Şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

28 Mart 2025 Cuma

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım.

Galataport
Son zamanlarda benzeri nedenlerle İstanbul’a gelip, gidiyordum. Bu seyahatlerin çoğunda. otelim Avrupa tarafındayken Sabiha Gökçen’e, Asya tarafındayken de İstanbul Havaalanına inmiştim. Yine çoğu kez Sabiha Gökçen’e inip, Asya tarafında kalsam da Avrupa tarafına geçmek zorunda kalmıştım.

Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.

Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.

Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.

İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.

Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.

Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.

Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).

Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.

Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.

Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.

Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.

İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.

Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.

Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.

Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.

Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.

Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.

Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.

Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.

Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.

Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.

Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.

Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.

Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.

Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.

Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.

Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.

Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.

Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.

Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.

Ljubljanica Nehri
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.

Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.

Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.

Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.

Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.

Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.

Ljubljana Kalesi
Eski şehrin üzerinde ise Ljubljana Kalesi var. Buraya giden bir kaç trekking patikası yapmışlar, ancak bayağı dik bir yokuş. Tembeller için ise bir füniküler var. Ben tabii ki patikaların biriyle yürüyerek çıktım (!)

Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.

Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.

Mükemmel Steak
Dönüş yine Belgrad üzerindendi. Belgrad’da aynı barda, aynı kızla ama bu kez normal bir saatte yine geyik yaptık. Tabii ki bol bol Krupac ile.

Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.

Ljubljana gezisini toparlarsak…

Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.

Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.

Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum

24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

4 Mart 2025 Salı

Tiflis

Tiflis havaalanına sabaha karşı indik ve birkaç dakika içerisinde formaliteleri tamamlayıp, dışarı çıktık. İlk iş Bolt uygulamasıyla bir taksi çağırmaya çalışmak oldu. Gel gör ki, eSIM kartım çalışmıyordu. Havaalanına geri dönüp, free wi-fi ile bir Bolt çağırdım.

Taksiyi beklerken yanımıza belki on tane taksici yanaştı. Kimileri Bolt gelmez, boşuna bekleme, kimileri de Bolt’un yazdığı fiyat başlangıç fiyatıdır, senden fazlasını isterler diyordu. Kardeşim, haritaya bak adam geliyor, Bolt da zaten parayı peşin aldı, ne diyorsun sen falan diyene kadar Bolt geldi. On İsviçre Frangı gibi bir fiyata otelimizin önüne kadar geldik. Karşılaştırma bakımından, Atina’da neredeyse bu fiyata sadece bir kişi metro ile havaalanından şehir merkezine gidebiliyordu.

Check-in yaptıktan sonra hemen eSIM ayarlarını ufak bir hack ile çalışır hale getirdim.

Bu eSIM işi çok rahat sevgili arkadaşlar. Her ülke için ayrı bir eSIM alabileceğiniz gibi her ülkede çalışabilen bir tek eSIM almak da mümkün. Ben ikincisini aldım ve onu kapat, bunu aç derdinden kurtuldum. Yüklediğiniz para da bir sonraki ülkeye devrediyor ve böylece kartınızda artık miktarlar yanmıyor. Fiyatlar ise çok çok ucuz. Gürcistan’da beş gigabayt, beş euro falan gibiydi. eSIM’i bir QR Code’u okuyarak telefona yükleyebiliyorsunuz, gerçekten çok kolay. Şiddetle tavsiye ederim.

Odamız cehennem gibi sıcaktı. Termostatı kurcalayıp, soğutmayı denedim ama nada. Camları açtık ve Şubat ayındaki Kafkas soğuğu ile odanın sıcaklığını zar zor insani seviyelere düşürebildik.

Kahvaltı için Kikliko isimli bir cafe’ye gittik. French toast’un fırın ekmeği ile Gürcüleştirilmiş versiyonu. Çok güzel bir salata ile servis ediyorlar. French toast ile aranız yoksa, birçok yerde bulabileceğiniz haçapuri falan yiyebilirsiniz.

Tiflis, Kura Nehri’nin ortasından geçtiği, dağların ortasında bir şehir. Büyük İpek Yolu’nun önemli bir durağı olmuş ve bu konumu nedeniyle birçok imparatorluk tarafından ele geçirilmiş. Şehir, Bizans, Pers, Arap, Moğol, Osmanlı ve Rus hâkimiyetleri altında kalmış, bu yüzden de bu dönemlerden izler taşımakta.

Tiflis’teki ilk izlenimlerimiz biraz karışıktı. Merkezi alanlar fazlasıyla cazibeliydi ancak bir sokak geriye gittiğimizde, hemen her zaman, gerçekten çok kötü bir manzarayla karşılaştık. Çok fazla Sovyet usulü binalar vardı. Gürcüler de benzeri durumdaki diğer ülkelerin başvurduğu kısa yolu alıp, sprey boyayla bu binaların çoğunu grafiti ile bezemişler. İyi de olmuş, kente biraz renk gelmiş.

Şehirde gezerken gördüğümüz her üç kişiden biri Türk’tü - abartmıyorum. Uçak biletlerinin ucuzluğu, vize gerekmemesi ve yolun kısalığı yüzünden bütün Türkler Gürcistan’da geziyor. Türklere iki dakika olan bu kent, bize üç saatlik jetlag ile, ciddi uzun yol. O yüzden heyecanımı hoş görün.

Tiflis’te trafik ise bir felaket. Bir kilometrelik yolu bazen on beş dakikada zor alıyorsunuz. Daha önce de yazmıştım, bu adamların yaptıkları araba kullanmak değil. Trafikte beş dakika aynı noktaya bakın, beş kez neredeyse kaza yada kafadan kaza görürsünüz. O kadar aptalca araba kullanıyorlar, anlatamam.

Yine diğer arabaları milimetre ile sıyırarak Tiflis’in kukla tiyatrosu ve saat kulesinin bulunduğu küçük meydana ulaştık.

Saat Kulesi
Saat kulesinin çok nevi şahsına münhasır bir mimarisi var. Pisa kulesi halt etmiş, bu kulenin her tarafı eğri büğrü. Tek bir çelik kolon bu kulenin sağa sola yatmış parçalarını tutuyor. Bu kuleyi ve yanındaki tiyatroyu ünlü kuklacı Geppetto, yok yok, Rezo Gabriadze yapmış. Prag’daki astronomik saat misali her saat başı, kulenin tepesindeki bir balkonda bir melek beliriyor ve yandaki çanı çalıyor. Her gün saat 12 ve 19’da ise, saatin altındaki bir balkonda kuklalarla yapılmış, yaşam çemberi temalı, doğumdan ölüme geçen süreçleri sembolize eden kısa bir kukla şov izlenebiliyor.

Kulenin üzerinde renkli ve göze güzel görünen çiniler var, bir de camın arkasına konmuş çok küçük bir saat. Bu saat için herkes farklı bir yerin (Dünyanın, Gürcistan’ın, Tiflis’in) en küçük çalışan saati diyor. Ben çıplak gözle saati pek seçemedim. Fotoğrafını çekip, büyüttüğümde anca gördüm.

Bu kule öyle çok eski değil, 2010 yılında yapılmış, ancak çok özel ve başka bir yerde görülemeyecek bir yapı. Biz çok beğendik, tavsiye ederiz.

Meydanda, ufak da olsa, benim çok hoşuma giden bir şey yapıyorlar. Resminizi siz farkında olmadan çekip, bir gazete sayfasına basıyorlar, ücretsiz size veriyorlar. “Şöhretler Tiflis’te” gibi bir de manşet koymuşlar.

Kulenin hemen ilerisinde Anchiskhati Basilica isimli, Gürcistan’ın en eski kilisesi var. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biri. İçinde inanılmaz güzellikte freskler var. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Böyle yasakları gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Niye yasak, kim yasakladı, niye burada yasak da bir sonraki kilisede yasak değil, beni aşıyor. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Saat kulesinin etrafında çok güzel cafe’ler var. Buralarda genellikle yemek de servis ediyorlar.

Cafe Leila
Tesadüfi bir şekilde girdiğimiz Cafe Leila’nın bu cafe’lerin en ünlülerinden biri olduğunu sonradan öğrendik. İçerisinin tavan ve duvar işçiliği bir sanat harikası. Turların fotoğraf çekmek için durdukları bir nokta.

İçerideki şef de şaraptan çok iyi anlıyordu. İlerleyen zamanlarda, Tiflis’in geri kalan bir çok yerinde içtiğim şarabi ne yazık ki buzdolabında saklayıp, soğuk servis ediyorlardı. O güzelim şarabı ellerimle ısıtıp, içilebilir bir hale getirmek zorunda kalıyordum. Sadece Cafe Leila’da şarap doğru ısıda gelmişti. Şef de önerdiği şaraplarla uygun peynirleri eşleştirince, mükemmel bir şarap seansı yaptık. Bu yüzden başka bir şarap tatma turuna katılmaya da gerek kalmadı.

Ben bol bol Saperavi denedim, ama sek türlerini. Gürcistan'da (ve Azerbaycan'da) dikkat, kırmızı şarabı sıkça yarı tatlı yada tatlı yapıyorlar. Benim çok sıkıcı bir şarap zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Beyaz şarap kesinlikle içmem, kırmızı şarabı da yalnız sek severim. Siz de benim gibiyseniz, şarap sipariş ettiğinizde "sek", "dry" falan demeyi unutmayın.

Gürcistan'da, özellikle şarapla çok güzel giden sulguni isimli peyniri mutlaka not edin sevgili arkadaşlar. Biraz bizim yarı taze kaşar peynirine benziyor. Bir de, başta haçapuri, hamur işlerinde kullandıkları imeruli peyniri var. Bence çok belirleyici bir karakteri yok ama kötü bir de peynir sayılmaz.

Cafe Leila’dan ayrılıp, The Bridge of Peace yani Barış Köprüsü’ne doğru yola koyulduk.

Tiflis’te alışmanız gerekli bir fenomen ise din sevgili arkadaşlar. Gürcüler dinlerine çok kuvvetle bağlılar. Duvarlardaki her boşluğa, her direğin, her çitin ucuna birer haç iliştirmişler. Daha önce de yazdım, taksiciler kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar, telefonlar kilise çanlarıyla çalıyor.

Yol boyunca haçların huzuru ve koruması altında Barış Köprüsü’ne ulaştık.

Barış Köprüsü
Barış Köprüsü, eski şehir ile Rike Park’ı birbirine bağlayan, Kura nehri üzerindeki bir yaya köprüsü. Yay şeklinde, çelik ve camdan bir yapısı var. Michele De Lucchi isimli, İtalyan bir mimar tasarımlamış. Köprünün parçaları İtalya’da yapılmış ve 200 kamyonla Tiflise getirilmiş. Barış köprüsü de yeni sayılabilecek bir yapı. 2010 yılında açılmış.

Köprünün üzerinde bir kaç seyyar satıcı var. Geçerken ortama biraz renk katıyorlar. Onun haricinde yeşil camların verdiği tonun altında yürümek insana biraz ilginç geliyor.

Barış Köprüsü belki Prag’daki Charles Bridge değil ama Tiflise geldiğinizde bir kere deneyimlenmesi gerekli bir nokta.

Köprüden aşağı inip, Rike Park’a geçtik. Rike Park nehir kıyısında çok güzel bir park ama Şubat ayında ziyaret etmek için pek popüler bir yer değil. Yine de Melissa ve Jelena dakikalarca salıncakta sallandılar. Bunu yapmaları için binlerce kilometre uçup, Tiflis’e gelmelerine gerek yoktu bana sorarsanız.

Holy Trinity Katedrali
Başka bir Bolt yolculuğu bizi Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Gürcülerin daha sık kullandıkları biçiminde Sameba’ya getirdi. Daha durmadan şoför yine haç çıkarıp, duaya falan başladı. Böyle kafamızda yeşil bir haleyle, ilahilerle arabadan indik.

Bu Holy Trinity, yani kutsal üçlem, kutsal üçlük meselesini evvel ezel anlamamışımdır sevgili arkadaşlar.

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın tanrının elçisi değil, tanrının oğlu, bazen de tanrının kendisi, yani insan biçiminde varoluşu olduğuna inanılır.

İncil’de Hz. İsa için verilen Mesih sıfatı onun doğrudan tanrı olması ile çelişir. İncil’in Eski Ahit bölümünde, yani Yahudilikte, Mesih hiç bir tanrısal konumu olmayan, tamamen insan olan bir varlıktır. Bir kral, başka bir anlamda yüksek düzeyde bir papazdır. Özel bir yağ ile yağlanmıştır. Mesih anlamına gelen Yunanca Khristós, İngilizcesiyle Christ, Hz. İsa için doğal bir tanımlama olmuştur. Jesus Christ, tam tercümesiyle İsa Mesih demektir.

İncilde, yani Eski Ahit’teki bu Mesih tanımı, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrının oğlu, yada bir sonraki aşamada tanrının kendisi saymalarıyla çelişir.

Bu Holy Trinity kavramı işte Hz. İsa’nın yukarda bahsettiğimiz tanrısal pozisyonunu tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Türkçe anlamı olan kutsal üçleme göre Hz. İsa bir kontekstte The Son, yani oğul yada tanrının oğlu, başka bir kontekstte The Father, yani baba yada tanrı, ve üçüncü bir kontekstte de The Holy Spirit, yani kutsal ruh olur. Ben ilk ikisini anlamış olsam da, bu kutsal ruh tarafını şimdiye kadar tam olarak çözemedim. Ömrüm yeterse biraz daha derinine inip, bakacağım. Ancak bu Holy Trinity o kadar popülerdir ki, Dan Brown’un romanlarından, Tiflis’teki katedralin ismine kadar, Hristiyan dünyasında birçok yerde karşımıza çıkar.

The Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Sameba, Gürcü Ortodoks kilisesinin merkezi. Devasa bir katedral, gerçekten çok büyük ve çok yüksek bir yapı. İçerisi de ünvanlarına uyacak şekilde bir stil ile dekore edilmiş.

Kiliseye girdiğimizde bir nikah vardı. Gelini, damatı falan gördük. Papaz bunları evlendirdikten sonra bizleri kovaladı.

Sevgili karım kiliseyi baştan sona gezip, ibadetini tamamladı. Onun için de güzel bir deneyim olmuştu bu başka bir kültürün Ortodoks ibadethane ve adetlerini görmek. 🐝Mezzy🐝 de bu arada benle teoloji felsefesi yapıyordu.

Metekhi Kilisesi
Bir sonraki durağımız yine bir Ortodoks kilisesiydi. Metekhi, yada tam ismiyle The Metekhi church of the Nativity of the Mother of God, Türkçesiyle Metekhi, Tanrının Anasının (Hz. Meryem) Doğuşu Kilisesi.

Bu kilise Kura Nehrinin kıyısında bir tepeye yapılmış, dış görünüşü muhteşem bir kilise. Bolt şoförü yine bizi haçlarla, tütsülerle, Ameno şeklinde uğurladı.

Metekhi kilisesinin dışı muhteşem ama içi çok sade yapılmış. Böyle bir hayal kırıklığını Moskova’daki St. Basil katedralinde yaşamıştım. Dış görünüşü ile bence dünyanın en güzel kiliselerinden biri olsa da, içine girdiğimizde çok mütevazi bir kilise bulmuştuk.

Yeteri kadar inançsal ziyaret yapmıştık. Artık dünyevi işlere dönmenin zamanı gelmişti. Üçümüzün de karınları zil çalıyordu.

Metekhi kilisesinin karşısında kendimize bir Gürcü restoranı bulduk. Tek problem, bütün personelin Rus olup, Rusça konuşmasıydı.

Normalde bu bir problem sayılmayabilirdi. Çünkü Gürcistan’da İngilizce ile iş görmek basit şeyler için olanaklı olsa da, işler biraz komplekse döndüğünde tamamen umutsuz bir hal alıyor. Rusça ise Jelena sayesinde çok kolay olabilirdi, eğer sevgili karım garsonlarla Sırpça konuşsaydı - Rusça ve Sırpça neredeyse aynı dildir. Ama heyhat. Tüm Slavik bir dil konuşanlar gibi sevgili karım da eğer karşısındaki Sırp değilse onu anlamayacağına inanır, karşısındakinin de aynı şekilde. Bu hususta arzuhâlim tavîldir ama şimdi başınızı ağrıtmayayım.

Hal böyle olunca Jelena işi İngilizce’ye döktü, ama garsonlar tek kelime anlamadı. Jelena İngilizceden devam edince işler artık imkansıza bağlandı. Üc kuruşluk Rusçam ve beş kuruşluk Sırpçamla ben kafa göz yarmaya başladım da sipariş verebildik.

Ne yediğimin önemi yok, elceğizimle şarabımı ısıtınca keyfim yerine geldi.

Yemekten sonra bir teleferik bizi Sololaki Tepesi’ne çıkardı. Bu tepede ne var derseniz, Gürcistan’ın Anası var. Sinirlenip küfür ettiğinizde kime gidiyor, burada grafik olarak görebiliyorsunuz. Gürcistan’ın Anası, yani Kartlis Deda, yani The Mother of Georgia devasa bir kadın heykeli. Tiflis’in hemen her yerinden görülebiliyor. Kadının bir elinde bir kase şarap, diğer elinde de koca bir kılıç var. Yani akıllı olursan hoş geldin, gel bir bardak şarabımızı iç, çakallık yaparsan da seni çizerim diyor.

Kartlis Deda, Sololaki tepesinde olsa da, Sololaki Tepesi bu heykeli görmek için en kötü nokta. Kadının yüzü şehre baktığı için sadece yanından görebiliyorsunuz.

Ancak Sololaki Tepesi’ndeki park çok güzel. Teleferikten inince akordiyonlu bir amca sen nereliysen o memleketin ulusal marşını çalıyor. Teleferikle beraber çıktığımız bir Turko-Ukrayna’lı bir çift amcaya İstiklal Marşını çaldırdı. Amca hızını alamayıp, İzmir Marşı’na geçti. Hep beraber “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” olduk. İçim kabardı, gözlerim yaşardı.

🐝Mezzy🐝 kendisine, ponponlarına basınca “ciyk” deyip havalanan kulakları olan bir kulak seti aldı. Bütün gün güldük ona.

Sololaki Tepesi, bir Tiflis manzarası görmek için güzel bir nokta. Teleferik de çok ucuz. Gelmişken çıkın derim.

Kükürt Banyoları
Günün son ziyaret noktası kükürt banyoları oldu sevgili arkadaşlar. Bunlar, bir kelimeyle özetlemek istersek, kaplıcalar. Tiflis yani Tbilisi sözcüğü sıcak yer demek. Bunun kaynağı da bu kükürt banyoları. Efsaneye göre, Kral Vakhtang Gorgasali, bölgede avlanırken şahini bir sıcak su kaynağına düşerek ölmüş. Kral, doğal kükürt kaplıcalarından o kadar etkilenmiş ki, burada bir şehir kurmaya karar vermiş. Adına da Tbilisi demiş.

Bir Bolt bizi kükürt banyolarına götürdü. Bilmeyenleriniz için kükürt, çürük yumurta gibi kokar. Arabadan iner inmez o kesif kokuyu aldık. Banyoların içine girmedik, ancak isterseniz ve mideniz kaldırırsa bir hamam muhabbeti mümkün. Her yerde olduğu gibi burada da kaplıcaların sağlığa iyi geldiği söylenir. Buranın bütün misafirleri, yani Osmanlılar, Safeviler, Ruslar falan bu banyolara bir el atıp, bir şeyler yapmışlar. Banyolardan bir tanesi ve en ünlüsü zaten kafadan İran mimarisi.

Kükürt banyolarının yanında ilginizi çekebilecek bir köprü var. Bu köprünün yanlarındaki raylara aşıklar “Ali Ayşe’yi Seviyo” şeklinde kilitlerin üzerine yazıp, asıyorlarmış. Bütün kilitlerin hep aynı ve ortak bir renk harmonisi içinde olduğunu düşünürseniz, bu köprü biraz turistler için yapılmış sonucunu çıkarabilirsiniz, ama iyimser bir açıdan, “Love is in the air!”


Tiflis’te ilk günümüzü otelimizde bitirdik. Bir sonraki gün, özellikle benim için çok ilginç olacaktı.

Devam edeceğiz…

2 Mart 2025 Pazar

Gürcistan

Sevgili arkadaşlar, rotamız Gürcistan. Türkiyenin burnunun dibinde, kapı komşumuz. Artvin’den bir minibüse bakıyor, Gürcistan’a ulaşmak. Vize, pasaport falan gerekmiyor. Yeni çipli kimliklerle girilebiliyor. Herhangi resmi bir açıklama yok ancak deneyimlerime göre konuşuyorum, bu orta vadede değişebilir, aklınızda olsun. O yüzden fırsat varken gidip görün.

Gürcüler, Kafkasya’nın yerel halklarından biri. Kendi dillerinde Gürcü halkına Kartvelebi’ler deniliyor. Bilinen tarihe göre milattan önce 8’inci yüzyıldan beridir var olmuşlar. Bilinmeyen tarihe göre daha da eski oldukları muhakkak.

Tamamen kendine özgü bir dilleri var. Yine kendine mahsus bir alfabe ile dillerini yazıyorlar.

Genelde böyle ex-Soviet ülkelerinde sevgili karım Jelena Kiril alfabesini okuyabildiği için hayatımız çok kolaylaşır, ama Gürcü alfabesi o kadar kendine özgü ki, o bile tamamen çaresiz kaldı. Ancak bir çok tabela ve işarette Latin alfabesi ile karşılıkları yazılmış. Gitmeyi düşünenlerin fazlaca endişe etmesine gerek yok.

Gürcüce, Lazca’ya çok yakın. Zaten gidince de hallerinden, tavırlarından rahatça görülebiliyor ki, hepsi neredeyse Lazdurlar da.

Ancak arada çok önemli bir fark var.

Türkiye'deki Lazlar da Lazdurlar ama iyi, neşeli, sevimli insanlardır. Gürcüler ise hayatımda gördüğüm en aksi, kaba, ters, somurtkan, nalet, nemrut halklardan biri.

Sizlerle "lütfen" konuşuyorlar. Konuşmanın ortasında kafayı çevirip, gidiyorlar. Bir empati, bir saygı, bir nezaket yok. Bir arada olması zor halklardan biri. Ruslar da böyledir ama hangisi daha kötü, bilemedim.

Neredeyse tümü Ortodoks. Hristiyanlığı en erken kabul etmiş halklardan biri. Kapadokya’dan gelen papazlar Hristiyan yapmış Gürcüleri. Bu işe en çok Jelena sevindi. Bir Ortodoks olarak hem kendisi eski bir Ortodoks kültürünü görme, hem de 🐝Mezzy🐝 ‘ye gösterme fırsatı bulacağı için.

Ancak bu din işi çok fazla almış, yürümüş. Hristiyanların koyuları genelde Katoliklerdir. Katoliklerin de en koyularından biri olan Polonya'da üç yıl çalıştım, onlar bile Gürcüler kadar dine kafayı takmamıştı.

Tiflis'te taksi şoförleri kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar. Bir iki kere kaza yapacaktık. Cep telefonları kilise çanları şeklinde çalıyor.

Herkesin inancı kendine tabii ama bana göre Gürcüler bu işi biraz abartmışlar.

Hayatları, Kafkasya’nın her halkı gibi, Osmanlılar’la, İranlılar’la. Ruslarla kah kavga ederek, kah kardeşçe oynayarak geçmiş. Osmanlılar batı Gürcistanı, Batum ve civarındaki Çıldır Eyaleti diye isimlendirdikleri bölgeleri 300 yıl egemenliği altında tutmuş. Gürcistanın doğusu ise genelde Safeviler’in, yani İranlılar’ın egemenliğinde kalmış (Safeviler'in Türk kökenli olduklarının farkındayım, İran kültürünü kast ediyorum).

Bu süre içinde birçok Gürcü İslam’ı kabul edip, devlet içerisinde yükselme fırsatı bulmuş. Osmanlı ve uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle tarihinde birçok önemli Gürcü kökenli şahsiyeti barındırır. Mesela Kösem Sultan Gürcü kökenlidir, keza Cemal Gürsel.

Gürcistanın, en azından benim için, insanlık tarihine en önemli katkısı ise şaraplarıdır sevgili arkadaşlar. Tarihteki en eski şarap bu bölgede, belki de Gürcistan’da yapılmıştır - elbette Ermenistan da olabilir. Bilinen kaynaklara göre şarap bu bölgede sekiz bin yıldır yapılmakta. Unutmayalım, sekiz bin yıl önce Bordeaux falan hep bataklıktı. Benzeri bir duyguyu Moldova’da da yaşamıştım, Gürcistan da beni yanıltmadı. Bu kadim şarap bölgeleri insanlığa çok makul fiyatlarda, tadları tarifi zor olacak kadar kaliteli, güzel şarap içme fırsatı tanırlar.

Ben denediklerim arasında en çok Saperavi’yi beğendim. Zaten en popüler şarap ta bu üzümden yapılıyor. Gürcistan’da bir kadeh kırmızı şarap ister yada istemiş iseniz, gelen şarap olasılıkla Saperavi olmuştur.

Saperavi, Gürcü yemekleri ile de çok güzel gidiyor. Mutlaka deneyin sevgili arkadaşlar. Bu arada aynı şaraptan Azerbaycan’da da bol bol var, orada da korkmadan deneyin. Gürcüler kadar güzel yapıyorlar.

Çaça
Her şarap ülkesi gibi Gürcistanda da şarap için sıkılmış üzüm ve çöplerin damıtılarak yapıldığı sert bir alkol var. İsmi çaça. Benzerleri grappa yada marc'a göre çok daha sert. Ağır bir yemeğin üzerine sindirim için çok iyi. Denemenizi öneririm.

Gelelim yemeklere.

İnternet’te şöyle bir gezinin, binlerce haçapuri (bir tür peynirli-yumurtalı pide), kinkali (mantı-XL) videoları göreceksiniz. Ben şahsen bunlarda pek bir özellik göremedim. Bilmediğimiz şeyler değil.

Hamur işi ve yağ, tabii ki de et.

Yemeklerin hemen hepsinde bol bol cilantro adı verilen, bizde kişniş dedikleri ot var. Eğer kişnişi sevmiyorsanız, Gürcistan’daki tek opsiyonunuz McDonald’s. Kişniş, beni fazla rahatsız da etmedi ama öyle "wow" ’da olmadım. Tek problem, her yemek kişniş yüzünden neredeyse aynı tadı veriyor.

Etli, pirinçli çorba.
Ben haçapuri falan değil, gerçekten beğenerek bir etli, pirinçli bir çorba ve mükemmel bir etli güveç yedim.

Gürcü mutfağı elbette dünyaca tanınan, özel bir mutfak. Benim zevkime göre fena değil diyebilirim, ancak olmasa da olabilir.

Eğer Gürcistan’ı ziyaret edecekseniz, aşağıda yazacağım tavsiyeyi lütfen hafife almayın. Geziniz boyunca hayatınızı kurtaracaktır.

Bolt.

Bolt, Uber benzeri bir taksi uygulaması. Henüz Türkiye’deyken indirin. Kredi kartınızı girin ve voila. Bedava sayılabilecek paralara özel limuzininiz ile Gürcistan’ın her yerini ziyaret edebilirsiniz. Ücretler gerçekten komik denecek kadar düşük. Uygulama da problemsiz, tıkır tıkır işliyor. Öyle, metroya, otobüse falan ihtiyaç yok.

Gürcistan’da para birimi Lari. Herhalde Lira’yı Laz usulü yazmışlar diyorum ben. Simgesi GEL. 1 ABD Doları, 3 Lari’den biraz daha az. Yine size tavsiyem, böyle yüksek matematikle uğraşmaktansa, XE isimli uygulamayı indirin, cart diye bütün para birimi çevrimlerinizi yapsın.

Gürcistan gerçekten ucuz bir ülke. Aynı gezide Atina, Tiflis, Bakü ve İstanbul’u ziyaret edip, fiyatları karşılaştırma şansını bulmuş biri olarak söylüyorum, Gürcistan en ucuzu, hem de bayağı yüksek bir marj ile.

Tavsiyem, bundan faydalanmanız. Mesela idareli bir otel yerine hazır fiyatlar ucuz iken, lüks bir otelde kalın, yada yukarıda yazdığım gibi Bolt kullanarak, sanki özel limuzininiz ile gezin. Birinci sınıf şarapları komik fiyatlara için ve taşıma imkanınız varsa bol bol alışveriş yapın.

Youtube’da görüyorum, Tiflis’e gidenlerden bazıları yarı metruk otellerde, pansiyonlarda, hostellerde kalıyorlar, buz gibi havada yürüyüp, otobüs, metro arıyorlar. Hiç gerek yok.

Gürcistan çok güvenli. Bir kere bile beni tedirgin edecek, rahatsız edecek bir durum olmadı. Yukarda adamlara aksi, nemrut falan dedim, ama bu agresifler demek değil. Kimse size dokunmuyor.

Eğer problem istiyorsanız, size beni en rahatsız edenini söyleyeyim.

Gürcüler, birçok eski Sovyet halkı gibi “orta” yada “normal” gibi kavramları tanımayan bir halk. Hep extremlerdeler. Bu yüzden de sıcaklığı sonuna kadar yükseltiyorlar. Gittiğimiz her kapalı mekanda bu böyleydi. Barlara, restoranlara falan ilk girdiğimizde o yüzüme çarpan sıcak hava dalgası yüzünden bir kaç kez ciddi olarak başım dönmeye başlamıştı. Havaalanında bizi Bakü’ye götürecek uçağı beklerken Jelena dayanamadı, çizmelerini ve çoraplarını çıkarıp, yalınayak dolaştı.

Başka bir problem ise dil. İngilizce çok basit düzeyde. Menüyü gösterip, “I want this” deyince oluyor ama “What do you serve it with?” gibi, işin biraz derinine dalarsanız, durum umutsuz.

Bolt bu yüzden de çok faydalı. Taksicilerle bir kelime bile etmeden istediğiniz yere gidiyorsunuz.

Trafik ise bir facia. 

Gürcüler araba kullanmayı bilmiyorlar, nokta. Bu kadar sarsaklığı, bu kadar cahilliği çok az yerde gördüm. Kaç kez milimlerle kaza atlattık. İçinde bulunduğumuz bir Bolt arabası, motorsikletli birini neredeyse öldürüyordu. Adamlar mesela yandan bir araba geldiğini göre göre durmayıp, ilerliyorlar. Diğer araba da ilerliyor, artık hangisi chicken olursa son anda frene basıyor, kazayı kurtarabilirse kurtarıyor. Aman dikkat. 

Adamlar yayalara, yaya geçitlerinde saygılı, duruyorlar, ama siz siz olun, güvenmeyin. 

Bir de sıkışıklık. beş kilometrelik yolu bir saatte gidebilirsiniz. Hele havaalanına falan giderken biraz erken davranın derim.

Bir nefeste Gürcistan böyle sevgili arkadaşlar. Umarım size bir fikir vermiştir.

Bir sonraki yazıda Tiflis’i gezeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️




10 Şubat 2025 Pazartesi

Kafkasya

Sevgili arkadaşlar, uzun sayılabilecek bir süredir seyahat etmiyoruz. Başta sevgili karımın ciddi sayılabilecek bir sağlık sorunu, özel hayatımızda olan bir kaç tatsız olay bizi hem seyahatten, hem de olağan hayatımızdan biraz geri bıraktı. Neyse ki işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı ve biz de uzun süredir planladığımız Kafkasya gezimize başladık.

İyi kötü biraz gezmiş biri olsam da inanın dünyanın bu bölgesine henüz hiç gelmemiştim. Halbuki Kafkasya, müzikleriyle, danslarıyla, kısacası bütün halklarıyla kültürümüzün çok bilinen bir parçasıdır.

Ne yapalım, kısmet bugüneymiş.

Hatta biraz daha fazlası var, söyleyeyim de ayıplayın beni. Ben henüz Doğu Karadenizi görmedim. Doğup, üç yaşına kadar yaşadığım, bir daha da hiç gitmediğim Merzifon’u saymazsanız, Zonguldak’ın doğusuna hiç geçmedim. Elbette, ömrüm yeterse birgün mutlaka göreceğim bu cennet bölgeyi. Ancak şimdilik Kafkaslarla başlayalım.

Kafkasya coğrafik bir bölge arkadaşlar. Hiç bir yerde bulamayacağınız bu nadide bilgiyi verdikten sonra Kafkasya tam olarak neresi, ona bakalım…

Kafkasya, Karadeniz’in batı kıyısından Hazar denizinin doğu kıyısına kadar uzanan dağlık bölgenin ismi. Kuzey sınırı Rusya’da bulunan Kuban, güney sınırı da Aras nehirleri. Kafkasyanın kuzeyi, yani Kuzey Kafkasya Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalır. Güney Kafkasya’da ise bağımsız devletler bulunur.

Kafkasya
Kuzey Kafkasya çok renkli birçok halkı ve kültürü barındırır.

Çerkesler, kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkarya bölgelerinde yaşarlar.

Çerkesler renkli bir halk, gelin biraz detaylarına girelim.

Genel kanının aksine, Çerkesler bir Türk halkı değildirler. Öz be öz Kafkasya’dan gelmedirler. Konuştukları dil Çerkesçe, tamamen Kafkas kökenlidir.

Yani Reis’in, Türkiye’nin Türk ve farklı diğer etnisitelerine göndermede bulunurken söylediği “Laz, Çerkes, vs…” fazlasıyla doğrudur.

Rusların Çerkesya’yı işgal etmesi sonucu, milyonlarca Çerkes göçe zorlanmış, Kafkasya’daki Çerkes nüfusu yüzde doksana kadar azalmış. Göç eden Çerkeslerin önemli bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış. Göç sırasında hastalık ve açlıktan ciddi sayıda Çerkes hayatını kaybetse de, bir milyona yakını Osmanlı topraklarına yerleşmiş. Bugün Çerkeslerin çoğu dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta.

Osmanlı’dan bugüne Çerkes kızları güzellikleriyle bilinir. Çerkes kızları açık tenli, renkli gözlü, uzun boylu, zarif, üzerine bir o kadar da zeki, ahlaklı, bilgili ve kültürlüdürler. Tanıdığım bir kaç Çerkes kızına dayanarak söyleyebilirim ki, bu söylenenlerin hepsi doğru. Özene, bezene yaratılmışlar, sizin anlayacağınız.

Boş yere, özellikle Topkapı Sarayı’nın hareminin çoğunluğu Çerkes kadınlardan oluşmamış sevgili arkadaşlar. Sultan II. Abdülhamid’in manevi annesi Perestu Valide Sultan, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Sultan Abdülaziz’in annesi Şevkefza Sultan hep Çerkesmiş.

Çerkes erkekleri de Türk tarihinde önemli bir yer tutmuş. Mesela Çerkes Ethem’i bilirsiniz.

Tarihteki başka renkli bir Çerkes figür ise bugün Paris’te, Concorde meydanındaki o muazzam dikilitaşı Fransızlar’a “Alın götürün, sizin olsun” diyen Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dır. Hatta Luxor tapınağında bulunan her iki dikilitaşı birden vermiş, ancak Fransızlar “İkisini birden götüremeyiz, önce birini alalım” demişler. Yakın zamana kadar Fransızlar “O bize hediye” diyerek Mısır’dan ikinci dikilitaşı da istiyorlardı, ancak Mitterand, “Tamam sizde kalsın, istemiyoruz” deyip, husumeti sonlandırmış.

Kavalalı için Arnavut kökenli deseler de, Kavala’ya yerleşmiş bir Çerkes ailenin çocuğu olduğu idda edilir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir başka halk ise Abhazlar’dır. Bölge olarak Abhazya'da yaşarlar. Kökenleri yine tamamen Kafkasya, ve yine bir Kafkas dili konuşurlar.

Abhazlar ve Abhazya, batı dillerinde Abkhaz ve Abkhazia şeklinde geçer. Abhazya, Gürcistan ile yaptığı savaş sonucu bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, bu devleti Rusya’dan başka tanıyan bir devlet yok. Dünyanın gerisinin gözünde hala Gürcistan’ın bir parçası sayılmakta.

Ve evet, “abaza” deyişinin kökeni bu halktır. Osmanlı zamanı “Abaza”, Abhazlar, Çerkesler ve Abazinleri (abaza yerine bazen abazan da derler) kapsayan bir sıfatmış. Mesela tarihte bir Abaza Mehmed Paşa vardır. Ancak zaman içerisinde “abaza” sözcüğü o bildiğimiz anlamına evrilmiş. Osmanlı zamanında başta Çerkes kadınlarına ilgi duyan, ilerleyen zamanlarda da kadın bulamadığı için hafif cinsel sıkıntılar yaşayan erkekler için kullanılmış.

Tarihte, Abhazlar da Çerkesler gibi sürgüne uğramış ve bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış.

Osmanlı zamanında Çerkesler gibi haremde ve orduda Abhaz kökenli sultanlar ve paşalar olmuştur, ancak asıl renkli Abhaz figürleri Kurtuluş Savaşı ve genç cumhuriyettedirler.

Örneğin Rauf Orbay bir Abhazdı, keza Ali Fuat Cebesoy. Sanat dünyasında ise Ediz Hun, Hulusi Kentmen ve İsmail Hakkı Sunat hep Abhaz kökenlidir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan başka bir topluluk ise Abazinler’dir ve Abhaz’larla aynı halktırlar, ancak Abhazya’da değil, Karaçay-Çerkes bölgesinde yaşarlar.

Kuzey Kafkasya’nın başka renkli halklarından biri Çeçenlerdir. Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Çeçen Cumhuriyeti’nde yaşarlar ancak Rus İmparatorluğunun zorunlu göç politikasından onlar da nasiplerini almışlardır. Çeçenistan dışında yaşayan önemli bir Çeçen diasporası vardır.

Çeçenler tarihleri boyunca özgürlükleri için savaşmışlar. Rus İmparatorluğu, Sovyetler ve sonrasında Rusya Federasyonu ile durmaksızın mücadele etmişler.

İmam Şamil’i, yada popüler ismiyle Şeyh Şamil’i bilmeyen yoktur herhalde. Rus İmparatorluğuna kök söktürmüş. Ayna’nın Ceylan şarkısının müziği Şeyh Şamil ilintilidir.

Aynı şekilde Israilov Sovyetleri, Dudayev de Rusya Federasyonunu öttürmüş. Günümüzde ise Kadirov Ukraynalıları öttürüyor.

Çeçenlerin yakın akrabaları olan İnguşlar da Kuzey Kafkasyanın halklarından biridir. Çoğunlukla İnguşetya Cumhuriyeti’nde yaşarlar. İnguşlar’ın da önemli bir diasporası vardır.

Kuzey Kafkasyanın yerli halkları olan Avarlar, Laklar, Lezgiler, Dargiler, Tabasaranlar, Rutullar, Agullar ve Tsahurlar ise Dağıstan’da yaşarlar. Kafkas Avarlarını Avar Türkleriyle karıştırmayalım. Bu ikisi tamamen farklı iki halktır.

Buraya kadar anlattığımız halkların hiçbiri etnik olarak Türk değildir. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşamışlardır. Hemen hepsi önce Rus İmparatorluğunun, yani Çarlık Rusyası’nın acımasız zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, başta Osmanlı, zamanın diğer devletlerine yerleşmişlerdir. Bu halklar ikinci zorunlu göçlerini Stalin sayesinde Sovyet döneminde yaşamışlardır. Bazıları sınırları belirli cumhuriyetler olsa da, bugün Rusya Federasyonunun birer parçasıdır.

Bu halklar genelde Müslümandırlar ama farklı dinden olanların sayısı hiç de az değildir.

Kafkasya kökenli Türk halklarının da olduğunu biliyoruz. Gelin biraz da bunlara bakalım.

Kuzey Kafkasya’daki Türk varlığı çoğunlukla Moğollar ve Altınordu devletlerinin Kafkasya’yı işgali sonucunda oluşmuş. Bu halkların çoğunluğu Türkçe konuşurlar ve Müslümandırlar. Hemen tümü İkinci Dünya Savaşı sonrası, Stalin’in zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, Sovyetlerin farklı yerlerine yerleştirilmiştirler. Bunların bazıları Kruşçev’in başa gelmesiyle Kafkasya’ya geri dönmüşlerdir.

Karaçay ve Balkar Türklerinin kökenleri Kıpçak Türklerine dayanır ve Kafkasya’ya 11 ve 13’üncü yüzyıllarda yerleşmişlerdir. Balkarlar daha çok Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti’nde, Karaçaylar ise daha çok Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Nogay Türkleri Stavropol, Dağıstan, Astrahan ve Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar. Kıpçak Türkleri ve Moğollar’ın bir karışımıdırlar. Bugün çok çeşitli görünümlere sahiptirler. Bazıları çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözleri ile tam bir Kıpçak-Moğol görünümünde olsalar da, bazıları Tatar ve Çerkeslerle karıştıkları için tam bir batılı görünüme sahiptirler.

Kumuklar, Kıpçak ve Oğuz Türklerinin karışımı olarak ortaya çıkmış bir halktır. Dağıstan Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Son olarak Osetler’den bahsedelim.

Osetler Kafkasya’nın bir Hint-Avrupa dili konuşan tek halkıdır. Aslen Kafkas kökenli değillerdir, İrani bir halktır. Dilleri de Farsça’ya çok yakındır.

Osetler’in Ortaçağ’daki isimleri Alanlar’dı. Tarkan okurları, Yiğit Altar’ı öldüren Alanlı Kostok’u hatırlayacaktır. O Alanlar işte bugünkü Osetler.

Osetler Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Kuzey Osetya-Alanya Cumhuriyeti ve Güney Osetya’da yaşarlar. Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kabul edilse de, 1992’den beri fiilen bağımsız bir ülkedir. Putin ve Putinvari Venezüella, Nikaragua gibi birkaç ülke Güney Osetya’yı tanısa da, genelde bağımsız bir ülke olarak tanınmamakta.

Kuzey Kafkasya işte böyle.

Ancak gezimiz Kuzey Kafkasya’yı kapsamayacak. Kuzey Kafkasya’yı ilerleyen günlerde bir Rusya gezisi ile birleştirmemiz gerekecek. Bu gezimize eklemek için hem zamanımız az, hem Rusya’nın durumu malum, hem de kızlar Sırp pasaportlarıyla vizesiz Rusya’ya girebilseler de, problem çocuk bendenizin vize falan alması gerektiğinden no-go olduk.

Güney Kafkasya’ya gelirsek, burada devlet haline gelmiş üç dominant halk var. Azerbaycanlılar, Gürcüler ve Ermeniler.

Bunlardan Gürcistan ve Azerbaycan’ı göreceğiz. Ülkelerine gittikçe bu halkları size anlatacağım.

Ermenistan’ı da çok görmek isterdim. Özellikle Gürcistan sınırında çok güzel kilise ve manastırları var. Erivan da gerçekten görülesi bir kent. Ancak Karabağ savaşı sonrasında ülkede duygular fazlaca yoğun ve Türk olmayan bir pasaportla girsem de ismimin falan sorun çıkarabileceğini düşündüm. Youtube üzerinde Ermenistan’a girip, sorun yaşamış Türkleri izledikten sonra Ermenistan’ı da biraz ileriye bıraktık.

Durum böyle.

Etnik olarak dünyanın en renkli, en karmaşık, doğası bir cennet, tarihi nadide, ve benim için her şeyden önemlisi şarabın insanlık tarihindeki doğum yeri olan bu bölgeye gitmeyi dört gözle bekliyorum.

Stay tuned!

7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile...