Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

28 Mart 2025 Cuma

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım.

Galataport
Son zamanlarda benzeri nedenlerle İstanbul’a gelip, gidiyordum. Bu seyahatlerin çoğunda. otelim Avrupa tarafındayken Sabiha Gökçen’e, Asya tarafındayken de İstanbul Havaalanına inmiştim. Yine çoğu kez Sabiha Gökçen’e inip, Asya tarafında kalsam da Avrupa tarafına geçmek zorunda kalmıştım.

Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.

Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.

Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.

İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.

Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.

Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.

Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).

Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.

Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.

Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.

Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.

İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.

Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.

Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.

Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.

Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.

Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.

Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.

Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.

Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.

Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.

Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.

Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.

Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.

Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.

Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.

Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.

Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.

Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.

Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.

Ljubljanica Nehri
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.

Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.

Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.

Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.

Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.

Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.

Ljubljana Kalesi
Eski şehrin üzerinde ise Ljubljana Kalesi var. Buraya giden bir kaç trekking patikası yapmışlar, ancak bayağı dik bir yokuş. Tembeller için ise bir füniküler var. Ben tabii ki patikaların biriyle yürüyerek çıktım (!)

Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.

Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.

Mükemmel Steak
Dönüş yine Belgrad üzerindendi. Belgrad’da aynı barda, aynı kızla ama bu kez normal bir saatte yine geyik yaptık. Tabii ki bol bol Krupac ile.

Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.

Ljubljana gezisini toparlarsak…

Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.

Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.

Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum

26 Mart 2025 Çarşamba

Bakü Gezimiz Sonlanırken

Gece uyumadan tesadüfen emailime bakıyordum, A-Jet’den bir mesaj gördüm, “Yarınki uçuş iptal oldu” diye. Ama sadece bu kadar, başka bir kelime yok, hani onun yerine şu uçağa binin, ya da paranızı iade etmemiz için şunu yapın falan gibi.

Gezi planımız da o kadar karışık ki, A-Jet ile Sabiha Gökçen’e uçuyoruz, indikten iki saat sonra kızlar Pegasus ile Cenevre’ye gidiyorlar, ben de Ataşehir’de bir otel’e geçip, ertesi gün bir evrak işini hallettikten sonra kızların bir gün önce uçtuğu saatte Cenevre’ye gidiyorum.

A-Jet Bakü-İstanbul uçuşunu iptal edince her şey bir anda değişti. Plana sadık kalsaydık, Bakü-İstanbul için Cenevre-New York kadar para verecektik. Bir gün sonrasına makule yakın bir bilet bulduk. Oteli bir gün uzattık, Kızların ilk İstanbul-Cenevre uçuşunu iptal ettik.

A-Jet’in başımıza açtığı bu iş bize yaklaşık iki bin dolara mal oldu. Çok küfür ettim onlara, buraya yazsam mahkemelik oluruz.

Mukadderat…

Ertesi gün açık bir Azerbaycan çayı ile bol pendirli/peynirli bir kahvaltıdan sonra otelimizden çıktık. Hava hala soğuktu ancak güneş açmış, masmavi bir gökyüzünün altında Bakü gezimiz devam ediyordu.

Dağüstü Park’a gitmek için bir fünikülere binecektik. Aslında bindiğimiz Bolt bizi parka kadar götürebilirdi ama videolarda gördüğüm bu fünikülerle çıkmak ziyaretimize farklı bir tad getirecekti.

Fünikülere geldiğimizde, Sovyet zamanlarından bu yana alışkanlıkların tamamen değişmediğini gördüm. Fünikülerin kabini istasyonda ve bir grup turistin de dışarda soğuktan titremesine rağmen, fünikülerler kralı kapıyı açmıyor, hiçbir şey yapmadan, kapının diğer tarafından bizleri seyrediyordu. Kabine binemesek de, en azından kapıyı açsa, soğuktan donmayacaktık, ancak umrunda bile değildik.

Kral bir on beş dakika falan sonra kapıyı açtı!

Kredi kartını gösterince, sen şöyle geç kenara dedi. Biletli diğer insanlar binmeye devam ederken başka biri bana bilet makinesini işaret etti. Gidip, biletleri aldım ancak kral ne beni sıraya alıyor, ne de ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Öyle hıyar gibi beklemeye devam ettik. Bir ara gözü bana takıldı, “Niye orada, arkamda bekliyorsun?” diye ilkokul çocuğunu azarlar gibi sordu. Bakü’de karşıma çıkmış ilk ve tek dangalak buydu. “Söylesene o zaman nerede duracağımı” diye hırladım. Bir şey demeden biletlerimizi aldı, ben de ağzımızın tadı bozulmasın diye uzatmadım.

Yolculuk kısa ama çok güzeldi. Yükselen irtifamız ile tamamen camla kaplı kabinden, Bakü manzaramızı değişik açılardan görmüş olduk.

Dağüstü Parkı ve Alev Kuleleri
Dağüstü Parkı, deniz kıyısındaki Bakü Bulvarı’ni gören bir tepeye yapılmış çok güzel bir park sevgili arkadaşlar. Bir tarafında deniz, diğer tarafında da Bakü’nün belkide en bilinen simgesi olan Alev Kuleleri isimli üç gökdelen bulunmakta. Alev Kuleleri’ni gece görmek çok önemli. Binanın yüzeyinde ışıklar ile inanılmaz bir şov yapıyorlar. Şovun içeriği askerli, bayraklı, yani biraz militaristik, ancak fazlasıyla görülesi.

Kulelerin hemen yakınında ise Azerbaycan Meclis Binası bulunmakta.

Dağüstü parkının benim için önemi burada bulunan şehitlik sevgili arkadaşlar.

Ben bir asker çocuğuyum. Askerlerin arasında doğdum, büyüdüm. O yüzdendir asker kimdir, hangi ruh haline sahiptir, bilmekle kalmam, aynı zamanda içimde hissederim. Bu nedenle milliyeti ne olursa olsun, askerlere - ama gerçek askerlere, çapulculara değil, fazlasıyla takdir besler ve saygı duyarım.

Aynı duyguları örneğin bir Kızıl Ordu şehitliğinde, ya da General Patton’ın yattığı Amerikan Üçüncü Ordusu’nun şehitliğinde de hissettim. Henüz ziyaret etmedim ama etseydim, bir Yunan ya da Ermeni şehitliğinde de aynı saygı ve takdir duygularına sahip olurdum.

Bazıların isimleri bile yok...
Yine tekrarlayayım, gerçek askerlerden bahsediyorum, sivillere eziyet eden, kadınlara tecavüz eden, katliam yapan, hırsızlık yapan şerefsizlerden değil.

Bu insanların ölmeyi nasıl meslek edindiklerini, inandıkları şeyler için neler yapabileceklerini iyi bilirim. Bu yüzden sonsuz saygı duyarım.

Parktaki şehitlikte, Azerbaycan’ın 1990 yılında Sovyetler’e karşı gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında hayatlarını kaybeden siviller ile her iki Karabağ savaşında şehit olan asker kardeşlerim var.

Sönmeyen ateş ve bir anıt ile Azerbaycanlı şehitler anılıyor.

Bu şehitliğin bir bölümü ise 1918’de hayatlarını kaybeden Nuri Paşanın askerlerine ayrılmış. Yani bizim şehitlerimiz. İsimlerinin hepsi mermer üzerine siyah plaketlere yazılmış. Hepsi dedim ama bir bölümünün isimleri bile yok, sadece "Türk Şehidi" yazıyor. Osmanlının dört bir yanından gelme kahramanlar, son nefeslerini Azerbaycan topraklarında vermişler..

Kızım görmesin diye biraz uzaklaştım, gözlerimden bir-iki damla yaş geldi.

Bizimkiler, şehitliğin yanına bir anıt, bir de cami yapmışlar. Anıttaki yazıt Türkiye ve Azerbaycan halklarının kardeşliğine atıf yapıyor.

Parktan çıkarken iki gençle karşılaştık. Nasılsın, iyi misin derken, laf arasında “Şehriniz çok güzel” dedim. Gençlerden biri “Bu da senin şeherindir qardaş” diye cevap verdi. Ben bu insanları seviyorum sevgili arkadaşlar.

Fünikülerdeki hıyarı bir daha görmemek için bir Bolt çağırdık ve Deniz Mall’a doğru yola çıktık.

Deniz Mall etkileyici modern mimarisi ile muazzam bir alış-veriş merkezi sevgili arkadaşlar. Kısa/orta vadede bütün dünyada ortadan kalkacak bu alış-veriş merkezi konsepti için çok para harcamışlar bana sorarsanız, ama ilerde binayı bir müze, sinema yada sanat aktiviteleri için bir salon olarak kullanabilirler elbette.

Şoförümüz, Deniz Mall’a giden göbekte bir başka bir arabayla kafa kafaya geldi, neredeyse birbirimize giriyorduk. “Koyun oğlu koyun” diye bağırdı, diğer arabanın şoförüne. Kendimi tutamadım, gülmeye başladım. “Niye gülirsen?” diye sordu bizim şoför. “Koyun oğlu koyun dedin, ona gülüyorum” dedim. “Siz ne dersiniz?” diye sordu. “Eşşoğlueşşek” dedim. 😂

Deniz Mall, marka alış-verişi içi çok uygun. Fiyatlar Türkiyeden ucuz - İsviçre’yi düşünün bir de, ve hemen her markayı bulabiliyorsunuz. Foodcourt ise hayli donanımlı, her şeyden önemlisi pide, döner, vesaire, hepsi var.

🐝Mezzy🐝 ise çoklu-katlı bir kayak için deli oldu. Kayak tüp şeklinde ve torpido kovanı gibi ucundan açıp, sizi bir mat üzerinde aşağı yolluyorlar.

Deniz Mall’da yemeğimizi yiyip, alış-verişimizi tamamladıktan sonra rotamızı Filarmoni Park’a yani Filarmoniya Bağı’na çevirdik.

🐝Mezzy🐝 hayali piyanosunu çalarken
Burası çok zevkle tasarlanmış bir park sevgili arkadaşlar. Biz oradayken hala yeşildi ama buranın İlkbahar’daki halini düşünemiyorum. Bana Paris’te, Viyana’da görebileceğiniz parkları çağrıştırdı. Park ismini yakındaki Devlet Filarmoni Orkestrası’ndan almış. Parkın göbeğinde de koca, kuyruklu bir piyano var. Bu soğukta ne çalacak biri, hadi onu buldunuz, ne de oturup dinleyecek kimse olduğu için üzerini örtüp, zincirlemişlerdi. Onun yerine sevgili kızım bize hayali piyanosuyla bir konser verdi.

Parktan ayrılıp, kısa bir yürüyüşle Bakü Bulvarına ulaştık. Burası kıyı boyunca uzanan büyük bir cadde. Caddenin üzerindeki önemli ziyaret noktalarından biri ise Denizkenarı Milli Parkı. Burada başka mükemmel bir Bakü manzarası görmek mümkün. Hatta bana sorarsanız Alev Kuleleri buradan daha bir güzel görünüyor.

Parkın bir bölümü ise Mini Venedik şeklinde isimlendirilmiş. Burada gerçekten kanallar ve bu kanallarda, biraz çağımıza uyarlanmış modernlikte olsalar da gondollar var. Kanalların kıyısında ise restoran ve cafeler bulunmakta. Bunlardan birine girip, biraz şarap ve tatlı takviyesi yaptık.

Akşamki son durağımız yine Nizami Caddesi oldu. Burada bir Cafe’ye oturduk ve mükemmel bir kaç saat geçirdik.

Bakü gezimiz, ertesi gün, ilk başladığı yerde, yani otelimizin rooftop barında son buldu.

Gezimiz başladığı yerde son buldu
Bar'a çıkarken düğün için photoshoot yapan bir ekibe denk geldik. Jelena bir Azerbaycanlı gelin görmek istiyorum dedi. Beyaz bir gelinlik giymiş kızı gösterdim, "Gelin bu" dedim. Sevgili karım duvarın yanında bekleyen başka bir kızı işaret etti, "Bu da gelin" dedi. Kız çok güzel giyinmiş ve makyaj yapmış. Ancak üzerinde bej bir gown var, o yüzden gelin sıfatını konduramadım, "Kız sen Sırpsın, bilmezsin bizim adetleri, bu gelinin en yakın arkadaşı, bridesmaid gibi" dedim. Jelena ısrar etti, "Hayır o da gelin". Gittim kıza "Siz de gelin misiniz?" diye sordum, hemen ardından nasıl büyük bir çam devirdiğimi anladım, ama iş işten geçmişti. Kız biraz da bozuk, "Tabii ki gelinim" dedi. Özür falan diledim ama kalbini kırmıştım çoktan, sanki gelin olabilecek kadar güzel giyinmemiş gibi. Sonradan düşündüğümde de çok üzüldüm ama...

Kar başlamıştı. Havaalanına gitmek için bir Bolt çağırdık. Trafik o kadar sıkışıktı ki, havaalanına gitmek bir saatten fazla aldı. Uçak da iki saat rötar yapınca, dönüş yolculuğu böyle vicdan azabı halini aldı.

Kar yüzünden uçuşumuz gecikti
Uzun süredir Türk Hava Yolları ile uçmamıştık. Havayolumuz gerçekten güzel sevgili arkadaşlar. Mükemmel konfor, mükemmel servis. Ancak son beş senenin en ciddi soğuk hava dalgası sağolsun, kar yüzünden gerçekleşen rötar sayesinde akşam saat yedide olmamız gereken İstanbul Havaalanına ancak gece on birde ulaşabilmiştik.

O saatte bir de taa Ataşehire mahşeri bir metro artı metrobüs yolculuğu yaptık. Otele geldiğimizde odalar karışmıştı, bir saat de onun düzelmesini bekledik. Yattığımızda saat sabah üç olmuştu.

Bakü gezimiz tatsız başlayıp, tatsız bitmişti, ama gezinin kendisi mükemmeldi.

Toparlarsak, Bakü mükemmel insanların yaşadığı mükemmel bir şehir sevgili arkadaşlar. Özellikle ilk kez yurtdışına çıkanlarınız için belki de en çok önereceğim bir destinasyon.

Türkiye’den komik sayılabilecek fiyata bir uçak bileti alıp, sadece kimliğinizle dilini konuştuğunuz, iyi, yardımsever insanlarla dolu, modern bir dünya kentine geliyorsunuz. Yemekler mükemmel, içecekler harika ötesi. Gezecek görecek hem tarihi, hem modern bir çok ziyaret noktası var. Fiyatlar da çok uygun.

Ee, bundan iyisi Şam’da kayısı. Daha ne bekliyorsunuz? Azerbaycan Türkçesiyle söyleyelim “Zahmet olmazsa” haydi Bakü’ye…

Bu arada hiç mi olumsuzluk yoktu derseniz, vardı elbette. Sigara! Azerbaycanlı kardeşlerim, en acısı da gençler her yerde, her zaman, külli miktarda sigara içiyorlar. Hani on beş yıl önce bırakana kadar, otuz yıl boyunca günde üç paket sigara içmiş biri olarak bana mı düşer bu yormu yapmak, emin değilim, ama içmeyin be abicim...

Bu gelişimizde hava muhalefeti yüzünden Bakü dışına çıkamadık, Gobustan, çamur volkanları ve Yanardağ’ı bir dahaki gelişimizde göreceğiz. İkinci gelişimizde kesinlikle Gence ve Karabağ’a da gideceğiz. Hankendi, Hocalı ve Şuşa listemizde.

Şimdilik hoşçakalın!

24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

11 Mart 2025 Salı

Azerbaycan

Sevgili arkadaşlar, Türkiye dışındaki diğer Türki devlet, daha doğrusu Türki halklara çocukluğumdan beri ilgi duyarım ve büyük miktarda sempati beslerim.

Bu alanda kat edilecek çok yolum var, ancak bu menzildeki en önemli hedeflerimden biri olan Azerbaycan’a ailem ile birlikte gidiyoruz.

Beni izleyenlerinizin bileceği üzere karım Jelena Sırp’tır ancak inanın o Azerbaycan’ı benden daha fazla merak ediyor. Bunun üzerine kızım Melissa’ya da kökenlerini tanıtmak fırsatı eklenince, Azerbaycan gezimiz çok fazla önemli bir hale dönüştü.

Bu gezideki hedefimiz Bakü. Karabağ’ı da çok görmek istiyorum ama henüz ziyaret edilebilir bir halde mi, emin değilim. Fırsat yaratabilirsem, mutlaka göreceğim tabii.

Azerbaycan hedef taşlarından sadece biri. Ömrüm ve gücüm yeterse Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı gördüm ama bir daha niye olmasın, vize alabilirsem Türkmenistan’ı, başta Uygurlar, Çin ve Moğolistan içerisindeki Türk bölgelerini, Yakutistan’ı, Tataristan’ı, Başkurtistan’ı, Dağistan’ı, Karakalpakistan’ı, Çuvaş ve Başkirler’i, Nogaylar’ı, kaldılarsa Hazarlar’ı hep görmek istiyorum.

Altmışa yakın ülke gördüm, çok azından Gagavuzya ziyaretim kadar zevk aldım.

Amacım kuru, basma kalıp kafatasçılık değil. Sadece kökenlerimi, bir parçası olduğum halkları tanımayı ve anlamayı hedefliyorum.

İşte böyle.

Fazlasıyla Azerbaycanlı tanıdığım var, bir o kadar da Azerbaycan hakkında okuyup, izledim. Ancak görmek başka elbette.

Rotamızı Bakü’ye çevirdiğimiz şu dakikalarda biraz Azerbaycan’dan bahsedelim.

Azerbaycan ülkesi ve halkı, tanımlama ve hitap bakımından biraz özen gerektiriyor sevgili arkadaşlar.

Öncelikle bizim taraftan, “Azerbaycan” sözcüğü, yanlış olarak “Azerbeycan” şeklinde söyleniyor. Etmeyin, doğru diye bildiklerinizi unutun. Adamların ülkesinin ismi “Azerbaycan”.

İkinci ve hissettiğim kadarıyla daha da önemli olan ise “Azeri” sıfatı.

“Azeri”, bizim dilimizde Azerbaycan halkını, bu insanların konuştuğu dilin lehçesini, hatta müzikte bir makamı tanımlayan bir sözcüktür.

Azerbaycan halkı ise bu sözcüğü çok sevmiyor sevgili arkadaşlar.

Bunun bir kaç sebebi var.

Ruslardan başlayalım. Ruslar “Azeri” sözcüğünü, bir bölgede yaşayan ve ortak bir dili konuşan insanları tanımlamak için kullanmış. Keza İranlılar.

Burada ne yanlış yada eksik derseniz, tanımı itibarıyla Azeri sözcüğünün bir halkı, bu halkın kimliğini kapsamıyor olması.

Ruslar da, İranlılar da, “Azeri” tanımlamasını biraz küçümsemek, biraz da toplumsal değerleri törpülemek ve bastırmak için kullanmışlar.

Bire bir aynısı olmasa da, örneğin “Dadaş” yada “Efe” sözcüğü, “Azeri” sözcüğünde olduğu gibi bir halkı, onun kimliğini tanımlamaz, sadece coğrafik bir bölgeyi, biraz da adetleri, lehçeleri falan benzer olan grupları tanımlar. Efeler de Dadaşlar da Türktürler. Aynı şekilde Azerbaycan ve Azerbaycanlılar da her şeyleriyle kendilerine özel, etnisitesiyle, kültürüyle farklı, bağımsız bir ulus ve halktır. “Azeri” sözcüğü bu özellikleri gözardı eder.

Konuyu en iyi İlber Ortaylı izah etmiş: “Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Komünist şairler bile 'Türk kızları' diye yazar. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü'dür, milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir!”

Şöyle anlaşalım. “Azeri” yerine “Azerbaycanlı”, dil için de “Azerbaycan dili” yada “Azerbaycan Türkçesi” diyelim.

Yine de söylemeden geçmeyelim. "Azeri" sözcüğü Türkiye Türkçesinde sadece sevgi ve yakınlık kokar. O istenmeyen anlamların hiç biri, bu sözcüğü kullanan bir Türk'ün aklına bile gelmez. Bizde Azeri makamı, Azeri lehçesi vardır. Bu terimleri o kadar çok sık kullanırız ki, "Azeri" lafı arada ağzımızdan kaçarsa, Azerbaycanlı kardeşlerimiz de alınmasınlar diyelim.

Peki kim bu Azerbaycanlılar?

En basit anlamıyla biziz sevgili arkadaşlar. Hatta diğer Türki toplumlar arasında Türkiye Türklerine en yakın olan halk Azerbaycanlılar’dır. Türkiye Türkleriyle aralarındaki tek fark, tarihin bir noktasında Türkiye Türkleri Araplara denk gelip, çoğunlukla Sünni, Azerbaycan Türkleri de İranlılara denk gelip çoğunlukla Şii olmuşlar (Teknik olarak önce Sünni, sonra Şii olmuşlar, çok detayına girip, başınızı ağrıtmayayım). Şii Türk kimliğinin üzerine Sovyetler döneminden ithal edilmiş sözcükleri ve Sovyet usulü bilimsel ve sanatsal katkıları da eklersek yekünde bugünkü Azerbaycan’ı tanımlamış oluruz.

Bu arada, izleyenleriniz zaten bilecektir, ne Sünnilikle, ne Şiilikle alakam vardır. Benim gözümde biri diğerinden daha iyi, daha makbul değildir. Yaşam ilkelerim doğrultusunda kim ne isterse o olur, beni ırgalamaz. Benim ne olduğumun yada olmadığımın da başka kimseyi ırgalamayacağı gibi. Neyse çok uzattık, anladınız herhalde.

Dünyada en fazla Azerbaycanlı, ilk bakışta zannedilebileceği gibi Azerbaycan’da değil, İran’da yaşar. Dünyadaki 30-35 milyon Azerbaycanlı’nın muhafazakar bir tahminle 20 milyon kadarı İran’da yerleşiktir. Azerbaycan’da ise sadece sekiz milyonun biraz üstünde Azerbaycanlı yaşar.

Gençliğimde buram buram Azerbaycan kokan bir şarkı meşhur olmuştu. Karıya aşık olup, iki bira çeken her hasso delikanlı ya bu şarkıyı söyler, yada söyletirdi. Şarkının ismi “Ayrılık” olunca, haliyle herkes bunun bir aşk şarkısı olduğunu düşünürdü. Halbuki “Ayrılık”, yada doğru biçimiyle “Ayrılıq”, Türkmençay anlaşmasının ayırdığı Rusya ve İran’da yaşayan Azerbaycan halkı için yazılmış. Müzik bir Güney Azerbaycanlı, yani İran Azerbaycanından gelme Ali Salimi’ye, sözler ise bir İranlı, yani Farsi olan Rahim Moeini Kermanşahi’ye ait. Biz gelin bunu en bilinen yorumuyla, 1950’lerde söylendiği gibi Raşit Behbudov’dan dinleyelim.


İran’daki Azerbaycanlılar her şeyleriyle Azerbaycanlı, Yani Türk. Türkçe konuşuyor, Türk yemekleri yiyiyor, Türk müzikleri dinliyorlar. Ben Tebriz’e gitmedim ama izlediğim kadarıyla her şeyiyle bir Türk şehri. Ali Hamaney’in babası, Mesut Pezeşkeyan’ın annesi ve babası hep Azerbaycanlı, yani Türk. Türkçe konuşurlar, Türk kültürüne fazlasıyla yakındırlar.

İşin sosyo-politiğine dalıp, kafa şişirmeyelim ama 85 milyonluk İran’ın içindeki bu 20 milyonluk Azerbaycanlı nüfus, durmaksızın İran’ın uykusunu kaçırır. Son Karabağ savaşında İran’ın Ermenistan’ı desteklemesi falan hep bundandır, keza İsrail’in de Azerbaycan’la kanka olması. Enemy of my enemy durumları…

Coğrafik olarak Azerbaycan, Türkiye’nin doğusunda kalır. Azerbaycan’la kısa bir sınırımız vardır ancak, sınırı geçip, Bakü’ye arabayla gidemezsiniz. Çünkü Türkiye ile sınırı olan Azerbaycan’ın toprağı Nahçıvan ile Azerbaycan’ın gerisinin arasına Ermenistan toprağı bir bıçak gibi girmiştir, daha doğru bir deyişiyle sokulmuştur. Türkiye ile Orta Asya’daki Türk devletlerinin kara bağlantısını kesmek için 1920’lerin başında Ermenistan sınırları, Nahçıvan ile Azerbaycanın arasını kesecek biçimde tanımlanmış.

Bu günlerde adını sıkça duyduğunuz Zengezur Koridoru, Nahçıvan ile Azerbaycan’ı Ermenistan üzerinden karadan bağlayacak bir yol projesidir. Gerçekleşirse, Edirne’den yola çıkan bir kamyon, Bakü’ye kadar karadan gidip, Hazar Denizi’ni feribot ile geçerek Kazakistan ve Türkmenistana, oradan da Kırgızistan ve Özbekistan’a ulaşabilecektir.

Azerbaycan’ın, deniz ile bağlantısı olmamasına rağmen, Hazar denizi ile kıyısı vardır. Hazar Denizi teknik olarak bir göl olsa da, dünyanın en büyük gölüdür ve haysiyetli bir deniz sayılır. Uluslararası anlaşmalarda kafadan deniz kategorisine girer. Alan olarak, Karadeniz, Karayipler ve Baltık Denizi gibi denizlerle kıyaslanabilir. Suyu da normal deniz suyunun üçte biri oranında tuzludur.

Gelelim Azerbaycan’ın tarihine. Çok baş ağrıtmadan, ilginizi çekebilecek bir kaç noktaya değinelim.

Azerbaycan, çoğunuzun düşüncesinin aksine, hiç bir zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan bir parçası olmamış. Ermenistan'ın farklı bölgeleri zaman zaman Osmanlı İmparatorluğu içinde kalmış olsa da, Azerbaycan hep imparatorluk sınırları dışında kalmış.

Bizde pek bilinmez ama, Rusya ile İran arasında uzun süren savaşlar sonunda imzalanan Türkmençay antlaşması ile Azerbaycan, İran ile Rusya arasında paylaşılmış. Yukarda değindiğimiz İran Azerbaycanlılarının bugünkü konumu hep bu anlaşmanın sonucudur. Günümüzdeki Azerbaycan, Sovyetlerin dağılması sonucunda Türkmençay antlaşması ile Sovyet tarafında kalan Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesi sonucunda kurulmuştur. Tekrar edelim, Azerbaycan’ın büyük tarafı hala İran sınırları içindedir.

Azerbaycan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmasa da, imparatorluk tarihi boyunca her iki ulus varoldukları süre boyunca birbirleriyle güçlü ilişkiler kurmuş. Gerçi Yavuz’un Şii/Alevi takıntısı yüzünden Safeviler’le hoşlaşması araya biraz kara kedi sokar gibi olmuş ama her iki halk da birbirlerine sevgi duymayı hiç bırakmamış.

Unutmayalım, Safeviler ve Azerbaycanlılar aynı kökenden gelirler. Tam doğrusu, Safeviler, Azerbaycanlı bir Türk aile, yani hanedandır. Tıpkı Osmanlılar gibi. Safevilerin kurucu hükümdarı Şah İsmail de Türkçe konuşan, Türk yemeği yiyen bir Azerbaycan Türküydü. Büyük, bilge bir lider, aynı zamanda gerçek bir şairdi. Tabii ki Türkçe yazardı:

Məndən pəhri çəkən alimlər, füzəlâ
Xətayi həqq şərabın içdi, sərməndir bu gün

Yani:

Benden övgüyle bahseden alimler ve bilginler
Hatayi, hakikat şarabını içti, bugün mest olmuştur

Sufi felsefesi bu, hemen şarabı duyunca aklınız başka yerlere gitmesin. Ulvi, ebedi bilgi, gerçeklik, beni öylesine etkiledi ki, dünyada olup biten bunun yanında hiç bir şey diyor, mealen.

Safeviler zaman ilerledikçe İranlı/Farsi bir eksene doğru kaysa da, kökenlerinden kaynaklı Türk değerleri varolmaya devam etti.

Safeviler'e ilk önemli darbeyi 1514'te Yavuz, Çaldıran savaşında vurdu, 1736’da da Nadir Şah tarafından yıkıldılar. Ama arkalarında bıraktıkları muazzam kültürel miras bugün Azerbaycan ve İran'da her anlamda sürmekte.

Rus İmparatorluğu’nun parçalanması sonucunda, 1918 yılında Azerbaycanlılar, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetini kurmuşlar. Bu devlet, İslam dünyasındaki ilk laik parlamenter demokrasidir.

Osmanlı İmparatorluğu da, bu yeni kurulan Türk devletini, özellikle Bolşevikler’e karşı desteklemek için Nuri Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi) komutasında bir orduyu Azerbaycan’a göndermiş. Nuri Paşa özellikle Bakü’nün Ermenistan işgalinden kurtarılması esnasında önemli ölçüde yardımcı olmuş.

Nuri Paşa’nın gayretleri elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda son bulmuş, ancak varlığı ve yardımları Azerbaycanlılar tarafından hep hatırlanmış.

Bizim tarih kitaplarında ismi geçer mi, geçmez mi, bilmiyorum ama Nuri Paşa bugün Azerbaycan’da hala sevilen ve hatırlanan bir kişilik.

Gelelim Azerbaycan Türkçesine.

Gerçek Türkçeyi, Türkiye’de konuşulan Türkçe zannedip, başka lehçelere burun kıvıran zırcahilleri bir tarafa koyalım.

Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesi konuşanlar tarafından tamamen anlaşılır bir Türkçe.

Sadece biraz hayal gücü.

En sevdiğim Azerbaycan Türkçesi sözcük “şirin”. Tatlı demek, ama mecazi değil, baklava, şeker tatlıdır tatlısı!

Azerbaycan Türkçesinin gramerinde devamlılık yok. Yani “geliyorum” değil, “gelirem” diyorlar. Gidin Erzuruma, Dadaşlar da böyle konuşur. O yüzden çok havalanmayalım. Hele benim gibi bir de anadili Slav bir dil olup, master’ını Fransızca üstüne yapmış biri ile evliyseniz - çünkü her iki dilde de devamlılık yoktur, çok rahat alışıyorsunuz (yada “alışırsen”, daha da doğru şekli ile “öyreşirsen” :)

Diğer tüm Türk lehçelerinde olan, ama Türkiye Türkçesinde olmayan gırtlaktan gelen “kh” sesine biraz alışmak gerekiyor. “Kale” yerine “Khala” - “Bu gala daşlı gala” gibi. Fonetik yazıyorum, yoksa Azerbaycan alfabesiyle “kale”, aslında “qala” şeklinde yazılıyor.

“Çocuk”, “Uşak”, ki burada biraz Laz oluyoruz, “İyi” ise “Yahşi”, “Para”, “Pul”, "Nasıl" da "Neçe". Yani bilmediğiniz bir şey yok, tekrar etmek pahasına, sadece biraz hayal gücü.

Latince bazlı, yada Slav bir dil biliyorsanız “respublika” yada “prezident” gibi sözcükleri de hemen tanıyacaksanızdır. “Cumhuriyet” kelimesini Türkçe zannedip, Azerbaycanlılar’a niye Türkçe yerine Rusça bir kelime olan “Respublika” ‘yı kullanıyorsunuz diyenleri de İlber Hoca’ya havale ediyorum.

Sözün kısası, bir zorluk yok. Var diyenler de ilgi çekmeye çalışan hıyarlar, hepsi o. Gelmeden önce Bakü’de bir restoranı arayıp, Türkçe konuşarak, problemsiz biçimde bir rezervasyon yaptım.

Azerbaycanlılar gaza sonuna kadar basıp, öz Azerbaycan Türkçesi konuştukları zaman anlamak zorlaşıyor, ancak her iki dil de normal koşullarda tamamen anlaşılabiliyor. Bu arada, siz fark etmeseniz de, Azerbaycanlı kardeşlerimiz Türkiye Türkçesi konuşarak bizi fazlasıyla idare ediyorlar. Bu jeste karşı, Azerbaycan’a gidenlere ödev olsun, siz de biraz sıkın ve Azerbaycan Türkçesi konuşmaya çalışın.

Size biraz Azerbaycan havası koklatmaya çalıştım. Azerbaycanlıları ise sonraki yazılara saklıyorum. Bu güzel insanları sizlere ne kadar haklarını vererek anlatabileceğim, bilmiyorum. Görüp, tanımak gerekiyor.

Herneyse, başlamak, bitirmenin yarısıdır.

Devam edeceğiz.

Yaxşı qalın, mehriban olun ❤️

10 Mart 2025 Pazartesi

Gori

Önceki yazılarda, Türk tarihindeki önemli Gürcü kökenli şahsiyetlerden bahsetmiştim. Şimdi sıra başka bir Gürcü şahsiyette. Bahsedceğim bu Gürcü şahsiyet, sadece Türk değil, tüm insanlık tarihinde derin bir iz bırakmış biri.

İsmi Ioseb Besarionis dze Dzhugashvili.

Ancak tüm dünya gibi sizler onu bilinen ismi Joseph Stalin ile tanıyacaksınızdır.

Stalin, “Dzhugashvili” gibi buram buram Gürcistan kokan bir soyad yerine “Stalin” gibi gücü ve sertliği işaret eden, havalı bir Rus soyadı seçmiş. “Stal”, Rusça’da “çelik” demek. İngilizce’deki “steel” gibi. Her ikisi de eski Jermanik dillerden alınma. İsim olarak da, İncil’deki “Yusuf”, yani Gürcüce “Ioseb”, Rusça “Iosif” olmuş, batı dillerine ise “Joseph” olarak geçmiş, Böylece “İyoseb Cugaşvili” olmuş size “Josef Stalin”.

Stalin, elbette tartışmaya açık bir biçimde, tarihin gelmiş geçmiş eli en kanlı diktatörüdür sevgili arkadaşlar. Bir görüşe göre, Hitler’den de beterdir. Hitler Nazi ordusunda verdiği emirler sonucunda hayatlarını kaybeden askerler ve göreceli olarak az sayıda muhalifleri ile LGBTI bireyler dışında kendi vatandaşlarını öldürmemiştir. Stalin ise doğrudan yada dolaylı olarak önemli bir bölümü Sovyet sivilleri olmak üzere on milyonlarca insanı öldürtmüştür. Buna kendi öz oğlu da dahildir. Almanlar’a esir düşmüş oğlunu, ellerine sağ geçmeseydi deyip, onu esir bir Alman generalle takas etmeyi reddederek ölüme terketmiş, nitekim oğlu da sonrasında bir Alman esir kampında hayatını kaybetmiştir. Kısaca Stalin, Hitler’in Holocaust ile katlettiği Yahudilerden daha fazlasını doğrudan verdiği emirlerle öldürtmüştür. Karısı Stalin yüzünden intahar etmiştir - ki bu da biraz şüpheyle karşılanır ve insanlar bunda Stalin\in parmağı olduğunu düşünür. Göç politikaları, tarım politikaları, Gulag isimli çalışma kampları ve doğrudan infazlar sonucunda sayısı hala tam bilinmeyen insan hayatını kaybetmiştir. Milyonlarca insan evinden, yurdundan olmuş, Sovyetler Birliği’ndeki bir çok ülkenin demografisi değişmiştir.

Dünya ne yazık ki tarihinde iktidarı ele geçirmiş Stalin, Hitler, Leopold II, Franco, Pol Pot gibi manyaklar yüzünden çok acı çekmiştir. Bazı kaynaklar endüstrileşme politikalarının sonucunda ortaya çıkan kıtlık yüzünden ölen otuz milyon Çinli yüzünden Mao Zedong’u bu listenin başına koyarlar. Bu politikaların dar gürüşlülüğü ve aptallığı su götürmez elbette, ancak ben Mao’nun bunları bilinçli olarak insanları öldürmek için uyguladığını düşünmüyorum, o yüzden onu listeme almadım. Takdir sizin tabii.

Staline dönersek, Gürcistan’ın Gori kentinde doğmuştu. Ayakkabı tamircisi baba bir alkolikti ve hem Stalin’i hem de annesini şiddete tabi tutuyordu. Stalin sonrasında Lenin’in izinde devrim işine soyundu. Kim bilir kaç kez tutuklandı, sürgüne gönderildi, hapse atıldı, ama hepsinden bir yolunu bulup, kurtulmayı başardı. Bolşevik Parti’sine girdi ve orada yükseldi.

Lenin başta Stalin’i tutsa da, ölmeden kısa bir süre önce “Bakın bu adam manyak, ülkeyi buna bırakmayın” mealinde bir şeyler söyledi, ancak artık çok geçti. Stalin, Lenin’in ölümü ardından Sovyetler’in lideri oldu.

İlk iş ezeli rakibi Trotsky’yi (bizde anlayamadığım bir sebeple Troçki derler) önce sürdürüp, sonra öldürttü. Halbuki Lenin dahil bir çok Sovyet aydını Trotsky’yi Sosyalizm’in yayılmasındaki en önemli potansiyel figür olarak görmüştü.

Sonraki önceliğini beş yıllık planlarla ülkenin endüstrileşmesine ayırdı. Sayesinde Sovyetler Birliği önemli bir dünya gücü haline dönüştü.

Mao benzeri bir tarım kollektifleştirme planı uyguladı. Başta Ukrayna, milyonlarca insan açlıktan öldü. Stalin bu ölümleri göre göre, bilinçli olarak bu programa devam etti.

1936–1938 arasında The Great Purge dedikleri bir plan çerçevesinde milyonlarca muhalifini infaz ettirdi yada hapise tıktı.

Daha önce bahsettiğimiz Gulag isimli çalışma kamplarını inşa ettirdi. Milyonlarca insan bu kamplarda hayatlarını kaybetti. Dilimize yerleşmiş “Sibirya’ya sürülmek” deyimi, bu Gulaglar’a gönderilme anlamına gelir.

Sovyet milliyetçiliğini kabarttı, kendi anavatanı olmasına rağmen Gürcü kültürünü şiddetle baskıladı. The Great Purge esnasında çok sayıda Gürcü muhalifini de infaz ettirdi.

Sonrasında İkinci Dünya Savaşı başladı. Stalin, savaşın başında Hitler’le kankaydı - müttefiklik olmasa da bir saldırmazlık antlaşması yapmışlardı. Bir anlaşma ile Polonya’yı bölüşmüşlerdi. Bir gözü Orta Avrupa’da, diğer gözü de Türkiye’deydi. Eğer Hitler Rusya’ya saldırmasaydı, öyle tarihte Nazileri yenen kahraman müttefik lideri olarak değil, Nazi işbirlikçisi bir diktatör olarak geçecekti. Sonunda Nazileri yenilgiye uğrattı ama bu arada yirmi yedi milyon Sovyet vatandaşı hayatını kaybetti.

Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin ve Orta Avrupa’nın ırzına geçti. Muhalifleri öldürdü, hapsetti, halkları oradan oraya sürdü. Bir çok tarihçi soğuk savaşı Stalin’in başlattığına inanır.

Stalin 1952 yılında Yahudi doktorların Sovyet liderlerini zehirledikleri ve sağlık sistemini baltaladıkları iddasıyla Doctor’s Plot ismi ile anılan yeni bir terör dalgası başlattı. Hedefi Sovyet yönetimindeki tüm yahudileri ortadan kaldırmaktı - ezeli düşmanı Trotsky’nin de Yahudi kökenli olduğunu hatırlayalım. Neyse ki buna ömrü yetmedi ve bir inme sonucunda hayatını kaybetti. Bir çok kişi bunun Sovyetler’i Stalin’in elinden kurtarmaya yönelik bir suikast olduğuna inanır.

Gürcüler’in Sovyetler zamanında yaşamış yaşlı bir kesimi Stalin’e hala sempati beslemekte. Bunlar Stalin sayesinde Gürcistan dahil tüm Sovyetlerin endüstrileştiği argümanını öne sürmekte. Ancak başta gençler, Gürcüler’in büyük bir bölümü Stalin’den hiç haz etmemekte. Bunların farklı nedenleri var. Öncelikle Stalin kendisi de Gürcü olmasına rağmen Gürcülere çok eziyet etmiş. Özellikle batı yanlısı genç kesim, anlaşılır sebeplerden ötürü anti-Stalin’ci bir görüşe sahipler. Başka ilginç bir sebep ise Stalin’in Gürcü Ortodoks kilisesini kapatması. Gürcistanın günümüzde hayli dindar olduğunu unutmayalım.

Stalin, işte böyle biri. Yukarda anlattıklarımı, tarihsel olayların, hele eski Sovyetler tarafından sıklıkla manipüle edildiklerini ve önemli bir bölümünün de benim yorumlarım olduklarını aklınızda tutarak okuyun lütfen.

Gori’ye bir minibüsle gittik.
Siz bunları okurken, biz de kahvemizi içip, Gori’ye doğru yola çıkmış olalım. Bu kentte bulunan Stalin Müzesine gidiyoruz.

Gori’ye bir minibüsle gittik. Benzeri bir minibüse Moldova’da, Transdinyester’e gitmek için binmiştim. Aynı o minibüs gibi bizi Gori’ye götüren minibüs de mazot kokuyor, her parçasından ses geliyordu. Koltuklar o kadar dar, içinde o kadar çok insan istiflenmişti ki, benim hacmimde iki kişinin yan yana oturması imkansızdı.

🐝Mezzy🐝, hayatında ilk kez bu kadar pis, kötü kokan, kalabalık bir minibüse binmişti ve şaşkınlıkla etrafına bakıyordu. Biraz sonra alıştı ancak yolculuk iyileşmiyordu. Benim zamanımda "ördek yapmak" derlerdi, yolda bulduğu müşterileri de toparladı ve bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Gori’ye ulaştık.

Biz müzeye ulaştığımızda gökyüzü kapkaranlıktı ve lapa lapa kar yağıyordu. Stalin Müzesini gezmek için tam ideal meteoroloji koşulları sizin anlayacağınız.

Stalin'in şahsi vagonu.
Gori’de Stalin’in doğduğu evin etrafına korumak için başka bir bina yapmışlar ve yanına ikinci bir müze binası eklemişler. Bir de bahçede Stalin’in heykeli ile İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında kullandığı şahsına özel tren vagonu var.

Ben bu tarihi şahsiyetlerin doğup, büyüdükleri yerlere çok önem veririm sevgili arkadaşlar. Onları büyük birer yazar, ressam, heykeltraş yada canavar yapan koşulların çoğunun, bu yerlerde, onların çocuklukları esnasında şekillendiklerine inanırım. Şimdiye kadar Atatürk, Kristof Kolomb, Picasso, Mozart gibi ünlülerin doğduğu yerleri görme şansım oldu. Bugün bu listeye Stalin’i de ekleyecektik.

Müzenin çalışanları hayatımda hiçbir müzede görmediğim kadar ukala, umursamaz, kaba ve bilgisiz. Biletçi dışında İngilizce konuşan yok. Zaten müzede İngilizce tek kelime açıklama yok. Her şey ya Kiril, Ya Gürcü alfabesiyle yazılmış. Normalde bir “rehber” ile gezmek için bilet alıyorsunuz ama ortada rehber, mehber yok. Sadece Stalin’in portresinin altında bir kadın memur uyukluyor. Vagonu kitlemişler. Bilmeseniz, kimse gezilebilir demiyor. Malum hava karlı, kim gidip kilidi açacak, anlatacak falan… Dürttük de, bir babuşka lütfen kalktı, kapısını actı. Göstermek, anlatmak falan yok. Kapıda durup, şöyle burnunun ucuyla “Ahan vagon burası, gidin bakın işte…” gibisinden başını salladı.

Stalin'in doğduğu ev.
Stalin Müzesi Sovyetler zamanında açılmış, o yüzden baştan aşağı üçüncü sınıf “Pravda” propagandası ile dolu. Pravda propagandasını hem sarkastik, hem de faktüel olarak kullanıyorum. Duvarlar “Pravda” gazetesinin fotoğraflarıyla kaplanmıştı. Hepsi de Stalin şöyle büyük adam, Almanlar’ı böyle çiğnemiş, bütün insanlığı kurtarmış gibi tek taraflı tautoloji ile doluydu. Jelena okudu, kesin bilgi.

Müze üzerinde Stalin’in resmedildiği halılar, tablolar, vs. ile dolu. Yine ona ait pipolar, kılıçlar ve benzeri şahsi eşyaları var. Müzenin bir köşesinde Stalin’in ofisini canlandırmışlar. Gezinin sonunda da “death mask” dedikleri, öldüğünde yüzünün son halinin alındığı bir maske var.

Bir yemek yedik.
Bu müze çok daha bilgilendirici ve ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek bir şekilde düzenlenebilirdi. Bugün, aynen Sovyet usulü renksiz, laf olsun diye yapılmış bir yer haline gelmiş.

Yakın tarihin en önemli figürlerinden biri olan Stalin’in müzesini gezmek bence çok önemli bir deneyim. Ancak buraya gelmeden önce bol bol okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Tiflis’e minibüsle değil, Bolt ile geri döndük.

Tiflis’in en renkli caddesi olan Rustaveli Avenue üzerinde bir Gürcü restoranında akşam yemeğimizi yedik. Biraz caddenin havasını koklamak için yürüdük. Özgürlük meydanı (Liberty Square) ve burada bulunan St. George heykelini görüp, biraz yürüdükten sonra saat kulesinin bulunduğu meydana ulaştık. Cafe Leila’da yine uzun sayılabilecek bir zamanda şarap tatmaya devam ettik.

Uçağımız sabah saat üçte kalkıyordu. Checkout yapmış olsak da otelimize geri dönüp, lobide biraz daha vakit geçirdik.

Bir Bolt yolculuğu bizi havaalanına götürdü.

En sonunda yıllardır gitmek istediğimiz Can Azerbaycan’a gidiyorduk…

4 Mart 2025 Salı

Tiflis

Tiflis havaalanına sabaha karşı indik ve birkaç dakika içerisinde formaliteleri tamamlayıp, dışarı çıktık. İlk iş Bolt uygulamasıyla bir taksi çağırmaya çalışmak oldu. Gel gör ki, eSIM kartım çalışmıyordu. Havaalanına geri dönüp, free wi-fi ile bir Bolt çağırdım.

Taksiyi beklerken yanımıza belki on tane taksici yanaştı. Kimileri Bolt gelmez, boşuna bekleme, kimileri de Bolt’un yazdığı fiyat başlangıç fiyatıdır, senden fazlasını isterler diyordu. Kardeşim, haritaya bak adam geliyor, Bolt da zaten parayı peşin aldı, ne diyorsun sen falan diyene kadar Bolt geldi. On İsviçre Frangı gibi bir fiyata otelimizin önüne kadar geldik. Karşılaştırma bakımından, Atina’da neredeyse bu fiyata sadece bir kişi metro ile havaalanından şehir merkezine gidebiliyordu.

Check-in yaptıktan sonra hemen eSIM ayarlarını ufak bir hack ile çalışır hale getirdim.

Bu eSIM işi çok rahat sevgili arkadaşlar. Her ülke için ayrı bir eSIM alabileceğiniz gibi her ülkede çalışabilen bir tek eSIM almak da mümkün. Ben ikincisini aldım ve onu kapat, bunu aç derdinden kurtuldum. Yüklediğiniz para da bir sonraki ülkeye devrediyor ve böylece kartınızda artık miktarlar yanmıyor. Fiyatlar ise çok çok ucuz. Gürcistan’da beş gigabayt, beş euro falan gibiydi. eSIM’i bir QR Code’u okuyarak telefona yükleyebiliyorsunuz, gerçekten çok kolay. Şiddetle tavsiye ederim.

Odamız cehennem gibi sıcaktı. Termostatı kurcalayıp, soğutmayı denedim ama nada. Camları açtık ve Şubat ayındaki Kafkas soğuğu ile odanın sıcaklığını zar zor insani seviyelere düşürebildik.

Kahvaltı için Kikliko isimli bir cafe’ye gittik. French toast’un fırın ekmeği ile Gürcüleştirilmiş versiyonu. Çok güzel bir salata ile servis ediyorlar. French toast ile aranız yoksa, birçok yerde bulabileceğiniz haçapuri falan yiyebilirsiniz.

Tiflis, Kura Nehri’nin ortasından geçtiği, dağların ortasında bir şehir. Büyük İpek Yolu’nun önemli bir durağı olmuş ve bu konumu nedeniyle birçok imparatorluk tarafından ele geçirilmiş. Şehir, Bizans, Pers, Arap, Moğol, Osmanlı ve Rus hâkimiyetleri altında kalmış, bu yüzden de bu dönemlerden izler taşımakta.

Tiflis’teki ilk izlenimlerimiz biraz karışıktı. Merkezi alanlar fazlasıyla cazibeliydi ancak bir sokak geriye gittiğimizde, hemen her zaman, gerçekten çok kötü bir manzarayla karşılaştık. Çok fazla Sovyet usulü binalar vardı. Gürcüler de benzeri durumdaki diğer ülkelerin başvurduğu kısa yolu alıp, sprey boyayla bu binaların çoğunu grafiti ile bezemişler. İyi de olmuş, kente biraz renk gelmiş.

Şehirde gezerken gördüğümüz her üç kişiden biri Türk’tü - abartmıyorum. Uçak biletlerinin ucuzluğu, vize gerekmemesi ve yolun kısalığı yüzünden bütün Türkler Gürcistan’da geziyor. Türklere iki dakika olan bu kent, bize üç saatlik jetlag ile, ciddi uzun yol. O yüzden heyecanımı hoş görün.

Tiflis’te trafik ise bir felaket. Bir kilometrelik yolu bazen on beş dakikada zor alıyorsunuz. Daha önce de yazmıştım, bu adamların yaptıkları araba kullanmak değil. Trafikte beş dakika aynı noktaya bakın, beş kez neredeyse kaza yada kafadan kaza görürsünüz. O kadar aptalca araba kullanıyorlar, anlatamam.

Yine diğer arabaları milimetre ile sıyırarak Tiflis’in kukla tiyatrosu ve saat kulesinin bulunduğu küçük meydana ulaştık.

Saat Kulesi
Saat kulesinin çok nevi şahsına münhasır bir mimarisi var. Pisa kulesi halt etmiş, bu kulenin her tarafı eğri büğrü. Tek bir çelik kolon bu kulenin sağa sola yatmış parçalarını tutuyor. Bu kuleyi ve yanındaki tiyatroyu ünlü kuklacı Geppetto, yok yok, Rezo Gabriadze yapmış. Prag’daki astronomik saat misali her saat başı, kulenin tepesindeki bir balkonda bir melek beliriyor ve yandaki çanı çalıyor. Her gün saat 12 ve 19’da ise, saatin altındaki bir balkonda kuklalarla yapılmış, yaşam çemberi temalı, doğumdan ölüme geçen süreçleri sembolize eden kısa bir kukla şov izlenebiliyor.

Kulenin üzerinde renkli ve göze güzel görünen çiniler var, bir de camın arkasına konmuş çok küçük bir saat. Bu saat için herkes farklı bir yerin (Dünyanın, Gürcistan’ın, Tiflis’in) en küçük çalışan saati diyor. Ben çıplak gözle saati pek seçemedim. Fotoğrafını çekip, büyüttüğümde anca gördüm.

Bu kule öyle çok eski değil, 2010 yılında yapılmış, ancak çok özel ve başka bir yerde görülemeyecek bir yapı. Biz çok beğendik, tavsiye ederiz.

Meydanda, ufak da olsa, benim çok hoşuma giden bir şey yapıyorlar. Resminizi siz farkında olmadan çekip, bir gazete sayfasına basıyorlar, ücretsiz size veriyorlar. “Şöhretler Tiflis’te” gibi bir de manşet koymuşlar.

Kulenin hemen ilerisinde Anchiskhati Basilica isimli, Gürcistan’ın en eski kilisesi var. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biri. İçinde inanılmaz güzellikte freskler var. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Böyle yasakları gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Niye yasak, kim yasakladı, niye burada yasak da bir sonraki kilisede yasak değil, beni aşıyor. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Saat kulesinin etrafında çok güzel cafe’ler var. Buralarda genellikle yemek de servis ediyorlar.

Cafe Leila
Tesadüfi bir şekilde girdiğimiz Cafe Leila’nın bu cafe’lerin en ünlülerinden biri olduğunu sonradan öğrendik. İçerisinin tavan ve duvar işçiliği bir sanat harikası. Turların fotoğraf çekmek için durdukları bir nokta.

İçerideki şef de şaraptan çok iyi anlıyordu. İlerleyen zamanlarda, Tiflis’in geri kalan bir çok yerinde içtiğim şarabi ne yazık ki buzdolabında saklayıp, soğuk servis ediyorlardı. O güzelim şarabı ellerimle ısıtıp, içilebilir bir hale getirmek zorunda kalıyordum. Sadece Cafe Leila’da şarap doğru ısıda gelmişti. Şef de önerdiği şaraplarla uygun peynirleri eşleştirince, mükemmel bir şarap seansı yaptık. Bu yüzden başka bir şarap tatma turuna katılmaya da gerek kalmadı.

Ben bol bol Saperavi denedim, ama sek türlerini. Gürcistan'da (ve Azerbaycan'da) dikkat, kırmızı şarabı sıkça yarı tatlı yada tatlı yapıyorlar. Benim çok sıkıcı bir şarap zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Beyaz şarap kesinlikle içmem, kırmızı şarabı da yalnız sek severim. Siz de benim gibiyseniz, şarap sipariş ettiğinizde "sek", "dry" falan demeyi unutmayın.

Gürcistan'da, özellikle şarapla çok güzel giden sulguni isimli peyniri mutlaka not edin sevgili arkadaşlar. Biraz bizim yarı taze kaşar peynirine benziyor. Bir de, başta haçapuri, hamur işlerinde kullandıkları imeruli peyniri var. Bence çok belirleyici bir karakteri yok ama kötü bir de peynir sayılmaz.

Cafe Leila’dan ayrılıp, The Bridge of Peace yani Barış Köprüsü’ne doğru yola koyulduk.

Tiflis’te alışmanız gerekli bir fenomen ise din sevgili arkadaşlar. Gürcüler dinlerine çok kuvvetle bağlılar. Duvarlardaki her boşluğa, her direğin, her çitin ucuna birer haç iliştirmişler. Daha önce de yazdım, taksiciler kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar, telefonlar kilise çanlarıyla çalıyor.

Yol boyunca haçların huzuru ve koruması altında Barış Köprüsü’ne ulaştık.

Barış Köprüsü
Barış Köprüsü, eski şehir ile Rike Park’ı birbirine bağlayan, Kura nehri üzerindeki bir yaya köprüsü. Yay şeklinde, çelik ve camdan bir yapısı var. Michele De Lucchi isimli, İtalyan bir mimar tasarımlamış. Köprünün parçaları İtalya’da yapılmış ve 200 kamyonla Tiflise getirilmiş. Barış köprüsü de yeni sayılabilecek bir yapı. 2010 yılında açılmış.

Köprünün üzerinde bir kaç seyyar satıcı var. Geçerken ortama biraz renk katıyorlar. Onun haricinde yeşil camların verdiği tonun altında yürümek insana biraz ilginç geliyor.

Barış Köprüsü belki Prag’daki Charles Bridge değil ama Tiflise geldiğinizde bir kere deneyimlenmesi gerekli bir nokta.

Köprüden aşağı inip, Rike Park’a geçtik. Rike Park nehir kıyısında çok güzel bir park ama Şubat ayında ziyaret etmek için pek popüler bir yer değil. Yine de Melissa ve Jelena dakikalarca salıncakta sallandılar. Bunu yapmaları için binlerce kilometre uçup, Tiflis’e gelmelerine gerek yoktu bana sorarsanız.

Holy Trinity Katedrali
Başka bir Bolt yolculuğu bizi Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Gürcülerin daha sık kullandıkları biçiminde Sameba’ya getirdi. Daha durmadan şoför yine haç çıkarıp, duaya falan başladı. Böyle kafamızda yeşil bir haleyle, ilahilerle arabadan indik.

Bu Holy Trinity, yani kutsal üçlem, kutsal üçlük meselesini evvel ezel anlamamışımdır sevgili arkadaşlar.

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın tanrının elçisi değil, tanrının oğlu, bazen de tanrının kendisi, yani insan biçiminde varoluşu olduğuna inanılır.

İncil’de Hz. İsa için verilen Mesih sıfatı onun doğrudan tanrı olması ile çelişir. İncil’in Eski Ahit bölümünde, yani Yahudilikte, Mesih hiç bir tanrısal konumu olmayan, tamamen insan olan bir varlıktır. Bir kral, başka bir anlamda yüksek düzeyde bir papazdır. Özel bir yağ ile yağlanmıştır. Mesih anlamına gelen Yunanca Khristós, İngilizcesiyle Christ, Hz. İsa için doğal bir tanımlama olmuştur. Jesus Christ, tam tercümesiyle İsa Mesih demektir.

İncilde, yani Eski Ahit’teki bu Mesih tanımı, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrının oğlu, yada bir sonraki aşamada tanrının kendisi saymalarıyla çelişir.

Bu Holy Trinity kavramı işte Hz. İsa’nın yukarda bahsettiğimiz tanrısal pozisyonunu tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Türkçe anlamı olan kutsal üçleme göre Hz. İsa bir kontekstte The Son, yani oğul yada tanrının oğlu, başka bir kontekstte The Father, yani baba yada tanrı, ve üçüncü bir kontekstte de The Holy Spirit, yani kutsal ruh olur. Ben ilk ikisini anlamış olsam da, bu kutsal ruh tarafını şimdiye kadar tam olarak çözemedim. Ömrüm yeterse biraz daha derinine inip, bakacağım. Ancak bu Holy Trinity o kadar popülerdir ki, Dan Brown’un romanlarından, Tiflis’teki katedralin ismine kadar, Hristiyan dünyasında birçok yerde karşımıza çıkar.

The Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Sameba, Gürcü Ortodoks kilisesinin merkezi. Devasa bir katedral, gerçekten çok büyük ve çok yüksek bir yapı. İçerisi de ünvanlarına uyacak şekilde bir stil ile dekore edilmiş.

Kiliseye girdiğimizde bir nikah vardı. Gelini, damatı falan gördük. Papaz bunları evlendirdikten sonra bizleri kovaladı.

Sevgili karım kiliseyi baştan sona gezip, ibadetini tamamladı. Onun için de güzel bir deneyim olmuştu bu başka bir kültürün Ortodoks ibadethane ve adetlerini görmek. 🐝Mezzy🐝 de bu arada benle teoloji felsefesi yapıyordu.

Metekhi Kilisesi
Bir sonraki durağımız yine bir Ortodoks kilisesiydi. Metekhi, yada tam ismiyle The Metekhi church of the Nativity of the Mother of God, Türkçesiyle Metekhi, Tanrının Anasının (Hz. Meryem) Doğuşu Kilisesi.

Bu kilise Kura Nehrinin kıyısında bir tepeye yapılmış, dış görünüşü muhteşem bir kilise. Bolt şoförü yine bizi haçlarla, tütsülerle, Ameno şeklinde uğurladı.

Metekhi kilisesinin dışı muhteşem ama içi çok sade yapılmış. Böyle bir hayal kırıklığını Moskova’daki St. Basil katedralinde yaşamıştım. Dış görünüşü ile bence dünyanın en güzel kiliselerinden biri olsa da, içine girdiğimizde çok mütevazi bir kilise bulmuştuk.

Yeteri kadar inançsal ziyaret yapmıştık. Artık dünyevi işlere dönmenin zamanı gelmişti. Üçümüzün de karınları zil çalıyordu.

Metekhi kilisesinin karşısında kendimize bir Gürcü restoranı bulduk. Tek problem, bütün personelin Rus olup, Rusça konuşmasıydı.

Normalde bu bir problem sayılmayabilirdi. Çünkü Gürcistan’da İngilizce ile iş görmek basit şeyler için olanaklı olsa da, işler biraz komplekse döndüğünde tamamen umutsuz bir hal alıyor. Rusça ise Jelena sayesinde çok kolay olabilirdi, eğer sevgili karım garsonlarla Sırpça konuşsaydı - Rusça ve Sırpça neredeyse aynı dildir. Ama heyhat. Tüm Slavik bir dil konuşanlar gibi sevgili karım da eğer karşısındaki Sırp değilse onu anlamayacağına inanır, karşısındakinin de aynı şekilde. Bu hususta arzuhâlim tavîldir ama şimdi başınızı ağrıtmayayım.

Hal böyle olunca Jelena işi İngilizce’ye döktü, ama garsonlar tek kelime anlamadı. Jelena İngilizceden devam edince işler artık imkansıza bağlandı. Üc kuruşluk Rusçam ve beş kuruşluk Sırpçamla ben kafa göz yarmaya başladım da sipariş verebildik.

Ne yediğimin önemi yok, elceğizimle şarabımı ısıtınca keyfim yerine geldi.

Yemekten sonra bir teleferik bizi Sololaki Tepesi’ne çıkardı. Bu tepede ne var derseniz, Gürcistan’ın Anası var. Sinirlenip küfür ettiğinizde kime gidiyor, burada grafik olarak görebiliyorsunuz. Gürcistan’ın Anası, yani Kartlis Deda, yani The Mother of Georgia devasa bir kadın heykeli. Tiflis’in hemen her yerinden görülebiliyor. Kadının bir elinde bir kase şarap, diğer elinde de koca bir kılıç var. Yani akıllı olursan hoş geldin, gel bir bardak şarabımızı iç, çakallık yaparsan da seni çizerim diyor.

Kartlis Deda, Sololaki tepesinde olsa da, Sololaki Tepesi bu heykeli görmek için en kötü nokta. Kadının yüzü şehre baktığı için sadece yanından görebiliyorsunuz.

Ancak Sololaki Tepesi’ndeki park çok güzel. Teleferikten inince akordiyonlu bir amca sen nereliysen o memleketin ulusal marşını çalıyor. Teleferikle beraber çıktığımız bir Turko-Ukrayna’lı bir çift amcaya İstiklal Marşını çaldırdı. Amca hızını alamayıp, İzmir Marşı’na geçti. Hep beraber “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” olduk. İçim kabardı, gözlerim yaşardı.

🐝Mezzy🐝 kendisine, ponponlarına basınca “ciyk” deyip havalanan kulakları olan bir kulak seti aldı. Bütün gün güldük ona.

Sololaki Tepesi, bir Tiflis manzarası görmek için güzel bir nokta. Teleferik de çok ucuz. Gelmişken çıkın derim.

Kükürt Banyoları
Günün son ziyaret noktası kükürt banyoları oldu sevgili arkadaşlar. Bunlar, bir kelimeyle özetlemek istersek, kaplıcalar. Tiflis yani Tbilisi sözcüğü sıcak yer demek. Bunun kaynağı da bu kükürt banyoları. Efsaneye göre, Kral Vakhtang Gorgasali, bölgede avlanırken şahini bir sıcak su kaynağına düşerek ölmüş. Kral, doğal kükürt kaplıcalarından o kadar etkilenmiş ki, burada bir şehir kurmaya karar vermiş. Adına da Tbilisi demiş.

Bir Bolt bizi kükürt banyolarına götürdü. Bilmeyenleriniz için kükürt, çürük yumurta gibi kokar. Arabadan iner inmez o kesif kokuyu aldık. Banyoların içine girmedik, ancak isterseniz ve mideniz kaldırırsa bir hamam muhabbeti mümkün. Her yerde olduğu gibi burada da kaplıcaların sağlığa iyi geldiği söylenir. Buranın bütün misafirleri, yani Osmanlılar, Safeviler, Ruslar falan bu banyolara bir el atıp, bir şeyler yapmışlar. Banyolardan bir tanesi ve en ünlüsü zaten kafadan İran mimarisi.

Kükürt banyolarının yanında ilginizi çekebilecek bir köprü var. Bu köprünün yanlarındaki raylara aşıklar “Ali Ayşe’yi Seviyo” şeklinde kilitlerin üzerine yazıp, asıyorlarmış. Bütün kilitlerin hep aynı ve ortak bir renk harmonisi içinde olduğunu düşünürseniz, bu köprü biraz turistler için yapılmış sonucunu çıkarabilirsiniz, ama iyimser bir açıdan, “Love is in the air!”


Tiflis’te ilk günümüzü otelimizde bitirdik. Bir sonraki gün, özellikle benim için çok ilginç olacaktı.

Devam edeceğiz…

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile...