Peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

4 Mart 2025 Salı

Tiflis

Tiflis havaalanına sabaha karşı indik ve birkaç dakika içerisinde formaliteleri tamamlayıp, dışarı çıktık. İlk iş Bolt uygulamasıyla bir taksi çağırmaya çalışmak oldu. Gel gör ki, eSIM kartım çalışmıyordu. Havaalanına geri dönüp, free wi-fi ile bir Bolt çağırdım.

Taksiyi beklerken yanımıza belki on tane taksici yanaştı. Kimileri Bolt gelmez, boşuna bekleme, kimileri de Bolt’un yazdığı fiyat başlangıç fiyatıdır, senden fazlasını isterler diyordu. Kardeşim, haritaya bak adam geliyor, Bolt da zaten parayı peşin aldı, ne diyorsun sen falan diyene kadar Bolt geldi. On İsviçre Frangı gibi bir fiyata otelimizin önüne kadar geldik. Karşılaştırma bakımından, Atina’da neredeyse bu fiyata sadece bir kişi metro ile havaalanından şehir merkezine gidebiliyordu.

Check-in yaptıktan sonra hemen eSIM ayarlarını ufak bir hack ile çalışır hale getirdim.

Bu eSIM işi çok rahat sevgili arkadaşlar. Her ülke için ayrı bir eSIM alabileceğiniz gibi her ülkede çalışabilen bir tek eSIM almak da mümkün. Ben ikincisini aldım ve onu kapat, bunu aç derdinden kurtuldum. Yüklediğiniz para da bir sonraki ülkeye devrediyor ve böylece kartınızda artık miktarlar yanmıyor. Fiyatlar ise çok çok ucuz. Gürcistan’da beş gigabayt, beş euro falan gibiydi. eSIM’i bir QR Code’u okuyarak telefona yükleyebiliyorsunuz, gerçekten çok kolay. Şiddetle tavsiye ederim.

Odamız cehennem gibi sıcaktı. Termostatı kurcalayıp, soğutmayı denedim ama nada. Camları açtık ve Şubat ayındaki Kafkas soğuğu ile odanın sıcaklığını zar zor insani seviyelere düşürebildik.

Kahvaltı için Kikliko isimli bir cafe’ye gittik. French toast’un fırın ekmeği ile Gürcüleştirilmiş versiyonu. Çok güzel bir salata ile servis ediyorlar. French toast ile aranız yoksa, birçok yerde bulabileceğiniz haçapuri falan yiyebilirsiniz.

Tiflis, Kura Nehri’nin ortasından geçtiği, dağların ortasında bir şehir. Büyük İpek Yolu’nun önemli bir durağı olmuş ve bu konumu nedeniyle birçok imparatorluk tarafından ele geçirilmiş. Şehir, Bizans, Pers, Arap, Moğol, Osmanlı ve Rus hâkimiyetleri altında kalmış, bu yüzden de bu dönemlerden izler taşımakta.

Tiflis’teki ilk izlenimlerimiz biraz karışıktı. Merkezi alanlar fazlasıyla cazibeliydi ancak bir sokak geriye gittiğimizde, hemen her zaman, gerçekten çok kötü bir manzarayla karşılaştık. Çok fazla Sovyet usulü binalar vardı. Gürcüler de benzeri durumdaki diğer ülkelerin başvurduğu kısa yolu alıp, sprey boyayla bu binaların çoğunu grafiti ile bezemişler. İyi de olmuş, kente biraz renk gelmiş.

Şehirde gezerken gördüğümüz her üç kişiden biri Türk’tü - abartmıyorum. Uçak biletlerinin ucuzluğu, vize gerekmemesi ve yolun kısalığı yüzünden bütün Türkler Gürcistan’da geziyor. Türklere iki dakika olan bu kent, bize üç saatlik jetlag ile, ciddi uzun yol. O yüzden heyecanımı hoş görün.

Tiflis’te trafik ise bir felaket. Bir kilometrelik yolu bazen on beş dakikada zor alıyorsunuz. Daha önce de yazmıştım, bu adamların yaptıkları araba kullanmak değil. Trafikte beş dakika aynı noktaya bakın, beş kez neredeyse kaza yada kafadan kaza görürsünüz. O kadar aptalca araba kullanıyorlar, anlatamam.

Yine diğer arabaları milimetre ile sıyırarak Tiflis’in kukla tiyatrosu ve saat kulesinin bulunduğu küçük meydana ulaştık.

Saat Kulesi
Saat kulesinin çok nevi şahsına münhasır bir mimarisi var. Pisa kulesi halt etmiş, bu kulenin her tarafı eğri büğrü. Tek bir çelik kolon bu kulenin sağa sola yatmış parçalarını tutuyor. Bu kuleyi ve yanındaki tiyatroyu ünlü kuklacı Geppetto, yok yok, Rezo Gabriadze yapmış. Prag’daki astronomik saat misali her saat başı, kulenin tepesindeki bir balkonda bir melek beliriyor ve yandaki çanı çalıyor. Her gün saat 12 ve 19’da ise, saatin altındaki bir balkonda kuklalarla yapılmış, yaşam çemberi temalı, doğumdan ölüme geçen süreçleri sembolize eden kısa bir kukla şov izlenebiliyor.

Kulenin üzerinde renkli ve göze güzel görünen çiniler var, bir de camın arkasına konmuş çok küçük bir saat. Bu saat için herkes farklı bir yerin (Dünyanın, Gürcistan’ın, Tiflis’in) en küçük çalışan saati diyor. Ben çıplak gözle saati pek seçemedim. Fotoğrafını çekip, büyüttüğümde anca gördüm.

Bu kule öyle çok eski değil, 2010 yılında yapılmış, ancak çok özel ve başka bir yerde görülemeyecek bir yapı. Biz çok beğendik, tavsiye ederiz.

Meydanda, ufak da olsa, benim çok hoşuma giden bir şey yapıyorlar. Resminizi siz farkında olmadan çekip, bir gazete sayfasına basıyorlar, ücretsiz size veriyorlar. “Şöhretler Tiflis’te” gibi bir de manşet koymuşlar.

Kulenin hemen ilerisinde Anchiskhati Basilica isimli, Gürcistan’ın en eski kilisesi var. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biri. İçinde inanılmaz güzellikte freskler var. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Böyle yasakları gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Niye yasak, kim yasakladı, niye burada yasak da bir sonraki kilisede yasak değil, beni aşıyor. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Saat kulesinin etrafında çok güzel cafe’ler var. Buralarda genellikle yemek de servis ediyorlar.

Cafe Leila
Tesadüfi bir şekilde girdiğimiz Cafe Leila’nın bu cafe’lerin en ünlülerinden biri olduğunu sonradan öğrendik. İçerisinin tavan ve duvar işçiliği bir sanat harikası. Turların fotoğraf çekmek için durdukları bir nokta.

İçerideki şef de şaraptan çok iyi anlıyordu. İlerleyen zamanlarda, Tiflis’in geri kalan bir çok yerinde içtiğim şarabi ne yazık ki buzdolabında saklayıp, soğuk servis ediyorlardı. O güzelim şarabı ellerimle ısıtıp, içilebilir bir hale getirmek zorunda kalıyordum. Sadece Cafe Leila’da şarap doğru ısıda gelmişti. Şef de önerdiği şaraplarla uygun peynirleri eşleştirince, mükemmel bir şarap seansı yaptık. Bu yüzden başka bir şarap tatma turuna katılmaya da gerek kalmadı.

Ben bol bol Saperavi denedim, ama sek türlerini. Gürcistan'da (ve Azerbaycan'da) dikkat, kırmızı şarabı sıkça yarı tatlı yada tatlı yapıyorlar. Benim çok sıkıcı bir şarap zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Beyaz şarap kesinlikle içmem, kırmızı şarabı da yalnız sek severim. Siz de benim gibiyseniz, şarap sipariş ettiğinizde "sek", "dry" falan demeyi unutmayın.

Gürcistan'da, özellikle şarapla çok güzel giden sulguni isimli peyniri mutlaka not edin sevgili arkadaşlar. Biraz bizim yarı taze kaşar peynirine benziyor. Bir de, başta haçapuri, hamur işlerinde kullandıkları imeruli peyniri var. Bence çok belirleyici bir karakteri yok ama kötü bir de peynir sayılmaz.

Cafe Leila’dan ayrılıp, The Bridge of Peace yani Barış Köprüsü’ne doğru yola koyulduk.

Tiflis’te alışmanız gerekli bir fenomen ise din sevgili arkadaşlar. Gürcüler dinlerine çok kuvvetle bağlılar. Duvarlardaki her boşluğa, her direğin, her çitin ucuna birer haç iliştirmişler. Daha önce de yazdım, taksiciler kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar, telefonlar kilise çanlarıyla çalıyor.

Yol boyunca haçların huzuru ve koruması altında Barış Köprüsü’ne ulaştık.

Barış Köprüsü
Barış Köprüsü, eski şehir ile Rike Park’ı birbirine bağlayan, Kura nehri üzerindeki bir yaya köprüsü. Yay şeklinde, çelik ve camdan bir yapısı var. Michele De Lucchi isimli, İtalyan bir mimar tasarımlamış. Köprünün parçaları İtalya’da yapılmış ve 200 kamyonla Tiflise getirilmiş. Barış köprüsü de yeni sayılabilecek bir yapı. 2010 yılında açılmış.

Köprünün üzerinde bir kaç seyyar satıcı var. Geçerken ortama biraz renk katıyorlar. Onun haricinde yeşil camların verdiği tonun altında yürümek insana biraz ilginç geliyor.

Barış Köprüsü belki Prag’daki Charles Bridge değil ama Tiflise geldiğinizde bir kere deneyimlenmesi gerekli bir nokta.

Köprüden aşağı inip, Rike Park’a geçtik. Rike Park nehir kıyısında çok güzel bir park ama Şubat ayında ziyaret etmek için pek popüler bir yer değil. Yine de Melissa ve Jelena dakikalarca salıncakta sallandılar. Bunu yapmaları için binlerce kilometre uçup, Tiflis’e gelmelerine gerek yoktu bana sorarsanız.

Holy Trinity Katedrali
Başka bir Bolt yolculuğu bizi Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Gürcülerin daha sık kullandıkları biçiminde Sameba’ya getirdi. Daha durmadan şoför yine haç çıkarıp, duaya falan başladı. Böyle kafamızda yeşil bir haleyle, ilahilerle arabadan indik.

Bu Holy Trinity, yani kutsal üçlem, kutsal üçlük meselesini evvel ezel anlamamışımdır sevgili arkadaşlar.

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın tanrının elçisi değil, tanrının oğlu, bazen de tanrının kendisi, yani insan biçiminde varoluşu olduğuna inanılır.

İncil’de Hz. İsa için verilen Mesih sıfatı onun doğrudan tanrı olması ile çelişir. İncil’in Eski Ahit bölümünde, yani Yahudilikte, Mesih hiç bir tanrısal konumu olmayan, tamamen insan olan bir varlıktır. Bir kral, başka bir anlamda yüksek düzeyde bir papazdır. Özel bir yağ ile yağlanmıştır. Mesih anlamına gelen Yunanca Khristós, İngilizcesiyle Christ, Hz. İsa için doğal bir tanımlama olmuştur. Jesus Christ, tam tercümesiyle İsa Mesih demektir.

İncilde, yani Eski Ahit’teki bu Mesih tanımı, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrının oğlu, yada bir sonraki aşamada tanrının kendisi saymalarıyla çelişir.

Bu Holy Trinity kavramı işte Hz. İsa’nın yukarda bahsettiğimiz tanrısal pozisyonunu tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Türkçe anlamı olan kutsal üçleme göre Hz. İsa bir kontekstte The Son, yani oğul yada tanrının oğlu, başka bir kontekstte The Father, yani baba yada tanrı, ve üçüncü bir kontekstte de The Holy Spirit, yani kutsal ruh olur. Ben ilk ikisini anlamış olsam da, bu kutsal ruh tarafını şimdiye kadar tam olarak çözemedim. Ömrüm yeterse biraz daha derinine inip, bakacağım. Ancak bu Holy Trinity o kadar popülerdir ki, Dan Brown’un romanlarından, Tiflis’teki katedralin ismine kadar, Hristiyan dünyasında birçok yerde karşımıza çıkar.

The Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Sameba, Gürcü Ortodoks kilisesinin merkezi. Devasa bir katedral, gerçekten çok büyük ve çok yüksek bir yapı. İçerisi de ünvanlarına uyacak şekilde bir stil ile dekore edilmiş.

Kiliseye girdiğimizde bir nikah vardı. Gelini, damatı falan gördük. Papaz bunları evlendirdikten sonra bizleri kovaladı.

Sevgili karım kiliseyi baştan sona gezip, ibadetini tamamladı. Onun için de güzel bir deneyim olmuştu bu başka bir kültürün Ortodoks ibadethane ve adetlerini görmek. 🐝Mezzy🐝 de bu arada benle teoloji felsefesi yapıyordu.

Metekhi Kilisesi
Bir sonraki durağımız yine bir Ortodoks kilisesiydi. Metekhi, yada tam ismiyle The Metekhi church of the Nativity of the Mother of God, Türkçesiyle Metekhi, Tanrının Anasının (Hz. Meryem) Doğuşu Kilisesi.

Bu kilise Kura Nehrinin kıyısında bir tepeye yapılmış, dış görünüşü muhteşem bir kilise. Bolt şoförü yine bizi haçlarla, tütsülerle, Ameno şeklinde uğurladı.

Metekhi kilisesinin dışı muhteşem ama içi çok sade yapılmış. Böyle bir hayal kırıklığını Moskova’daki St. Basil katedralinde yaşamıştım. Dış görünüşü ile bence dünyanın en güzel kiliselerinden biri olsa da, içine girdiğimizde çok mütevazi bir kilise bulmuştuk.

Yeteri kadar inançsal ziyaret yapmıştık. Artık dünyevi işlere dönmenin zamanı gelmişti. Üçümüzün de karınları zil çalıyordu.

Metekhi kilisesinin karşısında kendimize bir Gürcü restoranı bulduk. Tek problem, bütün personelin Rus olup, Rusça konuşmasıydı.

Normalde bu bir problem sayılmayabilirdi. Çünkü Gürcistan’da İngilizce ile iş görmek basit şeyler için olanaklı olsa da, işler biraz komplekse döndüğünde tamamen umutsuz bir hal alıyor. Rusça ise Jelena sayesinde çok kolay olabilirdi, eğer sevgili karım garsonlarla Sırpça konuşsaydı - Rusça ve Sırpça neredeyse aynı dildir. Ama heyhat. Tüm Slavik bir dil konuşanlar gibi sevgili karım da eğer karşısındaki Sırp değilse onu anlamayacağına inanır, karşısındakinin de aynı şekilde. Bu hususta arzuhâlim tavîldir ama şimdi başınızı ağrıtmayayım.

Hal böyle olunca Jelena işi İngilizce’ye döktü, ama garsonlar tek kelime anlamadı. Jelena İngilizceden devam edince işler artık imkansıza bağlandı. Üc kuruşluk Rusçam ve beş kuruşluk Sırpçamla ben kafa göz yarmaya başladım da sipariş verebildik.

Ne yediğimin önemi yok, elceğizimle şarabımı ısıtınca keyfim yerine geldi.

Yemekten sonra bir teleferik bizi Sololaki Tepesi’ne çıkardı. Bu tepede ne var derseniz, Gürcistan’ın Anası var. Sinirlenip küfür ettiğinizde kime gidiyor, burada grafik olarak görebiliyorsunuz. Gürcistan’ın Anası, yani Kartlis Deda, yani The Mother of Georgia devasa bir kadın heykeli. Tiflis’in hemen her yerinden görülebiliyor. Kadının bir elinde bir kase şarap, diğer elinde de koca bir kılıç var. Yani akıllı olursan hoş geldin, gel bir bardak şarabımızı iç, çakallık yaparsan da seni çizerim diyor.

Kartlis Deda, Sololaki tepesinde olsa da, Sololaki Tepesi bu heykeli görmek için en kötü nokta. Kadının yüzü şehre baktığı için sadece yanından görebiliyorsunuz.

Ancak Sololaki Tepesi’ndeki park çok güzel. Teleferikten inince akordiyonlu bir amca sen nereliysen o memleketin ulusal marşını çalıyor. Teleferikle beraber çıktığımız bir Turko-Ukrayna’lı bir çift amcaya İstiklal Marşını çaldırdı. Amca hızını alamayıp, İzmir Marşı’na geçti. Hep beraber “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” olduk. İçim kabardı, gözlerim yaşardı.

🐝Mezzy🐝 kendisine, ponponlarına basınca “ciyk” deyip havalanan kulakları olan bir kulak seti aldı. Bütün gün güldük ona.

Sololaki Tepesi, bir Tiflis manzarası görmek için güzel bir nokta. Teleferik de çok ucuz. Gelmişken çıkın derim.

Kükürt Banyoları
Günün son ziyaret noktası kükürt banyoları oldu sevgili arkadaşlar. Bunlar, bir kelimeyle özetlemek istersek, kaplıcalar. Tiflis yani Tbilisi sözcüğü sıcak yer demek. Bunun kaynağı da bu kükürt banyoları. Efsaneye göre, Kral Vakhtang Gorgasali, bölgede avlanırken şahini bir sıcak su kaynağına düşerek ölmüş. Kral, doğal kükürt kaplıcalarından o kadar etkilenmiş ki, burada bir şehir kurmaya karar vermiş. Adına da Tbilisi demiş.

Bir Bolt bizi kükürt banyolarına götürdü. Bilmeyenleriniz için kükürt, çürük yumurta gibi kokar. Arabadan iner inmez o kesif kokuyu aldık. Banyoların içine girmedik, ancak isterseniz ve mideniz kaldırırsa bir hamam muhabbeti mümkün. Her yerde olduğu gibi burada da kaplıcaların sağlığa iyi geldiği söylenir. Buranın bütün misafirleri, yani Osmanlılar, Safeviler, Ruslar falan bu banyolara bir el atıp, bir şeyler yapmışlar. Banyolardan bir tanesi ve en ünlüsü zaten kafadan İran mimarisi.

Kükürt banyolarının yanında ilginizi çekebilecek bir köprü var. Bu köprünün yanlarındaki raylara aşıklar “Ali Ayşe’yi Seviyo” şeklinde kilitlerin üzerine yazıp, asıyorlarmış. Bütün kilitlerin hep aynı ve ortak bir renk harmonisi içinde olduğunu düşünürseniz, bu köprü biraz turistler için yapılmış sonucunu çıkarabilirsiniz, ama iyimser bir açıdan, “Love is in the air!”


Tiflis’te ilk günümüzü otelimizde bitirdik. Bir sonraki gün, özellikle benim için çok ilginç olacaktı.

Devam edeceğiz…

12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

14 Mayıs 2024 Salı

Parma

Evden çıkıp, güneye doğru Route de Bern üzerinden ilerlemeye başladık. Önce Nestle’nin merkezinin bulunduğu Vevey’i, sonra da Smoke On The Water’ın doğum yeri Montreux’yü geçtik. Martigny üzerinden Alplerin en yaman geçitlerinden biri olan Grand St. Bernard’a doğru tırmanmaya başladık.

İsviçre’nin en güzel manzaralı rotalarından biridir bu sevgili arkadaşlar. Geçmişte insanların çığ altında donarak öldüğü, ünlü St. Bernard köpeklerinin boyunlarında taşıdığı sıcak çikolatalar ile hayat kurtardığı bu geçitten bugün altı kilometrelik bir tünel ile rahat rahat geçebiliyorsunuz.

Tünelin bir ucu İsviçre, diğer ucu İtalya. Gerçek sınır tünelin ortasında bir yerde olsa da, tünele girmeden her iki uçta sınır geçiş formalitelerini tamamlıyorsunuz. Sınır kontrolü pasaporttan ziyade gümrük kontrolü. Bir çok kişi İtalya’da yüzde otuz ile elli arasındaki düşük fiyatlarla alışveriş yapıp, İsviçre’ye dönüyorlar. Sınır polisi de özellikle et miktarına bakıp, limiti aştıysanız, çat diye cezayı basıyor.

Biz İtalya’ya geçtiğimiz için kontrol falan yoktu elbette. 

İtalya’ya geçer geçmez geleneksel trafik şokunu yaşadık. İtalyanlar sizi önce 80 km/s hıza çıkarır, elli metre sonra 30 km/s’e düşürür, yüz metre sonra geri 70 km/s, yirmi metre sonra 60 km/s, vs…

Bu saçma kurallara başta İtalyanlar, kimse uymuyor tabii. Uymak da mümkün değil zaten. Ben en temiz kalbimle bu mantıksız limitlere uymaya çalışırım, hatta bu yüzden arkamdaki arabalar delirir ama heyhat.

Trafik işaretleri de bir felakettir. Yerlere koyarlar. Kokarca gibi yolun kenarına baka baka gidersiniz.

Otoyolda her bir-iki kilometrede bir 50 km/s tabelası vardır. Biraz daha dikkatli bakınca bunun karlı havada 50 km/s limiti olduğunu anlarsınız. Önce kulağa normal gelse de, lütfen bir nefes alıp, bir daha düşünün. Karlı havada 50 km/s ne demek? Mesela kar serpiştiriyorsa hızınızı hemen 50 km/s’e mi düşüreceksiniz? Yada biraz daha şiddetli karda? Yol tamamen karla kaplıysa, 50 km/s hızlı bile kalabilir. Peki kar yerine yağmur yağıyorsa 120 km/s ile gidebilir miyiz? Dolu yağarsa ne yapalım?

Aklı olan her şoför yolun durumuna göre zaten hızını ayarlar. O saçma 50 km/s levhalarına kimsenin ihtiyacı yok. Ancak bütün otoyollarda inci gibi dizilmiş bu tabelalar.


İste bu duygu ve düşüncelerle önce Aosta’yı, sonra da Milano’yu geçtik. Milano’dan sonra otoyoldan çıktık - isteyerek değil, yolun tasarımı gereği. Sonrasında kendimizi altı-yedi şeritli geniş bir ara-otoyolda bulduk. Her yer yön tabelalarıyla doluydu. Milano, Venedik, Padova, La Spezia, Bologna, Cenova…

Parma'ya ulaştık
Duyan gelmiş sizin anlayacağınız. Otoyoldan çıkan binlerce araba gitmek istedikleri yola girebilmek için şerit değiştirmeye çalışıyor, trafik santim santim ilerliyordu. Bu keşmekeşte bir buçuk saat kaybettik.

İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir sevgili arkadaşlar, ama İtalyanlardan bir şeyleri organize etmelerini beklemeyin.

Yolun gerisi olaysız geçti ve ilk durağımız Parma’ya ulaştık.

Parma, Parmesan peynirinin ana vatanıdır sevgili arkadaşlar. İtalyanlar Parmigiano Reggiano derler. “Parmigiano” Parma’dan, “Reggiano” da bu peynirin üretildiği kardeş yöresi Reggio Emilia’dan gelir.

Pasta’ya artık makarna demeyeceğimizi hatırlatıp - makarna bir pasta türüdür, Parmesan için pasta’nın en yakın arkadaşıdır diyebiliriz.

Parma Salamı
Bu sert, tuzlu, kuru peynir rendelenip, pasta’nın üzerine serpilir. 

Parmesan inek sütünden yapılır, en az bir sene dinlendirilir. Ben Parmesan’ı şarap ile de çok severim, hele yanında reçel yada tatlı bir meyve ile mükemmel bir şarap arkadaşı olur. Bir de fırında pişirdiğiniz et, pasta, vs. nin üzerine serperseniz, yine mükemmel bir gevrek oluşturur.

Parmesan’ın bir de üvey kardeşi vardır. İsmi Grana Padano. Bu peynir Lombardiya’da yapılır ve Parmesan’a göre biraz daha az yağlıdır. Ancak tadlarını, eğer bir peynirolog değilseniz, birbirinden ayıramazsınız. Kısaca Parmesan’ın yokluğunda gönül rahatlığı ile Grana Padano kullanabilirsiniz. Ben yemek için genelde Grana Padano kullanırım. Parmesan’a göre biraz daha şişko-friendly.

Parma’nın mutfağından çıkmış ikinci incisi Parma salamıdır. Parma Ham, yada İtalyancasıyla Prosciutto di Parma. Et yemeklerinde, kahvaltıda, yada kavun ile bir starter şeklinde kullanırlar. Domuz mamulüdür, hassasiyeti olanlara dikkat. Ben alerji durumlarından yemiyorum, o yüzden ilk elden tadını teyit edemeyeceğim, ancak yiyenler hayatlarından fazlasıyla mutlu.

Doya doya...
Parma teknik olarak Emilia-Romagna bölgesinde olsa da, Toskano’nun kapı komşusu olduğundan şarapların neredeyse tümü Sangiovese üzümünden yapılır. Toskano’nun şımarıklığı olmadığı için de mükemmel bir şarabı çok makul bir fiyata içebilirsiniz. 

Sangiovese, İtalya’nın en sevdiğim üzümüdür diyebilirim. O yüzden için içebildiğiniz kadar sevgili arkadaşlar.

O yorucu yolculuktan sonra kendimizi tipik bir İtalyan restaurant’ına attık. Etimin yanında sipariş ettiğim pastanın üzerinde ve etin yanındaki rokanın üzerinde bol bol Parmesan vardı. Taş yerinde ağır sevgili arkadaşlar. Parma’da Parmesan yemek bir ayrıcalık gerçekten.

Şehirde biraz daha yürüdük. Çok küçük bir yer, ancak renkli tipik İtalyan binaları, katedrali ve iklimiyle buram buram İtalya kokuyor.

Parma’yı görmek için yolunuzu fazlaca değiştirmenizi tavsiye etmem sevgili arkadaşlar. Ancak geçerken, yada çok zaman almayacak bir detour ile görmenizi tavsiye ederim.

Shift değiştirdiğimizden doya doya şarabımı içmiştim. Direksiyona Jelena geçti ve asıl hedefimiz Bologna’ya doğru yola koyulduk.

11 Mart 2024 Pazartesi

Gagavuzya - Komrat

Bizim jenerasyon ve civarının unutamadığı politik isimler vardır sevgili arkadaşlar.

Mesela Bülent Ecevit. Ona “Karaoğlan” derlerdi, “Halkçı Ecevit” derlerdi. Hattızatında ismim Bülent, dedem tarafından Ecevit’e atfen verilmiş.

Necmettin Erbakan vardı, “Aaziiiz ve muhterem din kardeşlerim” diye girerdi lafa. Ağır sanayii hamleleri yapar, her yere temel atar, kadayıfın altını kızartırdı.

Yada Alparslan Türkeş. O kendine has boğuk sesiyle “Gomonistler…” diye başlardı güne. Ben elbette hatırlamıyorum ama sevgili annem ve babam için Türkeş, 27 Mayıs ihtilalinin sembolüydü.

Ancak bu dönemin en renkli siyasi kişiliği hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’di. O kendine has tarzı ile söyledikleri hep ilgimi çeker, gülümsetirdi beni. “Petrol vaaadı da biz mi içtik?”, “Dün dündür, bugün de bugün”, “Onlar ne veriyorsa bir fazlasını biz vereceğiz”, “Şapkamı alır giderim”, ve daha niceleri...

Hepsinin sevaplarından çok günahları vardı, ancak ülkelerini severlerdi. Işıklar içinde uyusunlar.

Binaenaleyh…

Komrat isimli, birçok kişinin nerede olduğunu bile bilmediği, vatan topraklarına uzak bu kentte, Demirel’in heykelinin önünde, yukarıda yazdıklarıma benzer düşünceler geçiyordu kafamdan.

Binanaleyh...
Buradaki kafa karıştıran unsur, Küba’da Atatürk heykeli var, eyvallah, Taşkent’te Timur’un, Ulam Batur’da da Cengiz Han’ın heykelleri… Ama Komrat’ta Demirel heykeli ne alaka değil mi?

Demirel’in yanında da diğer Türk devlet başkanlarının benzeri heykelleri var - heykel diyorum ama aslında büstleri. Mesela Haydar Aliyev, Nursultan Nazarbayev falan. Ancak Atatürk dururken, Demirle’e de ne oluyor böyle diye sorabilirsiniz doğal olarak.

Arzedeyim.

Komrat, Gagavuzya’nın başkenti. Gagavuzya da Gagavuz Türklerinin vatanı. “Gagavuz”, “Kök Oğuz” ’un söylenişi. “Kök” de “gök” demek, ağacın dibi değil.

Gagavuzya, Moldova’da özerk bir bölge. Yani Transnistria gibi sınırları, başkenti, parlementosu falan olan bir devlet. Ancak Transnistria’nın aksine Gagavuzya’yı bütün dünya tanıyor, ama bağımsız değil, özerk bir devlet olarak. Yani Gagavuzya’nın bir bağımsızlık iddası yok. Ta ki, Moldova’nın toprak bütünlüğüne bir hal gelene kadar. Anayasalarına göre, mealen söylüyorum, Romanya, Moldova’yı ilhak eder, yada bir sabah Putin “Dobroyutro” derse, Gagavuzya bağımsız sayılacak.


Sizin anlayacağınız bu Moldova, İngilizce’de Motley Crew derler, birbirinden alakasız insanların bir arada yaşamaya çalıştığı bir yer - bu arada ismini bu deyişten alan ve gerçekten çok sevdiğim Mötley Crüe grubunu da anmış olalım.

Rumenler, Ruslar, Gagavuzlar, Ukraynalılar…

Rumenler Ruslara, Ruslar Ukraynalılara, Gagavuzlar da hepsine gıcık.

Öyle uluslararası ilişkiler uzmanı falan değilim, sadece üç gün boyunca edindiğim izlenimlere dayanarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Moldova’nın bir ülke olarak kalabilmesi için ciddi bir gayret gerekiyor.

Ve aynı Transnistria’da olduğu gibi, bağımsız olmadığından dolayı, Gagavuzya’yı da 54. ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum.

Demirel’e dönersek, Gagavuzya’ya yardım başlatıp, ismini dünyada duyurmak için çok gayret göstermiş. Gagavuzlar da bunu unutmamış.

Gagavuzlar Türk dedik sevgili arkadaşlar. Hal böyle olunca da konuştukları dil Türkçe oluyor. Bugüne kadar Kazakistan’da turistlikten çömez seyyahlığa terfi edecek kadar vakit geçirdim. Azerbaycanlı, Özbek, Kırgız, Karakalpak, Başkurt, Kırımlı vs. insanlarla uzun ve yoğun şekilde sohbet etme fırsatım oldu. Bu deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki Gagavuz Türkçesi en az Azeri Türkçesi kadar bizim Türkçemize yakın. Biraz gayret göstererek rahatlıkla anlaşmak olası.

Gagavuzlar Hristiyan Ortodoks sevgili arkadaşlar. Şii Azerbaycan Türkleriyle ne yapacağını bilmeyen yobazlar, Gagavuzları herhalde yarı Türk falan sayıyordurlar, ancak Gagavuzlar bizden daha Türkler. Araplar’ı yalamaktansa, Türklükler’ini koruyorlar. Neyse, politikayı bırakalım şimdilik.

Gagavuzlar’ın sayıları da az değil. 250 binden yarım milyona kadar oldukları düşünülüyor. Gagavuzya’nın yanında Ukrayna, Rusya ve Türkiye de sayısı azımsanmayacak kadar Gagavuz yaşamakta.

Gagavuzların kökleri hakkında tartışmalar devam ediyor. Müslüman Türkler, bunlar olsa olsa Hristiyanlaşmış Türklerdir derken, Hristiyanlar ise, aklı başında hiç bir Ortodoks aslen Türk olamaz, o yüzden bunlar olsa olsa Türkleşmiş Hristiyanlardır demekte. Her iki faşist kafayı da bir kenara bırakırsak, Gagavuzlar Gagavuz işte. Selçuklular’dan da, Kıpçaklar’dan da, Peçenekler’den de, Yunanlılardan da, Bulgarlardan da gelmiş olsalar, sonunda her neyse o’lar. Başkentlerinde Türk büyüklerinin heykelleri var, demek ki kendilerini Türklere yakın hissediyorlar. O yüzden kafatasçılık yerine, dünyaya gelmiş en zeki, en ilerici liderin yolundan gidelim ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyelim.

Komrat’a gelmek çok zor olmasa da biraz dolambaçlı oldu sevgili arkadaşlar. Kişinev’den Komrat’a direkt otobüsler Güney Otobüs Garı’ndan kalkıyor, ancak en erken otobüs öğlen saat birde, gara gitmekte bir saat alıyor, iki saat de yol. Uzun iş yani...

Cimişlia'ya giden bir minibüse bindim
Türküz anasını satayım. Dört saat otobüs beklemektense merkezdeki gara gittim, Transnistria’ya gittiğim minibüslerin bölgesinde bir önceki gün Tiraspol’u sorduğum adama bu kez Komrat’ı sordum. Adam şöyle bir düşündü, sonra gel dedi, beni bir minibüse götürdü.

Minibüs Cimişlia’ya gidiyor. Beni şoföre emanet etti, “Bunu Cimişlia’da Komrat minibüsüne bindir” dedi. Teşekkür ettim, minibüse bindim ve yola koyulduk.

Yolculuk Tiraspol ile neredeyse aynıydı. Kişinev sınırları dışına çıktığımız andan itibaren çukurlarla dolu, hoplaya zıplaya gittiğimiz asfaltlık oranı yüzde kırkı bulmayan bir yol üzerinde yine her parçasından ses gelen bir minibüs.

Cimişlia’ya ulaştık. Şoför sağolsun gözünü benden ayırmıyor, Komrat minibüsünün gelmesini bekliyor. Cimişlia benim çocukluğumun Sincan’ı gibi bir yer. En yüksek bina iki katlı, her yer toz-toprak. Minibüs durağında ise üç-beş büfe var. Birinden içeri girdim. Yüz kilodan fazla ağırlığı olan, ama fazlasıyla güler yüzlü bir kadın müşterilerine bakıyor. Tezgahın üzerinde açık bir şişe var, ya votka, ya rakıya. Arada bir gelenler bir tek atıp, tezgaha parasını bırakıyorlar.

Cimişlia, çocukluğumun Sincan'ı gibi
Bana ister misin diye sordu, yok dedim ama kendime bir placinta, bir de kahve aldım. Cebimde hala Tiraspol’dan kalma Moldovya Lei’i vardı, onlarla ödedim.

Benim büfeye girdiğimi farketmeyen şoför telaşlanmış, beni arıyor. Beni bulunca sevindi ama kızdı, yanımda dur, bir yere ayrılma dedi.

Komrat minibüsü gelince beni bu kez Gagavuz şoföre emanet etti, biz de yola koyulduk.

Komrat’taki otobüs garı bayağı şehrin dışında. Otobüslerin hemen yanında da beklendiği üzere taksiler var. İlk taksici ile gayri ihtiyari İngilizce konuştum, nada. Türkçe “Beni çarşıya götürür müsün?” dedim, “Çok yakın, on dakika yürürsen ulaşırsın” dedi.

Başladım yürümeye. Doğru yöndemiyim diye bir kontrol olsun diye tezgah açmış bir babuşkaya “Çarşı?” diye sordum, “Devam” dedi. 

"Devam", it is…

Gagavuz üzüm bağları
Merkezimsi bir noktaya ulaştım, tam “merkeze” gitmek için yoldaki başka bir adama bir daha “Çarşı?” yaptım. Aksanımdan çıkardı elbette, bana bir kebapçı dükkanını işaret etti. “O seni anlar” dedi. Kebapçıya gittim. Kebapçı dediysem bir büfe. Camdan içerdeki arkadaşa “Türkçe konuşuyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dedi. Pırıl pırıl bir Türkçeyle bana cevap verdi. Gagavuz olmasına olanak yok. Zaten biraz konuştuktan sonra ‘torpağım’ çıktı. Ankara'dan Gazi Mahallesi'nden bir arkadaş. Türkçesi, Avrupa’da rastladığım Türkler’in topundan daha temiz, daha düzgün. Komrat’a yolunuz düşerse bir dönerini yiyin mutlaka. İsmi Bahadır.

Bana önemli noktaları tarif etti.

İlk olarak hemen yanı başındaki kiliseye gittim.

Çok büyük, çok güzel bir kilise. Ortodoksi’deki sınıflamaya çok hakim değilim ama olasılıkla “temple” dedikleri, Katolisizm’deki katedral muadili bir mekan. 

Merkezdeki kilise
İçeri girdim, herhalde öncesinde bir servis vardı ki, bir grup rahibe ortalığı toparlıyordu. Hepsinin de başı örtülü, aynı bizim Anadolu başörtüsü. Bu bölgede başörtüsünü çok kullanıyorlar. Başrahibe olduğunu düşündüğüm kadına yaklaştım ve İngilizce “Resim çekmemin bir sakıncası var mı?” diye sordum. Çok güzel bir İngilizce ile “Tabii ki çekebilirsin” dedi, hatta rahibelere ortalığı toparlayıp, kadrajdan çıkmaları için bir işaret yaptı.

Ortodoks kiliselerini çok severim sevgili arkadaşlar. Katolik kiliseleri gibi karanlık, kasvetli, hüzünlü mekanlar değillerdir. Tam aksine aydınlık, renkli, cıvıltılı yerlerdir. Her yer rengarenk fresklerle, mozaiklerle, tablolarla doludur. Çoğunlukla oturmak için sıraları yoktur - aksini sadece bir kez Selanik’te görmüştüm. Herkes ayakta gezinir, konuşur, sosyalleşir. Katolik kiliseleri ise çarmıhtaki İsa, ağlayan kadınlar, acı çeken erkekler ve etraftaki üzgün meleklerle doludur. Herneyse. Bu bir eleştiri değil, sadece bir gözlem. Kimsenin inancını sorgulamak haddime değil elbette.

Çok işlerini aksatmamak için hemen bir iki resim çekip, teşekkür ettim ve ayrıldım.

İkinci durağım Demirel’in de heykelinin bulunduğu üniversite oldu. Oradan da bir kahve alıp, gezinmeye devam ettim. Fırsat buldukça Türkçe konuşmaya çalışıyordum, bizim Türkçe ile yakınlığını anlamak bakımından. Örneğin kahve alırken kızla sadece Americano istememe rağmen içine biraz süt koymasını söylerken İngilizce’ye dönmek zorunda kaldım.

Atatürk Kütüphanesi
Gagavuzlar çok candan, çok yardımsever insanlar. Hepsi ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dil de ortak olunca muhabbet fazlasıyla tatlılaşıyor.

Gagavuz parlementosu önünde resim çektiren bir kompatriotumuzu gördüm. “Atatürk kütüphanesi nerede?” diye soruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm diye bir kez daha baktım. Caddenin tam karşısında koca bir TİKA amblemi ve Atatürk Kütüphanesi tabelası vardı.

Ben TİKA’yı kökenlerine ve iktidar ile aralarındaki tasvip etmediğim İslam ağırlıklı ilişkiye rağmen seviyorum sevgili arkadaşlar. Yurt dışında bence tanıtım için güzel işler yapıyorlar, yani kurulma mantığı fazlasıyla geçerli. Gördüklerim arasında Montenegro’da, Bosna’da ve Gagavuzya’da fazlasıyla aktifler.

TİKA'nın bahçesindeki Atatürk büstü
Ne var ki kütüphanenin bahçesindeki minicik, bakımsız Atatürk heykeli yüzünden çok içerledim TİKA’ya. Bundan çok daha iyisini yapabilirlerdi bana sorarsanız.

Gagavuzya’ya gelip, Gagavuz yemeği yememek ama daha da önemlisi Gagavuz şarabı içmemek olmazdı. 

Otobüs durağındaki bir grup öğrenciye “İyi bir restoran nerede bulurum?” diye sordum. Gençlerle konuşmak çok daha zevkli sevgili arkadaşlar. Mesela Türkçe’deki farklılıklardan dolayı anlaşamadığımızda, yaşlılar belki şimdi anlar diye aynı sözcüğü şuursuzca, defalarca tekrar ederken, gençler hemen cümleyi başka şekilde kuruyor, farklı sözcükler kullanıyor, garanti olsun diye sağ, sol gibi yönleri bir de el işaretleriyle gösteriyorlar.

Tarif ettikleri restorana gittim ama bir şirket toplantı için kapatmış. Restoranın sahibi benle birlikte dışarı çıktı, şarapla ilgilendiğimi de söyleyince başka bir restorana telefon açtı, acık olduklarına emin olduktan sonra bana bir taksi buldu. 

Taksi beni öyle bir yere getirdi ki, Komrat’a sadece burası için bile bir kez daha gelebilirim.

Mekanın ismi Komrat Şaraphanesi.

Bağların ortasında, benzerlerine sadece Fransa’da yada İsviçre’de rastlayabileceğiniz güzellikte bir yer. Aslen şarapçı ama restoranı da var.

Garson bana mükemmel bir masa buldu. Restoran boş ancak çok rezervasyon varmış, bir-iki saate dolar dedi.

Garsonun ismi Pavel, Gagavuz elbette ve Türkçe konuşuyoruz. Ancak Türkçe’yi öyle bir konuşuyor ki, sanki mahalleden çocukluk arkadaşım. “Yanlış anlama ama bu nasıl Türkçe?” diye soramadan edemedim. “Ankara’da, Mamak’ta on sene yaşadım” dedi. Güldüm, “Ben de askerliğimi Mamak’ta yaptım” dedim.

Bana tabii ki şaraphanenin şarabından getirdi, bir bardak koydu. O ne şarap öyle! Ölene kadar içsem bıkmam. Pavel şarabı nasıl şehvetle içtiğimi görünce, hafifçe gülümseyerek “Şişeyi bırakayım mı?” diye sordu. “Bırak abicim, bırak” dedim.

Gagavuz Şarabı
Bir mercimek çorbası, yanında da yoğurt sosu ve peynirle birlikte polenta yedim. Sonrasında da bir peynir tabağı. Ağız tadının dibi sizin anlayacağınız.

Komrat’tan çok sıcak duygularla ayrıldım. Akşam yemeğimi İngiliz Steakhouse’da yedim, ve mahşeri otobüs yolculuğuyla Bükreşe geri döndüm. Hiç bir yerde durmadan havaalanına gittim. Uçağa atladım ve çok özlediğim sevgili kızımla karımı Basel havaalanında buldum.

Nalcı ailesinin dördüncü ferdiyle de ilk kez burada müşerref oldum. İsmi Cherry. Bir Fars kedisi. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Sırbistan’dan getirdiler.

Moldova gezisi böyle sevgili arkadaşlar.

Şöyle bir toparlarsak, belki de Avrupa’da yaptığım en ilginç yolculuk diyebilirim.

Bir kere Moldova şarap demek, nokta. Dünyanın en eski ve en güzel şaraplarından biri Moldova şarabı. Hem Moldova, hem Transnistria, hem de Gagavuzya birer şarap cennetleri. Eğer şaraba biraz da olsa ilginiz varsa kaçırılmaması gereken bir yer. Fiyat olarak da çok çok makul. Birinci sınıf Fransız şarabı kalitesinde bir şarabı, Türkiye’den ucuza içebiliyorsunuz.

Moldova’nın kendisi Avrupa’nın en fakir ülkesi. Ancak insanlar çok iyi, çok yardımsever. Yemekler de fazlasıyla güzel.

Transnistria, dünyada görülebilecek en ilginç yerlerden biri. Gençliğimin soğuk savaş dönemini bir kez daha yaşadım.

Gagavuzya ise, biraz tarihe, özellikle de Türk tarihine ve Türki topluluklara ilgi duyuyorsanız, kaçırmamanız gerekli bir yer.

Ancak söylemeden edemeyeceğim, eğer Youtube’da Türk gezginlerini izleyip, buraya gelmeye karar verdiyseniz, biraz moderasyon öneririm.

Bir kere bu gezginler biraz cehaletten, biraz da click-bait olsun diye tam gercekleri yansıtmıyorlar. 

Örneğin Demirel heykelini öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız, tüm Gagavuzya Demirel’e tapınıyor. Sadece Demirel'in heykelini gösteriyorlar, onu Gagavuzya'nın Napolyonu kalıbına sokuyorlar. Malum, oryantal bir halk olarak böyle melodramatik anlatımları severiz. 

İşin gerçeği, Demirel’in heykeli, oradaki bir çok heykelden sadece biri. Elbette Gagavuzlar Demirel’e sempati besliyorlar ama bu cahilleri dinlerseniz sanki Gagavuzya, Demirelistan olacakmış ta, son anda Gagavuzya kalmış dersiniz.

Benim sinirlerimi en çok kaldıran ise bu gezginlerin Gagavuzlar’la konuşurken, tepeden bakan, nobran, ağır abi tavırları. 

Hele bir tane süzme salak var ki, Gagavuzlar’ı neredeyse sorguya çekiyor. “Söyle bakayım Türkiye güzel ülke, de mi?”, “Türkiye’de yaşamak istersin de mi?”.

Bu sersem farkında değil. Kendisi bilmem kaç tane red yedikten sonra, bir yetkilinin karşısında hazrola geçip, anasının babasının tapusunu gösterip, valla, billa geri döneceğim diye yalvararak, on beş günlük Şengen vizesi alıyor, sonrasında da sevincinden Youtube’a kutlama videosu atıyor. 

O tepeden baktığı Gagavuz ise, aklına estiğinde pasaportunu gösterip, vizesiz, mizesiz bütün Avrupa’yı gezebiliyor.

Gerçi aynı zeka küpü, “Sıpasiva, Moldovyaca’da teşekkür ederim demek” de diyor. İşin aslı o sözcük “Sıpasiva” değil, “Spasiba”, Moldovyaca değil, Rusça, hattızatında Moldovyaca diye bir dil de yok, Moldova’da Rumence konuşulur. Ama memleketimin insanı işte. Her şeyi bilir, bilmediği tarafı da şeytani zekasıyla kıvırır.

Başkaları Gagavuzlara “Niye Hristiyansınız?” diye soruyor. Nasıl bir ukalalık, nasıl bir eşeklik bu? Sana ne amk, ne isterlerse o olurlar. Onlar sana “Sen niye Müslümansın?” diye soruyorlar mı?

Konudan çok sapmayalım, ancak bunlar İkinci Dünya Savaşında Lenin’e Hitleri kovalatıyor, Saint-Petersburg’a bir Asya şehri diyor, Musa’ya İncil’i indirtiyorlar falan. En komiği de Fas’ta bu cahillerden biri, kırık İngilizcesiyle bir şeyler zırvaladığında, karşısındaki Fransızca cevap veriyor, bu da “Kusura bakma, ben Arapça bilmiyorum” diyor!

Gelmek istediğim nokta, hem ucuz, hem yakın, hem de vize gerekmiyor diye, aklı evvel her wannabe Türk gezgini buraya gelmiş ve bu insanlara sakillik yapmışlar. Lütfen onlar gibi olmayın.

Son söz.

Eğer amacınız modern bir Avrupa ülkesi görmekse, Moldova doğru yer değil, Paris’e, Londra’ya, Viyana’ya falan gidin. Ancak biraz maceracı bir ruhunuz var, biraz da şarap seviyorsanız, hemen yarın atlayıp, gelin.

Elinizi de biraz çabuk tutun. Moldova bu haliyle çok uzun ömürlü olmayabilir.

Akşamınız güzel olsun.

19 Aralık 2023 Salı

Roma

“Avē Caesar, moritūrī tē salūtant!”

Nasıl melodramatik bir sözdür…

Gladyatörler, Kolezyum’da birbirlerine girmeden İmparator’u, yani Sezar’ı böyle selamlarmış.

Kırık Fransızcamla şöyle çevirebilirim. “Ey Sezar!, birazdan ölecek bizler seni selamlarız”

Tabii ki tam tercümesini Latince ve eski Yunanca profüsürü sevgili karıma sorabilirim, ancak kendisi Latince bir fiilin doksan sekizinci çekimini unuttum diye bunalıma girdiğinden, şu sıralar çok fazla Latince soru almıyor.

Gladyatör selamına dönersek, Kolezyum’da toplu heyecana çok fazla iştirak etmeyen Asterix ve Hoptediks’in, diğer gladyatörler bu efsanevi ritüeli icra ederken, yaptıkları nevi şahıslarına münhasır yorumu da söylemeden edemiyeceğim.

“N’aber moruk?”

Roma komik bir yerdir sevgili arkadaşlar.

Kişisel görüşümü söyleyeyim, İtalya dünyanın en görmeye değer ülkelerinden biridir. Sınıra pasaport kontrolü yerine biletçi koyup, müze diye gezdirebilirler turistleri. Doğası, tarihi, kentleri, kumsalları, denizi, güneşi, yemekleri ve şaraplarıyla cennet gibi bir yerdir.

Ama İtalya’nın gerisi ne kadar güzelse, Roma da o kadar kötüdür.

Antik Roma Dünyanın en büyük imparatorluğudur. Yunanlıların felsefesini alıp, büyük ölçekte dünyanın gerisine yaymış, bugünkü uygarlığın temelini atmıştır. Yıkıldığından yüzyıllar sonra bile Almanlar, hatta Türkler, kendilerini Roma İmparatoru ilan edip, bu mirasa sahip çıkmışlardır.

Dikkat, yürürken ayaklarınız incinmesin! (1997)
Roma, dünyanın en büyük imparatorluğunun başkenti olsa da, bu dönemden kalan neredeyse hiç bir anıt, yapı, iz kalmamış. Side’ye gidip, arabanızı park ettikten sonra şehir merkezine yürürken, Roma’da gördüğünüzden çok daha fazla Roma döneminden kalıntı görürsünüz. O Kolezyum soğan gibi, kabuk kabuk soyulmuş, zemini, iç alanları parça parça edilip, taşlar St-Peter’s kilisesini yapmak için kullanılmış. Forum dedikleri yerde, Antalya’da bir kokoreççinin gölgesinde tezgahını kurduğu sütunlardan daha az sütun kalmış.

Arada bir ufacık bir Roma Hamamı, bir obelisk, yarım bir duvar falan var, hepsi o.

Pantheon isimli tapınak paçayı kurtarabilmiş, o da kiliseye döndürüldüğü için. Yoksa onu da kırıp dökeceklermiş.

Roma tarihinin ikinci büyük dönemi olan Hristiyan Roma’dan ise hemen her şey ayakta. İlginiz varsa başta Vatikan, yüzlerce katedral, kilise, kale, şato vesaire görmek mümkün.

Modern Roma ise tam bir keşmekeş.

İtalyanlar çok fazla düzenli, organize bir ulus olarak anılmaz. Kibarlık etmeyelim, Türkiyede doğmuş, büyümüş biri olan ben şahsım ve Sırbistan’da doğmuş, büyümüş zevcem bile bunca sene İtalya’daki bu düzensizliğe alışamadık - kabul, biraz İsviçre asimilasyonunun da payı var bu hissiyatta, ancak dünyadaki her türlü standarda göre İtalya ve İtalyanlar çok zordurlar.

Roma ise bu düzensizliğin Nirvana’sı, entropinin dünyada en yüksek olduğu kentlerden biridir.

Havaalanından çıkıp, taksi bölgesine geçtik. Sıradaki taksiye binmeye yeltendik ama içinde başka müşteri vardı. Bir arkadakini denedik, yine dolu. Böyle böyle üç dört taksi daha geriye gidip, boş bir taksi bulduk ve içine girdik. Ama onca araba, içlerinde şoförleri de olsa, hıyar gibi bekliyor.

Çünkü en öndeki taksinin şoförü arabayı öylece bırakıp, gitmiş, artık nereye gittiyse.

Şeridin hem sağı, hem solu bariyerlerle kapatılmış. Sollayıp geçemiyoruz, öylece bekliyoruz.

Aradan bir beş dakika falan geçti, insanlar artık sıkılmış, sıradaki diğer taksiler kornalarına basıyordu. Sonunda şoför uzaktan göründü. Fermuarını çekiyor, ama onu beklerken geçirdiğimiz zaman normal bir çiş molası süresini kat be kat aşmıştı. Kim bilir ne yapıyordu…

Roma’ya doğru yola koyulduk, ancak yol İstanbul’dan beter. Kimse şeridinde gitmiyor, herkes sağdan, soldan birbirini geçiyor, şoförümüz de “puttana”, “bastardo” şeklinde renkli hitaplarla diğer arabalarla iletişim halinde, bizi tek parça kent merkezine götürmeye çalışıyordu.

Ave Caesar
Kolezyum’un yanında indik. Yollar kapalı, çünkü bütün müzeler için ayın son pazarı bedava (aklımda öyle kalmış, siz yine de bir gugıllayın). Buna Vatikan da dahilmiş. Roma ziyaretinizi böyle bir bedava güne denk getirirseniz, yüzlerce euro tasarruf edebilirsiniz, aklınızda olsun.

Ancak bedava müze günü yüz binlerce insanın sokakta, müze sırasında olması anlamına da geliyor. Gerçi bedava da olsa Kolezyumu gezmek gibi bir niyetimiz, yada içeri girmemizin bir amacı yoktu. Öncelikle Roma’da sadece geçirecek sadece yarım günümüz vardı. Böyle olmasa bile, bu güzelim anıtı öyle kötü kırıp, dökmüşler ki, içini gezmenin tek olası sonucu ayak bileğinizi falan kırmak olabilirdi. İçerisi gerçekten bir şantiyeden yada bir Taşocağından farklı değil. Dışarda, en azından orijinal fasadın küçük bir bölümü kalmış. Onu görün, çok daha iyi.

Sevgili kızımın Roma’yı ilk görüşüldü. Onunla Kolezyum’un dibinde bir fotoğrafımız olsun istemiştim, ancak 🐝Mezzy🐝’nin Balkan inadı tuttu.

“No! I don’t want a picture!”

Etme kızım, Kolezyum burası, bir resim…

“No!”

Ne yapalım, zevcemle bir Kolezyum hatırası aldık.

Kolezyum’dan ayrılırken 🐝Mezzy🐝 yüzlerce turistin ite kaka bu güzelim anıtın dibinde resim çekmeye çalıştığını gördü. Olayın ciddiyetini anlayıp, “Tamam Baba, beraber bir resim çekilelim” dedi, ama İngilizce’de dedikleri gibi “The moment was gone”, yani olayın zevki kaçmıştı. Güneş yükselmiş, kalabalıktan dolayı açıyı kaybetmiştik. Yine de bir iki resim çekebildik.

Yollar kapalı olduğu için Uber çağırabileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük. Uberci bizi ünlü Trevi Çeşmesinin yüz metre yakınına kadar getirdi.

Trevi
Trevi Çeşmesi’ni çoğu kimse antik diye düşünür, ancak 18. Yüzyılda yapılmış, çok da eski olmayan barok bir anıttır. Burada adet bir dilek dileyip, sağ elinizle, sol omuzunuzun üstünden bu çeşmeye bozuk para atmaktır. Dilekler gerçekleşir mi bilmiyorum, ancak böyle böyle günde 2,500 ile 3,000euro arası para bu çeşmenin havuzuna atılır. Yıllık hasılat ise 1.5 milyon euro’yu bulur. Hal böyle olunca, bir çok açıkgöz, bu paraları toplamaya çalışır. Bu organizasyonların ne kadarı başarıya ulaşmıştır bilmiyorum ancak becerebildilerse, yılda 1.5 milyon euro, hadi yarısı diyelim, hiç de fena bir miktar değil.

🐝Mezzy🐝, Trevi Çeşmesi’ne parasını atıp, olasılıkla Noel Baba’nın ona Nintendo’nun artık hangi oyunu ise, onu getirmesini diledi ve bizler de Pantheon Tapınağı’na doğru yürümeye başladık.

Pantheon, gerçek bir antik Roma tapınağı sevgili arkadaşlar. Klasik sütunları ile bezenmiş bir kapısı, koca bir kubbesi var. Kubbenin tepesi delik ve buradan giren güneş ışığını bir blok olarak görebiliyorsunuz. Hem yerler, hem duvarlar pürüzsüz, kusursuz mermerden.

Hristiyanlık ile birlikte bu tapınak Zeus, Jupiter gibi antik Roma tanrıların figürlerinden ziyade Hz. İsa, Hz. Meryem, Mary Magdalene gibi İncil figürleriyle donatılmış, ismi de Aziz Meryem Kilisesi falan gibi bir şey olmuş. İyi de olmuş. Bu sayede yıkılmaktan kurtulup, zamanımıza kadar ayakta kalabilmiş.

Pantheon
İnançlı biri olmasam da, bu Hristiyanlaşma işine sevindiğimi söylemem gerekir. Eğer bu tapınak kiliseye dönüştürülmeseydi, olasılıkla yıkılıp, taşları St. Peter’s Katedrali için kullanılmış olacaktı.

Pantheon, bildiğim kadarıyla Roma’da, antik Roma döneminden kalma en iyi durumda kalabilmiş anıt. Çok etkileyici bir yapı, mutlaka görün.

Bir de, çoğu kimse Pantheon’u, Atina’daki Acropolis’in merkezinde bulunan Parthenon ile karıştırır. Bu ikisi, birinin Roma, diğerinin de Atina’da olması nedeniyle, haliyle iki farklı tapınaktır.

Bilginiz olsun, Osmanlı paşalarından, artık her kimse, Atina’daki Parthenon’u cephanelik olarak kullanıp, kilolarca barutu burada stoklamış, dolayısıyla, bu mekan bir kaç kez havaya uçma tehlikesi atlatmış olsa da, bu güzelim anıt, savaşları atlatabilmiş ve iyi kötü günümüze kadar ayakta kalabilmiş.

Tanrılarla şarap içmek
Başka bir yazıda detaylarına gireriz umarım, ancak Parthenon ve tüm Acropolis, dünyanın geçmişi ve geleceği göz önüne alındığında, tarifi güç bir öneme sahip yerlerdir. Her insan mutlaka görmeli.

Bu konuyla ilgili son bir not. Pantheon ve Parthenon sözcükleri aynı Yunanca kökten gelir. Bütün tanrıları kapsayan anlamındadır. Batı dillerinde ‘pantheon’, antik, politeistik, yani çok tanrılı bir din anlamında da kullanılır.

Herneyse, gelin Roma’ya dönelim.

Karnımız acıkmıştı. Pantheon’un hemen dibindeki bir restorana girdik. Tavrından anladığım kadarıyla ya şef, yada restoranın sahibi Angelo - yoksa Alfredo’muydu - bizi tapınak manzaralı bir masaya aldı.

Angelo benim tanımımla tam bir ‘sommallier’, yani şarap uzmanı bir şef. Bu alanda bir okul bitirmiş midir bilmem, ancak benim defterlerimde bu işin gerçek bir kompedanı.

Gerçek bir sommelier, müşterisine ne kadar şarap bilgisi olduğunu ispatlamak için hıyarlık etmez. Böyle müptezelleri İsviçre’de bol bol bulabilirsiniz. Adam Tunus’tan gelmiştir ama hayatını şarapçılıkla geçindiriyor gibi size wikipedia olur, sinirinizi bozar.

İş şarap seçmeye geldiğinde Angelo, zararsız sorularla bu ne kadar şaraptan anlıyor kriterini belirledi. Ben bir şarap uzmanı değilim elbette, ancak kanımca ona bir sonraki seviyeye geçip, üzüm konuşabiliriz güvencesini verdim. Olasılıkla yedi ceddi şarap yapıyordu, yine de yavaş yavaş olayı ısındırıp, beni üzme riskini göz önünde tutarak, doğru bir şarap seçmemizi sağladı.

Vatican (2012)
Güzelim bir Chianti’yi en az onun kadar güzel bir beef ve biber sosuyla, bir de Angelo’nin biz sormadan getirdiği Focaccia ile birleştirdik ve mükemmel bir yemek yedik. Yemek sonrası ise çok farklı bir Pecorino peyniri denedik. Normalde Pecorino, bizim eski kaşar kıvamında sert, güçlü tadı olan bir peynirdir, ancak şef bize Roma usulü, taze, yumuşak bir Pecorino getirdi - teknik olarak bir Il Pecorino Romano. İlk deneyimimdi, ihya oldum, Chianti gibi Sangiovese bir şarapla inanılmaz güzel gidiyor.

Bu şekilde Pantheon’un gölgesinde, tanrılarla beraber mükellef bir yemek yiyip, şarap içtik.

Sevgili karımla Roma’ya on küsür sene önce gelmiştik. Biraz o günleri yad ettik.

Ne yazık ki Vatikan’ı gezmek için zamanımız yoktu, yoksa 🐝Mezzy🐝 Vatikan Müzesi’ni, özellikle antik Mısır bölümündeki sanduka ve mumyaları görüp, deli olurdu. Mısır konusunda bir efsane olan Kahire Müzesi’ni gezmiş biri olarak söylüyorum, Vatikan’da Mısır için en az Kahire kadar ilgi çekici eserler sergileniyor.

Vatikan Müzesi binlerce paha biçilmez tablo, heykel ve halı barındırıyor. Üzerine tarihi Sistin Şapel’i de eklerseniz, bu mekan ziyaret için kaçırılmaması gerekli bir nokta. Jelena Katolik olmasa da, bu dini merkezi gezmekten zevk almıştı. Tarafsız bir gözle ben ise kendimden geçmiştim.

Vatican (2012)
Vatikan’a yolunuz düşerse mutlaka Swiss Guard’lardan birini görün. Bunun için Vatikan’ın duvarlarının etrafında bir tur atmanız yeterli olacaktır.

Papa’nın muhafızları sadece İsviçre’den seçilir. Katolik ve hiç evlenmemiş olmaları gerekir. Günümüzde işlevleri sembolik de olsa, giysileri çok çok ilgi çekicidir. İki vatanımdan birinin bu tarihi özelliği beni nedense hep heyecanlandırır.

Bir sonraki durağımız Piazza Navona oldu.

Piazza Navona bir meydan, ancak bana sorarsanız Roma’nın en cazibeli mekanlarından biri. Sütunları, çeşmeleri ve havuzların etrafındaki heykelleri ile bir açık hava müzesi.

Ancak bu meydanı güzel kılan bence buradaki sokak ressamları ve çalgıcıları. En az Paris’in Monmartre’ı kadar güzel bir ambiyans, ama ne ambiyans. Yolunuz düşerse burada mutlaka bir gün batırın ve akşamı geçirin.

Zaman daralıyordu. Hemen ünlü İspanyol Merdivenleri’ne geldik.

İspanyol Merdivenleri İspanya Meydanı’ndaki bir çeşme ile tepedeki bir kilise arasındaki merdivenler. Adet, bu merdivenlere oturup, geyiklemek, ve tabii ki bir resim çektirmek.

Buraya ilk geldiğimde yıl 1997 idi. Öyle cep telefonu kamerası falan hak getire. Kodak Colors, cırt çek, banyo, bastır.

Sonrasında 2012 yılında sevgili karımla geldik. Bir iPhone’um vardı ama kamera hak getire. Eşek ölüsü gibi bir Canon DSLR ile bir resim çekmiştik.

Yıl 2023. Hem sevgili karım, hem de en sevgili kızım ile aynı noktadayız. Öyle Kodak Colors, yada Canon DSLR falan gerekmiyor. Bir iPhone 13’ü mü, 14’ü mü, Pro Max bir telefonum var. Canavar resim çekiyor.

Tek problem, artık bu merdivenlere oturamıyoruz.

Etrafta elinde düdük, bir dolu polis var. Oturunca o düdüğü çalıp, “Senior, no sit, up, up!” diye bağırıyorlar.

Meğer İspanyol Merdivenleri oturunca eskiyormuş!

Etmeyin!

Bu merdiven meselesi değil, bir ritüel!

Ama kime anlatıyorsun?

Yıl 1997-2023 Zaman Makinesi, aynı mekan
🐝Mezzy🐝 gayri ihtiyari bir an oturdu, ben de hemen resmini çektim. Zaman makinesinde bir kaç tuşa basarak 1997 yılındaki aynı mekanda resmi çekilmiş babasını da Photoshop ile yanına koydum. Saçlardaki beyazlar bir yere gitmiyor, ancak sevgili kızım en azından bir kez genç babasının yanında oturmuş olsun dedim ❤️

Saat ilerliyordu.

Son hedefimiz, aile geleneğimizin tamamlanması bakımından Hard Rock Cafe Rome’a gitmekti.

Google Maps yürüyerek yarım saat gösteriyordu. Biz de Uber çağırdık. Kimse gelmedi. Bir taksi durağı bulduk, bizi Hard Rock Cafe’ye götürür müsünüz dedik. Bak abi, dümdüz yürü, ilerde solda dediler. Mesafe kısa, almıyor itoğluitler.

Yarım saatlik bir ölüm yürüyüşü sonunda Hard Rock Cafe’yi bulduk.

Hard Rock Cafe’ye girdik, ancak bize giremezsiniz, çıkın dediler.

“Oğlum manyak mısın, niye çıkalım?” Dedik.

Bilmemkinin doğum günüymüş anladığımız kadarıyla. Bak web sitesinde açıksınız diyor desek de, kadın garson bize acınacak gözlerle baktı, ne web sitesi gibisinden…

Bacım en azından kızın bir resmini çekeyim dedim, tamam dedi.

🐝Mezzy🐝 kısa süre de olsa Hard Rock Cafe Rome’da bulunmuştu.

Kayıtlarımıza geçirdik.

Bir Uber, bizi havaalanına götürdü.

Havaalanında air conditioner çalışmıyordu. İçerisi Auschwitz gibiydi. Bir bara oturduk. Yarım saat boyunca kimse bize bakmadı bile. Sonrasında bir garsonu paçasından yakaladık. Şarap ve su dedim. Şarap geldi, su da geldi, bir sürahi içinde. Tek problem bardak yoktu. Sürahiyi kafama diktim. Kimse umursamadı bile.

Uçağımıza bindik ve Cenevre öncesi son durağımız olan Nice’e doğru yola çıktık.

Ne yazık ki Nice’de sadece bir saatimiz vardı, bu yüzden havaalanının dışına çıkamadık, ancak Roma’daki ‘kusursuz’ servisten sonra, Fransa’nın, havaalanı bile olsa, her yeri saray sayılırdı.

Bu yolculuğumuzun başka ilginç bir tarafı ise aynı günde Avrupa’nın en ‘seçkin’ üç havayolu olan Ryanair, Wizzair ve EasyJet ile uçmuş olmamız.

Ryanair’i bir kenara koyalım, cost-cutting için kemerlerin boyunu kısmışlar, bağladığımda neredeyse asfiksiasyona uğruyordum, diğer ikisi hiç de fena değildi. Güzel sayılabilecek şarap ve meze…

Roma böyle sevgili arkadaşlar.

Gününüz, geceniz güzel olsun❤️

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile...