Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2024 Pazar

Nükleer Strateji

Dünyada dört tür insan vardır sevgili arkadaşlar.

Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.

Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.

Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.

Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.

Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.

Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.

Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.

Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.

ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.

İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.

Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.

İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.

Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.

O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.

Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.

Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.

Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.

Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.

Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.

Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.

Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.

Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.

Bombardıman uçaklarının menzilleri uzadı. Stealth yani düşük görünebilirlik özelliği de eklenince yeni nesil bombardıman uçakları özellikle NATO için denizaltılar kadar tehlikeli hale dönüştü.

Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.

Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.

Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.

Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.

Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.

Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?

İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.

Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.

Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.

Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.

Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.

MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.

Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.

Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.

İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.

İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.

Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.

Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.

Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.

Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.

İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.

Devam edeceğiz…

5 Ekim 2024 Cumartesi

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasında sosyalist bir yönetim kurmuştu.

Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.

Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…

Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.

Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.

17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.

ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.

Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.

Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.

14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.

Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.

ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.

ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.

Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.

22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.

24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.

Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.

Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.

B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.

Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.

Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.

ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.

B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.

Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.

Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.

Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.

Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.



Vasily Arkhipov

Filo komutanıydı.

Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz.

Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.

Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.

B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.

Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.

O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.

Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.

Herneyse...

Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.

1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.

Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.

Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.

Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.

Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.

Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…

Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.

Şimdilik şunu hatırlayalım.

Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.

Devam edeceğiz.

7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

8 Nisan 2024 Pazartesi

Tirana

Sevgili karımın doğum gününü kutlamak için yola koyulmuştuk. Nereye gidelim diye konuşurken, sadece benim için “Hadi Arnavutluk’a gidelim” dedi. Gezi listemde arnavutluk hala beyazdı. O da bunu bildiği için Arnavutluk demişti, yoksa Arnavutluk, Jelena'nın çok özel ilgisinin olduğu bir yer sayılmazdı.

Lozan’dan uçağımızın kalkacağı Basel havaalanına kadar olaysız sayılabilecek bir araba yolculuğundan sonra, Fransa sınırını geçtik. Basel’daki havaalanı İsviçre, Fransa ve Almanya’nın paylaştığı bir hub. Doğrudan İsviçre tarafından havaalanına girmek mümkün olsa da, Fransa tarafından girdiğinizde park yeri ücreti yarı yarıya düştüğü için, biz hep bu ucuzcu hattını tercih ederiz. Az buz değil, örneğin bir haftada yüz Euro’ya yakın bir fark…

Strasbourg otoyolundan havaalanına çıkışı alacaktık ki bir polis arabası, çıkıştaki başka yaya bir polis ve yolu kapatan kukaların hepsi bize devam et demeye başladı. Devam etmekte sorun yok, ancak nereye devam edelim? Uçağımız var anasını satayım. Başka bir girişi mi kullanalım, öyleyse hangi yöne gidelim? Sadece deli gibi ellerini, kollarını sallayıp, devam et diyorlar. 

Gözünü sevdiğimin İsviçresi, böyle bir durumda her elli metreye bir “deviation” işareti koyarlar, olmadı, kroki bastırıp, şuraya git diye elinize tutuştururlar. Bunlar sadece “git” diyorlar. Git de, nereye gidersen git. 

Neyse, şımarıklığı bırakalım…

Zevcem de benim gibi bir “rough neighbourhood”, yani zor yerlerden gelme biridir. Sırbistan ve Türkiye gibi yerlerde başınızın çaresine kendiniz bakarsınız, öyle kimse elinizden tutmaz. Bu motivasyonla hemen aklına İsviçre’ye dönüp, İsviçre tarafından havaalanına geçmek geldi.

Bastık, geri İsviçre’ye döndük, oradan da havaalanına geçtik. Park yerleri hep açık ancak sadece çıkabiliyorsunuz. Uçağa binmeden önce bir kadeh bişeyler içelim diye bir saat kadar erken gelmiştik, o yüzden hala vaktimiz vardı. Başladık havaalanı etrafında turlamaya.

Biraz sonra bizi umutlandıran bir gelişme oldu. İsviçre tarafından belediye otobüsleri gelmeye başladı. Havaalanındaki sorun her ne ise çözümlenmiş gibiydi.

Yine pintiliğimiz tuttu, geri Basel’a dönüp, sınırı geçtik ve Fransız tarafındaki park yerine girdik.

Ancak havaalanının her tarafı yüzlerce kişilik kuyruklar halindeydi. Güvenlik, pasaport kontrolü, kapı falan, son anda uçağa atabildik kendimizi.

Basel havaalanına bir bomba ihbarı yapılmıştı. Her şeyi kapatıp bomba aramaya başlamışlar.

Uçak tam vaktinde kalktı. Normal, sakin, bombasız bir günde en az yarım saat rötar yapardı bu low-cost Airline. Mukadderat…

Havaalanında huzurla içeceğimiz bir kadeh şarabı uçakta içmek zorunda kaldık. Kosova menşeli bir Vranac vardı listede. Aslen Montenegro menşei olsa da Vranac her zaman içilir. Bizi de yanıltmadı. Zevkle yudumladık şarabımızı.

Behind enemy lines!
Uçak Basel-Tirana arası yarı yoldayken Jelena kulağıma fısıldadı. “Bugi, careful, we are entering hostile territory!”. Malumunuz Sırplar ve Arnavutlar, Türkler ve Yunanlılar gibidir. Çok sevişirler. Sevgili karım elbette şaka yapıyordu. İşin aslı, bu günlerde Arnavutluk, Sırpların en popüler tatil destinasyonu olmuştu. Hem Hırvatlar, hem Montenegrolular tatil fiyatlarını öyle saçma düzeylere yükseltmişlerdi ki, bütün Sırbistan tatil için Arnavutluk’a gitmekteydi. Yani sevgili karım şaka yapıyordu elbette. Hem İsviçre’de, hem de çatışmaların en civcivli zamanında Kosova’da bile birçok Arnavut arkadaşı vardı. Yani ne ırkçı, ne milliyetçi motiflerle yaklaşırdı Arnavutlara. Ancak bu “Behind enemy lines” esprisi bayağı tutmuştu. Bol bol güldük.

Arnavutlar'ı Türklere karşı savunan kahramanın
ismi ile anılan meydan
Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtik. Bir taksiye bindik ve otelimize ulaştık. Mövenpick’de kalıyorduk. İşimden ayrılalı beri Mövenpick’e yolum düşmemişti, uzun yıllardan sonra hatıralarım canlandı. Bir aralar, özellikle Lozan’daki Mövenpick evim olmuştu.

Tirana’daki Mövenpick, fiziksel olarak Mövenpick olsa da, servis hala eski komünist günlere takılmış. Akşam yemeğinde, açlıktan masayı yememize az kalmıştı ki, yemeklerimizi getirdiler. Ama appetizer’ı, main course’u, hepsi bir arada. Video’da bol bol anlattım, detaylarını oradan izleyebilirsiniz. 

Ez cümle, servis aksadı ama olur o kadar.

Arnavutluk, ilginç bir ülke sevgili arkadaşlar. Irk olarak Arnavutlar, yani Albanianlar, yada kendi dilleriyle Şiptarlar Balkanların yerlisi bir topluluk. Arnavutça yada Albanca konuşuyorlar. Arnavutların çoğunluğu Arnavutluk dışında başka ülkelerde yaşamakta. Benim tanıdıklarım hep iyi, yardımsever insanlar. İslam, Arnavutluk’ta yaygın bir din olsa da, her dinden ve ‘no dinden’ insanlar var. Bunda, Arnavutluk’un uzun süre dünyanın en aşırı ateist ülkesi olarak yönetilmesinin de önemli bir payı var, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Mövenpick eskisi gibi...
Arnavutluk, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Balkanlar’ın mükemmel doğası ile görülesi bir ülke. Etrafında Kosova, Montenegro, Makedonya falan var.

Benim yaşımda bir kaşara Arnavutluk derseniz, size söyleyeceğim ilk şey, denizden, güneşten falan önce Enver Hoca olacaktır, çünkü benim jenerasyonum için Arnavutluk Enver Hoca demektir.

Enver Hoca’yı kulaktan dolma duyup, iyi tanımayanlar, “Hoca” sıfatı yüzünden onu dini, İslami bir figür olarak algılarlar. 

Gerçek bundan daha farklı olamazdı.

Enver Hoca, tarihin gördüğü en azılı “ateyiz” ’lerden biridir sevgili arkadaşlar. Bence burada bir problem yok tabii, ama Enver Hoca’yı Humeyni zannedenleri biraz şaşırtmıştır bu herhalde.

Meydandaki küçük cami
Enver Hoca öyle ‘ateyiz’, öyle ‘gomonist’ ‘bir liderdi ki, Lenin’e, Marx’a, Çavuşesku’ya falan nal toplatırdı. 

Arnavutluk’u, soğuk savaş döneminde, Avrupanın en komünist ülkesi haline getirmişti. Bir o kadar da gaddar, zalim bir diktatördü.

Bir Arnavut şarkısı şöyle der: “Enver Hoca ile kalbimiz çelikten oldu!”

Arnavutluk’un Enver Hoca yönetimindeki ismi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti - People’s Socialist Republic of Albania idi. Şimdilerde Arnavutluk Cumhuriyeti şeklinde anılmakta.

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, nazilere karşı savaşan aşırı sol partizanlar, ya da popüler tanımıyla Komünist Partililer tarafından kuruldu.

Enver Hoca Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak anılsa da aslen kral yada sultan gibiydi.

Hikayesi, Tito, Çavuşesku gibi Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin liderlerininkilerine çok benzer. Bunlar hep Nazi’lerle savaşmış Partizanlardı. Savaşın kazanılmasıyla, elbette Stalin’in de katkılarıyla ülkelerinin başkanları olmuşlardı.

Enver Hoca, yine benzerleriyle aynı paralelde, ilk iş, aynı fikirde olmayan herkesi öldürmeye başladı. Öncelikle Nazi işbirlikçileri, ardından da kapitalistleri, yani “yanlış” ülke sempatizanları ortadan kayboldu. Bahane aynıydı. “Halkın düşmanları”, “Nazi işbirlikçileri”, vs. Beraberinde de tabii ki idamlar, hapisler…

Enver Hoca bir sonraki aşamada komünist dönem öncesinde imzalanan tüm antlaşmaları iptal etti.

Bir seçim yaptılar, Enver Hoca oyların %93’ünü aldı. Buradaki ufak ayrıntıyı da atlamayalım, adayların arasında komünist olmayan kimse yoktu. Yaşasın demokrasi!

1946’da Enver Hoca resmi olarak Arnavutluk’un Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı olmuştu. Hepsi tek başına….

Sonra her şey devletleşti. Bakkal, çakkal, küçük işletmeler bile. Bu kadarı Rusya’da bile olmamıştı.

İlk iş Yugoslavya ve Tito’ya bulaştı. Tito’yu yeteri kadar komünist bulmuyordu. Partide ne kadar Yugoslav sempatizanı varsa hepsini idam etti.

Enver Hoca ardından Stalin'in ölümünden sonra SSCB'nin başına geçen Kruşçev ile papaz oldu. Kruşçev, batı ile bir arada yaşama doktrinini geliştirmişti. Üstüne Stalin’in Gulag programını da yumuşatmıştı ki, bu Enver Hocayı iyice çıldırttı.

Gulag’lar, çoğunlukla Sibirya’da bulunan çalışma kamplarıdır. 

Aslında buraları ne kamptı, ne de amaçları mahkumları çalıştırmaktı.

Gulag’lar, Nazi kampları gibi hapishane ve ölüm kamplarıydı. Yaşam koşulları o kadar zordu ki, en ufak bir aksaklık mahkumlar için ölüm anlamına geliyordu.

Gulag’larda, öyle isyan, başkaldırı falan değil, içtimaya bir kaç dakika geç gelmek gibi en ufağından bir kusur işlendiğinde bile, mahkuma yemek vermeyi kesiyorlardı. Başta soğuk, salgın hastalıklar ve ağır çalışma koşulları sonucunda mahkum bir kaç gün içerisinde ölüyordu.

Özellikle Sibirya’da uygulanan bir yöntem mahkumu bir gece soğukta bırakmaktı. Ertesi sabah kalbine atılan bir yumruk, mahkumu öldürmeye yetiyordu.

Kadınlar, Gulag’larda seks köleleriydiler. Kadınların çekiciliğine ve gardiyanların rütbelerine göre paylaşılıyor, tecavüz ediliyor, gerektiğinde de öldürülüyorlardı.

Gulag benzeri kamplar Arnavutluk'ta da bolca yapılmıştı.

Kruşçev, Stalin gibi bir manyağın eseri olan bu insanlık dışı uygulamayı kaldırdı, Enver Hoca da Kruşçev’i boşayıp, bu kez Çin Komünist Lideri Mao ile yakınlaştı. Rusya’ya o kadar kızmıştı ki, Arnavutluk’taki Rus elçiliğini bile kapattırdı.

Kruşçev’den sonra SSCB'nin başına Brejnev gelince, Rusya ile ilişkiler daha da kötüleşti. Enver Hoca, Rusyayı komünizme ihanet etmiş bir hain saydı.

Arnavutluk tamamen izole olmuştu. Tek dostu binlerce kilometre ötedeki Çin idi.

Mao öldüğünde Enver Hoca Stalin, öldükten sonra Rusya’ya yaptığının aynısını Çin’e yaptı. Çin’i yumuşamakla, yeteri kadar komünist olmamakla suçladı.

Çinliler de Arnavutluk’a deyimi uygunsa siktir çekti. Bu aralar Enver Hoca, Arnavutluğu resmi olarak ‘ateyiz’ ilan etti.

Enver Hoca 1985’de öldü.




Sağlığında 170 binden fazla nükleer saldırıya dayanıklı bunker, yani sığınak inşa ettirmişti. Her kafayı sıyırmış diktatör gibi saplantıları vardı. Bunlardan en başta geleni ise, batının Arnavutluk'ta nükleer silah kullanacağıydı.

İşin aslı, böyle bir şey olsa da, ülkeyi bu sığınaklara tıkmanın fazlaca bir mantığı yoktu. Ülke yaşanamaz bir hale geldikten sonra, insanların ömürlerini bir ay uzatmak için ülkenin bütün gelirini sığınaklara harcamak saçmalıktı. Bir kaç akıllı insan bunu dile getirmiş olsa da, kimse daha sonra onlardan bir haber alamadı.

Komünist zamanlarda parti üyelerinden başka kimsenin özel arabası olamıyordu. Partinin arabaları da hep Mercedes’di. Bu nedenle komünizmden sonra, insanlar özel araba sahibi olmaya başladıklarında ülkeye ilk giren firma Mercedes oldu.

Enver Hoca zamanında Arnavutlar ülkeden çıkamazlardı. Hatta diğer doğu bloğu ülkelerine bile gidemezlerdi. Halbuki o dönemde örneğin Ruslar bile Doğu Almanya’ya, Çekler Polonya’ya falan gidebiliyorlardı.

Arnavut şarapları mükemmel
Arnavutluk, işte bu günleri atlatıp, normal bir ülke olma sürecine girdi. Yolun hala başlarında, ancak bana sorarsanız çok hızlı ilerleyecek. Arnavutluk bir İslam ülkesi gibi gözükse de, gördüğüm hiç bir yerinde dinin baskısını hissetmedim. İnsanları modern, gençleri Lozan sokaklarında gördüklerimden farksız. Başı kapalı bir kızı sadece dönüşte, havaalanında bir barda gördüm.

Tirana, bir başkent olarak bir iki adım önde görünse de, sonuçta tamamen bir komünist kent. Merkezinde koca bir meydan, etrafında kültürel binalar. Geniş caddeler ve heryerde tekdüze, zevksiz komünist tarzda apartman blokları.

Merkezdeki meydanın adı Skandenberg. Arnavutluğu Türklere karşı koruyan bir halk kahramanı. Yani sadece Jelena değil, ben de “behind enemy lines” oluyorum 🥴

Meydanda geleneksel opera, tiyatro, müze binaları falan var ama ilgimi çeken küçük bir cami ve çiçeklerle süslenmiş, rengarenk bir tank. Bizimkiler görse bu LGBT işi deyip, anında kaldırırlar.

LGBT Tank
Tirana tertemiz bir şehir, ancak doğru bildiğimiz bir yanlışı burada düzelteyim, Arnavut Kaldırımı bir hoax, baştan aşağı yalan. Tirana’da bir tane bile Arnavut kaldırımı görmedim. İşin aslı, Arnavut Kaldırımı’nı en çok gördüğüm yerlerden biri Sırbistan. Hatta oralarda Arnavut Kaldırımı’na “kaldırma” derler. Bundan kelli Arnavut Kaldırımı’na “Sırp Kaldırımı” demeyi düşünebiliriz.

Arnavutluk ve Arnavutlar için ikinci bir mit, Arnavut İnadı’dır sevgili arkadaşlar. Arnavut Kaldırımının aksine bu tamamen doğru. Ancak Arnavut İnadı’nı Arnavutlar’a yıkmak biraz haksızlık olacak. Arnavut İnadı, geniş anlamında bir Balkan İnadı’dır. 18 yıldır Balkanlar’dan biriyle yaşıyorum. Doğruluğunu bütün kalbimle teyit edebilirim.

Meydana yakın bir yerde bir Cafe’ye oturduk. Arnavut şaraplarını önceki akşam yemeğinde denemiştim. Mükemmel şaraplar, burada çok sürpriz yok. Ancak bir kez daha teyit etmek güzel geldi.

Bunkart 2 ve Mata Hari
Skandenberg’den birkaç yüz metre ilerisinde Enver Hoca’nın 170 bin küsür sığınaklarından biri olan Bunkart 2 var. Burası bir müze haline getirilmiş.

Arnavutlar bence büyük bir samimiyet ve dürüstlükle o günleri bu sığınakta çok gerçekçi bir biçimde canlandırmışlar.

İceride, yer altında bambaşka bir dünya var. Hücreleriyle, dekontaminasyon odalarıyla, brifing salonlarıyla ayrı mekan. 

Video’da uzun uzun anlattım, burada başınızı ağrıtmatayım. Şunu söylemek yeterli olacaktır, bir diktatör, halkının geleceğini bu saçma uygulamalara dökmüş. Çok acı. Bu sığınakların hiçbiri, herhangi bir dönemde, herhangi bir işe yaramamış elbette.

Akşam yemeğinden önce, Tirana Kalesi yakınlarında bir barda, açık havada bireyler içtik. Kentin bu bölümü çok güzel arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka oturup, bir bardak bir şeyler için. İlla alkol olması gerekmiyor, bir kahve yada meyve suyu da mükemmel olur.

Akşam yemeği için de lokal, Arnavutları bir şeyler yemek istedik, ama heyhat. Bulunduğumuz yerde Arnavut yemeklerinden başka her şey var. Irish pub’ı, İngiliz Steakhouse'u, İtalyan pizzacısı…

Doğumgünü kızi
Buenos Aires’de bir workshop için iki haftalığına bir otelde kalıyordum. İlk gün garson geldi, “Antipati şu var, focaccia, carpaccio, pasta al funghi, zart zurt…” diye başladı. “Dur hemşerim” dedim, “Ben İtalya’ya yarım saat uzakta yaşıyorum, sen beş bin kilometre ötedesin. Bana güzel bir Arjantin bifteği getir, bırak focaccia'yı!” 

Garson bir daha da benle garsonculuk oynamadı.

Tirana'da da aynı hesap. Bırak pizzayı gözünü seveyim, bana cevapcici getir…

Ama çare yok, bir İtalyan restoranına fit olduk. Arnavut şarapları bile yok. Yine başladı “Barollo, Chianti, Primitivo…”. “Getir hemşerim” dedim, “Hangisini istersen…”

Ertesi günkü Adriyatik planlarım sevgili kızımın çıkardığı bir rezillik yüzünden iptal oldu. Saçlarını benden almış 🐝Mezzy🐝’cık. Gürdür. Tembelliğinden fırçalamadığı için de düğümlenmiş saçları sevgili kızımın.

Otelde bir kuaför bulduk. Filipino bir kız. 🐝Mezzy🐝 ile başladı ama yarım saat sonra resepsiyondan bir şey mi oluyor diye bakmaya geldiler. 🐝Mezzy🐝 öyle bir bağırıyordu ki, bütün otel ayağa kalkmıştı.

🐝Mezzy🐝 rezillik çıkardı ama
saçları çok güzel oldu
Eskiden beri sadece saçlarına benim dokunmama izin verir. Mukadderat. Filipino kızla birlikte iki buçuk saat, saç kremi, zeytinyağı maskesi, vs. ile 🐝Mezzy🐝’nin düğümlerini çözdük. Ama kızdan çok ben çalıştım. Adriyatik gezimiz de güme gitti.

Arnavutluğu bir gezi noktası olarak toparlarsak, tarihe, özellikle de yakın tarihe benim kadar ilginiz varsa mutlaka görülmesi gerekli bir yer. Ancak uzun soluklu bir gezi için uygun değil. Tavsiyem, Tirana'yı bir Balkan turu içine almanız.

Ancak size pek kimsenin aklına gelmeyen bir ipucu vereyim. Arnavutlukta bir deniz kenarı tatili çok cazip bir alternatif olabilir. Fiyatlar Antalya’nın neredeyse yarısı, bir de sizi her daim rahatsız eden hırbolar yerine uygar, saygılı insanlar içinde oluyorsunuz.

Arnavutluk, gördüğüm elli dördüncü ülke oldu.

Elli beşinci ülkemde görüşmek üzere.

Sevgi ile kalın ❤️

27 Ekim 2023 Cuma

Strasbourg

Strasbourg Alsace’ın kalbidir sevgili arkadaşlar. Strasbourg gibi bir yeri anlatmak zordur. Örneğin Paris olsa, Eyfel kulesinden girer, Arc’tan çıkarsınız. Louvre’dan bahsedip, Monmartre’ı santim santim yazarsınız.

Ama gelin Strasbourg’a.

Yıllar boyu ziyaret ettim bu
güzel kenti - burada 1998
Dünyanın en kart postal kentlerinden biridir. Gördüğünüzde, yaşamınızın geri kalanını burada yaşamak istersiniz. Ancak bunu nasıl yazıya dökersiniz? Hele bir de benim gibi pastoral yeteneklerden yoksun biri iseniz.

Bir şiir yazayım desem, aklıma “Strasbourg’un Dadaş’ııı, düğünde çekerrrr başııı!” gibi şeylerden başkası gelmiyor.

Strasbourg’da Eyfel kulesi, Times Square, Tower Bridge yada Kolezyum yok sevgili arkadaşlar.

Ne var derseniz, bir ressamı kıskandıracak bir arka plan ve mükemmel yemek, şarap ve müzik var.

Yıllar boyu fazlasıyla farklı insanlarla, fazlasıyla farklı nedenlerden ziyaret ettim bu güzel kenti.

Son on yedi yıldır, elbette ki sevgili karımla bol bol yolumuz düştü Strasbourg’a.

Her gelişimizde de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlandık.

Sevgili karımla bol bol yolumuz düştü
Strasbourg’un merkezi, yani eski kent dedikleri ada, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesinde bulunuyor.

Bu merkezin en göz alıcı yapısı ise Strasbourg Katedrali.

Şimdiye kadar çok kilise, katedral, vesaire gördüm sevgili arkadaşlar, ancak Strasbourg’daki gibisini hiç görmedim. Öyle Notre Dame falan halt etmiş. Dışı siyah-kahverengi ateş taşlarından yapılmış, içi ise santim santim işlenmiş bir sanat eseri.

Kapısının üzerinde özel bir vitray var. Güneş’in gökyüzündeki konumuna göre planlanmış. Güneş batarken katedralin içi bambaşka oluyor.

Modern zamanlara kadar
dünyanın en yüksek binasıymış
Katedralin kendisi modern zamanlara kadar dünyanın en yüksek binasıymış. Devasa bir çan kulesi var.

Katedralin içinde ise bir astronomik saat…

Bu astronomik saat fenomeni bize biraz yabancı gelir sevgili arkadaşlar. Şöyle arzedeyim. Normal bir saat, saatin kaç olduğunu gösterirken, astronomik bir saat aynı zamanda o anda ay, güneş, gezegenler gibi astronomik objelerin yerlerini de gösterir.

Astronomik saatlerin en hassolarından biri Prag’da, Old Town Square’de bulunur. Bu meydan zaten bu saat olmadan da çok görülesi bir yerdir. Üstüne bir de bu saat eklendiğinde tadından yenmez hale gelir.

Strasbourg’un bir başka görülesi bölgesi ise La Petite France.

Strasbourg Ren nehri üzerine kurulmuş bir şehir. Nehrin bu bölgesinde üzerinde yerleşim yapılabilecek kadar büyük adalar var. Şehrin merkezi de aslında bu adaların birinin üzerine kurulmuş durumda.

Nehir bazen bu adaların arasında kanallar oluşturuyor. Böylece kendinizi bir anda Venedik’teymiş gibi hissediyorsunuz.

La Petite France
La Petite France, bu kanalların arasında bir bölge. Alsace mimarisinin zirvesi binalar, yeşil ve su, burayı dünya üzerindeki bir cennete çeviriyor. Restoranlar, kafeler, artezyen mağazalar ve bütün bunları tamamlayan büyüleyici bir müzik.

İnsan La Petite France’da şair olur sevgili arkadaşlar.

Şiirden arta kalan zamanlarda ise, özellikle sevgili karım yolunu şaşırıp, arabayla merdivenleriyle, havuzlarıyla koca bir parka dalar.

Henüz karısının araba kullanışını beğenen bir kocaya rastlamadım, o yüzden en azından bu yazıyı okuyan sizlerin yarısı ne demek istediğimi anlayacaktır.

0 diğer yarısının şerrinden ise tanrı korusun beni 😂. Ama yemin ediyorum, otelin park yeri diye girdiği parkta burnundan su fışkıran yunuslar, kay-kay yapan gençler, köpeklerini gezdiren yaşlı madamlar vardı!

O günün sonunda otelimizi bulabildik, ancak Europa Park’dan geliyorduk. Sabahın altısında kalkmış, o saatten beri de deliler gibi koşuşturuyorduk. Hem yorgun, hem de açtık. Pazar olduğu için hemen her yer kapalıydı. Hava soğumuş, bir de yağmur başlamıştı. Üzerimdeki sweat-shirt’ü 🐝Mezzy🐝’ye verdim, ama ben zibidi gibi bir kısa kollu bir t-shirt ve şort ile kalmıştım.

Titreye titreye ilk gördüğümüz bistroya daldık.

Koca bir salon, ve üstüne de Fransız zevkiyle dekore edilmiş. Alsace’da, Alman etkisiyle Fransa’nın geri kalanının aksine bol bol bira içerler sevgili arkadaşlar. Girdiğimiz bistro, aslında bir brewery’nin store front’u imiş.

Alsace, malsace ama...
Alsace, malsace ama sonunda yine de Fransa! Hemen kırmızı şarabımı söyledim. Üzerine de üçümüz için birer Tarte Flambée.

Alsace şarapları beni ne öldürür, ne güldürür. Her gün içmesem de, arada bir değişiklik olarak çok iyi gelirler. Daha önce de söylemiştim, Alsace daha ziyade bir beyaz şarap bölgesi.

Kırmızı olarak genelde Pinot Noir üzümlerinden yapılma şaraplar var. Yer yer, isimlerini bile söyleyemediğim Alman üzümlerinden yapılma kırmızı şaraplar bulmanız mümkün. Daha bir kaç gün önce, Schwarzwald’da bir otelde, Black Forest isimli böyle bir kırmızı şarap denedim. Acayip güzel geldi. Bu arada Schwarzwald’da da, Black Forest’da Kara Orman demektir. Alsace’ın Alman tarafında kalan cennet gibi bir bölgedir.

Sizlere ismi Strasbourg’la anılan çok önemli bir kişilikten söz edeyim sevgili arkadaşlar.

Hepiniz Johannes Gutenberg ismini bilirsiniz herhalde. Bizler matbaayı icat etti diye biliriz ama aslında icat ettiği, mekanik olarak baskı yapabilen basit bir makineydi.

Elbette kitap ve okumanın önemini masaya yatırıp sorgulayacak değilim. Başta ben, bütün insanlığın Gutenberg’e bu buluşu yüzünden gerçek bir minnet borcu vardır.

Ancak Gutenberg’in biz dahil tüm dünyada, birazdan anlatacağım nedenler yüzünden ikinci plana atılan bir hizmeti daha vardır ki, bazen kendi kendime en az matbaa makinesini icadı kadar önemli olduğunu düşünürüm.

Gutenberg İncili’nden bahsediyorum.

Yok yok, Hristiyan değilim. Aslında başka herhangi bir şey de değilim. Bu İncil’i önemsemememin nedeni başka.

Gutenberg, İncil’i basarak, bu kitaba erişimi olanaklı hale getirmiş. Öyle çok fazla da basmamış, sadece 180 adet.

Ama bu bile yetmiş. İnsanlar o güne kadar papazların tekelinde bulunan bu kitabı okumaya, anlamaya başlamış.

Bu yazdıklarımdan Gutenberg’ün öyle bir yenilikçi, aydınlıkçı yada devrimci olduğu sonucunu çıkartmayın. İncil’den önce hayatını Endüljans, yani Cennet Tapuları basarak kazanıyormuş Johnny Amca.

Herneyse.

Gutenberg, matbaa makinesini Strasbourg’da yaşarken icat etmiş.

Bu nedenle de Strasbourg’da güzelim bir meydan ona atfedilmiş.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar
Strasbourg konusunu sonlandırmadan önce Avrupa Parlementosu’nun, yani EU’nun meclisinin bu kentte olduğunu vurgulayalım.

Gelelim Strasbourg için gezi önerilerime.

En kolayı ile başlayalım.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar.

İkincisi, kesinlikle Strasbourg gezinizi Alsace’ın diğer görülesi yerleriyle birleştirin.

Ancak, İngilizce’de dedikleri gibi the last, but not the least, Strasbourg’a geldiğinizde, kameranızı bir saat gezdikten sonra cebinize koyun.

Bu kent görmekten çok, havasını koklayıp, tadını almanız, yani yemekleri, şarapları, müzikleri ile yaşamanız gereken bir yer.

Alsace serimize devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Ekim 2023 Perşembe

Alsace

Alsace, Fransa’nın kuzey doğusunda, ilginç bir bölgedir sevgili arkadaşlar. Fransa’nın Almanya ile sınırının önemli bir bölümünü oluşturur. Güneyinde ise İsviçre vardır. Bölge olarak Alsace’ın bir bölümü de Almanya içerisinde kalır.

Alsace, tarih boyunca Almanlar’la Fransızların arasında o kadar çok el değiştirmiş ki, bugün, Alman mıdır, Fransız mıdır anlamak zor. Ben Alsace bölgesinde biraz daha fazla Alman havası sezerim. Yer isimleri, yemek isimleri çoğunlukla Almanca’yı andırır.

Alsace, Avrupa’nın en cazibeli yerlerinden biridir. Strasbourg gibi bilinen büyük kentlerinin yanında Colmar, Riquewihr gibi, bir ressamın tuvalinden çıkmışcasına güzel köyleri bulunur.

Alsace’ın yemekleri çok ünlüdür sevgili arkadaşlar. Alman etkisi sağolsun, bol bol domuz eti kullanırlar. Ancak domuz eti ile yapılmayan çok güzel başka yemekler de bulunur.

Bir kafede Tarte Flambée yemiştik
Örneğin Tarte Flambée, yada Almancasıyla Flammekueche. Çok ince açılmış hamurun üzerinde soğan, mantar ve tabii ki peynir gibi topping’lerle, isminin çağrıştırdığının aksine ateşin üzerinde değil, fırında pişirilir.

Geçen sene Strasbourg’da bir gece geçirmiştik ve tesadüfen girdiğimiz aynı zamanda bir bira üreticisi bir kafede Tarte Flambée yemiştik. Mükemmel bir lezzet. Fırsatını bulursanız, mutlaka deneyin.

Bölgenin en bilinen yemeği ise Choucroute’tur - siz ‘Şukrut’ diye okuyun. Bir tür lahana turşusu ile domuz yağı, domuz sosisi, hatta balık gibi aklınıza gelebilecek en yağlı malzemeleri karıştırıp, bir kalori bombası şeklinde servis ederler. İçindekilerinin hiçbirini yemediğim için hayatımda Choucroute denemedim, ancak deneyenler bayılıyor.

Alsace’ın Foie Gras’sı da çok ünlüdür. Foie Gras, yani kaz ciğeri, normalde bir Fransız spesiyalitesidir. Kökleri dünyanın farklı yerlerinde, çok eskiye dayansa da Fransızlar bu yemeği sahiplenmeyi başarmışlar.

Kazlar yada ördekler zorla, normalde yiyeceklerinden çok daha fazla yemle beslenerek, ciğerleri büyütülür. Bunlar kesildikten sonra ciğerleri kızartılıp, farklı şekillerde servis edilir.

Kazlar ve ördekler günlerce boğazlarından aşağı sokulan bir huni ile zorla yemlenirler. Hayvanlar bu işlem boyunca çok acı çekerler. Bu yüzden kimileri Foie Gras yemezler.

Bir kadeh Alsace Pinot Noir
Alsace’ın şarapları ise en az yemekleri kadar ünlüdür. Şaraplar, Fransa’nın geri kalanının aksine, Fransa’ya yabancı Alman üzümleriyle yapılır.

Benim Alsace şarapları hakkında fikrimi sorarsanız, bu şaraplar için öyle çok deli olmam, hatta çoğunu bilmem bile. Çünkü Alsace temelde bir beyaz şarap bölgesidir sevgili arkadaşlar. Kırmızı şaraplar ise hemen hep Pilot Noir’dan yapılır ve elbette bunları büyük bir zevkle içerim, ama hepsi o.

Eğer beyaz şarap seviyorsanız, Alsace’a bayılacaksınızdır. Sadece normal beyaz değil, Muskat, tatlı beyaz, rose gibi çeşitleri de bulabilirsiniz.

Alsace’ın kendine has bir mimarisi var sevgili arkadaşlar. Duvarları “Timber Framing” dedikleri, içlerinden kütüklerin geçtiği bir yöntemle inşa ediyorlar. Almanya’nın başka yerlerinde de bu tür binalar gördüm, ancak Alsace’da bunlardan çok var.

Timber Frame Duvarlar
Strasbourg’da yıllar önce aldığım bir şehir turunda anlatmışlardı. Eski günlerde Ren nehri taştığında, bu kütüklü duvarlar sayesinde evi söküp, çok kısa bir zaman içerisinde başka bir yere taşıyabiliyorlarmış.

Ben Alsace’a ilk kez çocukluğumda okuduğum bir Isaac Asimov kitabında rastlamıştım. Asimov, bu kitapta Prosper-René Blondlot isimli bir Fransız fizikçisinden bahsediyordu - isme saygı, lütfen “blon-lo” şeklinde okuyun.

Blondlot, Alsace’da, ya da o zamanki ismiyle Alsace–Lorraine bölgesindeki Nancy kentinde doğmuştu.

1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başı, her gün yeni bir keşif yapılıyordu. Alman bir fizikçi olan Wilhelm Conrad Röntgen, X ışınlarını bulmuştu.

Alsace–Lorraine, yukarda da bahsettiğim üzere Almanlar ve Fransızlar arasında senindir-benimdir çekişmesinin odağıydı. Blondlot, Alman Röntgen’in yeni bir radyasyonu keşfetmesinin de hırsıyla çalışmalara başladı ve o güne kadar gözlemlenmemiş, yeni bir radyasyon türü keşfettiğini duyurdu. Bu radyasyon türüne de, biraz da X Işınlarına inat, doğduğu Nancy kentine atıfla “N Işınları” ismini verdi.

Zamanın diğer fizikçileri, Blondlot’nun bu buluşunu teyit etseler de, sonrasında böyle bir radyasyonun olmadığı anlaşıldı.

Sonrasında Blondlot’ya ne olduğu bilinmiyor. Sessizce ortadan kaybolmuş.

Alsace, bize arabayla iki-üç saat uzaklıkta sevgili arkadaşlar. O yüzden fırsat buldukça bir-iki günlük bir kaçamak yaparız. Ancak Alsace’a gitmemizin en popüler nedeni, buradaki Mulhouse kentindeki havaalanıdır.

Burası bana hep biraz hüzün verir
Mulhouse Havaalanı, Almanya, Fransa ve İsviçrenin tam kesişim noktasında, her üç ülkeye hizmet veren stratejik bir yolcu hub’ı.

Bizim Avrupa ve şu sıralar pek gelmeye fırsatımız olmasa da Türkiye uçuşlarımızın büyük bir bölümü bu havaalanından kalkar. Mulhouse Havaalanı, İsviçre’nin Basel kentine belediye otobüsüyle on beş dakika uzaklıktadır.

Çok sık olarak ayrı ayrı seyahat etmesek de, bu hava alanında yine de hatrı sayılır kez Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi yolcu etmiş yada karşılamak için beklemişliğim vardır. O yüzden burası bana hep biraz hüzün verir.

İsviçre malumunuz, EU üyesi bir ülke değildir. Schengen sisteminin bir parçası olduğundan ayrı bir vize gerektirmese de, gümrük bakımından farklı bir ülke sayılır. Mulhouse havaalanı EU ile İsviçre tarafından paylaşıldığından, içinden belki de şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sınırlardan biri geçer.

Yolcuların oturacağı yuvarlak bir bankın ucundan yere çizili bir çizgi, İsviçre ile EU’yu ayırır.

Bu sınırı hafife almayın sevgili arkadaşlar. Geçtiğinizde EU yada İsviçre gümrük yasalarının tümüne uymanız gerekir. Örneğin Fransız tarafından 65 İsviçre Frank’ının üzerinde bir şey satın alıp, bir adım atar ve bu tarafa geçerseniz, gümrük vergisi ödemeniz gerekir - 65 Frank posta için bildiğim bir limit, emtiayı şahsen yanınızda getirdiğinizde belki farklı bir limit vardır, tam emin değilim.

Havaalanının gerisinde bu sınır ayrımı çok daha keskindir. Örneğin Fransız tarafındaki park yerinden, İsviçre tarafındaki park yerine geçemezsiniz. Kaybolup, denediğim için oradan biliyorum. Havaalanı binasına gelip, bu çizginin üzerinden atlamanız gerekir.

Bu sınır çizgisi bazı ilginç fırsatlar da yaratır. Uçağınızı beklerken volta atarak bu çizgiyi bir o tarafa, bir bu tarafa mesela yirmi kez geçin, “Ben Fransa’ya da, İsviçre’ye de ‘birçok’ kez geldim” diyebilirsiniz😀

Noel pazarında sıcak şarap
Alsace bölgesi Noel zamanı çok güzel olur. Hemen her kentinde bir Noel pazarı açılır. Alış-verişten başka, buralarda Noel kurabiyeleri yiyip, sıcak şarap içebilirsiniz. Colmar ve Riquewihr’in pazarları çok ünlüdür.

Son bir kaç yıldır, 🐝Mezzy🐝’yi, yine Alsace’da bulunan Europa Park’a götürüyoruz. Europa Park, Almanya’da, Rust kentinde bir eğlence parkı - “rust” İngilizce’de “pas” demek, yani demir-oksit. Her duyduğumda bir tebessüm ederim. Yakınlığı bakımından, mesela bir Disneyland seyahati kadar lojistik gerektirmediğinden bir hafta sonu için bile gidebiliyoruz.

Alsace’a sık geldiğimizden, sizlere ayrı ayrı her seyahati anlatmaktansa, bunları birleştirip, Alsace’ı bölge bölge anlatan bir seri yapmak istedim.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık. K...