nün merkezindeki güzelim binaların “Sovyet Mimarisi” olduğunu söylüyor.

Halbuki bu binalar çoğunluğu Rönesans, Barok, Neo-klasik ve Art Nouveau falan tarzı bir mimariye sahipler. Ama önemli olan bunların hangi tarzda bir mimariye sahip oldukları değil, olmadıkları.

Sovyet Mimarisi nasıldır, biliyor musunuz, sevgili arkadaşlar?

Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum. Bizim zamanımızda ilkokullarda elişi dersleri vardı. Kartonlardan ev yapardık. Dümdüz duvarlar, kare kare kesilmiş pencereler. Sovyet mimarisi ahan bu. İnsanın içini karartan, hiç bir özelliği olmayan kaba-saba binalar.

Sovyet Mimarisi'nin "Sanatsal" diyebileceğim bir örneği

Sovyet mimarisinin nadir “sanatsal” örneklerinde ise köşeli sütunlar bulunur. Zafer anıtları, liderlerin mozoleleri falan hep böyledir. Bunların önünde emmi şapkalı partizanların, ağlayan bebekli kadınların, ellerinde kazma-kürek işçilerin ve kahraman Kızıl Ordu askerlerinin heykelleri bulunur.

İşte bizim gezginler Bakü ve Tiflis’te gördükleri, çoğunluğu Çarlık Rusyası'ndan kalma güzel yapılara yanlış bir biçimde Sovyet Mimarisi diyorlar.

Bir de çoğu “mimari” kelimesini “bina” yada “yapı” yerine kullanıyor. “Etrafımızda çok güzel ‘mimariler’ var” veya “Karşıdaki ‘mimari’ ‘nin resmini çektim” gibi. “Manzara” sözcüğünün de gereksiz yere “manzaralar” şeklinde çoğul halini kullanıyorlar - “Manzaralar çok güzel” gibi.

Şunu da birden çok kez duydum. “Alfabe” ‘yi “al-faaaa-be” diye telaffuz ediyorlar. Bu yeni moda Araplaşma’nın bir parçası mıdır, bilmiyorum, ancak benim zamanımda “alfabe” der, “fa” hecesini uzatmazdık.

Geçenlerde biri “Sırpça hem Kiril, hem de Latin alfaaabesiyle konuşulur” demiş. Dayanamadım, “Alfabe ile konuşulmaz, yazılır” diye cevap yazdım.

Sadece acemi gezginlerde değil, kıdemli zenginlerde de bulunan başka bir sorun var sevgili arkadaşlar. Bunlar bir yere gidip, kameralarını çalıştırmakla gezi videosu çektiklerini düşünüyorlar. Bence gerekli ön araş₺ırmayı yapmıyor, gördüklerini yapısal, anlaşılır bir biçimde anlatamıyorlar.

“Ayyyyy, dostlarrrrrrrr, otelimize geldikkkkkkkk, Yani her şey çok güzellllll…. Ama, şey, yani, ayyy tokamı düşürdüm, karşıda bir bina var ama kilise mi anlamadımmmmmmm….. Acaba buranın adı ne kiiii?”

Yapma be ablacımmmmm :)

Off, konu dağılıyor ama yazmadan da duramadım. Yine bunlardan biri Belgrad’a gitmiş. Muhtemelen Sırp “Dragan” ‘lardan biri bunu kafaya almış, “Eğer ‘kırmızı’ belediye otobüslerine, ancak sadece ‘orta’ kapıdan binersen otobüs bedava oluyor” demiş. Bizim gezgin de bu bilgiyi başka yerlerde bulamazsınız diye bize satıyor. Garibim, kim bilir kırmızısı gelsin de bedava gidelim diye kaç otobüse binmedi. Daha da iyisi, eğer bir yakalasalardı, bilet almadı diye oyarlardı. Neyse…

Daha neler var.

Yine bir başkası “Belgrad’da olduğumu bilmesem, burası Avrupa diyeceğim” diyor. Okullarda coğrafya yerine ölü kefenleme öğretilince böyle oluyor. Bildiğiniz üzere Belgrad, Avrupanın göbeğinde bir şehirdir.

Bu gezginlerin çoğu kısıtlı bir bütçe ile seyahat ediyor. Adam Roma’ya kadar gidip, Vatikan Müzesi’ni gezmiyor, yada Champs-Élysées’de oturup, bir bardak şarap içmiyor. Singapur’a gidip, Marina Bay Sands’e, yada New York’a gidip, Empire State Building’e çıkmıyor. Endülüs'e gidip, Sevilla’yı, Granada’ya gidip Alhambra’yı görmüyor. Bunlar olmayınca da gidilen yerin bir tadı, çekilen videonun da bir anlamı kalmıyor. Sadece sokakları ve ucuz tekne turlarını görüyorsunuz.

Bir de hali vakti yerinde olanlar var ki, onlar bazen daha da komik oluyorlar. Bir tanesi Bakü’de “yerel” bir restoran tavsiye ediyor. “Otantik” Azerbaycan restoranında yedikleri “kruvasan” ve “avokadolu bilmemne”. Gel de gülme.

Bu “kruvasan” sözcüğüne de gıcık oluyorum. O “v” dünyada hiç bir dilde “croissant” ‘ın söylenişinde yok. Croissant bu arada Fransızca’da hilal demek. Osmanlı bayrağının üç hilalinden dolayı bu ismi almış. Aynı şekilde “pankek”, “donut”, “çöpstik” falan da sinirlerimi kaldırıyor.

Türkiyede Esenyurt Otel Ibis’de kalıyorum. Haramidere’den taksiye binmeye çalışıyorum. Bir taksi durdu, “Esenyurt Ibis” dedim. “Abi metrobüs ile iki durak, trafiğe bir girersek bir saatte gidemeyiz” dedi. “Emin misin o Ibis’in Esenyurt Ibis olduğuna? Başka bir Ibis olmasın?” diye bir kere daha sordum.

“Abi burada başka ‘ibiş’ otel yok” dedi.

İçimden güldüm tabii.

Bir de kahveciler var ki, onlara değinmezsem kurdeşen olurum.

Gerekli biçimde eğitilene kadar bu kahve konusunda Türkiye’de çok aşağılandım.

Geçenlerde Antalya'da Kahve Dünyası mı, Kahve Diyarı mı, Kahve Sarayı mı, öyle bir yere girdim. Sabah yeni kalkmışım, daha afyonum patlamamış. “Bir kahve lütfen” dedim. Adam bana öyle bir baktı ki, hani Maho Ağa köyden gelmiş, İstanbul’u yeni görmüş, canı bir kayfe çekmiş de bu dükkana girmiş gibi.

Alaycı bir gülüşle, şöyle tepeden, “Ne tür kahve istersiniz?” diye sordu, ama hala sırıtıyor.

Ne bileyim, kahve işte. Listeye baktım, “Americano” dedim, “Biraz sütle”.

“Americanoda süt olmaz” dedi.

Ne oluyor biraz süt koyunca? Günah yazılıp, cehenneme mi gidiyorsun?

“Babacım, olmaz diyorsan olmasın, ama benim için biraz koyamaz mısın?”

Cevap bile vermedi, kahveci kıza seslendi. Cümlede özne bile yok, “Bir americano ama süt istiyor…”

Kahveyi almak için gittim. Kız kapkara kahveyi uzattı. “Ablacım ben biraz süt istemiştim…” diye korka korka mırıldandım.

Kız şöyle bir la havle oldu, o da “Americanoda süt olmaz” dedi.

“Ben kasadaki beyefendiye şeyetmiştim, tamam koyarız dedi” falan diye geveledim.

Kız “O zaman süt için ekstra ücret ödemeniz gerekecek” dedi.

Kıytırık bir kahve yüzünden polis çağıracak neredeyse. “Vereyim, ne kadarsa” dedim. Kasadaki adam “Tamam, önemli değil, bir parça süt koy” dedi de kahvemi sonunda alabildim.

Türkiye seyahatim boyunca tövbe billah, bir daha “kahve” istemedim. Siparişimi hep “Bir americano, biliyorum americanoda süt olmaz ama benim için biraz koyabilir misiniz?” şeklinde verdim.

Siz Türkler bu kahve işine çok takıldınız, benden söylemesi.

İlkin, dünyanın her yerinde bir “kahve” sipariş ettiğinizde, özel bir kahve değil, orta boy geleneksel bir kahve istediğiniz anlaşılır. Genelde “Black or white?”, yada “Milk and sugar?” falan diye sorarlar. Kimse sizi americano mu, latte mi, macchiato mu, cappuccino mu, tarçın aromalı tingamatria mı falan diye sorguya çekmez.

Ne zaman ki özel bir kahve istersiniz, o zaman espresso, cappuccino, latte falan gibi kahvenizi kalifiye edersiniz.

Kahve türleri - Doğru isimleriyle

Öyle americano, latte, espresso, macchiato falan hüdainevi reçeteler değil sevgili arkadaşlar. İstediğiniz kahve latte yada cappuccino gibi zaten sütle hazırlanan bir kahve değilse, bunu sütle yada siyah içebilirsiniz. Özellikle americanonun isim babası Amerika’da. Orijinal reçetede olmasa da kahveye süt eklemek kadar doğal bir şey yoktur. Americanoda olduğu gibi, gerçek espressoda da süt olmaz ama İtalya’da bile espresso istediğinizde bazen siz söylemeden yanında süt veya krema getirirler.

Her şey bir kenara, bu hıyarlığı yapan, hangi kahvenin ne olduğunu şeflerinden yada garson arkadaşlarından öğrenmiş az gelişmiş ülkenin çocukları, ukalalık yapmadan önce karşılarında bir müşteri olduğunu hatırlayıp, biraz kibar olsalar, bence çok daha iyi olacak.

İtalya’da espressoyu rakı ile karıştırırlar sevgili arkadaşlar. Ciddi söylüyorum. Espressoya, sambuka isimli, anasondan yapılma, rakı ile tamamen aynı tatta bir içki eklerler. Buna “caffè corretto”, yani “doğru kahve” derler.

Girdi mi şimdi o üç kahve ismi ezberledi diye adam olduğunu zanneden kenar mahalle kızına?

Adam espressoya rakı katıyor, ben americanoya süt koymuşum, çok mu?

Altmış yıl Nescafe’den başka kahve içmemiş memlekete gerçek kahve gelince böyle oluyor işte.

Anladınız her halde. İşte tam bu yüzden başka bol bol gezi videosu varken, bu gezimizi sizlere bir de kendi kalemimden anlatmak istedim.

Çok mu iddalı oldu? Belki. Ama idda olmadan, başarı da gelmez. Ben yazayım da, zırvaladığımda - ki sıkça zırvalarım, siz de bana gülün.

Bir de yazının büyüsüne hala inanıyorum sevgili arkadaşlar. Biliyorum, çoğunluk bırakın okumayı, on beş dakikadan uzun videoları izlemiyor bile, yada x2’ye alıp, çabukça bitiriyor. Ancak ben hala okumanın değerini anlayanlar olduğunu düşünüyor, hatta biraz da biliyorum. Bu blog altmış bin kez okunmuş. Yani hala umut var sizin anlayacağınız.

Devam edeceğiz.

16 Ocak 2025 Perşembe

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık.

Kısmet bugüneymiş…

Yazımızın bu son bölümünde tepemizde bir nükleer bomba patlarsa ne yaparız, ona bakacağız.

Bir nükleer bomba patlaması, devasa bir enerji salınımı ve yıkım potansiyeli ile çok katmanlı fiziksel olayları beraberinde getirir. Olayın fiziğine daha önce girmiştik ama kısaca bir kere daha toparlayalım.

Bir nükleer bombanın patlaması, iki ana fizyon ve/veya füzyon reaksiyonuyla gerçekleşir.

Fizyon reaksiyonu, uranyum-235 veya plutonyum-239 gibi çekirdeklerin nötronlarla bombardıman edilmesi sonucu çekirdeklerin bölünmesiyle başlar. Her bölünme olayı, daha fazla nötron salarak zincirleme bir reaksiyona neden olur.

Füzyon reaksiyonu ise hidrojen izotoplarının (örneğin, döteryum ve trityum) birleşerek daha ağır bir element oluşturması sonucu enerji serbest kalır.

Füzyon genellikle fizyon reaksiyonuyla tetiklenir.

Bir nükleer patlama birkaç önemli fiziksel etkiden oluşur. İlk olarak, patlama milyonlarca derece sıcaklık oluşturarak şiddetli bir ışık patlaması ve yanık yaralanmalarına neden olabilir.

Ardından gelen basınç dalgası, hava basıncının şok dalgası şeklinde yayılmasına yol açar, binaları ve camları yıkarak ciddi yıkıma sebep olur. Aynı zamanda, gama ve nötron radyasyonu gibi zararlı radyasyon yayılar. Patlama sonrasında radyoaktif partiküller atmosferde yayılır ve yer yüzeyine düşerek uzun süreli radyasyon tehlikesi yaratır.

Durum böyle. Şimdi umarız olmaz ama, eğer başımıza böyle bir iş gelirse ne yapabiliriz, ona bakalım.

Özetleyelim.

Bomba patladığında blast dediğimiz patlama etki alanında değilseniz anında ölmeyeceksiniz. Eğer bu alanın içindeyseniz, yazının sonrasının bir önemi zaten olmayacaktır.

Sonraki ısı dalgası patlamadan uzaklaştıkça azalan bir etkiye sahiptir.

Bir nükleer patlamanın en sinsi tarafı ise patlama sonrası yayılan radyasyondur. Bu etki patlamadan sonraki elli yıla kadar uzar. Ölüm ve hastalıklar nesillerce sürer.

Hiroşima örneğine bakalım.

Bomba patladığında 70–80 bin kişi (o dönemde Hiroşima'nın nüfusunun yaklaşık %30'u), patlama, şiddetli ısı ve ani radyasyon etkisi nedeniyle hemen hayatını kaybetti.

140.000 kişi, Aralık 1945'e kadar radyasyon hastalığı, yanıklar ve diğer yaralanmalar nedeniyle yaşamını yitirdi.

Radyasyona maruz kalan binlerce kişi sonraki yıllarda kanser ve diğer radyasyona bağlı lösemi başta, farklı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek sayıyı kimse bilmiyor.

Durum böyle. Şimdi başımıza böyle bir iş gelirse ne yapalım, ona bakalım.

Nükleer bir patlamadan korunmak için belli başlı adımları izlemek hayati önem taşır.

İlk olarak, patlama anında görsel ve termal etkilerden korunmak için parlak bir ışık görüldüğünde hemen yere yatmak ve başınızı korumalısınız. Bu esnada gözlerinizi kapatarak şiddetli ışıktan korunmaya çalışın. Basınç dalgasından korunmak için ise patlama sesi veya dalga hissedildiğinde hemen yere yatın ve çevredeki sert yüzeylere sıkıca yapışın. Mümkünse sığınak veya dayanıklı bir yapı içine girin.

Patlama sonrasında radyoaktif maddeye, buna exposure derler, maruz kalmayı azaltmak çok önemlidir.

Hemen kapalı bir alana girin, kapılar ve pencereler kapayın.

Dışarıda kalmış giysiler çıkarıp vücudunuzu iyice yıkayın.

Nükleer bir patlama, eğer patlama noktasına çok yakın değilseniz, sizi bir anda öldürmeyecektir. Korunma tedbirleri uzun bir zamana yayılmalıdır.

Radyoaktif fallout (düşüm) etkilerinden korunmak için yer altı sığınakları veya radyasyon korumalı alanlar elbette sığınılacak en doğru yerlerdir.

Elden geldiğince, paketli yiyecekler ve kapatılmış su kaynaklarını kullanın, kontamine olmuş gıdalardan uzak durun.

Uzun vadede, radyoaktif alanlardan uzak durmak hayati öneme sahiptir.

Eğer kaldıysa, yetkililerin talimatlarına uymak ve radyasyon seviyesi ölçümü için cihazlar kullanmak, risklerin azaltılmasını sağlar.

Nükleer bir patlama ciddi fiziksel yıkıma ve can kaybına neden olabileceğinden, patlama anında ve sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilinçli olmak hayatta kalma şansınızı ciddi biçimde artıracaktır.

Bunları sizi korkutup, dünyanızı karartmak için yazmadım. Ancak bilmekte fayda var.

Hepinize radyoaktif olmayan günler dilerim.

Sevgi ile kalın.

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım...