Peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

14 Mayıs 2024 Salı

Parma

Evden çıkıp, güneye doğru Route de Bern üzerinden ilerlemeye başladık. Önce Nestle’nin merkezinin bulunduğu Vevey’i, sonra da Smoke On The Water’ın doğum yeri Montreux’yü geçtik. Martigny üzerinden Alplerin en yaman geçitlerinden biri olan Grand St. Bernard’a doğru tırmanmaya başladık.

İsviçre’nin en güzel manzaralı rotalarından biridir bu sevgili arkadaşlar. Geçmişte insanların çığ altında donarak öldüğü, ünlü St. Bernard köpeklerinin boyunlarında taşıdığı sıcak çikolatalar ile hayat kurtardığı bu geçitten bugün altı kilometrelik bir tünel ile rahat rahat geçebiliyorsunuz.

Tünelin bir ucu İsviçre, diğer ucu İtalya. Gerçek sınır tünelin ortasında bir yerde olsa da, tünele girmeden her iki uçta sınır geçiş formalitelerini tamamlıyorsunuz. Sınır kontrolü pasaporttan ziyade gümrük kontrolü. Bir çok kişi İtalya’da yüzde otuz ile elli arasındaki düşük fiyatlarla alışveriş yapıp, İsviçre’ye dönüyorlar. Sınır polisi de özellikle et miktarına bakıp, limiti aştıysanız, çat diye cezayı basıyor.

Biz İtalya’ya geçtiğimiz için kontrol falan yoktu elbette. 

İtalya’ya geçer geçmez geleneksel trafik şokunu yaşadık. İtalyanlar sizi önce 80 km/s hıza çıkarır, elli metre sonra 30 km/s’e düşürür, yüz metre sonra geri 70 km/s, yirmi metre sonra 60 km/s, vs…

Bu saçma kurallara başta İtalyanlar, kimse uymuyor tabii. Uymak da mümkün değil zaten. Ben en temiz kalbimle bu mantıksız limitlere uymaya çalışırım, hatta bu yüzden arkamdaki arabalar delirir ama heyhat.

Trafik işaretleri de bir felakettir. Yerlere koyarlar. Kokarca gibi yolun kenarına baka baka gidersiniz.

Otoyolda her bir-iki kilometrede bir 50 km/s tabelası vardır. Biraz daha dikkatli bakınca bunun karlı havada 50 km/s limiti olduğunu anlarsınız. Önce kulağa normal gelse de, lütfen bir nefes alıp, bir daha düşünün. Karlı havada 50 km/s ne demek? Mesela kar serpiştiriyorsa hızınızı hemen 50 km/s’e mi düşüreceksiniz? Yada biraz daha şiddetli karda? Yol tamamen karla kaplıysa, 50 km/s hızlı bile kalabilir. Peki kar yerine yağmur yağıyorsa 120 km/s ile gidebilir miyiz? Dolu yağarsa ne yapalım?

Aklı olan her şoför yolun durumuna göre zaten hızını ayarlar. O saçma 50 km/s levhalarına kimsenin ihtiyacı yok. Ancak bütün otoyollarda inci gibi dizilmiş bu tabelalar.


İste bu duygu ve düşüncelerle önce Aosta’yı, sonra da Milano’yu geçtik. Milano’dan sonra otoyoldan çıktık - isteyerek değil, yolun tasarımı gereği. Sonrasında kendimizi altı-yedi şeritli geniş bir ara-otoyolda bulduk. Her yer yön tabelalarıyla doluydu. Milano, Venedik, Padova, La Spezia, Bologna, Cenova…

Parma'ya ulaştık
Duyan gelmiş sizin anlayacağınız. Otoyoldan çıkan binlerce araba gitmek istedikleri yola girebilmek için şerit değiştirmeye çalışıyor, trafik santim santim ilerliyordu. Bu keşmekeşte bir buçuk saat kaybettik.

İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir sevgili arkadaşlar, ama İtalyanlardan bir şeyleri organize etmelerini beklemeyin.

Yolun gerisi olaysız geçti ve ilk durağımız Parma’ya ulaştık.

Parma, Parmesan peynirinin ana vatanıdır sevgili arkadaşlar. İtalyanlar Parmigiano Reggiano derler. “Parmigiano” Parma’dan, “Reggiano” da bu peynirin üretildiği kardeş yöresi Reggio Emilia’dan gelir.

Pasta’ya artık makarna demeyeceğimizi hatırlatıp - makarna bir pasta türüdür, Parmesan için pasta’nın en yakın arkadaşıdır diyebiliriz.

Parma Salamı
Bu sert, tuzlu, kuru peynir rendelenip, pasta’nın üzerine serpilir. 

Parmesan inek sütünden yapılır, en az bir sene dinlendirilir. Ben Parmesan’ı şarap ile de çok severim, hele yanında reçel yada tatlı bir meyve ile mükemmel bir şarap arkadaşı olur. Bir de fırında pişirdiğiniz et, pasta, vs. nin üzerine serperseniz, yine mükemmel bir gevrek oluşturur.

Parmesan’ın bir de üvey kardeşi vardır. İsmi Grana Padano. Bu peynir Lombardiya’da yapılır ve Parmesan’a göre biraz daha az yağlıdır. Ancak tadlarını, eğer bir peynirolog değilseniz, birbirinden ayıramazsınız. Kısaca Parmesan’ın yokluğunda gönül rahatlığı ile Grana Padano kullanabilirsiniz. Ben yemek için genelde Grana Padano kullanırım. Parmesan’a göre biraz daha şişko-friendly.

Parma’nın mutfağından çıkmış ikinci incisi Parma salamıdır. Parma Ham, yada İtalyancasıyla Prosciutto di Parma. Et yemeklerinde, kahvaltıda, yada kavun ile bir starter şeklinde kullanırlar. Domuz mamulüdür, hassasiyeti olanlara dikkat. Ben alerji durumlarından yemiyorum, o yüzden ilk elden tadını teyit edemeyeceğim, ancak yiyenler hayatlarından fazlasıyla mutlu.

Doya doya...
Parma teknik olarak Emilia-Romagna bölgesinde olsa da, Toskano’nun kapı komşusu olduğundan şarapların neredeyse tümü Sangiovese üzümünden yapılır. Toskano’nun şımarıklığı olmadığı için de mükemmel bir şarabı çok makul bir fiyata içebilirsiniz. 

Sangiovese, İtalya’nın en sevdiğim üzümüdür diyebilirim. O yüzden için içebildiğiniz kadar sevgili arkadaşlar.

O yorucu yolculuktan sonra kendimizi tipik bir İtalyan restaurant’ına attık. Etimin yanında sipariş ettiğim pastanın üzerinde ve etin yanındaki rokanın üzerinde bol bol Parmesan vardı. Taş yerinde ağır sevgili arkadaşlar. Parma’da Parmesan yemek bir ayrıcalık gerçekten.

Şehirde biraz daha yürüdük. Çok küçük bir yer, ancak renkli tipik İtalyan binaları, katedrali ve iklimiyle buram buram İtalya kokuyor.

Parma’yı görmek için yolunuzu fazlaca değiştirmenizi tavsiye etmem sevgili arkadaşlar. Ancak geçerken, yada çok zaman almayacak bir detour ile görmenizi tavsiye ederim.

Shift değiştirdiğimizden doya doya şarabımı içmiştim. Direksiyona Jelena geçti ve asıl hedefimiz Bologna’ya doğru yola koyulduk.

11 Mart 2024 Pazartesi

Gagavuzya - Komrat

Bizim jenerasyon ve civarının unutamadığı politik isimler vardır sevgili arkadaşlar.

Mesela Bülent Ecevit. Ona “Karaoğlan” derlerdi, “Halkçı Ecevit” derlerdi. Hattızatında ismim Bülent, dedem tarafından Ecevit’e atfen verilmiş.

Necmettin Erbakan vardı, “Aaziiiz ve muhterem din kardeşlerim” diye girerdi lafa. Ağır sanayii hamleleri yapar, her yere temel atar, kadayıfın altını kızartırdı.

Yada Alparslan Türkeş. O kendine has boğuk sesiyle “Gomonistler…” diye başlardı güne. Ben elbette hatırlamıyorum ama sevgili annem ve babam için Türkeş, 27 Mayıs ihtilalinin sembolüydü.

Ancak bu dönemin en renkli siyasi kişiliği hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’di. O kendine has tarzı ile söyledikleri hep ilgimi çeker, gülümsetirdi beni. “Petrol vaaadı da biz mi içtik?”, “Dün dündür, bugün de bugün”, “Onlar ne veriyorsa bir fazlasını biz vereceğiz”, “Şapkamı alır giderim”, ve daha niceleri...

Hepsinin sevaplarından çok günahları vardı, ancak ülkelerini severlerdi. Işıklar içinde uyusunlar.

Binaenaleyh…

Komrat isimli, birçok kişinin nerede olduğunu bile bilmediği, vatan topraklarına uzak bu kentte, Demirel’in heykelinin önünde, yukarıda yazdıklarıma benzer düşünceler geçiyordu kafamdan.

Binanaleyh...
Buradaki kafa karıştıran unsur, Küba’da Atatürk heykeli var, eyvallah, Taşkent’te Timur’un, Ulam Batur’da da Cengiz Han’ın heykelleri… Ama Komrat’ta Demirel heykeli ne alaka değil mi?

Demirel’in yanında da diğer Türk devlet başkanlarının benzeri heykelleri var - heykel diyorum ama aslında büstleri. Mesela Haydar Aliyev, Nursultan Nazarbayev falan. Ancak Atatürk dururken, Demirle’e de ne oluyor böyle diye sorabilirsiniz doğal olarak.

Arzedeyim.

Komrat, Gagavuzya’nın başkenti. Gagavuzya da Gagavuz Türklerinin vatanı. “Gagavuz”, “Kök Oğuz” ’un söylenişi. “Kök” de “gök” demek, ağacın dibi değil.

Gagavuzya, Moldova’da özerk bir bölge. Yani Transnistria gibi sınırları, başkenti, parlementosu falan olan bir devlet. Ancak Transnistria’nın aksine Gagavuzya’yı bütün dünya tanıyor, ama bağımsız değil, özerk bir devlet olarak. Yani Gagavuzya’nın bir bağımsızlık iddası yok. Ta ki, Moldova’nın toprak bütünlüğüne bir hal gelene kadar. Anayasalarına göre, mealen söylüyorum, Romanya, Moldova’yı ilhak eder, yada bir sabah Putin “Dobroyutro” derse, Gagavuzya bağımsız sayılacak.


Sizin anlayacağınız bu Moldova, İngilizce’de Motley Crew derler, birbirinden alakasız insanların bir arada yaşamaya çalıştığı bir yer - bu arada ismini bu deyişten alan ve gerçekten çok sevdiğim Mötley Crüe grubunu da anmış olalım.

Rumenler, Ruslar, Gagavuzlar, Ukraynalılar…

Rumenler Ruslara, Ruslar Ukraynalılara, Gagavuzlar da hepsine gıcık.

Öyle uluslararası ilişkiler uzmanı falan değilim, sadece üç gün boyunca edindiğim izlenimlere dayanarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Moldova’nın bir ülke olarak kalabilmesi için ciddi bir gayret gerekiyor.

Ve aynı Transnistria’da olduğu gibi, bağımsız olmadığından dolayı, Gagavuzya’yı da 54. ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum.

Demirel’e dönersek, Gagavuzya’ya yardım başlatıp, ismini dünyada duyurmak için çok gayret göstermiş. Gagavuzlar da bunu unutmamış.

Gagavuzlar Türk dedik sevgili arkadaşlar. Hal böyle olunca da konuştukları dil Türkçe oluyor. Bugüne kadar Kazakistan’da turistlikten çömez seyyahlığa terfi edecek kadar vakit geçirdim. Azerbaycanlı, Özbek, Kırgız, Karakalpak, Başkurt, Kırımlı vs. insanlarla uzun ve yoğun şekilde sohbet etme fırsatım oldu. Bu deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki Gagavuz Türkçesi en az Azeri Türkçesi kadar bizim Türkçemize yakın. Biraz gayret göstererek rahatlıkla anlaşmak olası.

Gagavuzlar Hristiyan Ortodoks sevgili arkadaşlar. Şii Azerbaycan Türkleriyle ne yapacağını bilmeyen yobazlar, Gagavuzları herhalde yarı Türk falan sayıyordurlar, ancak Gagavuzlar bizden daha Türkler. Araplar’ı yalamaktansa, Türklükler’ini koruyorlar. Neyse, politikayı bırakalım şimdilik.

Gagavuzlar’ın sayıları da az değil. 250 binden yarım milyona kadar oldukları düşünülüyor. Gagavuzya’nın yanında Ukrayna, Rusya ve Türkiye de sayısı azımsanmayacak kadar Gagavuz yaşamakta.

Gagavuzların kökleri hakkında tartışmalar devam ediyor. Müslüman Türkler, bunlar olsa olsa Hristiyanlaşmış Türklerdir derken, Hristiyanlar ise, aklı başında hiç bir Ortodoks aslen Türk olamaz, o yüzden bunlar olsa olsa Türkleşmiş Hristiyanlardır demekte. Her iki faşist kafayı da bir kenara bırakırsak, Gagavuzlar Gagavuz işte. Selçuklular’dan da, Kıpçaklar’dan da, Peçenekler’den de, Yunanlılardan da, Bulgarlardan da gelmiş olsalar, sonunda her neyse o’lar. Başkentlerinde Türk büyüklerinin heykelleri var, demek ki kendilerini Türklere yakın hissediyorlar. O yüzden kafatasçılık yerine, dünyaya gelmiş en zeki, en ilerici liderin yolundan gidelim ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyelim.

Komrat’a gelmek çok zor olmasa da biraz dolambaçlı oldu sevgili arkadaşlar. Kişinev’den Komrat’a direkt otobüsler Güney Otobüs Garı’ndan kalkıyor, ancak en erken otobüs öğlen saat birde, gara gitmekte bir saat alıyor, iki saat de yol. Uzun iş yani...

Cimişlia'ya giden bir minibüse bindim
Türküz anasını satayım. Dört saat otobüs beklemektense merkezdeki gara gittim, Transnistria’ya gittiğim minibüslerin bölgesinde bir önceki gün Tiraspol’u sorduğum adama bu kez Komrat’ı sordum. Adam şöyle bir düşündü, sonra gel dedi, beni bir minibüse götürdü.

Minibüs Cimişlia’ya gidiyor. Beni şoföre emanet etti, “Bunu Cimişlia’da Komrat minibüsüne bindir” dedi. Teşekkür ettim, minibüse bindim ve yola koyulduk.

Yolculuk Tiraspol ile neredeyse aynıydı. Kişinev sınırları dışına çıktığımız andan itibaren çukurlarla dolu, hoplaya zıplaya gittiğimiz asfaltlık oranı yüzde kırkı bulmayan bir yol üzerinde yine her parçasından ses gelen bir minibüs.

Cimişlia’ya ulaştık. Şoför sağolsun gözünü benden ayırmıyor, Komrat minibüsünün gelmesini bekliyor. Cimişlia benim çocukluğumun Sincan’ı gibi bir yer. En yüksek bina iki katlı, her yer toz-toprak. Minibüs durağında ise üç-beş büfe var. Birinden içeri girdim. Yüz kilodan fazla ağırlığı olan, ama fazlasıyla güler yüzlü bir kadın müşterilerine bakıyor. Tezgahın üzerinde açık bir şişe var, ya votka, ya rakıya. Arada bir gelenler bir tek atıp, tezgaha parasını bırakıyorlar.

Cimişlia, çocukluğumun Sincan'ı gibi
Bana ister misin diye sordu, yok dedim ama kendime bir placinta, bir de kahve aldım. Cebimde hala Tiraspol’dan kalma Moldovya Lei’i vardı, onlarla ödedim.

Benim büfeye girdiğimi farketmeyen şoför telaşlanmış, beni arıyor. Beni bulunca sevindi ama kızdı, yanımda dur, bir yere ayrılma dedi.

Komrat minibüsü gelince beni bu kez Gagavuz şoföre emanet etti, biz de yola koyulduk.

Komrat’taki otobüs garı bayağı şehrin dışında. Otobüslerin hemen yanında da beklendiği üzere taksiler var. İlk taksici ile gayri ihtiyari İngilizce konuştum, nada. Türkçe “Beni çarşıya götürür müsün?” dedim, “Çok yakın, on dakika yürürsen ulaşırsın” dedi.

Başladım yürümeye. Doğru yöndemiyim diye bir kontrol olsun diye tezgah açmış bir babuşkaya “Çarşı?” diye sordum, “Devam” dedi. 

"Devam", it is…

Gagavuz üzüm bağları
Merkezimsi bir noktaya ulaştım, tam “merkeze” gitmek için yoldaki başka bir adama bir daha “Çarşı?” yaptım. Aksanımdan çıkardı elbette, bana bir kebapçı dükkanını işaret etti. “O seni anlar” dedi. Kebapçıya gittim. Kebapçı dediysem bir büfe. Camdan içerdeki arkadaşa “Türkçe konuşuyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dedi. Pırıl pırıl bir Türkçeyle bana cevap verdi. Gagavuz olmasına olanak yok. Zaten biraz konuştuktan sonra ‘torpağım’ çıktı. Ankara'dan Gazi Mahallesi'nden bir arkadaş. Türkçesi, Avrupa’da rastladığım Türkler’in topundan daha temiz, daha düzgün. Komrat’a yolunuz düşerse bir dönerini yiyin mutlaka. İsmi Bahadır.

Bana önemli noktaları tarif etti.

İlk olarak hemen yanı başındaki kiliseye gittim.

Çok büyük, çok güzel bir kilise. Ortodoksi’deki sınıflamaya çok hakim değilim ama olasılıkla “temple” dedikleri, Katolisizm’deki katedral muadili bir mekan. 

Merkezdeki kilise
İçeri girdim, herhalde öncesinde bir servis vardı ki, bir grup rahibe ortalığı toparlıyordu. Hepsinin de başı örtülü, aynı bizim Anadolu başörtüsü. Bu bölgede başörtüsünü çok kullanıyorlar. Başrahibe olduğunu düşündüğüm kadına yaklaştım ve İngilizce “Resim çekmemin bir sakıncası var mı?” diye sordum. Çok güzel bir İngilizce ile “Tabii ki çekebilirsin” dedi, hatta rahibelere ortalığı toparlayıp, kadrajdan çıkmaları için bir işaret yaptı.

Ortodoks kiliselerini çok severim sevgili arkadaşlar. Katolik kiliseleri gibi karanlık, kasvetli, hüzünlü mekanlar değillerdir. Tam aksine aydınlık, renkli, cıvıltılı yerlerdir. Her yer rengarenk fresklerle, mozaiklerle, tablolarla doludur. Çoğunlukla oturmak için sıraları yoktur - aksini sadece bir kez Selanik’te görmüştüm. Herkes ayakta gezinir, konuşur, sosyalleşir. Katolik kiliseleri ise çarmıhtaki İsa, ağlayan kadınlar, acı çeken erkekler ve etraftaki üzgün meleklerle doludur. Herneyse. Bu bir eleştiri değil, sadece bir gözlem. Kimsenin inancını sorgulamak haddime değil elbette.

Çok işlerini aksatmamak için hemen bir iki resim çekip, teşekkür ettim ve ayrıldım.

İkinci durağım Demirel’in de heykelinin bulunduğu üniversite oldu. Oradan da bir kahve alıp, gezinmeye devam ettim. Fırsat buldukça Türkçe konuşmaya çalışıyordum, bizim Türkçe ile yakınlığını anlamak bakımından. Örneğin kahve alırken kızla sadece Americano istememe rağmen içine biraz süt koymasını söylerken İngilizce’ye dönmek zorunda kaldım.

Atatürk Kütüphanesi
Gagavuzlar çok candan, çok yardımsever insanlar. Hepsi ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dil de ortak olunca muhabbet fazlasıyla tatlılaşıyor.

Gagavuz parlementosu önünde resim çektiren bir kompatriotumuzu gördüm. “Atatürk kütüphanesi nerede?” diye soruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm diye bir kez daha baktım. Caddenin tam karşısında koca bir TİKA amblemi ve Atatürk Kütüphanesi tabelası vardı.

Ben TİKA’yı kökenlerine ve iktidar ile aralarındaki tasvip etmediğim İslam ağırlıklı ilişkiye rağmen seviyorum sevgili arkadaşlar. Yurt dışında bence tanıtım için güzel işler yapıyorlar, yani kurulma mantığı fazlasıyla geçerli. Gördüklerim arasında Montenegro’da, Bosna’da ve Gagavuzya’da fazlasıyla aktifler.

TİKA'nın bahçesindeki Atatürk büstü
Ne var ki kütüphanenin bahçesindeki minicik, bakımsız Atatürk heykeli yüzünden çok içerledim TİKA’ya. Bundan çok daha iyisini yapabilirlerdi bana sorarsanız.

Gagavuzya’ya gelip, Gagavuz yemeği yememek ama daha da önemlisi Gagavuz şarabı içmemek olmazdı. 

Otobüs durağındaki bir grup öğrenciye “İyi bir restoran nerede bulurum?” diye sordum. Gençlerle konuşmak çok daha zevkli sevgili arkadaşlar. Mesela Türkçe’deki farklılıklardan dolayı anlaşamadığımızda, yaşlılar belki şimdi anlar diye aynı sözcüğü şuursuzca, defalarca tekrar ederken, gençler hemen cümleyi başka şekilde kuruyor, farklı sözcükler kullanıyor, garanti olsun diye sağ, sol gibi yönleri bir de el işaretleriyle gösteriyorlar.

Tarif ettikleri restorana gittim ama bir şirket toplantı için kapatmış. Restoranın sahibi benle birlikte dışarı çıktı, şarapla ilgilendiğimi de söyleyince başka bir restorana telefon açtı, acık olduklarına emin olduktan sonra bana bir taksi buldu. 

Taksi beni öyle bir yere getirdi ki, Komrat’a sadece burası için bile bir kez daha gelebilirim.

Mekanın ismi Komrat Şaraphanesi.

Bağların ortasında, benzerlerine sadece Fransa’da yada İsviçre’de rastlayabileceğiniz güzellikte bir yer. Aslen şarapçı ama restoranı da var.

Garson bana mükemmel bir masa buldu. Restoran boş ancak çok rezervasyon varmış, bir-iki saate dolar dedi.

Garsonun ismi Pavel, Gagavuz elbette ve Türkçe konuşuyoruz. Ancak Türkçe’yi öyle bir konuşuyor ki, sanki mahalleden çocukluk arkadaşım. “Yanlış anlama ama bu nasıl Türkçe?” diye soramadan edemedim. “Ankara’da, Mamak’ta on sene yaşadım” dedi. Güldüm, “Ben de askerliğimi Mamak’ta yaptım” dedim.

Bana tabii ki şaraphanenin şarabından getirdi, bir bardak koydu. O ne şarap öyle! Ölene kadar içsem bıkmam. Pavel şarabı nasıl şehvetle içtiğimi görünce, hafifçe gülümseyerek “Şişeyi bırakayım mı?” diye sordu. “Bırak abicim, bırak” dedim.

Gagavuz Şarabı
Bir mercimek çorbası, yanında da yoğurt sosu ve peynirle birlikte polenta yedim. Sonrasında da bir peynir tabağı. Ağız tadının dibi sizin anlayacağınız.

Komrat’tan çok sıcak duygularla ayrıldım. Akşam yemeğimi İngiliz Steakhouse’da yedim, ve mahşeri otobüs yolculuğuyla Bükreşe geri döndüm. Hiç bir yerde durmadan havaalanına gittim. Uçağa atladım ve çok özlediğim sevgili kızımla karımı Basel havaalanında buldum.

Nalcı ailesinin dördüncü ferdiyle de ilk kez burada müşerref oldum. İsmi Cherry. Bir Fars kedisi. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Sırbistan’dan getirdiler.

Moldova gezisi böyle sevgili arkadaşlar.

Şöyle bir toparlarsak, belki de Avrupa’da yaptığım en ilginç yolculuk diyebilirim.

Bir kere Moldova şarap demek, nokta. Dünyanın en eski ve en güzel şaraplarından biri Moldova şarabı. Hem Moldova, hem Transnistria, hem de Gagavuzya birer şarap cennetleri. Eğer şaraba biraz da olsa ilginiz varsa kaçırılmaması gereken bir yer. Fiyat olarak da çok çok makul. Birinci sınıf Fransız şarabı kalitesinde bir şarabı, Türkiye’den ucuza içebiliyorsunuz.

Moldova’nın kendisi Avrupa’nın en fakir ülkesi. Ancak insanlar çok iyi, çok yardımsever. Yemekler de fazlasıyla güzel.

Transnistria, dünyada görülebilecek en ilginç yerlerden biri. Gençliğimin soğuk savaş dönemini bir kez daha yaşadım.

Gagavuzya ise, biraz tarihe, özellikle de Türk tarihine ve Türki topluluklara ilgi duyuyorsanız, kaçırmamanız gerekli bir yer.

Ancak söylemeden edemeyeceğim, eğer Youtube’da Türk gezginlerini izleyip, buraya gelmeye karar verdiyseniz, biraz moderasyon öneririm.

Bir kere bu gezginler biraz cehaletten, biraz da click-bait olsun diye tam gercekleri yansıtmıyorlar. 

Örneğin Demirel heykelini öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız, tüm Gagavuzya Demirel’e tapınıyor. Sadece Demirel'in heykelini gösteriyorlar, onu Gagavuzya'nın Napolyonu kalıbına sokuyorlar. Malum, oryantal bir halk olarak böyle melodramatik anlatımları severiz. 

İşin gerçeği, Demirel’in heykeli, oradaki bir çok heykelden sadece biri. Elbette Gagavuzlar Demirel’e sempati besliyorlar ama bu cahilleri dinlerseniz sanki Gagavuzya, Demirelistan olacakmış ta, son anda Gagavuzya kalmış dersiniz.

Benim sinirlerimi en çok kaldıran ise bu gezginlerin Gagavuzlar’la konuşurken, tepeden bakan, nobran, ağır abi tavırları. 

Hele bir tane süzme salak var ki, Gagavuzlar’ı neredeyse sorguya çekiyor. “Söyle bakayım Türkiye güzel ülke, de mi?”, “Türkiye’de yaşamak istersin de mi?”.

Bu sersem farkında değil. Kendisi bilmem kaç tane red yedikten sonra, bir yetkilinin karşısında hazrola geçip, anasının babasının tapusunu gösterip, valla, billa geri döneceğim diye yalvararak, on beş günlük Şengen vizesi alıyor, sonrasında da sevincinden Youtube’a kutlama videosu atıyor. 

O tepeden baktığı Gagavuz ise, aklına estiğinde pasaportunu gösterip, vizesiz, mizesiz bütün Avrupa’yı gezebiliyor.

Gerçi aynı zeka küpü, “Sıpasiva, Moldovyaca’da teşekkür ederim demek” de diyor. İşin aslı o sözcük “Sıpasiva” değil, “Spasiba”, Moldovyaca değil, Rusça, hattızatında Moldovyaca diye bir dil de yok, Moldova’da Rumence konuşulur. Ama memleketimin insanı işte. Her şeyi bilir, bilmediği tarafı da şeytani zekasıyla kıvırır.

Başkaları Gagavuzlara “Niye Hristiyansınız?” diye soruyor. Nasıl bir ukalalık, nasıl bir eşeklik bu? Sana ne amk, ne isterlerse o olurlar. Onlar sana “Sen niye Müslümansın?” diye soruyorlar mı?

Konudan çok sapmayalım, ancak bunlar İkinci Dünya Savaşında Lenin’e Hitleri kovalatıyor, Saint-Petersburg’a bir Asya şehri diyor, Musa’ya İncil’i indirtiyorlar falan. En komiği de Fas’ta bu cahillerden biri, kırık İngilizcesiyle bir şeyler zırvaladığında, karşısındaki Fransızca cevap veriyor, bu da “Kusura bakma, ben Arapça bilmiyorum” diyor!

Gelmek istediğim nokta, hem ucuz, hem yakın, hem de vize gerekmiyor diye, aklı evvel her wannabe Türk gezgini buraya gelmiş ve bu insanlara sakillik yapmışlar. Lütfen onlar gibi olmayın.

Son söz.

Eğer amacınız modern bir Avrupa ülkesi görmekse, Moldova doğru yer değil, Paris’e, Londra’ya, Viyana’ya falan gidin. Ancak biraz maceracı bir ruhunuz var, biraz da şarap seviyorsanız, hemen yarın atlayıp, gelin.

Elinizi de biraz çabuk tutun. Moldova bu haliyle çok uzun ömürlü olmayabilir.

Akşamınız güzel olsun.

19 Aralık 2023 Salı

Roma

“Avē Caesar, moritūrī tē salūtant!”

Nasıl melodramatik bir sözdür…

Gladyatörler, Kolezyum’da birbirlerine girmeden İmparator’u, yani Sezar’ı böyle selamlarmış.

Kırık Fransızcamla şöyle çevirebilirim. “Ey Sezar!, birazdan ölecek bizler seni selamlarız”

Tabii ki tam tercümesini Latince ve eski Yunanca profüsürü sevgili karıma sorabilirim, ancak kendisi Latince bir fiilin doksan sekizinci çekimini unuttum diye bunalıma girdiğinden, şu sıralar çok fazla Latince soru almıyor.

Gladyatör selamına dönersek, Kolezyum’da toplu heyecana çok fazla iştirak etmeyen Asterix ve Hoptediks’in, diğer gladyatörler bu efsanevi ritüeli icra ederken, yaptıkları nevi şahıslarına münhasır yorumu da söylemeden edemiyeceğim.

“N’aber moruk?”

Roma komik bir yerdir sevgili arkadaşlar.

Kişisel görüşümü söyleyeyim, İtalya dünyanın en görmeye değer ülkelerinden biridir. Sınıra pasaport kontrolü yerine biletçi koyup, müze diye gezdirebilirler turistleri. Doğası, tarihi, kentleri, kumsalları, denizi, güneşi, yemekleri ve şaraplarıyla cennet gibi bir yerdir.

Ama İtalya’nın gerisi ne kadar güzelse, Roma da o kadar kötüdür.

Antik Roma Dünyanın en büyük imparatorluğudur. Yunanlıların felsefesini alıp, büyük ölçekte dünyanın gerisine yaymış, bugünkü uygarlığın temelini atmıştır. Yıkıldığından yüzyıllar sonra bile Almanlar, hatta Türkler, kendilerini Roma İmparatoru ilan edip, bu mirasa sahip çıkmışlardır.

Dikkat, yürürken ayaklarınız incinmesin! (1997)
Roma, dünyanın en büyük imparatorluğunun başkenti olsa da, bu dönemden kalan neredeyse hiç bir anıt, yapı, iz kalmamış. Side’ye gidip, arabanızı park ettikten sonra şehir merkezine yürürken, Roma’da gördüğünüzden çok daha fazla Roma döneminden kalıntı görürsünüz. O Kolezyum soğan gibi, kabuk kabuk soyulmuş, zemini, iç alanları parça parça edilip, taşlar St-Peter’s kilisesini yapmak için kullanılmış. Forum dedikleri yerde, Antalya’da bir kokoreççinin gölgesinde tezgahını kurduğu sütunlardan daha az sütun kalmış.

Arada bir ufacık bir Roma Hamamı, bir obelisk, yarım bir duvar falan var, hepsi o.

Pantheon isimli tapınak paçayı kurtarabilmiş, o da kiliseye döndürüldüğü için. Yoksa onu da kırıp dökeceklermiş.

Roma tarihinin ikinci büyük dönemi olan Hristiyan Roma’dan ise hemen her şey ayakta. İlginiz varsa başta Vatikan, yüzlerce katedral, kilise, kale, şato vesaire görmek mümkün.

Modern Roma ise tam bir keşmekeş.

İtalyanlar çok fazla düzenli, organize bir ulus olarak anılmaz. Kibarlık etmeyelim, Türkiyede doğmuş, büyümüş biri olan ben şahsım ve Sırbistan’da doğmuş, büyümüş zevcem bile bunca sene İtalya’daki bu düzensizliğe alışamadık - kabul, biraz İsviçre asimilasyonunun da payı var bu hissiyatta, ancak dünyadaki her türlü standarda göre İtalya ve İtalyanlar çok zordurlar.

Roma ise bu düzensizliğin Nirvana’sı, entropinin dünyada en yüksek olduğu kentlerden biridir.

Havaalanından çıkıp, taksi bölgesine geçtik. Sıradaki taksiye binmeye yeltendik ama içinde başka müşteri vardı. Bir arkadakini denedik, yine dolu. Böyle böyle üç dört taksi daha geriye gidip, boş bir taksi bulduk ve içine girdik. Ama onca araba, içlerinde şoförleri de olsa, hıyar gibi bekliyor.

Çünkü en öndeki taksinin şoförü arabayı öylece bırakıp, gitmiş, artık nereye gittiyse.

Şeridin hem sağı, hem solu bariyerlerle kapatılmış. Sollayıp geçemiyoruz, öylece bekliyoruz.

Aradan bir beş dakika falan geçti, insanlar artık sıkılmış, sıradaki diğer taksiler kornalarına basıyordu. Sonunda şoför uzaktan göründü. Fermuarını çekiyor, ama onu beklerken geçirdiğimiz zaman normal bir çiş molası süresini kat be kat aşmıştı. Kim bilir ne yapıyordu…

Roma’ya doğru yola koyulduk, ancak yol İstanbul’dan beter. Kimse şeridinde gitmiyor, herkes sağdan, soldan birbirini geçiyor, şoförümüz de “puttana”, “bastardo” şeklinde renkli hitaplarla diğer arabalarla iletişim halinde, bizi tek parça kent merkezine götürmeye çalışıyordu.

Ave Caesar
Kolezyum’un yanında indik. Yollar kapalı, çünkü bütün müzeler için ayın son pazarı bedava (aklımda öyle kalmış, siz yine de bir gugıllayın). Buna Vatikan da dahilmiş. Roma ziyaretinizi böyle bir bedava güne denk getirirseniz, yüzlerce euro tasarruf edebilirsiniz, aklınızda olsun.

Ancak bedava müze günü yüz binlerce insanın sokakta, müze sırasında olması anlamına da geliyor. Gerçi bedava da olsa Kolezyumu gezmek gibi bir niyetimiz, yada içeri girmemizin bir amacı yoktu. Öncelikle Roma’da sadece geçirecek sadece yarım günümüz vardı. Böyle olmasa bile, bu güzelim anıtı öyle kötü kırıp, dökmüşler ki, içini gezmenin tek olası sonucu ayak bileğinizi falan kırmak olabilirdi. İçerisi gerçekten bir şantiyeden yada bir Taşocağından farklı değil. Dışarda, en azından orijinal fasadın küçük bir bölümü kalmış. Onu görün, çok daha iyi.

Sevgili kızımın Roma’yı ilk görüşüldü. Onunla Kolezyum’un dibinde bir fotoğrafımız olsun istemiştim, ancak 🐝Mezzy🐝’nin Balkan inadı tuttu.

“No! I don’t want a picture!”

Etme kızım, Kolezyum burası, bir resim…

“No!”

Ne yapalım, zevcemle bir Kolezyum hatırası aldık.

Kolezyum’dan ayrılırken 🐝Mezzy🐝 yüzlerce turistin ite kaka bu güzelim anıtın dibinde resim çekmeye çalıştığını gördü. Olayın ciddiyetini anlayıp, “Tamam Baba, beraber bir resim çekilelim” dedi, ama İngilizce’de dedikleri gibi “The moment was gone”, yani olayın zevki kaçmıştı. Güneş yükselmiş, kalabalıktan dolayı açıyı kaybetmiştik. Yine de bir iki resim çekebildik.

Yollar kapalı olduğu için Uber çağırabileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük. Uberci bizi ünlü Trevi Çeşmesinin yüz metre yakınına kadar getirdi.

Trevi
Trevi Çeşmesi’ni çoğu kimse antik diye düşünür, ancak 18. Yüzyılda yapılmış, çok da eski olmayan barok bir anıttır. Burada adet bir dilek dileyip, sağ elinizle, sol omuzunuzun üstünden bu çeşmeye bozuk para atmaktır. Dilekler gerçekleşir mi bilmiyorum, ancak böyle böyle günde 2,500 ile 3,000euro arası para bu çeşmenin havuzuna atılır. Yıllık hasılat ise 1.5 milyon euro’yu bulur. Hal böyle olunca, bir çok açıkgöz, bu paraları toplamaya çalışır. Bu organizasyonların ne kadarı başarıya ulaşmıştır bilmiyorum ancak becerebildilerse, yılda 1.5 milyon euro, hadi yarısı diyelim, hiç de fena bir miktar değil.

🐝Mezzy🐝, Trevi Çeşmesi’ne parasını atıp, olasılıkla Noel Baba’nın ona Nintendo’nun artık hangi oyunu ise, onu getirmesini diledi ve bizler de Pantheon Tapınağı’na doğru yürümeye başladık.

Pantheon, gerçek bir antik Roma tapınağı sevgili arkadaşlar. Klasik sütunları ile bezenmiş bir kapısı, koca bir kubbesi var. Kubbenin tepesi delik ve buradan giren güneş ışığını bir blok olarak görebiliyorsunuz. Hem yerler, hem duvarlar pürüzsüz, kusursuz mermerden.

Hristiyanlık ile birlikte bu tapınak Zeus, Jupiter gibi antik Roma tanrıların figürlerinden ziyade Hz. İsa, Hz. Meryem, Mary Magdalene gibi İncil figürleriyle donatılmış, ismi de Aziz Meryem Kilisesi falan gibi bir şey olmuş. İyi de olmuş. Bu sayede yıkılmaktan kurtulup, zamanımıza kadar ayakta kalabilmiş.

Pantheon
İnançlı biri olmasam da, bu Hristiyanlaşma işine sevindiğimi söylemem gerekir. Eğer bu tapınak kiliseye dönüştürülmeseydi, olasılıkla yıkılıp, taşları St. Peter’s Katedrali için kullanılmış olacaktı.

Pantheon, bildiğim kadarıyla Roma’da, antik Roma döneminden kalma en iyi durumda kalabilmiş anıt. Çok etkileyici bir yapı, mutlaka görün.

Bir de, çoğu kimse Pantheon’u, Atina’daki Acropolis’in merkezinde bulunan Parthenon ile karıştırır. Bu ikisi, birinin Roma, diğerinin de Atina’da olması nedeniyle, haliyle iki farklı tapınaktır.

Bilginiz olsun, Osmanlı paşalarından, artık her kimse, Atina’daki Parthenon’u cephanelik olarak kullanıp, kilolarca barutu burada stoklamış, dolayısıyla, bu mekan bir kaç kez havaya uçma tehlikesi atlatmış olsa da, bu güzelim anıt, savaşları atlatabilmiş ve iyi kötü günümüze kadar ayakta kalabilmiş.

Tanrılarla şarap içmek
Başka bir yazıda detaylarına gireriz umarım, ancak Parthenon ve tüm Acropolis, dünyanın geçmişi ve geleceği göz önüne alındığında, tarifi güç bir öneme sahip yerlerdir. Her insan mutlaka görmeli.

Bu konuyla ilgili son bir not. Pantheon ve Parthenon sözcükleri aynı Yunanca kökten gelir. Bütün tanrıları kapsayan anlamındadır. Batı dillerinde ‘pantheon’, antik, politeistik, yani çok tanrılı bir din anlamında da kullanılır.

Herneyse, gelin Roma’ya dönelim.

Karnımız acıkmıştı. Pantheon’un hemen dibindeki bir restorana girdik. Tavrından anladığım kadarıyla ya şef, yada restoranın sahibi Angelo - yoksa Alfredo’muydu - bizi tapınak manzaralı bir masaya aldı.

Angelo benim tanımımla tam bir ‘sommallier’, yani şarap uzmanı bir şef. Bu alanda bir okul bitirmiş midir bilmem, ancak benim defterlerimde bu işin gerçek bir kompedanı.

Gerçek bir sommelier, müşterisine ne kadar şarap bilgisi olduğunu ispatlamak için hıyarlık etmez. Böyle müptezelleri İsviçre’de bol bol bulabilirsiniz. Adam Tunus’tan gelmiştir ama hayatını şarapçılıkla geçindiriyor gibi size wikipedia olur, sinirinizi bozar.

İş şarap seçmeye geldiğinde Angelo, zararsız sorularla bu ne kadar şaraptan anlıyor kriterini belirledi. Ben bir şarap uzmanı değilim elbette, ancak kanımca ona bir sonraki seviyeye geçip, üzüm konuşabiliriz güvencesini verdim. Olasılıkla yedi ceddi şarap yapıyordu, yine de yavaş yavaş olayı ısındırıp, beni üzme riskini göz önünde tutarak, doğru bir şarap seçmemizi sağladı.

Vatican (2012)
Güzelim bir Chianti’yi en az onun kadar güzel bir beef ve biber sosuyla, bir de Angelo’nin biz sormadan getirdiği Focaccia ile birleştirdik ve mükemmel bir yemek yedik. Yemek sonrası ise çok farklı bir Pecorino peyniri denedik. Normalde Pecorino, bizim eski kaşar kıvamında sert, güçlü tadı olan bir peynirdir, ancak şef bize Roma usulü, taze, yumuşak bir Pecorino getirdi - teknik olarak bir Il Pecorino Romano. İlk deneyimimdi, ihya oldum, Chianti gibi Sangiovese bir şarapla inanılmaz güzel gidiyor.

Bu şekilde Pantheon’un gölgesinde, tanrılarla beraber mükellef bir yemek yiyip, şarap içtik.

Sevgili karımla Roma’ya on küsür sene önce gelmiştik. Biraz o günleri yad ettik.

Ne yazık ki Vatikan’ı gezmek için zamanımız yoktu, yoksa 🐝Mezzy🐝 Vatikan Müzesi’ni, özellikle antik Mısır bölümündeki sanduka ve mumyaları görüp, deli olurdu. Mısır konusunda bir efsane olan Kahire Müzesi’ni gezmiş biri olarak söylüyorum, Vatikan’da Mısır için en az Kahire kadar ilgi çekici eserler sergileniyor.

Vatikan Müzesi binlerce paha biçilmez tablo, heykel ve halı barındırıyor. Üzerine tarihi Sistin Şapel’i de eklerseniz, bu mekan ziyaret için kaçırılmaması gerekli bir nokta. Jelena Katolik olmasa da, bu dini merkezi gezmekten zevk almıştı. Tarafsız bir gözle ben ise kendimden geçmiştim.

Vatican (2012)
Vatikan’a yolunuz düşerse mutlaka Swiss Guard’lardan birini görün. Bunun için Vatikan’ın duvarlarının etrafında bir tur atmanız yeterli olacaktır.

Papa’nın muhafızları sadece İsviçre’den seçilir. Katolik ve hiç evlenmemiş olmaları gerekir. Günümüzde işlevleri sembolik de olsa, giysileri çok çok ilgi çekicidir. İki vatanımdan birinin bu tarihi özelliği beni nedense hep heyecanlandırır.

Bir sonraki durağımız Piazza Navona oldu.

Piazza Navona bir meydan, ancak bana sorarsanız Roma’nın en cazibeli mekanlarından biri. Sütunları, çeşmeleri ve havuzların etrafındaki heykelleri ile bir açık hava müzesi.

Ancak bu meydanı güzel kılan bence buradaki sokak ressamları ve çalgıcıları. En az Paris’in Monmartre’ı kadar güzel bir ambiyans, ama ne ambiyans. Yolunuz düşerse burada mutlaka bir gün batırın ve akşamı geçirin.

Zaman daralıyordu. Hemen ünlü İspanyol Merdivenleri’ne geldik.

İspanyol Merdivenleri İspanya Meydanı’ndaki bir çeşme ile tepedeki bir kilise arasındaki merdivenler. Adet, bu merdivenlere oturup, geyiklemek, ve tabii ki bir resim çektirmek.

Buraya ilk geldiğimde yıl 1997 idi. Öyle cep telefonu kamerası falan hak getire. Kodak Colors, cırt çek, banyo, bastır.

Sonrasında 2012 yılında sevgili karımla geldik. Bir iPhone’um vardı ama kamera hak getire. Eşek ölüsü gibi bir Canon DSLR ile bir resim çekmiştik.

Yıl 2023. Hem sevgili karım, hem de en sevgili kızım ile aynı noktadayız. Öyle Kodak Colors, yada Canon DSLR falan gerekmiyor. Bir iPhone 13’ü mü, 14’ü mü, Pro Max bir telefonum var. Canavar resim çekiyor.

Tek problem, artık bu merdivenlere oturamıyoruz.

Etrafta elinde düdük, bir dolu polis var. Oturunca o düdüğü çalıp, “Senior, no sit, up, up!” diye bağırıyorlar.

Meğer İspanyol Merdivenleri oturunca eskiyormuş!

Etmeyin!

Bu merdiven meselesi değil, bir ritüel!

Ama kime anlatıyorsun?

Yıl 1997-2023 Zaman Makinesi, aynı mekan
🐝Mezzy🐝 gayri ihtiyari bir an oturdu, ben de hemen resmini çektim. Zaman makinesinde bir kaç tuşa basarak 1997 yılındaki aynı mekanda resmi çekilmiş babasını da Photoshop ile yanına koydum. Saçlardaki beyazlar bir yere gitmiyor, ancak sevgili kızım en azından bir kez genç babasının yanında oturmuş olsun dedim ❤️

Saat ilerliyordu.

Son hedefimiz, aile geleneğimizin tamamlanması bakımından Hard Rock Cafe Rome’a gitmekti.

Google Maps yürüyerek yarım saat gösteriyordu. Biz de Uber çağırdık. Kimse gelmedi. Bir taksi durağı bulduk, bizi Hard Rock Cafe’ye götürür müsünüz dedik. Bak abi, dümdüz yürü, ilerde solda dediler. Mesafe kısa, almıyor itoğluitler.

Yarım saatlik bir ölüm yürüyüşü sonunda Hard Rock Cafe’yi bulduk.

Hard Rock Cafe’ye girdik, ancak bize giremezsiniz, çıkın dediler.

“Oğlum manyak mısın, niye çıkalım?” Dedik.

Bilmemkinin doğum günüymüş anladığımız kadarıyla. Bak web sitesinde açıksınız diyor desek de, kadın garson bize acınacak gözlerle baktı, ne web sitesi gibisinden…

Bacım en azından kızın bir resmini çekeyim dedim, tamam dedi.

🐝Mezzy🐝 kısa süre de olsa Hard Rock Cafe Rome’da bulunmuştu.

Kayıtlarımıza geçirdik.

Bir Uber, bizi havaalanına götürdü.

Havaalanında air conditioner çalışmıyordu. İçerisi Auschwitz gibiydi. Bir bara oturduk. Yarım saat boyunca kimse bize bakmadı bile. Sonrasında bir garsonu paçasından yakaladık. Şarap ve su dedim. Şarap geldi, su da geldi, bir sürahi içinde. Tek problem bardak yoktu. Sürahiyi kafama diktim. Kimse umursamadı bile.

Uçağımıza bindik ve Cenevre öncesi son durağımız olan Nice’e doğru yola çıktık.

Ne yazık ki Nice’de sadece bir saatimiz vardı, bu yüzden havaalanının dışına çıkamadık, ancak Roma’daki ‘kusursuz’ servisten sonra, Fransa’nın, havaalanı bile olsa, her yeri saray sayılırdı.

Bu yolculuğumuzun başka ilginç bir tarafı ise aynı günde Avrupa’nın en ‘seçkin’ üç havayolu olan Ryanair, Wizzair ve EasyJet ile uçmuş olmamız.

Ryanair’i bir kenara koyalım, cost-cutting için kemerlerin boyunu kısmışlar, bağladığımda neredeyse asfiksiasyona uğruyordum, diğer ikisi hiç de fena değildi. Güzel sayılabilecek şarap ve meze…

Roma böyle sevgili arkadaşlar.

Gününüz, geceniz güzel olsun❤️

1 Ekim 2023 Pazar

Ve Viyana Sokakları!

Viyana’da kaldığımız otelde ilgimi çeken çok özel bir şarap vardı sevgili arkadaşlar. İsmi Moritz. Mia isimli bir de kızkardeşi var, ancak Mia bir beyaz şarap olduğu için tamamen ilgi alanımın dışında kalmıştı.

Moritz, kaldığımız otel için yapılmış bir cuvée. Başka bir deyişle bu otel için özel olarak hazırlanmış bir şarap. Elbette Avusturya’dan.

Otelde her akşam bu şaraptan iki kadeh içtim. İçimi çok güzel bir şarap. Ancak Viyana gezimizdeki şarap hedefim başka bir üzüm türünden yapılan şaraplardı.

Bu üzümün ismi Zweigelt. Almanca’da “z”, “ts” şeklinde söyleniyor, o yüzden bu üzümün ismini hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız “tsvaygelt” falan demeniz lazım. Malum Almanca’da “w”, “v”, “v” de “f” gibi söylenir. Çok isterseniz “s” bazen “s”, bazen “z”, bazen “ş” olur. “J” ise her zaman “y” ‘dir. “ß” harfini bazen “ss”, “ö” ‘yü “oe”, “ü” ‘yü de “ue” şeklinde yazarlar. İsviçrenin Alman tarafında bir işim olduğunda, kredi kartlarının üzerinde falan genellikle “Buelent Gueven Nalci” olurum.

Neyse, Almanca’nın inceliklerini burada bırakalım. Almanca doğru düzgün bir cümle bile kuramam bu arada. İsviçre’de geçirdiğim onca sene boyunca yaşarken öğrendiğim üç beş Almanca bilgisini satmaktayım sizlere.

Fransız isimli bir kafeye oturduk
Bunları size anlatmamın sebebi ise, Viyana’da her “Zweigelt” dediğimde, daha doğrusu demeye çalıştığımda, sevgili karımın şiddetli gülme krizleri geçirmesiydi. İlk bir iki “Zwigelt” çabam gerçekten de kötüydü, ancak gün ilerledikçe, ve daha da önemlisi önceki içtiğim “Zweigelt” ‘ler etkilerini göstermeye başladığında, telaffuzum bayağı düzeldi.

Fransızcam’da alkol ile gelişir. Gramerini iyi sayılabilecek kadar bilirim, ama iş konuşmaya gelince pek başarılı sayılmam. Bizi tanıyanlarla birlikteyken, ortak dil Fransızca ise, hemen bana bir kadeh şarap getirirler.

Viyana’daki ikinci günümüzde sabah erkenden kalkıp, Stephansplatz’a geldik. Hernedense Fransız isimli bir kafeye oturduk. İlk Zweigelt’imi Jelena’nın gülüşleri arasında söyledim. Saat sabahın dokuzu falan, başka yerde şarap için erken bir saat sayılabilir, ancak şarap kültürü olan bir yerde kahvaltı zamanı şarap istemek tamamen normal sayılabiliyor.

Garson bir de peynir tabağı getirdi ki, keyfime dokunmayın.

Zweigelt, enteresan bir üzüm sevgili arkadaşlar. Avusturya kaynaklı elbette. Zaten bu üzümün orijini hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin. Çünkü Zweigelt sadece Avusturya’da yetişen bir üzüm değil, Avusturya’da ‘yaratılmış’ bir üzüm. Friedrich Zweigelt isimli bir Avusturyalı, 1922 yılında St. Laurent ve Blaufränkisch üzümlerini çapraz dölleyerek bu yeni türü ortaya çıkarmış. Blaufränkisch’i Bratislava yazımızdan hatırlayabilirsiniz. St. Laurent ise bir Fransız, hatta Burgonya kaynaklı bir üzüm ama bu çeşit ile çok fazla teşvik-i mesaim olmadı.

İsviçre’de arada bir Zweigelt alır içerim, ancak taş yerinde ağırdır, “When in Vienna…” durumları yani.

Jelena bir Apple Strudel, 🐝Mezzy🐝 ise bir croissant söyledi. Sevgili kızım için croissant bir Fransız çöreğidir. Ona croissant’ın aslen bir Avusturya spesiyalitesi olduğunu anlatmaya çalışsam da olmadı.

Yıl 1863. Osmanlı lağımcıları Viyana’nın surları altından tünel kazarak, sabahın erken saatlerinde şehre girmişler. Bu saatlerde dükkanlarını açmak için ayakta olan fırıncılar hemen alarm vermiş, Viyana ordusu da bizimkileri toparlayıp, dışarı atmış. İmparator durumdan çok memnun, fırıncılara takdirini göstermek bakımından bu özel çöreği yapma izni vermiş. Croissant hilal demektir sevgili arkadaşlar, Osmanlı bayrağındaki hilal!

Bir de memlekette “croissant” ’a “kruvasan” falan dediklerini duyuyorum. Etmeyin. Dünyada böyle bir sözcük yok. Kim neresinden uyduruyor bunları bilmiyorum, ancak ayıp oluyor. Gezi gemilerine de aslen bir konyak markası olan “kruvaziyer” diyorlar. Gerçekten sinirim kalkıyor. Neyse…

O kafede neredeyse iki saat geçirdik. Açık havada, pırıl pırıl bir güneş ve dibine kadar güzel bir ambiyans. 

Kalktıktan sonra zaten hemen yanımızda olan Stephansdom’a gittik, içeri girdik. Katedralde Pazar servisi sürüyordu. Kilise korosu ilahi söylüyordu. O güzelim akustikle bir süre ilahileri dinledik. Daha önce de yazmıştım. Akşamları bu katedralde klasik müzik konserleri oluyor. Yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bir sonraki durağımız Mozart’ın evi oldu. Mozart aslen Salzburg’da doğmuş, ancak çağının bütün bilinen müzisyenleri gibi uzun süre Viyana’da yaşamış. Klasik müzik dediğimde Bach ile birlikte listemin en başında yer alır.

Gerçek bir dahiymiş Mozart. Beş yaşında müzik bestelemeye başlamış, sekiz yaşında da ilk senfonisini yazmış. Rivayete göre Sistine Chapel’de dinlediği bir performansı eve gidip, kafadan nota nota yazmış. Vatikan bu notaları gizli tutuyor, kimseye vermiyormuş. Mozart böylece çocuk haliyle dünyadaki ilk telif ihlalini geçekleştirmiş!

Otuz beş yaşında hayata gözlerini Viyana’da yummuş. Kimse niçin, nasıl öldüğünü bilmiyor.

İkinci favorim Bach’ın ise, yolu pek Viyana’ya düşmemiş. Ancak o da mükemmel müzik yapar. Zevk meselesi elbette bunlar, herkesin farklı bir favorisi olabiliyor. Ben sizlere kendimden bir dilim kesip, ikram ediyorum.

Mozart’ın müze haline getirdikleri evi Pazar günü olduğundan kapalıydı. Yine de yaşadığı bölgenin havasını koklayacak kadar fırsatımız oldu.

Hofburg Sarayı
Biraz yürüdükten sonra Hofburg sarayının önüne gelmiştik.

Hofburg Sarayı, Habsburg hanedanının “kışlık” malikanesi.

Ancak saray öyle tek bir bina, etrafında da bir bahçe falan değil. Büyük dediğimde aklınıza gelen en büyük binayı alın ikiyle çarpın, öyle kallavi, insanı etkileyecek boyutlarda bir yapı. Aslında saray tek bir yapı da değil. Saray bölgesine yayılmış, birbirinden güzel birçok binanın oluşturduğu bir kampüs. Viyana Başkanı’nın rezidansı ve çalışma ofisinin de burada olduğunu düşünürsek, buraya herhalde “Hofburg Külliyesi” diyebiliriz!

Hofburg Sarayı
Bir önceki yazıda da söylediğim üzere, saray görmek istiyorsanız buraya gelin sevgili arkadaşlar.

Sağolsun Jelena Latince’den çevrileri yapınca, heykeller, anıtlar falan biraz daha anlam kazanmaya başladı.

Uzun uzun gezip, Habsburg'ların evinin havasını kokladık.

Hofburg için bir sitemim olacak yalnız. Böyle güzelim bir yeri devlet erkanının arabalarının park yerine çevirmenin manasını anlamadım? Gidin, başkanınıza güzel bir rezidans yapın, hem otursun, hem çalışsın. At arabasıyla gezen bir turistin arkasında kapkara, zırhlı bir Mercedes. Olmamış abi, yakışmamış Viyana’ya.

Hofburg için bir sitemim olacak
Yine saray kompleksi içerisinde, iki tane, neredeyse birbirinin aynı, karşılıklı iki güzelim bina var. Bunların ilki Sanat Tarihi, ikincisi de Doğa Tarihi müzeleri. Bu iki müzenin biraz ilerisinde de Müzeler Bölgesi adlı bir alan var. Bu iki koca müzeye ne koyamamışlar da, bir de ayrı bir müze bölgesi yapmışlar, aklım ermedi açıkçası.

Viyana bir müze kenti sevgili arkadaşlar. Müze gezmeyi seviyorsanız, burayı mabediniz yapıp, günlerinizi harcayabilirsiniz.

Yürüyüşümüze devam ettik ve parlemento binasının önünden geçtik. Yunan tarzında çok güzel bir bina. Biraz ilerisinde ise Volksgarten isimli bir park var. Volksgarten, Halkın Parkı demek, yani proloterya’nın bahçesi.

İki ikiz müze binasından biri
Hava müthiş sıcak, biz de içerde bir kafeye oturduk. Su, meyve suyu ve Zwiegelt ikmalimizi yaptık.

Viyana demek tarih, klasik müzik falan demektir tamam, ancak Viyana deyince akla başka bir şey daha gelir ki, bence en az klasik müzik kadar önemlidir.

Viyana Şnitzeli!

Wiener Schnitzel derler, süt danasından bir dilim eti alıp, etrafını unla, yumurtayla kaplar, sonra da tavada kızartırlar. Bizim için döner neyse, Avusturya için de Wiener Schnitzel o demektir sevgili arkadaşlar.

Parlemento Binası
Konu yeterince hassas olduğundan gelmeden önce günlerce gugıllayıp, Viyana’da Şnitzel nerede yenir diye araştırdım. Sonunda Griechenbeisl isimli restoranda karar kıldık. Yine günler öncesinden online rezervasyonumuzu yaptık.

Griechenbeisl, fevkalade cazibeli, tarihi eskiye giden bir mekan. Mükemmel de bir bahçesi var. Oturduk ve siparişimizi verdik. Sipariş genelde içecekleri kapsıyor, yoksa gelenler çoğunlukla Şnitzel yiyiyor haliyle.

Şnitzel’i yanında çok lezzetli bir patates salatası ile servis ediyorlar. Üstüne bir de bir kadeh Zwiegelt eklediğinizde ortaya bir gastronomi Nirvana’sı çıkıyor. Benden tavsiye beklemeyin arkadaşlar. Mutlaka bu tadı deneyin.

Viyana Şnitzeli
Günü Hard Rock Cafe Vienna’da sonlandırdık. Klasik müzik, Mozart, Strauss falan hep iyi de, Hard Rock Cafe’de ağız tadıyla Metallica dinleyip, gerçek hayata dönmek iyi geldi. Viyana gezisinin Zwiegelt kısmı değişmedi elbette.

Bundan sonrası ise otel ve Novotel cuvée, Moritz şarabı.

Eve bir Airbus A220 ile döndük. Aslen Kanada dizaynı bu uçağa ilk kez biniyordum. Çok konforlu, çok güzel bir uçak.

Ve vatan! Zwiegelt, bir Cru Bourgeois, Almanca da Fransızca ile yer değiştirdi. Hayat daha da güzel.

Hard Rock Cafe Vienna
Viyana’yı görmek için kimsenin benim tavsiyeme ihtiyacı yok sevgili arkadaşlar. Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri. Tarihi, müzikleri, gastronomisi ile sadece bir kez görmek de yetmez. Her mevsim, haftanın her günü yapacak bir şeyler bulabilirsiniz.

Şehirin görülesi yerleri hep yürüme uzaklığında. Zahmetsizce gezebilirsiniz. Toplu taşım ise insanı üzmüyor, ancak metronun inceliklerini çözmek biraz vakit alıyor.

İnsanlar kibar ve yardımsever. Bizim jandarmanın “Yassah hemşerim!” dediği gibi “Nein!” deyip, peygamber demeyen Almanlar’a göre çok daha esnek, çok daha arkadaşçalar. Ancak Almanlar kadar disiplin hissedemedim. Biraz daha relax, biraz daha hayat adamları Avusturyalılar.

Unutmadan, Viyana’ya kadar gelmişken, bir kaç saat vakit ayırarak Bratislava’yı da görmeyi ihmal etmeyin.

Sevgi ile kalın❤️

22 Eylül 2023 Cuma

Bratislava'dayız...

Slavin isimli anıtın duvarlarının birinin üzerinde “1945 yılında Slovakya’nın Nazi’lerden kurtarılışı sırasında ölen Kızıl Ordu askerlerinin anısına” yazan bir plaket vardı.

İster istemez şöyle bir gülümsedim.

Acaba kaç Slovak, elli sene boyunca Ruslar’ın elinde çile çekmeyi “kurtuluş” olarak düşünmüştür?

Avrupa’nın bu bölgesinde “kurtuluş” kavramı öyle bir bakışta anlaşılacak kadar açık, sınırları kesin olarak belli değil sevgili arkadaşlar.

Yukarda söylediğim gibi, Naziler’in elinden “kurtulan” Slovaklar için, sonunda Ruslar’ın kucağına oturmuş olsalar da, belki en azından Naziler’den iyidir diye düşünebiliriz. Ancak bu pek de doğru sayılmaz.

İşin aslı, Slovaklar, Naziler tarafından işgal edilmiş değildiler, çünkü onlarla ittifak halindeydiler. Hattızatında 1945 yılındaki “kurtuluş” savaşı esnasında Slovak askerler, Kızıl Ordu karşısında, Naziler’le beraber savaşmışlardı.

Yani teknik olarak Ruslar, Slovakya’yı Naziler’den “kurtarmamış”, tersine düşman bir ülkeyi fiilen işgal etmişlerdi.

Slovaklar niye Naziler’le müttefik olmuş derseniz, Naziler, Slovaklara, onları Çekler’den “kurtarmayı” vadetmişler. Yine başka bir kurtuluş öyküsü sizin anlayacağınız.

Savaşın sonunda Slovaklar ne Çekler’den, ne de Ruslar’dan “kurtuldu”. Çek Cumhuriyeti ile birleşip, elli sene Çekoslavakya olarak kaldılar. Çekler, Çekoslavakya’nın baskın ulusuydu. Bütün prestijli, para getiren işleri Çekler yapıyor, Slovaklar ise çoğunlukla tarım ve ayak işlerine bakıyorlardı. Ruslar ise malumunuz, her uydu Sovyet devletine yaptıkları gibi bunların canlarını çıkarıyordu.

1989’daki mor devrim, komünist dönemi bitirdi. 1993’deki mor boşanma ile de, Çekler ve Slovaklar yollarını arkadaşça ayırdılar.

Slavin
Slavin anıtına dönersek, burası hem bir anma, hem de askeri bir mezarlık olarak tasarlanmış. Yine Slavin isimli, Bratislava’ya hakim bir tepenin üzerine kurulu tipik bir Sovyet anıtı. Komünist yada eski komünist bir ülkeyi ziyaret ettiyseniz, mutlaka bir benzerini görmüşsünüzdür. Cetvelle çizilmiş gibi köşeli, kutu kutu bir kaidenin üzerinde ulu, eli kolu havada bir asker, aşağıda ise emmi şapkalı partizanlar, kucaklarında bebekleriyle kadınlar, vs.

Savaşta hayatını kaybetmiş her askere saygı duyarım sevgili arkadaşlar.Kökenleri, amaçları, ideolojileri bu saygımı etkilemez, yeter ki ona buna eziyet edip, şerefsizlik yapmamış olsunlar. Kızıl Ordu’nun sicili bu konuda hiç de temiz değildir, ancak burada yatan askerler delil yetersizliğinden beraat ettiler. 

Onlara saygı ve takdirlerimi sunup, çıktığımız kim bilir kaç yüz basamaktan geri inerek, Bratislava’nın merkezine döndük. Bu merdivenlerin bu kadar çok ve dik olduğunu bilseydim, Slavin tepesine çıkmazdım. Jelena o sıcaktaki ölümcül tırmanışımızdan sonra hala bana bozuk.

Bratislava Kalesi
Eğer yüzlerce basamağı çıkmak için biraz daha motivasyona ihtiyacınız varsa, Bratislava Kalesi’nin, Slavin tepesinden çok güzel göründüğünü söyleyebilirim.

Bratislava’ya gelmeden beraber yemek yediğimiz bir çift “Ayy, n’apıcaksınız orada? Tipik bir komünist şehir…” falan diye moralimizi bozmuştu. İnternet’te gördüğüm resimler hiçte öyle komünist bir şehir havası vermemişti bana, ancak öyle kesin konuşuyorlardı ki, her halde Bratislava’da bir kaç sene yaşamışlardır falan diye düşündüm.

Alakası yok tabii. Bratislava’da bırakın yaşamayı, olsa olsa bir kere arabayla yanından geçmişlerdi. Görünüşe göre bir ile biri toplayıp, bir tutam ukalalık, bir tutam tahmin, biraz da sallayarak iki yapmışlar, bize de Pisagor gibi matematiğini anlatmışlar. Türkiye’deyken hep karşılaştığımız anlamda, bilgi olmadan fikir sahibi olmuşlar. Bu çift aslen Rumen. Hep Osmanlı’nın kabahati bunlar…

Bratislava çok cazibeli, çok şirin bir kent. Öyle komünist, momünist bir yer değil. Şehir dışında komünist tarzı binalar görüyorsunuz, ama çok takılmayın. Berlin’de bile buradan çok komünist bina var.

Bratislava’nın çok cazibeli bir merkezi var. Burası son bir kaç yüzyıldır hiç değişmemiş gibi. Savaşta kırılıp, dökülse de Slovaklar yolları ve yapıları orijinaline sadık kalarak çok güzel restore etmişler.

Frankovka Modrá
Onca merdivenden sonra karnımız acıkmıştı. Başkanlık sarayının tam karşısındaki bir restorana oturduk.

Elbette kendime biftek söyledim. Az pişmiş, sulu, kanlı bir biftek. Orta Avrupa’da biftek yemenizi öneririm sevgili arkadaşlar. Lokal tercihler çoğunlukla domuz ve lahanadır. Her ikisinden de hiç haz etmem. Domuz yediğimde kaşıntı tutar, yüzüm gözüm şişer zaten. Lahana nefretim ise tamamen ağız tadı kaynaklı.

Şarap menüsünde ise Cabernet Sauvignon, Bordeaux falan var.

Garsona “Bırak Bordo’yu, eğer Slovak şarapları Çek şarapları kadar güzelse bana bir Slovak şarap getir” dedim. Piyasa kızıştı tabii. Bana bir şişe Frankovka Modrá getirdi. Bir yudum aldım, dünyam değişti, öyle mükemmel bir lezzet.

Biraz gugıllayınca olay netlik kazandı. Frankovka Modrá, Blaufränkisch isimli üzümün Slovakça karşılığı. Blaufränkisch, anlam olarak Mavi Fransız olsa da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun favorisi bir üzüm. Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya hatta Hırvatistan’da da aynı İmparatorluğun izlerinden dolayı bol bol bulunur.

Michael's Gate
Bir bölgenin emperyal bir geçmişi varsa, şarapları hem özel, hem de güzeldir sevgili arkadaşlar. O yüzden Avusturya Macaristan İmparatorluğunun geçtiği her yerde külli miktarda ağız tadıyla içebileceğiniz şarap bulunur. Bunların arasında benim en beğendiğim ise Macaristan’dan, yine Blaufränkisch’den (oralarda Kékfrankos derler) yapılan Egri Bikavér şaraplarıdır. Eger kentinde bir toplantıya gitmiştim, geçirdiğim üç günün saat sabah ondan sonraki kısmını zar zor hatırlarım. Egri Bikavér çok güzel bir şaraptır. Eski işyerimde Macaristan’dan gelen her tanıdık bana bir-iki şişe getirirdi. Şu sıralar mahzende hiç kalmadı. Neyse dağıldık yine, konumuza dönelim.

Garson şarapla birlikte Bryndza isimli bir Slovak peyniri de getirdi. Koyun sütünden yapılma, kokulu otlar da içeren güzel bir peynir. Tadı yabancı değil. Polonya’da benzeri bir peyniri denemiştim. Şarapla mükemmel gitti.

Yemek sonrası, Michael’s Gate’den geçerek, eski şehrin merkezine girdik. Burası eski şehir surlarının ayakta kalan tek kapısı. Biraz barkoklaştırılmış bir kule ve tepesinde de Michael var. Michael, yani Mike, yani Mikail, malumunuz bir melektir.

Buradan, şehrin meydanına giden cadde ise sağlı sollu mağazalarla, barlarla, cafe’lerle dolu, inanılmaz güzel bir yürüyüş yolu.

Čumil
Mekanların tümünde insanın hayal gücünü zorlayacak miktarda bira tüketilmekte. Malumunuz Çeko-Slovaklar, kelle başına en çok biranın tüketildiği ulustur.

Cadde üzerinde köşede bir yerde ise Čumil isimli bir heykel var. Yanında da bir “Man At Work” yani “Çalışma Var” tabelası. Normalde bu işaret “Men At Work” şeklindedir, ancak süjemiz durumundaki heykel sadece tek bir adamdan müteşekkil olduğu için “Man At Work” olmuş.

Kanalizasyon kapağından göğsüne kadar çıkmış bir işçinin heykeli bu. Bana kadınların eteklerinin altından yukarı bakan bir röntgenciyi andırdı. Öyle güven telkin etmeyen, gözleri fıldır fıldır bir bakışı var. Etrafında ise benim eski arkadaşlar, yani bir grup Çinli. Yine bağırıp, çağırıp, koşuşturuyorlar, birbirlerine çarpıp, düşüyorlar, onu bunu itip, kakıp resim çekmeye çalışıyorlar. Kısacası bildik senaryo.

Bir iki fotoğraf çekebilmek için bunların heyecanlarının geçmesini bekledim.

Yolun sonunda ise Hlavné Námestie dedikleri meydan var. Burada güzelim bir çeşme olan Rolandova Fontána ile Town Hall dedikleri Belediye yada Valilik binası - artık nasıl çevirirseniz, var.

Hlavné Námestie
Çok güzel bir meydan. Bir de hava sıcak olduğundan üzerinize su püskürten “fışkiyeler” koymuşlar. 🐝Mezzy🐝 ile dakikalarca kendimizi ıslatıp, soğuduk.

Biraz ilerdeki kiliseyi ve eski şehrin sonundaki meydanı da görüp, geri Michael’s Gate’e doğru yürüdük. O güzelim cafe’lerin birine oturduk.

Jelena bir “Limonata” istedi. Garson kız “Limonla mı?” diye sordu. Anlamadık. Limonata, limonla değil de patatesle mi yapılıyor?

Kız başladı saymaya “Çilekli limonata, ahududulu limonata…”

“Limonla bacım” dedik. Ben de kendime tabii ki bir Slovak şarabı söyledim. Sonra bir daha, daha sonra bir tane daha, daha da sonra bir tane daha…

Akşam olmaya başlamıştı. Bizi Viyana’ya götürecek trenimize binmek için yola koyulduk.

O güzelim cafe’lerin birine oturduk
Viyana-Bratislava trenle bir saat kadar sürüyor, ancak trenler bir felaket. Çocukluğumun Anadolu Ekspres’i bile daha temiz, daha az kokuyordu. Üstüne bir de kalabalık eklenince iyice çekilmez olmuştu.

Sabah Bratislava’ya gelirken yanıma erkek arkadaşı ile yolculuk eden bir erkek oturmuştu. Alman, ancak köken olarak Kaliningrad’dan. Kaliningrad, Rusların Avrupa’nın içine soktuğu, Rusya ile hiçbir sınırı olmayan, ancak Rusya toprağı olan bir bölge. Herhalde buradaki füzeler yüzünden bir Geiger sayacı ile yürümeniz gereken bir yer.

Jelena uyurken, çocukla çok güzel sohbet etmiştik, ancak dönüşte yanımda kimsenin olmamasını umuyordum. Konuşmak için ne isteğim, ne de enerjim kalmıştı.

Netekim, öyle de oldu. Bir saatlik kısa da olsa bir dinlenme çok iyi gelmişti. Akşam için Viyana’da planlarımız vardı ve biraz enerji depolamak iyi olacaktı.

Bratislava, dolayısıyla Slovakya, şu fani dünyada bulunduğum elli birinci ülke oldu sevgili arkadaşlar. İsviçre’de çok sayıda Slovak kişiyle tanışmış, bir arada çalışmıştım. Onları gerçekten severim. Fazlasıyla iyi insanlardır. Slovakya bu yüzden bana yabancı bir yer gibi gelmedi. Dilleri Polonyaca’ya, daha doğru bir deyişle Lehçe’ye çok yakın, bu nedenle ben şahsım üç beş kelime anladım. Jelena ise duyduğu yada okuduğu her şeyi problemsiz anlamıştı.

Bratislava kalesiyle, meydanıyla, kilisesiyle tipik bir Avrupa başkenti, ancak küçük bir şehir. Burada bir, hatta yarım gün geçirmek bile bir “genel maksat turisti” için yeterli olacaktır. Bu nedenle işi gücü bırakıp, özel olarak Bratislava’ya bir gezi planlayın diyemem. Ancak başka bir gezi içerisinde, özellikle Viyana’dayken, günübirliğine gelebilecek kadar yakınsanız, Bratislava’yı görmemek önemli bir kayıp olur.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...