30 Nisan 2012 Pazartesi

İstanbul

İstanbul bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri. En güzeli olmasına çok az var ama sayemizde bu unvanı alması bu günün koşullarında olanaksız. Nasıl sayemizde sorusunun cevabini hepimiz biliyoruz ondan dolayı burada çarpık yapılaşmayı, toplu taşımayı, trafiği gereksiz yere tekrarlayıp canimizi sıkmayacağım.

İstanbullun eski adi bilirsiniz Konstantinapol, yani Konstantin’in şehri. Ama en azından ben, birisi bana Konstantinapol dediği zaman burun büküp hemen lafı sokarım.

“Şehrin doğru ismi İstanbul. Eskiden Konstantinapol derlermiş.”

Çünkü İstanbul Türkçedeki doğru ismidir şehrin. İstanbul iste, yıllardır biliriz, gideriz, gezeriz. Boru değil ya.

Peki İstanbul ismi nereden gelir bileniniz var mi?

Yoksa ben söyleyeyim.

Yunancadan.

İstanbul sözcüğü, Yunanca “eis -tin- polin” den gelme. “Haydi şehre” demek.

1930’da Atatürk resmi olarak değiştirmiş şehrin adını.

Osmanlı dokümanlarının çoğunda Konstantiniye diye geçermiş şehrin ismi.

Ben hep 1453’de, Fetih’ten sonra İstanbul oldu diye bilirdim şehrin adını. Daha geçenlerde öğrendim doğrusunu.

Fetih dedik ya, filim de var şu günlerde, bakalım nasıl almışız İstanbul’u.

İstanbul’u 1453’de nasıl aldık sorusunun cevabi, İstanbul’u 1453’e kadar nasıl alamadık sorusunun cevabında gizlidir.

İstanbul’u 1453’e kadar almamız mümkün değildi çünkü bütün Hristiyan alemi şehrin Müslümanların eline geçmemesi için yârdim ediyordu.

Ancak Bizans İmparatorluğunun son günlerinde işler biraz değişti. Bunun sebebi, Hristiyan alemi içinde ortaya çıkan liderlik kavgasıydı.

Katolikler Roma’da, Ortodokslar İstanbul’da kim Dünya Hristiyanlarını temsil edecek mücadelesine girdiler.

Katolikler, Osmaninin ortasına sıkışmış İstanbul’a bir anda yardımı kesti ve...

Sonunu siz tahmin edin. Fatih, cart diye girdi ve aldı şehri.

O gün, bu gün, Ortodoksların Hristiyan alemi içerisindeki etkileri azaldı, Katolikler dinin yönetici sınıfı haline donuştu.

Simdi bazılarınız biraz bana kızıyorsunuz.

“Biz İstanbul’u Fatih ve ordusunun kahramanlığı ile aldık. Ulubatlı, surlara bayrağımızı dikerken oklarla delik deşik oldu, sen hala İstanbul’u Hristiyanlar bize verdi diyorsun.”

Peşin peşin cevap vereyim de kızmayın bana.

Ben ordumuzun kahramanlığına herkesten çok güvenir, altını gözüm kapalı imzalarım.

Ama siz söyleyin, bizim ordumuz 1453’e kadar kahraman değimliydi de İstanbul’u alamadı ve sonra bir anda kahraman olup 1453’de bu şehri aldı?

Kahraman olmasaydık, Fatih’in askeri dehası olmasaydı, biz İstanbul’u Katolikler yârdim kesse de alamazdık.

O yüzden ordunun kahramanlığına, Ulubatlı Hasanın fedakârlığına sözüm yok.

Ben sadece isin biraz da siyasal tarafına bakıyorum o kadar.

İşte böyle, Karanlık Çağı da bitirip Rönesans’la, Reform’lu Yeni Çağı başlatmış olduk.

Bir görüşe göre, İstanbul’dan kaçıp Roma’ya sığınan Ortodokslar Rönesans’ı başlatmış ve beslemiştir.

Ne diyelim, kıymetini bilirsek hem böyle bir hazineye sahip olmanın keyfini çıkarır, hem de gelip görenler sayesinde gelirimizi artırırız.

27 Nisan 2012 Cuma

Avrupa Kültürü

Avrupa kültürü, medeniyete sayısız önemli katkılarda bulunmuştur. Rönesans, reform, teknoloji, sanat, müzik hep Avrupa’nın hediyesidir bize.

Bunlara hiçbir sözümüz yok. Sadece teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada size Avrupa kültürünün başka bir yüzünden bahsetmek istiyorum.

Bir küçük problemimiz var ancak. Çünkü Avrupa kültürünün bu kötü tarafını anlatacak doğru kelimeyi Türkçede bulamıyorum.

İngilizcesi “integrity”.

Yani tutarlılık, sağlamlık, bütünlük, dürüstlük falan gibi toparlayabiliriz dilimizde.

Avrupa kültüründe ne yazık ki bir söz verip dönmek, yada doğruyu söylememek fazlasıyla normal karşılanır.

Ancak burada Avrupa inceliği olaya girer ve olayı sözden dönmekten yada yalancılıktan çıkarmak için ipe sapa gelmez bir bahane bulur ve bu bahaneye tüm kalbiyle inanarak vicdanini rahatlatır.

Krallar, imzalamak istemedikleri kanunlar önlerine geldiğinde, kendilerini bir günlüğüne “deli” ilan etmiş, başka biri bu kanunları imzaladıktan sonra mucizevi olarak iyileşmişlerdir. Bu aşamada, kimsenin bu olanların etikliği hakkında bir kuşkusu olmamıştır.

Simdi bu bize nasıl dokunuyor, ona bakalım.

Bugün bir Türk vatandaşının Avrupa’da vizesiz gezmesi anlaşmalardan doğan bir haktir.

Hadi alin elinize pasaportunuzu, mesela Paris’e gitmeye bir kalkın da görün.

Uçağa bile binemezsiniz.

Ancak yok kardeşim, ben senin bu anlaşmalardan doğan hakkini geçersiz sayıyorum diyen bir Avrupa ülkesi de bulamazsınız.

Eğer bulabilseydiniz, bu sözden dönmek olurdu ki böyle bir şey kabul edilemez, çünkü “etik” değildir.

Aksine, Avrupa ülkeleri, vicdanlarını rahatlatacak bir bahane bulup, Türklere vizeyi kaldırmayacaktır.

Son günlere kadar bu bahane Türkiye’nin henüz kacak göçmenleri geri kabul anlaşmasını imzalamamış olmasıydı.

Geçenlerde Türk tarafı, tamam lan imzalıyorum kaldırın vizeyi dedi, ama karşılığında Almanya, Fransa ve Avusturya hayır olmaz kardeşim diye cevap verdi.

Ama uygarlığın inceliği işte burada.

Adamlar ben size vizesiz seyahat olmaz demiyorum, sadece bu konuyu görüşmelere almayacağız diyorum diyor.

Adam yalancı mi? Yoo. Sözünde mi durmuyor? Yoo. Kendilerine sorarsanız, dürüstlükleri, sözlerine sağdıklıkları, bir tüm bütün, “lekesiz”.

Ama (aklımda yanlış kalmadıysa) 1995’den beri hakkimiz olan serbest dolaşım neredeyse yirmi senedir ne tanınıyor, ne geçersiz sayılıyor.

Bu arada neredeyse tüm Güney Amerika ülkeleri, Moldovya, Rusya serbest dolaşım hakkini ya aldı yada almak üzere.

Bizim neyimiz eksik diye sorarsanız, cevap olarak bu konuda şimdiye kadar duyduğum en doğru tanımı size aktarayım.

“Bunlar Hristiyan Kulübü.”

Ne Erbakan’ı severim, ne de onun görüşleri ile en ufak bir paralelim vardır. Ancak bozuk saat günde iki kez doğru zamanı gösterirmiş ya.

Necmettin hoca burada haklı.

Tüm Avrupa’da belki de doğruyu söyleyen tek kul şu geçenlerde konuşan Hollandalı faşist.

“Türkiye Avrupa Topluluğuna girmeyecek.”

Diğer “uygarlar” ne diyor?

“Görüşmeler başlamıştır ve hedef tam üyeliktir. Sadece süreç beklediğimizden çok daha yavaş ilerliyor...”

İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Bunu söyleyen kendisini de söylediğinin doğru olduğuna inandırıyor...

Ve vicdani rahat ediyor.

Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Bu uygarca kıvırma sadece Türklere karşı değildir, ve coğrafya, din irk ve dile bağlı dereceleri vardır. Biz bu sıralamada en altta olsak da, bizden üsttekiler de bu kıvırmaya bağışıklı değillerdir.

Ben simdi bu kader birliği yaptıkları ve Rusya’dan kurtarıp seneler sonra kucaklayıp kavuştukları Orta Avrupa ülkelerine ne yapacaklar onu merakla bekliyorum.

Bu kavuşma sonrası gümrük duvarları sayesinde bu yeni ülkelerin bütün altyapıları Bati Avrupa tarafından yapıldı, bütün şehirlerinde Avrupa süper market zincirleri mağazalarını açıp satışlarını katladı.

Ancak bu mutluluk kısa sürdü. Çünkü Orta Avrupa’nın batıya göre kat be kat nitelikli ve az paraya çalışmaya razı işgücü bir anda bunlara rakip oldu.

Sarkozy suyu ısıtmaya başladı bile. Schengen kalksın, iş öncelikleri Fransızlara verilsin falan diyor şu sıralar.

Bekleyelim ve görelim bakalım.

26 Nisan 2012 Perşembe

Piramitler

Piramit sözcüğü aslen Yunanca kökenli Pyramis’den tüm dillere yayılmış. Tabanından en yüksek noktasına doğru incelen en az üç düzlemden oluşan üç boyutlu bir geometrik bicim.

Piramitlerin ilginç birçok özelliği olmasına rağmen bunların en önemlisi birçok eski uygarlığın başka isleri yokmuş gibi dünyanın her tarafında piramit yapmalardır.

Bu piramitlerin bazıları boyut ve hacim olarak o kadar büyüktürler ki insan bunlar niye yapılmış diye sormadan edemez. Buna bir de bu piramitlerin yapıldığı tarihteki teknolojinin ilkelliğini eklerseniz, o zamanın insanlarının yaptığı bu yatırıma bir gerekçe bulmak daha da önem kazanır.

Çok geveledik. Buradaki soru “Bu adamlar manyak mi ki islerini güçlerini bırakmış bu piramitleri yapmış?” seklinde özetlenebilir.

Bugün bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Tamam, birçok akla yakın teori var ortada ama bunlar adı üzerinde teori, kimse kesin olarak mesela Mısır piramitleri firavunlara mezar olması için yapılmış diyememektedir.

Hadi, madem Mısır piramitleri ile başladık, onlarla devam edelim.

Şüphesiz, piramitlerin en çok bilinenleri Mısır piramitleri.

Aslında, tüm Mısır piramitleri de değil, Gize ‘deki o üç büyük piramit. Mısırda, o kadar çok piramit var ki elinizi sallasanız piramite çarpıyor.

Bu üç piramidin özelliği Mısır’ın neredeyse en eski piramitleri olmaları. Ama öyle eski diye hor görmeyin.

Bu piramitler geometrik olarak Mısır’daki piramitlerin en kusursuzları.

Ve Mısır piramitlerinin en büyükleri.

Ve bu büyüklük yada kusursuzluk öyle az biraz daha büyük yada azıcık daha düzgün seklinde değil. Kat be kat daha büyük, ve kat be kat daha düzgün.

Bunlardan sonra birçok piramit yapılmış ama hiçbiri ne Giza piramitleri kadar büyük, ne de onlar kadar kusursuz olmuş.

Bu üç piramidin başka önemli bir özelliği daha var. O da ne içlerinde, ne dışlarında bir yazı yada resim bulunmaması.

Simdi ne var bunda diyebilirsiniz.

Açıklayalım.

Eski Mısır uygarlığının kalıntılarına bakarsanız her yerinde, yüzlerce, binlerce hiyeroglif yazi ve resim bulursunuz. Bu resimler o kadar renkli ve çeşitlidirler ki kendinizi çizgi filim seyrediyor zannedersiniz.

Ama her nedense bizim bu üç piramit tamamen kaput.

Ne yazı, ne resim, ne heykel, ne hiyeroglif, ne papirüs. Sadece taş piramit.

Açıp okuyunca bu piramitler yukarda da söylediğimiz üzere firavunların mezarı olsun diye yapılmış diyorlar.

Simdi, size söylemek istediğimi nasıl doğru düzgün ve net olarak yazabilirim bilmiyorum ama deneyelim.

Ben gittim, kendi gözümle gördüm.

Demek istediğim su ki bana pek de öyle mezar olsun diye yapılmış gibi gelmedi.

Piramitlerin içi bastan aşağı tas, yani öyle mozole, mezar gibi bir salon, oda, vs. yok.

Bir iki oda var ama onlar minicik küçücük odalar. Bu odalar da öyle piramitlerin tam ortasında yada her iki piramitte de ayni yerde değil.

Abuk bir bicimde dizlerinizin çenenize çarparak yürüdüğünüz bir dehlizle önce aşağı, sonra da yukarı çıkarak oda kılıklı bir yere ulaşıyorsunuz.

Hatta bu ufak odaların bir tanesi, piramittin içinde bile değil, altında yani tas sınırlarının dışında.

Odaların isimleri Kralın Türbesi, Kraliçenin Mezarı falan olsa da siz bana inanın, bu odalar öyle mezara falan benzemiyor.

Daha ziyada, hazır bunlar buradayken bir iki firavun mumyalayıp gömelim diyerek mezara çevrilmiş gibiler sizin anlayacağınız.

Ha, daha sonra yapılmış piramitler mezara benzeyebilir, bir ikisini gördüm.

Ancak bu piramitlerin ne boyut, ne de geometri olarak Giza piramitleriyle ilgisi var. Asterix ve Cleopatra’daki devamlı sarhoş gezen Imotep’in yaptığı piramitler gibiler...

Ufak, yamuk yumuk ve Gize piramitlerinden yüzyıllarca sonra yapılmış olmalarına rağmen, zamana dayanamamış ve harabeye dönmüşler.

Giza piramitlerin kendimce ne için yapılmadıklarını burada size söylesem de gerçek yapılış amaçlarını maalesef bilmiyorum.

Erich von Däniken yıllarca önce bunların uzay gemileri için iniş platformları olduğunu öne surdu.

Bu fikrin uzantısı olarak Stargate filmi fazlasıyla ilgi çekti.

Bu filmin de devamı olarak Stargate SG-1 dizisi çekildi ki en favori dizilerimden biridir.

MacGayver’den hatırlayacağınız Richard Dean Anderson (Col./Gen. Jack O’Neill), Amanda Tapping (Cap./Maj. Samantha Carter), Michael Shanks (Dr. Daniel Jackson) ve tabii ki Christopher Judge (Teal’c), eski Mısır tanrılarının parazittik canlılar tarafından kontrol edilen insan vücutlarına sahip olduğu bu temayı çok zevkli bir bicimde canlandırırlar.

Ama söylemeye bile gerek yok, bu hikayeler adları üzerinde hikaye. Gerçek olduklarına dair hiçbir kanıt yok.

En bilimselleri diyebileceğimiz Daniken bile, fikirlerini savunmak için isteyenin kendine çekip farklı olarak yorumlayabileceği sözde kanıtlar ileri sürer. İsterseniz okuyup kendi yorumunuzu yapın tabii ama bana sorarsanız hepsi köfte.

İşte ortak dünya kültürünün bir parçası oldukları için Mısır piramitleri çok ilgi çekerler, piramit deyince ilk akla gelirler.

Ama dünyadaki piramitler sadece Mısır’da değildir.

Aslında piramitler dünyanın her tarafında, birbirine göreceli olarak yakın tarihlerde yapılmışlardır.

Mesela dünyanın en büyük piramidi Mısır’da değil Meksika’da, Cholula bölgesinde bulunur. Elli beş metre yüksekliğindedir, dört yüze dört yüz metrelik bir tabanı vardır. Giza’daki piramit ise yüz kırk altı metre yüksekliğinde olsa da tabanı sadece iki yüz otuza iki yüz otuz metre boyundadır.

Orta ve güney Amerika’da maya, Aztek ve Inka’lardan kalma bol bol piramit bulunur.

Bunların bence en ilginci, Meksika’da, Yukatan yarımadasında, eski bir Maya kenti olan Chichen Itza’da bulunan piramittir. İspanyolcadan gelme ismi El Castillo olsa da gerçek adi bu değildir.

Bu piramide Kukulkan tapınağı da derler.

Kukulkan yılan temelli bir Maya tanrısı. Yılan herzedense Mısır tanrı literatüründe de çok popülerdir. Mesela, Mısır tanrısı Apofis bir yılan tanrıdır.

Hem piramitler, hem yılanlar, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta, iki farklı kültürde de benzer şekilde gelişmiş, bu çok enteresan.

Antropolojik bir açıklaması olsa da ben soruyu sormadan edemeyeceğim.

Chichen Itza piramidinin dört bir tarafında merdivenleri var. Bu merdivenlerde, en üst kattaki platformu da sayarsak üç yüz altmış beş basamak bulunur.

Bir güneş yılındaki gün sayısı.

Maya uygarlığı astronomik olarak çok ileri imiş.

Neyse umalım, o kadar da çok ileri olmamış olsunlar, çünkü biliyorsunuzdur, Maya takvimine göre Aralık 2012’de dünyanın sonu gelecekmiş.

Basamak sayısı ile birlikte, yapının güneş doğuşu ve batışına göre düzenimi, gölgelerinin duşumu falan söylendiğine göre hep planlıymış.

Bu sene bir aksilik olmazsa bu piramit gezi planlarımız içerisinde. Gezdikten sonra size daha fazla bilgi vereceğim.

Dönelim Amerika’daki piramitlere.

Arkeologlar Amerika piramitlerinin yapılış amaçları için biraz daha kesin konuşabiliyorlar.

Bu piramitlerin genelde tapınak olduklarını söylerler.

Yani tanrılara insanlar dahil adak adadıkları, dinlerinin gereği ibadetlerini yaptıkları yapılar.

Böyle midir, değil midir, bilemem.

Özellikle tek tanrılı dinlerin öncesi uygarlıklar ortak birçok yapılarını dini motiflerle yapmışlardır. O yüzden bir yapıyı tapınak olarak adlandırmak genelde yanlış olmaz (Bu profesyonel yönetim sorunlarının nedeni olarak komünikasyonu, yani iletişimi göstermeye benzer. Yanılmanız çok zordur.).

Ama ben kendi ufak araştırmamın sonucu, mesela niye piramit sekli benimsenmiş, yada bu sekil nasıl dünya üzerinde birçok farklı uygarlık tarafından uygulanmış gibi sorulara dişe dokunur cevaplar bulamadım.

Her ne olursa olsun, piramit şekilli yapılar, henüz açıklanamamış anlamlarıyla düşüncelerimizi meşgul etmeye devam edecektir.

24 Nisan 2012 Salı

Alice Evine Döndü

Sabah sabah nasıl güldürdüler beni, ben de sizi güldüreyim.

Sarkozy ilk turda ikinci çıkmış sandıktan.

Merkel teyze çok endişeliymiş çünkü Fransa’da Le Pen’in oyları yükseliyormuş.

115 kiloluk biri 117 kiloluk arkadaşının aşırı kiloları için endişeleniyor.

Bu komik konuşma aslında “Demokratik” Almanya’nın Fransa’ya “Ben Sarkozy’yi istiyorum.” mesajının tam Merkel’in zeka seviyesine uygun bir “incelikle” Fransız halkına son bir çaba olarak iletilmesi.

Bu arada Sarkozy efendi yine Ermeni oylarına sarılmak istemiş, ucyuzdoksansekizinci kere Ermeni soykırımı yüzünden ne kadar üzgün olduğunu belirtecekmiş.

Ben Ermenilerin yerinde olsam bayaa kızardım. Bu adam onların zekâlarıyla alay ediyor bana sorarsanız.

Bu arada solcu aday Hollande ilk sırada diye piyasalar endişelenmiş.

Çünkü Hollande çok popülist sözler veriyormuş, bunları yerine getirirse Fransız ekonomisi batarmış.

Yazık bak şu şanssızlığa.

Tecrübesiz popülist sosyalist Hollande, güzelim Fransız ekonomisini batıracak.

Bence, eğer Hollande gelirse bu, Baby Bush’un Amerika’yı dünya üzerinde iki yerde savaşa sokup, tüm dünya insanlarını Amerika’dan nefret eder hale getirip, dış politikasını tamamen bitirip, ekonomisini büyük depresyon seviyelerine getirip batırdıktan sonra yerine gelen Obama’ya dönüp “Hadi ülkeyi kurtar” demeye benzeyecek.

Fransa dönülmez noktayı çoktan geçti.

Bu saatten sonra kimse Fransa’yı kurtaracak kudrette değil.

Hollande, sadece rolünü oynayıp bu geçiş döneminin acısını biraz azaltabilir netekim. Fazlasını beklemek saflık olur.

Dünyanın bu bölgesinde anahtar AB’nin geleceğini nasıl şekillendireceğine bağlı. Sahte mutluluk ancak bu kadar sürebildi.

Alin, Hollanda hükûmeti de düştü, ekonomik başarısızlık nedeniyle.

Harikalar diyarı tadilat nedeniyle kapalı. Alice, evine dondu.

22 Nisan 2012 Pazar

İklim Kafayı Yedi

Bugün Pazar, Nisan 22, 2012.

Sabah kalkıp pencereden dışarı baktığımda, pırıl pırıl bir sabah güneşi ve masmavi gökyüzünü gördüm. Eşime hava çok güzel, bir şeyler yaparız bugün dedim.

Beş dakika sonra Jelena, kopeği yürüyüşe çıkardı. Aradan birkaç dakika ya geçti, ya geçmedi, ikisi de bağırarak eve girdi.

“Çok soğuk, donduk.”

Hadi canim dedim. Pencereden bir baktım ki kar yağıyor.

Hem de öğle mini mini, oyuncak bir kar yağısı değil. Neredeyse lapa lapa.

Hemen bir fotoğraf çekip blog’a yazayım diye telefona koştum. Bu arada Jelena şömineyi yakmak için odun getirdi dışarıdan.

Pencereye geri donup fotoğraf çekmek üzereydim ki, yine pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü.

İnanıyorum ki artık resmi olarak sunu söyleyebiliriz.

İklim kafayı yedi.

Bu kafayı yeme olayının boyutunu henüz bilmiyoruz, ancak ciddi olduğu kesin.

Çevreyi koruma, karbon emisyonu, yenilenebilir enerji gibi konular yakın zamana kadar parası bol canları sıkkın hanımlarla homoseksüellerin iştigal sahalarıyken bugün bu konuları ülkeler en üst seviyede tartışıyor.

Bayram değil, seyran değil, Amerika petrol kaynaklarını güvensizleştirme yerine Japonya ile yenilenebilir enerjiyi tartışıyorsa demek ki bu is ciddi.

Hatta “korkarım” biraz geç.

Bu geç argümanımı destekleyecek bilimsel kanıtlara sahip değilim. Hatta bu iklim değişikliklerinin mekanizmasını açıklayacak bilgiye de.

Benimki sadece bir “his”.

Ama hani gözünüzle görseniz daha fazla inanamayacağınız kadar güçlü bir his.

Umarım yanlıştır. Ancak yanlış değilse hepimiz ayvayı yedik demektir.

İklim değişikliklerinin tipik sonucu çölleşme, buzul çağları, açlık, salgın hastalık gibi sevimli olgulardır.

The Day After Tomorrow, yani Yarından Sonraki Gün filmi bu sonuçları fazlasıyla dramatik bir bicimde ortaya koyar. Denk gelirse bir seyredin.

Gelişmiş ülkeler bu önlenemez facia sonucu üçüncü dünya ülkelerinin insafına kalır sonunda.

Olur mu olur.

Ancak ciddi boyutta iklim değişiklikleri dünyanın tümünü etkileyecektir. Buna bağışıklık sahibi hiçbir ülke yoktur.

Amerika’da içilecek su kalmadı Ho! Ho! Ho! deyip hayatımıza devam edemeyiz.

Peki bu facia ile mücadele edebilir miyiz?

Elbette.

Ben hala her şey eskisi gibi olmayacak diyenlerdenim ama mücadelemize başlayarak yada sürdürerek olumsuz etkileri azaltabiliriz.

Yapmamız gereken ilk şey karbon yanması kökenli enerji kaynakları başta olmak üzere enerji kullanımımızı azaltmaktır.

Yani, mümkün olduğunca özel arabamızı kullanmamak, araba alırken düşük yakıt tüketimi olanları, hatta mümkünse hibrid motorları tercih etmek.

Bu söylediğimi yapmak aslında bayağı zordur çünkü alışkanlıklarımızı önemli boyutlarda değiştirmemizi gerektirir.

Mesela burada size bol bol ahkam kessem de ben kendim tuvalete bile arabayla giden, sekiz silindirli motoru olan bir araba kullanan biriyim.

Ben kendim yapabilecek miyim? Göreceğiz. Ancak ciddi olarak düşünmeye başladım.

Bir arkadaşım yeni bir araba aldı. Frene basıp durduğunuzda motor kendi kendine duruyor, yani bayağı kontak anahtarı ile motoru stop etmişsiniz gibi. Daha sonra gaza bastığınızda motor yine kendi kendine çalışmaya başlayıp arabayı hareket ettiriyor.

Neyse. Araba kullanımını azaltmak, atmosfere karbon salınımını düşürmeye ve dünyamızın yükselen ısısını azaltmaya yardımcı olur.

Ha, bir de sizin cebinize faydası dokunur. O da yan yada ikincil fayda olur diyelim.

Başka ne yapabiliriz?

Sadece araba yakıtlarını değil tüm diğer enerji kaynaklarının kullanımını azaltmak.

Her tür enerji kullanımı sonunda ısıya dönüşür. En temiz enerji kaynakları bile, örneğin hidroelektrik santrallerinden yada rüzgâr türbinlerinden elde edilen elektrik bile kullanıldığında en sonunda ısıya dönüşür.

Bu, iki artı iki eşittir dört kadar açık ve doğru bir fizik kuralıdır.

Elektrik lambası yandığında ışık verse de bu ışık sonunda odanızı ısıtır. Televizyonunuz, ütünüz, buzdolabınız, hep sonunda kullandığı tüm enerjiyi ısıya çevirir.

Bu tür fazla enerji kullanımı havaya karbon salınımı yapmasa da dünyanın soğumasını engellemesi sebebiyle dünyanın toplam ısısını artırmasıyla sonuçlanır.

Bu arada, az elektrik kullanırsanız cebiniz de rahat eder.

Az enerji kullanmanın başka bir yöntemi de enerjiyi verimli kullanmaktır.

Evinize yapacağınız doğru ısı izolasyonu düşündüğünüzden çok daha fazla enerji tasarrufu yapar.

Başka?

Size saka gelebilir ama az yiyin. Siz yedikçe bol bol karbon bırakırsınız havaya. Az yerseniz daha da sağlıklı yaşarsınız.

İşte böyle.

Az önce yine pencereden dışarı baktım.

Mavi gökyüzü, pırıl pırıl bir güneş.

Umalım hep öyle kalsın.

21 Nisan 2012 Cumartesi

İşin Kakasını Çıkarmak

Türk milleti olarak çok kotu bir huyumuz vardır.

Bir işe baslar, iyi de ederiz.

Sonra devam eder ve biraz biraz faydasını görürüz.

Ondan sonra da onun kakasını çıkarırız.

Yani uzatır da uzatır, dallandırır, budaklandırır, başlangıçta güzel olan fikri olur olmadık her şeye uygulamaya kalkar, abartır, da abartır, inciğini, cinciğini tartışır, hem insanları bıktırır, hem de fikri işe yaramaz hale getiririz.

Eski bir patronumun bir lafı vardı, çök severim.

Marjinallerde dolaşmak kötüdür, çok çalışmak da, hiç çalışmamakta zararlıdır ortasını bulmazsan problem yasarsın derdi.

Ne kadar çok doğru.

Mesela biz bir renkli TV alır, renklerini sonuna kadar açarız. Yayın neredeyse renklerden görünmez.

Arabaya aldığımız müzik sisteminin sesini hoparlörler patlayana kadar acar , duyma zorluğu geçirir seviyeye geliriz.

Ya çok çalışır, kendimizi, evimizi, hayatimizi unuturuz, yada bütün gün hiçbir şey yapmaz, ne işe ne okula gideriz.

On sekiz yaşındaki kızımızı eve kitler, arkadaşlarını görmesine bile izin vermeyiz.

Bir kamyonu haddinden kat be kat fazla yükler, hem kendi hem de başkalarının hayatını tehlikeye atarız.

İki kadeh yerine 70 santilitrelik bir şişe rakı içer, arkadaşımızı, çoluğumuzu, çocuğumuzu, karımızı, kocamızı kırar, üzeriz.

Canini çıkarsanız 180 kilometre yapabilen arabamızı 179 kilometrede kullanırız.

Ya neredeyse çırılçıplak gezer, ya da sekiz kat giyiniriz.

Arabada ve evde sıcaklık ayarımız ya en soğukta, ya en sıcaktadır.

Ya hiç konuşmaz, ya hiç susmayız.

Alin bakın, son günlerde tabu sayılan bazı kurumlar ve kişiler yavaş yavaş yaptıklarından sorumlu tutulur hale geldi. Demokrasi neredeyse işler duruma geldi derken...

İşin kakası çıktı.

Önlerine gelen herkesi içeri atmaya başladılar.

Bu insanlar yıllarca hüküm giymeden hapiste kaldı.

İşe yarar, yaramaz, manalı, manasız her şeyi delil diye topladılar. İlgili, ilgisiz, her şeyi tartışmaya, insanları rencide etmeye götürdüler isi.

İyi başlayan bu süreç artık yüzümüzün karası oldu.

Ne diyorum...

Marjinaliz vesselam.

Bilmeyiz nerede duracağımızı.

Radon

Maddenin yapıtaşları birbirinin aynisidir. Demirin, suyun ve havanın hammaddeleri hep aynıdır.

Elektron, nötron ve protonlar.

Nötronlar ve protonlar atomun içinde, tam ortada duran çekirdekte bir arada bulunurlar. Elektronlar bu nötron-proton karışımı çekirdeğin etrafında dönerler.

Bilirsiniz eminim, elektronlar eksi, protonlar artı elektrik yükleri taşırlar. Nötronlar herhangi bir elektriksel yük taşımazlar (doğrusu birbirlerinin etkisini örten hem eksi, hem de artı yük taşırlar, bu yüzden yüksüzdürler).

Peki demiri sudan, suyu da havadan ayıran nedir?

Bir kelimelik bir cevabi var bu sorunun.

Elektronlardır.

Elektron sayısı bir maddenin kimyasal özelliğini belirler.

Bir maddeyi katı, sıvı, gaz, tatlı, tuzlu, zehirli, şeffaf yada renkli yapan hep elektron sayısıdır.

Peki proton ve nötronların hiç mi katkısı yok?

Eee, var haliyle biraz tabii.

Mesela, bir maddenin ağırlığının yada teknik deyisiyle kütlesinin neredeyse yüzde yüzünü proton ve nötronlar oluşturur.

Protonların en önemli özelliği ise elektron sayısını belirlemeleridir. Normal koşullarda bir atomun içinde proton sayısı kadar elektron bulunur.

Ama atomları birbirlerine bağlayan, yani molekülleri meydana getiren, bu bağların sıkılığına göre onları katı, sıvı yada gaz yapan hep elektronlardır.

Proton, nötron ve elektronlar genelde yalnız başına bulunamazlar. Ortaya bir proton atin, hemen bir elektron yakalar ve hidrojen atomunu oluşturur.

Bir atomdan birkaç elektronu almak yada fazladan bir iki elektron vermek göreceli olarak kolaydır.

Elektronu alınan bir atom hemen başıboş bir elektron bulur.

Bazen atomlar elektronlarını paylaşırlar. Böylece moleküller oluşur.

Bir atomdan elektron çalmak yada vermek pratikte olası iken aynı atomdan bir proton yada nötron almak sıkar biraz.

Çünkü proton ve nötronları çekirdekte bir arada tutan kuvvet, elektronları çekirdeğin etrafında tutan kuvvetten kat kat güçlüdür.

Ama eğer bunu becerebilirseniz ortaya acayip kuvvetli bir enerji çıkar. Buna da atom enerjisi yada nükleer enerji deriz.

Bir atomdan bir proton alırsanız, doğal olarak bir elektron da kaçar gider.

Maddeyi madde yapan elektronlardır dediğimizi hatırlayın. Böylece protonu gitti diye kaçan elektron, maddeyi başka bir madde haline dönüştürür.

Örnek olarak helyum atomundan bir protonu söküp alırsak, iki elektronundan biri de kaçar gider ve helyum hidrojene dönüşür. Bu arada pratikte helyumdan proton almak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Aslında günümüz bilgi ve teknolojimizle imkânsızdır.

Bununla birlikte, bazı maddelerin çekirdeğinde o kadar çok nötron ve proton bulunur ki, proton ve nötronları bir arada tutan güçlü kuvvet, çekirdeğin en dışındaki protonları ve nötronları bir arada tutamaz.

Çünkü bu çekirdekteki güçlü kuvvet, güçlü olmasına güçlüdür de bu gücün menzili çok kısadır. O yüzden çekirdeği büyük bazı atomlar, siz hiç bir şey yapmasanız da arada bir, bir protonunu kaybederler.

Uranyum iste böyle bir atomdur.

Uranyum çekirdeğinde doksan iki proton vardır. Bu da normalde doksan iki elektronu olacağını gösterir.

Uranyum bu doksan iki protonun hepsini tutamadığından protonlar yavaş yavaş kaçar. İşte bu yüzden uranyum radyoaktiftir deriz.

Tüm radyoaktif maddeler, hızlı yada yavaş olarak proton ve dolayısıyla elektron kaybederek başka maddelere döner.

Mesela Uranyum Toryuma, Toryum Radyuma Radyum da Radona döner.

Bu dönüşüm çekirdeğinde seksen iki proton bulunan kurşuna kadar gider. Kurşun çekirdeği, kuvvetli gücün en dıştaki proton ve natronları tutabileceği kadar küçüktür.

Buradan sonra çekirdekten protonlar kaçmaz, kurşun, kurşun olarak kalır.

Bu arada radyoaktif maddelerde, çekirdekten protonlar kayboldukça nötronlar da kaybolur ama nötron kaybı maddeyi başka bir madde haline dönüştürmez. Unutmayın, maddeyi madde yapan elektronlardır. Elektron sayısını da çekirdekteki protonlar belirler.

Bir madde, örneğin uranyum, bir nötronunu kaybederse biraz daha hafif bir uranyum olur, ama sonucunda hala uranyumdur. Normal bir uranyumun, tadını, rengini, katılığını taşır.

Radyoaktif maddeler fazlasıyla ağır kati maddelerdir.

Bunun bir tek istisnası vardır.

Radon.

Radon gaz halinde bulunan tek doğal radyoaktif maddedir.

Radonun gaz olma sebebi de çok enteresan. Radonun elektronları öyle düzenli bir biçimde dizilmiştir ki, radon, proton kaybederek radon olmaktan çıkana kadar, diğer radon atomları dahil başka hiç bir atomla birleşmez.

Mesela, helyum atomu da böyle nazlı bir atomdur. Helyum ancak ulaşılabilecek en soğuk derecelerde başka helyum atomları ile yakınlaşarak sıvı hale dönüşür. Katı helyum pratikte oluşamaz.

Böyle nazlı atomlara soy gaz yada asil gaz deriz.

Peki radonun gaz olması niye önemli?

Şu yüzden.

Siz uranyumu yemedikçe yada üstüne oturmadıkça, radyoaktif etkisini hissetmezsiniz. Uranyum, kendi kendine yürümez, uçmaz.

Radon ise bir gaz olduğundan, rüzgârla bir yerden başka bir yere taşınır, solunarak akciğerlere girer, orda bir yere yapışır ve baslar proton ve nötron fırlatmaya.

Bu mini bir atom bombası yutmaya benzer. Uğraşın durun sonra, kanserle, bilmemeyle.

Radonun başka bir derdi de mesela uranyuma göre çok daha fazla proton ve nötron fırlatmasıdır. Yani daha agresif, daha sıkı bir radyoaktif maddedir.

Radyoaktif maddeler yer kabuğunda fazlasıyla bulunur. Bunların en sık rastlananları uranyum, radyum ve toryumdur. Bunların hepsi de radyoaktif hayatlarının bir döneminde radona dönüşürler.

Kısacası, radon hayatimizin bir parçasıdır, her yerde bulunur.

Yeter ki çok fazla bulunmasın.

Çünkü radonun fazlası sağlığımız için çok ciddi bir tehlike oluşturur.

Bu yüzden mutlaka evinizde bir radon ölçümü yapın.

Şu aralar hava raporlarında evlerdeki radon ölçümleri de veriliyor. Çok sevindirici.

Siz de dikkatli olmaya devam edin.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Poker

Gelin ekonomiyi, Çini bırakıp zevkli bir konu yazalım.

Konumuz Poker. Hani blöf yapılan, kare asın her zaman kazandığı, Las Vegas’dan Monte Carlo’ya en popüler, en zevkli kâğıt oyunu.

1900’lu yılların ortasında Amerika Birleşik Devletlerinde bulunmuş, geliştirilmiş Poker.

Bizde bilirsiniz, genelde yediliden yukarı bir desteyle, her oyuncuya beş kart dağıtılarak oynanır. Oyuncular bir defaya mahsus istediği sayıda kartları değiştirir, herkes artırmayı bırakana kadar kâğıt değiştirmeden önce ve sonra iki kere kişi başına koyulan para artırabilir. Oyuncular her an koydukları parayı bırakarak kaçabilirler.

Kartların değişik kombinasyonlarının sıralamada kendilerine ait değerleri vardır. Mesela dört tane ayni sayılı kart, üç tane ayni sayılı kartı, hatta üç tane benzer ve iki tane başka benzer kartları “yer”.

Pokerin raconunda bunların adları vardır. Per, döper, kent, üç, ful, kare, floş, floş ruayel, vs. Bunların çoğu Fransızcadan, Fransızcaya da İngilizceden geçmiş terimlerdir.

Kahve kültüründe bunların ezbere bilinmesi gerekir.

Bilenler de acayip tafra atar çömezlere.

Simdi isin gerçeğine dönersek bizdeki Poker, Pokerin onda biri bile değil. Asil Pokerin kuralları o kadar çeşitli ve karışıktır ki, bilenleriniz bilir, neredeyse bir iPad gerekir oynarken yanınızda.

Ben kendim, Amerikan Pokerinin üç beş varyasyonunu bilsem de, Amerikalı arkadaşlar bir iki elden sonra beni genelde atarlar oyundan.

Çünkü (burada biraz ukalalıkla soyluyorum tabiatı ile), “Seven Card Stud” nasıl oynanır genelde bilsem de birisi “Omaha High-low Mixed” dediği zaman başlarım sormaya.

-“Simdi bu nasıl oluyor da oluyor?”

Wikipedia’da tesadüfen denk geldim Poker türlerine. Dilimin döndüğünce anlatayım size.

Pokerin üç “ana” türü var.

Bir, Draw Poker, yani bizim oynadığımız Poker. Draw Pokerde bütün el kapalı olarak bir kerede dağıtılır, oyuncular da bir kereye mahsus ellerindeki istemedikleri kartları değiştirirler. Bizde oynanan Poker, “Five Card Draw”, yani beş kartla oynanan Draw Pokerin bir turudur.

İkinci ana Poker turu “Stud Poker” isimli Pokerdir. Stud aslen damızlık at demek olsa da argoda delikanlı anlamına gelir. Delikanlı Pokerinde, kâğıtların bazıları açık, bazıları kapalı dağıtılır. Her turda oyuncular kişi başına koyulan parayı artırabilirler.

Community Card Poker isimli üçüncü gurupta oyuncular kapalı yada açık olarak dağıtılan kartları, ortaya açılan ve her oyuncunun kullanabileceği genel kâğıtlarla birleştirip el yapmaya çalışırlar.

Bu üç gurup poker, aşağıdaki kurallardan birinin seçilmesiyle oynanır. Genelde dağıtan kişi hangi kuralların geçerli olduğunu belirler. Her el değişik oynanabilir.

Gelelim kurallara.

Lowball oynandığında en zayıf el kazanır.

High-Low Split’de en zayıf ve en kuvvetli eller potu paylaşır.

Oyuncular birbirlerine kart geçirebilirler.

Kill-Game de bir kişi üst üste kazanırsa pot ikiye katlar.

Bazı kartlar Wild Card, yani Joker ilan edilebilir. Örnek “Deuces Wilde”, yani ikililer Joker.

Twist Round’da oyuncular ortaya para koyarak desteden kart satın alabilirler.

52’lik desteden bazı kartlar atılabilir. Bizdeki Poker gibi, yediliden aşağısını atarız genelde.

Bu yukardaki guruplara benzeyen yada birkaçının birleşimi ile oluşan, Oxford Stud, High Chicago/Low Chicago, Follow The Queen, Countdown, Billabong, Guts, vs. Gibi bir dolu başka varyantları bulunur Pokerin.

Pokerin bu yüzlerce türünün tek bir ortak özelliği vardır.

Blöf!

Blöf, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip zeybeklenmektir.

Bunu yaparken de eliniz kotuyken, dünyanın en iyi eli gelmiş gibi rahat bir ifade takınmak isin raconudur. Buna İngilizcede Poker-Face, yani Poker Yüzü derler.

Aslında İngilizcede Poker kökenli bir çok deyiş vardır, bilirseniz, birkaçı aşağıda.

An Ace up in one’s sleeve, yani kolunda sakladığı as, bir kişinin gerektiğinde kullanacağı sürpriz bir hareketi anlatır.

Beats me, derler bazen, bir anlayabilsem anlamında kullanılır. Aslen onun eli benden iyi demektir.

Call one’s bluff, yani birinin blöfünü görmek.

Uluslararası borsayla ilgileniyorsanız Blue Chip terimini duymuşsunuzdur. Bu terim, güvenli, değerli, yerleşmiş firmalar için kullanılır. Blue Chip, mavi fiş demektir. Gazinolarda yüksek miktarlı fişler mavi renklidir.

Herkese bol şans...

Çin'in Büyüme Modeli

Çin, dün herkezi yerinden zıplatan bir açıklama yaptı. 

Buna göre, Çin büyüme modelini, ihracaattan ülke içi satışa ve hizmete çevirmiş.

Bu, ilk bakışta insana sanki Çin, ihracatı bırakıp ülke içinde satmak için üretim yapmaya başlayacak gibi gelse de, biraz derinine inince aradaki nüansı anlayabiliyorsunuz.

Çinin kararı, ihracatı kısıp ülke içine dönmek değil, ihracatını bugünkü haliyle bırakıp sadece büyütmemek ama üretimini ülke içi tüketime yönelerek artırmak olarak özetlenebilir.

Şimdi bayram değil seyran değil Çin niye böyle birşey yaptı diye haklı olarak sorabilirsiniz.

Ben size kendi fikrimi söyleyeyim.

Öncelikle Çinin yakın zamanda açıklanan beklenenden fazlasıyla düşük çıkan büyüme hızına bakalım.

Sizce bu büyüme rakamı niye beklenenin çok altında çıktı?

Çin hükümeti bir hata mı yaptı? Çinde bir doğal afet mi gerçekleşti? Çin işadamları mı bir anda başarısızlaştı?

Bunların hiçbiri olmadı tabi.

Olan tek şey Çinin ihracat yaptıgı ülkelerde paranın bitmesi.

Yani Avrupada, Amerikada para yok. Nada, nema, nyet, null, zero, zilch!

Olana da Çin güvenmiyor, haklı da fazlasıyla. Şımdi siz olsanız Euro’ya güvenıp orta vadeli hatta kısa vadeli herhangi bir plan yaparmısınız? Alın bakın İspanyaya. Gümledi gümleyecek. Aslında çoktan gümledi de Almanya ve Fransa üzerine oturup dumanı saklamaya çalışıyorlar.

Hal bu iken Çin de büyüme hızını kesmek yerine iç pazara yonelip, endüstrisini canlı tutmatı planlıyor. Hatta bahane ile göreceli olarak zayıf olduğu hizmet sektöründe de deneyim kazanma amacında.

Aynı Amerikanın büyük depresyondan çıkma taktiği.

Çinşn nüfusunun büyüklüğünü ve iç pazarının bakirliğini de hesaba katarsanız. Çin bu karlı oyunu yıllarca sürdürebilir.

Ne mutlu Çine...

Ama bu stratejinin Çin dışındaki diğer ülkeler üzerinde çok önemli etkileri olacak.

Gelişen iç pazara sadece Çin üretip satmayacak. Çoğunluğu Çin de olsa, Avrupa ve Amerika da bu yeni pazardan payını alacak.

Ben kişisel olarak bunun Amerıka yada Avrupayı kurtaracağını düşünmüyorum. Bunun ilk sebebi, Çin hükümetinin öyle kolayca kendi pazarını dışarıya açmayacağı.

Bu günlerde Çin ile iş yapanlarınız bilir, Çin hükümeti bu modern kapütülasyonlara karşı çok akıllıca hareket etmeyi bilmiş, öyle serbest ekonomı falan gazı ile labadak diye pazarını kimseye açmamıştır. Kanırtırlar adamı inanın bana, bir parça malınızı Çinde satmak için.

Bunun bir sebebi de işin ucunda diğer pazarlarını birbirine açan ülke örneklerden farklı olmak üzere Avrupa Topluluğu, Serbest Dolaşım falan gibi ilk bakışta tatlı gelen rüşvetlerin olmayışıdır.

Bugün kimse asarım keserim aç pazarını yoksa.. falan gibi boş tehdıtler yapamaz dünyanın en büyük ordusuna.

Öyle ambargo falan da sökmez. Sadece kendısıne üretip satarak yıllarca idare edebilir Çin. Üretım maliyetlerini son onbeş senede yüzde on seviyelerine düşürmüş uluslar arası dev şirketlerin hiçbiri kabullenmez zaten ambargo kılıklı yaptırmacaları.

Buraya kadar özetlersek, Çin iç pazara yöneldi ve büyümesini sürdürdü, Amerika ve Avrupa da bu işten biraz nasiplendiler diyebiliriz.

Bu kulağa hiç de kötü gelmiyor. Alan da satan da memnun gibi.

İşte burada bence en önemli faktör devreye giriyor. Enerji.

Gelişen Çin iç pazarının kaçınılmaz olarak enerji ihtiyacı artacaktır, hem de o kadar ciddi bir biçimde artacaktır ki şu anda sadece batı pazarlarının kullanımına tahsis edeilmiş enerji, asıl olarak petrol, Çine akmaya başlayacaktır.

İşte tam bu anda zurna zırt demeye başlayacaktır arkadaşlar.

Çünkü siz ne bunu önlemek için gelişen Çin pazarına bilgisayar al ama araba alma diyebilirsiniz, ne de Amerikalıya araba kullanmak yerine trene bin.

Oyarlar adamı walla.

Bunun sonu ne olur derseniz, daha önce uzun uzun yazdıklarımı tekrar etmeden sadece şanslıysak yeni bir enerji kaynağı yada şanslı değil isek savaş diyebiliriz.

Atalım parayı havaya. Yazı mı tura mı?

15 Nisan 2012 Pazar

Çin İzlenimleri

Çin anılarından sonra biraz da Çin izlenimlerini yazmak istedim.

Pekin havaalanına indiğimizde itiraf etmeliyim çok heyecanlıydım. Çin, bildim bileli beni meraklandıran mistik bir ülke olmuştur. Hem tarihiyle hem de bir medeniyet inşa etmiş bir ulus olmasıyla beni hep cezbetmiştir.

İşte bu yüzden bir an önce havaalanından çıkıp ülkeyi görme isteği ile acele ediyordum.

Ama çok iyi de biliyordum ki eski doğu bloku ülkelerine, rejimleri değişmiş bile olsa yabancı bir pasaport ile girmek traomatik bir deneyimdir.

Pasaportunuzu defalarca göstermek zorundasınızdır. Görevli, bir size, bir de pasaportunuzdaki resme defalarca bakar.

Sayfalarca kâğıt üretilir, bu kâğıtlar ikiye bölünür, biri girişte kullanılır, diğerini çıkarken verirsiniz. Geri kalanlarına delikler açılır, klasörlere konur. Pasaport bankosunun arkasında devamlı pum, pum, pum seklinde damga sesini duyarsınız. Doğu bloğu ülkeleri damgalamayı her nedense çok severler.

Sonra size görev gereği geleneksel, niye geldiniz, nerede kalacaksınız sorularını sorarlar ama cevabini dinlemezler bile.

O güne dönersek, uçakta dağıtılan ve inmeden doldurduğumuz giriş formlarından sonra en az bir saati gözden çıkarmıştım.

Pasaport bankosunu bulduk. Görevli kız güler bir yüzle belgeleri istedi. Bu arada bir kamera otomatik olarak resmimizi çekti. Sadece bir kere “pum” sesini duydum. Ve neredeyse üç dakika içerisinde işlemimiz bitti. Bankonun hemen yanında memurun size karşı davranışı ve hızını değerlendireceğiniz otomatik bir terminal koymuşlardı. Memnuniyetimizi belirtip geçtik.

Çin benim ilk gördüğüm komünist ülke. Komünizm sonrası birçok ülkeyi görmüş olsam da bunların çoğu komünizmden kurtulma psikolojisi içinde ülkelerdi.

Pekin ilk görüşümde beni mahcup etmedi. Evet, tüm şehir tipik komünist bir cehreye sahip. Eskiden düşündüğümüz kadar gri ve zevksiz olmasa da tek tip binaların, ayni türde estetik olarak fazla önemsenmemiş yapıların oluşturduğu bir şehir.

Komünizmin iyi taraflarından da payını fazlasıyla almış Pekin. Bir kere dünyanın neredeyse en güvenli şehri. Sonra belki İsviçre’den bile daha temiz – ama burada yerlere tükürenleri hariç tutmak gerek. Çinde yerlere tükürmek ayıp değil. Kadın, erkek herkes yerlere tükürüyor. Her an o “Haaaak!” sesini duymanız mümkün. Her nedense “Tuuuu!” bölümü pek duyulmuyor.

Caddeler her iki yöne de beş-altı şerit genişliğinde. Yani karşıdan karsıya geçmek için koşmanız gerekmekte. Ama trafiği hiç sormayın. Türkiye’den sonra gördüğüm en kötü trafik. Yayalara yeşil yanarken bile arabalar tereddütsüz yayaların üzerine geliyorlar.

Ayni Türkiye gibi, yayalık ikinci dünya savaşı zamanlarında, Berlin’de, boynunuza “Ben Yahudi’yim” yazılı bir tabela asıp dolaşmaya benziyor.

Cinde her şey “halkın”. Cumhuriyet, “Halkın Cumhuriyeti”, para birimleri “Halkın Parası”, caddelerin ismi “Halkın Caddesi”, meydanların ismi “Halkın Meydani”, parlamentoları “Halkın Parlamentosu”. Bir sure sonra Çincesini bile söküyorsunuz. Çincede “Ren Min”, “Halkın” demek.

Aksam belli bir saatten sonra estetik amaçlı bina aydınlatmaları kapanıyor, belli cadde ve meydanlara giriş yasaklanıyor.

Facebook, Youtube yassah.

Tam komünist bir ülke yani.

Tam bu fikre alışmışken, bir sure sonra bu komünist ülke tanımında sanki bir tuhaflık var hissine kapılıyorsunuz.

Proletaryaya karışmış, yolda yürürken karşınıza bir Porsche bayisi çıkıyor. Hadi bu Halkın Porsche’u diyecekken bir alış veriş merkezine giriyorsunuz ki Las Vegas’da yok böylesi. Louis Vuitton’dan Armani’ye, Prada’dan Gucci’ye her şey var.

Bunlar öyle turistik falan değil. Sokaklarda Ferrari’leri, Prosche’ları görüyorsunuz, Proletaryanın ellerinde Louis Vuittonlar, üzerinde Gucciler. İnanmayanlar Facebook’taki albüme baksınlar.

İşte bütün bunların üstüne bir de Şanghay’ı görünce artık bu komünist ülke düşüncesini çöpe atıyorsunuz. Şanghay ile New York arasında çok az fark var.

Hem de kapitalizmin tüm “şeytani” enstrümanları ile. Bankalar, Menkul Kıymetler Borsası, büyük şirketler, vs...

Kimse yanlış anlamasın, bence bu çok iyi bir şey. Tüm bunlar Çin ve Çin halkı için son derece faydalı kurumlar. Çin bir gün gerçek bir süper güç olursa bunların sayesinde olacak.

İşte böyle. Çin’de komünizm kapitalizme adapte olmuş. Bu çok ilginç gelse de kulağımıza, Çin’e önemli bir avantaj kazandırıyor. Eğer her iki ideolojinin de iyi taraflarını kullanmayı becerebilirse Cin’i tutmak çok zor olacak gibi.

Her ne dersek diyelim Çin artık kapılarını açmış, geliyor, hem de gümbür gümbür. Dünyanın gerisinin hayati artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.

Cinle ilgili birkaç başka önemli noktanın altını çizelim

Komünizmin ilk dönemlerinde yasaklanmış olsa da daha sonra inanç özgürlüğü benimsenmiş. Budizm, Taoizm, İslam, Protestanlık ve Katoliklik devlet tarafından resmi olarak tanınan dinler. Konfüçyüzim ise bir din değil felsefe olarak kabul ediliyor.

Gezip görmek için ise esi bulunmaz bir hazine. Unutmayalım, Çin bir uygarlık kurabilmiş Yunanlılar, Romalılar, Moğollar ve tabii ki Türkler gibi nadir uluslardan biri. Bu yüzden de tarih, kültür ve yaşamlarında görmeğe değer birçok şey var. Yasaklı şehir, Çin seddi, tapınakları, sarayları, mutfakları görüp yasayan herkesi fazlasıyla etkileyecektir.

İşte benim penceremden uzak doğunun süperstari.

13 Nisan 2012 Cuma

Çin'de Bir Taksi Macerası

Çince dünyanın en zor dillerinden biri. Hem telaffuzu çok zor hem de kelime hazinesi fazlasıyla kendine özel. Bir de yazıllı gördüğünüzde okuyamadığınızdan artık kulağınızla duyduğunuz gibi söylüyorsunuz yerleri, yemekleri, vs.

Jelena çok güzel uydurmaya başladı ilk birkaç saatten sonra.

Mesela Tiananmen meydanı oldu size “Tiam-Miam” meydanı.

Çin para birimi Renmenbi benzeri biçimde “Ram-Pam-Pim” haline dönüştü.

Neyse.

Çin’de taksiler çok ucuz, o yüzden şehir içi yolculukların çoğunu taksiyle yaptık.

Ama Çin’de taksiye binmenin de bir raconu var. Şöförü sizin söylediğiniz yere gidebileceğine ikna etmeniz gerekiyor.

Pekin’deki son günümüzün sonunda, ikimiz de bitap, bir taksiyi durdurduk. Hemen içine atladık. Ben şöföre otelin adını söyledim.

-“Crowne Plaza please...”

Şöför de bana dönüp:

-“Hay Hoy Hoyda Hagaaaaaaa!”

Diye bağrdı.

Geçmişten tecrübeliyiz, Jelena hemen arkasında otelin planının, önünde ise adının ve adresinin Çin alfabesiyle yazılı olduğu kartı gösterdi taksiciye.

Taksici kartı aldı, baktı, baktı, baktı, ...., baktı, ...,

-“Hagaaaaaaa!”

Diye bağırarak kartı geri verdi.

Ben nasıl sinirlendiysem, haydi lan Jelena iniyoruz deyip kapıyı actım ki, şöför gaza basıp hareket etti.

Tam neyse anladı derken üçyüz metre sonra kenara çekip durdu ve bize döndü.

-“Aaaaaaaaaaa!”

O kadar komik bir pozisyondayız ki arkadaşlar, arabanın içinde amaçsız bir biçimde bekliyoruz. Şöför gideceğimiz yeri bilmiyor, otelin adını anlamıyor, adresin yazılı olduğu kartı arkasındaki yol planına rağmen yorumlayamıyor, bu arada bizi de asağı indirmiyor.

Tam bu anda Jelena bır aslan kesildi ki, çantasından hop hop otobüslerinden kalan planı çıkardı, plastik muhafazanın altından şöföru çimdikleyip planı onun burnuna soktu.

Sonra da ilk günlerde Tiananmen’i söyleyemeyen o değilmiş gibi,

-“Look, this is Pudong, we are here (bak burası Pudong, biz burdayız), and this is Yungchonyoung, the hotel is here (burası da Yungchonyoung, otel burada), now you make a left turn here on this street, cross the tunnel and get to Yungchonyoung through Wonponyan road (şimdi bu caddeden sola dön, tüneli geç ve Wonpoyan caddesinden Yungchonyoung,a geleceksin.”

Diye bağırdı.

Şöför yol boyunca bir daha konuşmadı. Sorunsuz olarak otele geldik.

Çin-gilizce

Avrupa kökenlı bir dili konuşuyorsanız, diğer Avrupa dillerinde çok fazla ortak kelime bulabilirsiniz. Hayatta kalma (survival) durumlarında bu çok işe yarar. Kaş göz yarsanız da yolunuzu bulursunuz.

Eşim Jelena Latınceyi yazama ve konuşma seviyesinde çok iyi bilir. O yüzden onunla Avrupa yada Latin Amerikada seyahat etmek çok kolaydır. Mesela İspanyolca eğitimi almamış da olsa, İspanyolca konuşulan bir ülede özellıkle bir iki günden sonra şakır şakır İspanyolca konuşmaya başlar, adres sorar, muhabbet eder, vs.

O yüzden genelde hep ben ona “Jelenacım, sorarmısın fotoğraf çekebilirmiyiz?” yada “Söylermisin domates koymasınlar?” şeklinde sorma pozisyonunda kalırım.

İşte bu makus talihim Çin’de değişti arkadaşlar.

Havaalanından hemen bir taksiyle otele gittik. Jelena resepsiyondaki kıza:

-“Good afternoon, my name is Jelena Nalci, we have a reservation for three nights.”

Dedi. Kız da ona aynen aşağıdaki gibi cevap verdi:

-“Melkomtooulhotelt, aummmnn, doyoman aah smokinlom olnonsmokinlom?”

-“Ha?”

-“Yollom madam, smokinolnosmokin?”

Jelena pes dedi, bana döndü ve sordu:

-“İngilizce mi konuşuyor bu?”

Hee, İngilizce dedim. Üçbeş muhabbetim olmuştur geçmiş yıllarda. Çin-gilizceyi biraz anlarım.

-“We would like to have a non-smoking room ma’am.”

Dedim, yani sigara içilmeyen oda.

-“Noploblemt, aummmnnn, kennaihavlyolkalt?”

-“Sure. Is Visa fine?”

-“Noploblemt”

Bu olaydan sonra neredeyse tüm danışmalarımızı ben yaptım :)

Çin’e Gitmenin Bir Güzelliği

Bir hafta Çin’de gezindik ya, artık Çin uzmanı sayılırız. O yüzden size Çin anlatayım biraz.

Çin, bildiğiniz üzere dünyanın en kalabalık ülkesidir. Nüfusu, çoğunlukla bulduğu ile yetinen, daha fazla isterük diye bağrınmayan mütevazi insanlardan oluşur.

Bu insanlar, o kadar az para ile çalışmaya razılardır ki, dünyanın geri kalan yerlerindeki fabrikaların çoğu kapanıp Çin’e taşınmışlardır. Avrupa ve Amerıka'nın son günlerdeki yırtınmalarının en önemli sebebi işte budur çünkü ülkelerindeki insanlar bu yüzden işsiz kalmış durumdadırlar.

Bu süreç o kadar fazlasıyla ilerlemiş durumdadır ki artık geri dönülmez noktayı geçmiştir. Başka bir deyişle Amerika ve özellikle Avrupa yaşam düzeylerinde aşırı belirgin bir düşüşü kabullenme durumuna gelmişlerdir.

Zaten Sarkozy amca baklayı ağzından çıkardı geçenlerde.

“I want France to remain a land of production.”

Yani:

“Ben Fransanın bir üretim ülkesi olarak kalmasını istiyorum.”

Eh, isteyenin bir yüzü karaymış...

Neyse, bugün konumuz bu idiot değil, biz Çin’e dönelim.

Yukarda anlattıklarımızı kısaca özetlersek ucuz işgücü sebebiyle dünyadaki üretimin büyük bölümü Çine kaymış durumda.

Hal böyle olunca Çin’e gitmenin bir güzelliği de ucuz alış veriş yapmak diye düşünüyor insan.

Eşim Jelenayla Pekin’in ipek pazarında dolaşıyorduk. Jelena kendini ipek elbiselerin, başörtülerin içinde kaybetmişken ben de iş olsun diye takım elbiselere bakayım dedim, alacağım falan yok yani.

Hemen bir Çinli kız belirdi yanımda. Baktığım elbiseyi indirip üzerime tutmaya, ceketin eteğini, kollarını çekiştirmeye başladı. Ben de iş olsun diye sordum:

“Kaç para?”

Kız, Üçbin Yuan dedi. Çarptım, böldüm, beş yüz dolara geliyor. Neredeyse İsviçre kadar pahalı.

“Yok bacım, sağol.”

Dedim.

Kız da durup,

“Sen kaç para verirsin?”

Diye sordu.

Ben de Çin hesapta ucuz ya, Türklüğün de verdiği bir gayretle:

“Üç yüz Yuan”

Dedim, yani söylediği fiyatın onda biri.

Tam bu anda kız bir kırmızı yandı ve söndü.

Önce bana dilini çıkardı.

Sonra da “Yev Yev Yev” diye benim taklidimi yapıp göbeğime bir yumruk attı.

Daha sonra da dönüp arkadaşlarına Çince konuşmasam da anlamamın zor olmadığı birşeyler söyledi.

Ben hemen dükkandan kaçtım.

Kıssadan hisse, siz siz olun, Çin ucuz diye vurgun yapmaya kalkmayın :)

2 Nisan 2012 Pazartesi

Alkolizm

Alkoliklik, yada tıbbi deyimiyle Alkolizm, alkol içeren içeceklerin devamlı ve aşırı kullanımı olarak özetlenebilir.

Alkolizm, hem fiziksel, hem de psikolojik hatta psikiyatrik bir hastalıktır.

Dünya sağlık organizasyonu, dünyada 140 milyon alkolik olduğunu tahmin etmekte.

İçmeyen de var tabii ama bir çoğumuz az yada çok alkol kullanırız. Kendimden örnek vereyim, haftada bir yada iki şişe arası şarap tüketirim.

Ben kendimi alkolik olarak görmüyorum. Siz de gün aşırı bir iki kadeh içiyorsanız, korkmanıza yada bu yazıyı üzerinize almanıza gerek yok. Alkoliklik tanımı sizi bu koşullarda içermiyor demektir.

Peki, alkolikleri alkolik yapan nedir öyleyse?

Tıbbi tanımlarını merak eden açsın, okusun Google’dan, ben size benim tanımımı söyleyeyim.

1) Eğer içmek bir ihtiyaç haline dönüşmüşse. Bir gece içmemeyi göze alın. Becerebiliyorsanız alkolik sayılmazsınız benim kitabımda.

2) Etrafınıza baktığınızda, aksam on ikiden önce yatan, sabah erken kalkan insanlar yerine, sabahın üçünde sallana sallana yürüyen, devamlı negatif, her şeye kızan, küfür eden, söyledikleri anlaşılmayan insanları görmeye başladıysanız...

Ya alkoliksinizdir, yada alkolik olmak üzeresinizdir.

Alkolikler, özellikle içkiliyken, mucizevi bir şekilde zeka seviyelerinin arttığına ve etrafındakilerin de salaklaştığına inanırlar. Etrafınızda alkolik biri varsa aşağıdakiler size yabancı gelmeyecektir.

- “Walla sadece bir kadeh içtim.”

- “Sana yeminle, bir haftadır ağzıma koymuyordum, bugün bir kadeh içeyim dedim, o da sana denk geldi.”

- “Sen bir bilsen, başımda ne işlerin olduğunu, benim başıma gelenlerin yarısı senin başına gelse, sen alkolik bile olurdun.” (Bu arada buradaki ince imaya dikkat. Zat, alkolik olmadığını sokuşturuyor arada...)

Biraz üzerine gidin, arkadaş asabileşecektir.

- “İçtiysem içtim lan, adam mı yersin yani?, Sana mı soracağız?”

- “Bak gelme üstüme, kötü olacak.”

Hadi biraz daha gidin üstüne...

- “Ziktir lan...”

Bir çok alkolik kendilerinin komplo kurbanları, dünyanın en şanssız insanları yada ölmeden önce son nefeslerini vermek üzere olduklarına inanırlar.

Başka bir belirti ise olmayan şeyleri önce olmuş gibi anlatmak, sonrasında da bunun aslında olduğuna inanmaktır.

Bakın etrafınıza, eminim bu belirtilerin en azından birkaçını gösteren birilerini göreceksinizdir.

Gelelim bu alkoliklerin sonlarına.

Alkolik olup da bu hastalıktan kurtulan insanlar - benim tecrübeme göre tabii, çok nadirdir.

Alkolle gelen fiziksel bağımlılık ve en ufak bir mesaneti olmayan sahte ego, bu şahısların durumlarının farkına varmalarına, hastalıklarını kabullenmelerine ve uygun çözümü aramalarına engel olur.

Alkolizm ilerledikçe sonuçları iki genel gurupta ortaya çıkmaya başlar, Sosyal ve fiziksel.

Sosyal olarak, birey, normal arkadaşlarını, diğer alkol bağımlısı arkadaşlarla değiştirmeye baslar.

Kendisi gibi alkoliklerin bulunmadığı sosyal ortamlarda yabancılaşır, tutarsız konuşmaya başlar, etrafındakileri sinirlendirir ve sonunda bu ortamlardan dışlanır.

Ailesinde sorunlar yaşamaya baslar, ileri safhalarda evliyse evliliğini, yoksa ilişkisini kaybeder. Aile içi şiddet, arkadaşlarla kavga baş gösterir.

Sonuçta alkolizm kurbanı kişi yalnızlaşır (ama hala sizi salak yerine koyup içmediğine inandırmaya çalışacaktır).

Wikıpedia’ya göre, fizyolojik olarak kanserden karaciğer bozukluğuna kadar birçok hastalık baş gösterir. Çok yakın bir akrabam da dahil birkaç örnekte kol ve bacak gibi uzuvların bir bir kesildiğine tanık oldum.

Uzun süre birlikte çalıştığım ve çok sevdiğim bir kişi bir otel odasında ölü bulundu. Bu olay beni çok etkilemişti.

Niye bu tatsız yazıyı yazdın diye sorarsanız.... Sormayın boş verin. Sadece etrafta kötü bir koku var deyip geçelim...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...