11 Temmuz 2012 Çarşamba

Tunus 4

Sahara gezisinin ikinci ayağı yarın. Hedefler çölde iki şehir, Matmata ve Douz.

Matmata, Star Wars A New Hope yani çekim tarihi itibarıyla birinci, Star Wars tarihi ile dördüncü filmin başlangıç bölümünün ve Attack of the Clones yani çekim tarihi ile beşinci, Star Wars tarihi ile ikinci filmde Anikin'in annesinin öldüğü sahnenin çekildiği böige. Star Wars'daki ismi ile Tatooine gezegeni.

İşin komiği Tunus'un güney doğusunda Tatooine isimli bir bölge gerçekten bulunmakta. Zaten George Lucas'ın Tunus'a ve Arap dünyasına bir yakınlığı var. Tam hikayesini bilmesem de mesela Revenge of Sith'de Obi Wan Kenobi ile Anikin Skywalker'ın dövüştükleri gezegenin adı da "Mustaphar".

Matmata'ya dönersek, buradaki en önemli Star Wars bölgesi bu günkü ismi ile Hotel Sidi Driss. Filimde Lars'ların evi yani Lars Homestead. Lars'lar kim derseniz, Beru ve Owen Lars, Luke Skywalker'ın baba tarafından akrabaları. Luke, annesi Padme'nin doğum esnasında ölümünden sonra Lars'larla yaşadı, taa ki Ben (Obi Wan) Kenobi ile tanışıp Tatooine'den ayrılana kadar. Kısacası Hotel Sidi Driss Luke'un evi sayılır.

Hotel Sidi Driss - Lars'ların Evi
Bilgisayar oyunlarını seviyorsanız, Call of Duty'yi bilirsiniz. Bu oyunun ikinci bölümündeki Kuzey Afrika kampanyasının bir bölümü de Matmata'da geçmekte. Bu oyunu bitireli çok oldu, görünce hatırlarmıyım bilmiyorum.

Matmata'nın bir başka ziyaret noktası da Roman zamanından kalma bayağı iyi koşullarda bir amfi-tiyatro.

Matmata'dan sonra hedef Douz, yani yine Sahara. Douz'a Sahara'nın başkenti de diyorlar, niye imiş, göreceğiz. Tabii ki yine develer, kum tepeleri, vahalar ve en önemlisi çöl sıcakları gündeme gelecek.

Develere gelmişken bu sevimli hayvanlarla ilgili yeni birşey öğrendim, sizle paylaşayım.

Sahilde geziniyorum, devecilere denk geldim, bayağı bir kervan dolusu deve ile birlikte. Birbirimizi bonjour'ladıktan sonra bana binmek ister misin diye sordular. Ben de kırık Fransızcamla:

"Binmeyeceğim ama bir deve fotoğrafı çekmek istiyorum" dedim.

Deve için de İngilizce karşılığı "Camel" olan "Chamau" (Şamo) yu kullandım.

Deveci döndü ve biraz da ukalaca:

"Bunlar deve değil" dedi.

Nasıl kanım beynime sıçradı. Ne demek lan deve değil, bayağı deve işte, hörgücüyle, kıvrık boynuyla tastamam deve. Hadi insan ceylanla geyiği karıştırabilir ama bu deve yani, pek öyle başka bir hayvanla karıştırılabilecek gibi değil.

"Ne peki deve değilse, kaplumbağa mı?" dedim.

Yine aşağılayıcı bir bakıştan sonra:

"Bu dromader" dedi, bir de hecelerin üzerine basa basa dı-ro-ma-der diye, uygar beyaz adamın Güney Amerikalı yerlilerle konuştuğu gibi.

Piçkurusu, on beş yaşında ya var ya yok. Okuma yazması varsa iyi.

Sonra yere eğilip kumun üzerine çift hörgüçlü bir deve çizdi ve sonra "Se şamo" dedi. Sonra yanına bu sefer tek hörgüçlü bir deve çizdi, ona da "Se dromader" dedi.

İşte böyle, tek hörgüçlü devenin adı dromader'miş, öğrenmiş olduk.

Ama hala biraz aşağılanma sancım sürüyor, yanıma yandaş arıyorum. Çünkü vardır o tarafın. Tüm dünyanın bildiği bazı en basit abc'leri bilmem, insanlar duyunca şaşırır ve gülerler. Bu yüzden hala tereddütteyim, bu dromader herkesin bildiği birşey de ben mi atlamışım yoksa devecinin beni aşağılamak amacıyla kullandığı fazlasıyla sofistike, zoolojik bir ansiklopedi terimi mi anlamaya çalışıyorum.

Develer
Aynı akşam bu kez Jelena'yla yürüyoruz, uzaktan başka bir deveci gurubunu gördük. Jelena önceki aşağılanma olayını bilmiyor, anlatmamıştım daha. Neyse, olayı Jelena'nın üzerinde denemeye karar verdim.

Jelenaya sordum. "Jelenacım sorarmısın deveyle resim çekebilirmiyiz?"

Bu arada İngilizce konuşuyoruz ve ben devenin karşılığı camel'ı, uzata uzata, üstüne basa basa "keeeee-mıllll" diye söylüyorum ki Jelena Fransızca sorduğunda şamo'yu kullansın diye. Eğer deveyi şamo diye çevirirse rahatlayacağız, demek ki cahillik bende değilmiş deyip sayfayı çevireceğiz. Yok eğer dromader derse, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Neyse devecilerle yanyana geldik. Jelena eksküzemua mösyö deyip fotoğraf sorusunu sordu. Sadece bir tek kelimeyi duydum.

"DROMADER"

Yarın görüşürüz...

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Tunus 3

Bu günün sonuna kadar canlı kalabileceğimize inancımı ciddi biçimde kaybetmiştim, ancak hernasılsa başardık.

Bugün itibarıyla "Cehennem Sıcağı", "Çöl Sıcağı" gibi terimleri düşüncesizce kullanmayı bırakmaya karar verdim, ancak deyimi yerindeyse durumun vahameti gerçekten gerektirirse kullanacağım.

Çünkü bugün "Çöl Sıcağı" ne demek anladım.

Dilimin döndüğü kadarıyla size anlatmaya çalışacağım.

Şimdi gözünüzde bir ilkbahar gününü canlandırın. Güneş bir gidip bir geliyor olsun. Böyle bir havada kendinizi tamamen normal hissedersiniz çünkü hava ne soğuk, ne de sıcaktır.

Şimdi termostatı biraz sıcağa doğru çevirelim. Bir yaz günü, üzerinizde bir tee-shirt var. Güneşin altında biraz gezinirseniz sıcak içinize işlemeye başlıyor. Bir gölgelik bulma ihtiyacı hissediyorsunuz. Böyle bir havada birisi size hava nasıl diye sorarsa "Çok sıcak" cevabını verirsiniz.

Termostatı biraz daha sıcağa çevirelim. Artık TV anonslarını duymaktayız. "kalp hastaları ve nefes darlığı çekenler güneş altına çıkmasın". Bu seviyede sıcaklık biraz biraz sağlığımızı tehdit eder hale geldi.

Termostatı bir diş daha artıralım. Artık sıcaklıktan kaynaklanan ölümleri duymaktayız.

Bir diş daha. Sıcaklık bir saunanınkine ulaştı (saunanın nemini dikkate almayın bu örnekte). Ancak kısıtlı bir süre dayanabilirsiniz bu sıcaklığa.

Şimdi termostatı biraz daha yükseltin. Derin bir nefes aldığınızda sıcaklığı ciğerlerinizde hissetmektesiniz. Sıcaklık güneş gibi bir kaynaktan değil her yerden buram buram gelmekte üstünüze. Etrafınıza bakamıyorsınuz bile çünkü her yer parlıyor. Üzeriizdeki saat, bilezik yada fotoğraf makinesi gibi metal cisimlere dokunamıyorsunuz çünkü eliniz yanıyor.

Çöl sıcağı bu işte. Daha doğrusu Sahara çölü sıcağı.

Eğer abartoyorsam taş olayım. Üs olarak kullandığımız vahadan Quad yada Buggy denilen dört çekerli mini arabalarla "The Grand Dune" yani büyük kum tepesine doğru giderken bayılmamızı önleyen hızımızdan kaynaklanan hafif rüzgar ve kafamdaki bandanaya sıklıkla döktüğüm suydu.

Öndeki buggy'deki rehberimizin vücudunda açık hiçbir nokta kalmamıştı, bir atkı ile yüzünü kapatmıştı ve gözünde dalgıç gözlükleri vardı. Çünkü o sıcaklıkta üzerinize ne giydiğinizin hissettiğiniz sıcaklık bakımından hiçbir etkisi yok. Vücudunuz açık da olsa kapalı da olsa zaten normalde sizi "soğutan" ter buharlaşmasının bu sıcaklıkla baş edebilmesi mümkün değil.

Grand Dune'a geldiğimizde rehberimiz beş dakika fotoğraf çekmek için durdu ve hemen sonrasında hadi dönüyoruzladı.

Buggy
Ben heyecanımdan biraz bozuldum ama Jelena hemen buggy'e atladı ve hadi gidelim dedi. Ben koltuğun önünde, o da motosiklet gibi arkamda benim göbeğime sarılmış gidiyoruz, bir kum tepesi gördüm. Jelena'ya dönüp "İki saniye duruyorum, bir resim çekeyim" dedim. Tam yavaşlıyordum ki bana "Boogie, lütfen durmayalım çok zor nefes alıyorum" dedi ama öyle bir sesle konuştu ki yanlış birşeyler olduğunu anladım ve bastım gaza sonuna kadar.

Schumacher'le Mad Max karışımı bir şekilde vahaya döndük. Normal zamanda çok zevk alabileceğim bir "drive" olabilirdi çünkü eğer kullandıysanız bilirsiniz, bu buggyler acaip "nimble", dağ tepe demeden kumların üzerinde öyle bir gidişleri var ki tadından yenmez, ancak bu sefer biraz telaşlandırdı beni.

İner inmez Jelena başından aşağı bir litre su boşalttı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Güneş çarpması yada heat stroke derler ya hızlı çekimde gözümüm önünde garip Jelenanın başına hızlı çekimde geldi ve geçti.

Vietnam savaşında paramedic'lik yaptığını söyleyen ancak her söylediği her zaman doğru olmayan eski bir arkadaşın bir zamanlar gösterdiği bir yöntem geldi aklıma. Hemen Jelena'nın bileğindeki artery'nin üzerine soğuk su şişesini bir süre bastırdım. Daha sonra bir soğuk duş aldı ve neyse kendisini iyi hissetmeye başladı.

Ha bu arada şokla söylediği ilk şey "Hep senin yüzünden, başkası olsa otelden bile çıkmazdım" oldu. Şimdi sevinsem mi kızsam mı bilemedim :)

Biraz melodramatik anlattım, o yüzden söylemeden duramayacağım. Öyle bir kere ayılıp bayıldık diye süt çocuğu muamelesi yapmayın. Jelenayla birlikte aktif volkanların kraterlerinden Mont-Blanc'ın zirvesine birçok tansiyon yükseltici yerlerde bulunduk. Hiç de ayılıp bayılmadık.

Sahara da ilk çölümüz değil. Koca Tommiks'in evi, Nevada'daki Mojave çölünü tek başımıza araba ile geçmişliğimiz var yani... Her ne kadar Taco Bell yiyip Mojave FM dinleyerek hafif konforlu bir biçimde geçtiysek de çöl çöldür dimi? Hem de balayımızdı. Hey gidi günler...

Neyse, Sahara'nın Mojave falan gibi oyuncak çöllerle kıyas götürecek hali yok. Dünyanın en çöl çölü. Şimdi hangisinin pipisi daha uzun bilemeyeceğim o yüzden Gobi daha büyük, Taklamakan daha dehşet falan demeyin lütfen.

Sözün kısası, bu Sahara bir "fenomen". İnsanın kendisini küçük ve önemsiz hissettiği sayılı yerlerden biri.

Mutlaka görün.

Gezinin geri kalanı Sahara'ya kıyasla biraz daha az heyecanlıydı.

Mesela bu vaha "fenomeni". Çok komik arkadaşlar. Kilometrelerce toz, toprak, kum. Yeşillik olarak maki bile değil, yerlerde ısırgan otu kılıklı üç beş santim boyu da bitkiler. Sonra bir anda neredeyse tropik birkaç yüz metreye birkaç yüz metre, hurma ağaçlı, sarmaşıklı bir alan. İnsanlar yüzüp güneşleniyor, o kadar ilginç yani...

Vaha
Gezinin başka bir durağı ise eski bir bedevi köyüydü. Beni yine aldı ve Indiana Jones'un yanında bıraktı. Yolunuz düşerse mutlaka görün derim.

Bedevi Köyü

Bu günlük bu kadar. Resimler geldiğinde biraz daha hayat kazanacak hikayeler.

Stay tuned...

6 Temmuz 2012 Cuma

Tunus 2

Cerbe'de, otuz sekiz derecelik bir günün ardından otelin terasında, rüzgar küfür küfür eserken yazıyorum sıze bu satırları. Eşim Jelena kendini bir Michael Crichton kitabına kaptırıp hayattan kopunca ben de ihmal edilmiş koca piskozuna girdim ve yazmaya başladım, yoksa Cerbe gecelerinin getirdiği bir şairane ilham falan yok.

Tatilimiz çok güzel geçmekte netekim. Tek sorunumuz biraz hızlı geçmesi. Deniz de havuz da çay, suda yada dışarda olmanın pek farkı yok. Sabahları havuzda, öğlen ve sonrası senizde dalgalarla oynuyoruz. Animasyoniar altı-gıdıkladı şeklinde. Müzik ise zaman tüneli çoğunlukla. Şu anda mesela Elvis çalıyor, "She is not you".

Lokal bira, lokal şarap, lokal konyak sadece bir kere denemek amaçlı içilebilir. İkinci kez denemek için bayağı bir mide gerekiyor. Ancak burada otelin adıyla aynı Zephir adlı bir kokteyl keşfettim. Nasıl tatlı ben diyeyim siz inanın yani. Kahvaltı dahil her daim içmekteyim.

Zephir Kokteyl
Yazının başında belirttiğim üzere hava çok sıcak. Kara Cebre'den beş derece, çöl de karadan beş derece daha sıcak. Yarın da çöl ziyaretinin ilk günü. Bir Toyota jeep ile önce güney-batı'ya, Cezayir sınırına yakın bir noktaya gidecek sonra da Sahara'nın damarına 40 kilometre gireceğiz. Havanın sıcaklığına dönersek, öyle şapka falan bile ağır geldiğinden buradan komik bir bandana aldım, resmini Facebook'a iliştirdim gülesiniz diye.

Kalın sağlıcakka, devamı gelecek.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Tunus 1

Hiç gelmeyecek gibi görünen tatil sonunda geldi. Meksika'dan Dominik Cumhuriyetine, oradan da Maldivlere kadar kimbilir kaç kez gittik geldik, birinde bitmez fırtınalar, diğerinde fahiş fiyatlar, bir diğerinde aradığımız otelin doluluğu yüzünden hiçbiri olmadı.

En sonunda Last Minute Tours (Son Dakika Turları) acentemize gittik. Acentenin fonksiyonu adı ile aynı, hani son bir iki gün içinde dolmayan kontenjanları inanılmaz ucuz fiyatlarla dolduruyorlar. Fiyatlar bazen dörtte birine kadar düşüyor anlayacağınız.

Neyse Tunus'da, Cerbe adasında çok uygun bir fiyat vardı, hemen atladık ve Pazartesi akşmı itıbarıyla otelimiz on beş günlüğüne yeni evimiz oldu. Ben de ilk iki günün ardından sizle Tunus'la ilgili ilk izlenimlerimi paylaşayım dedim.

Tunus bir Kuzey Afrika ülkesi ve eminim ki çoğunuz bunu ilk defa burada, benden duydunuz :) Böyie solunda Cezyir, sağında Libya var - tüm popüler tatil beldeleri sizin anlayacağınız. Aynı bu gün bindiğimiz faytonun genç şoförünün (faytonun şoförü olmaz herhalde ama başka kelime bulamadım, özür) söylediği tekerlemedeki gibi:

"Allez-y, Bin Ali, Kaddafi, spagetti..."

Allez-y, Bin Ali, Kaddafi, spagetti...
Tunus küçücük bir ülke. Nüfusunu Berberiler, Araplar ve Kara Afrikadan gelmiş göçmenler oluşturuyor. Ana dilleri Arapça (emimim bunu da bilmiyordunuz) ancak hemen herkez, berberi pazarındaki koyun stan köylüler dahil, Fransızca konuşuyor.

Cerbe adası da ülkenin güney doğusunda büyükçe bir ada. Bizim tarihimizde de önemli bir deniz savaşı olan Cerbe savaşı ile yerini almış. Hani Turgut Reis, Piri Reis falan zamanlarından, neyse baymayayım sizi Osmanlı tarihiyle şimdi, isterseniz Google'larsınız. Bu arada Cerbe'nin İngilizcesi Djerba, eğer İngilizce kaynak ararsanız diye söylemiş olayım.

Cerbe Kuzey Afrikanın bütün cazibesini toplamış sanki. Tek katlı beyaz evleri, palmiye ağaçları ve toprak yolları ile tam bir Indiana Jones diyarı. Her an bir dilenci "Hello Efendi" diyerek yolunuzu kesip size Nazilerin çaldığı kayıp Atlantisin anahtarını verebilir.

İşte bu yüzdendir ki gerçek LucasArts sertifikalı orijinalitesi garantili, kaynağından satın alınmış Indiana Jones (TM) şapkamı tüm gezi boyunca giymeye karar verdim. Şimdilik kimse Atlantis'in anahtarını vermedi ama bilinmez tatilin gerisinin ne getireceği.

Umutlarım özellikle gelecek hafta gideceğimiz başka bir George Lucas lokasyonunda. Evet, herşey iyi giderse, Luke Skywlker'ın evini göreceğiz, Tatouine gezegeninde, in a galaxy far far away... Yani ilk Star Wars'un çekildiği bugün bir otel olan seti ziyaret edeceğiz.

Sonrasında Sahara çölünde jeep ve develerle iki gün geçirip altın renkli kum tepelerini (dunes), vahaları (oasie), tuz göllerini ve Roman harabelerini göreceğiz.

Sizin anlayacağınız ilk başta Plan-B gibi duran bu Tunus gezisi birinci sınıf bir tatile dönüştü.

Geri kalan tüm zaman da havuz, deniz ve restoran arasında geçecek, tam kebap yani.

Biraz da insanlardan bahsedelim.

Ben aslında Kuzey Afrika uzmanı sayılmam, bu sadece ikinci gelişim, o yüzden çok güvenmeyin söyleyeceklerimin hassaslığına.

İlk defasında Mısır'a gitmiştim, oradan biraz biliyorum ve açıkçası Mısır deneyimimden dolayı biraz da temkinli geldim Tunus'a, ancak sevinerek yanıldığımı gördüm.

Tunuslular çok samimi, iyi insanlar.

Mısır'daki gibi hafif biraz agresiflikleri yok, hatta bir çentik fazla bile samimi ve iyiler. Mesela satıcılar fazlasıyla ölçülü. Türkiye'dekiler gibi ağızlarından yalaklık akarak taciz etmiyorlar turistleri. Konusu değil ama madem yeri geldi, o zaman söyleyeyim, bu satıcı tacizi yüzünden hiç de azımsanmayacak sayıda tanıdığım yabancılar bir daha Türkiye'ye gitmemeyi düşünüyorlar.

Tunuslular Türkleri çok seviyor ve kendilerine çok yakın hissediyorlar. Bir de istisnasız hepsi Tayyip Erdoğan'a hayran, "Bon President" yani iyi başkan diyorlar, başka birşey demiyorlar.

Bana birisi sordu ne düşünüyorsun Tayyip hakkında diye. Kırık Fransızcamla "Ya, yaptığı çok iyi şeyler de var, aynı fikirde olmadığım şeylerde, sonuçta o bir politikacı..." falan derken etrafındaki iki kişi de lafa girsi, sanki ben İsrail hükümet sözcüsüymüşüm gibi lafı ağızıma tıkadılar.

"Yok, yok, Erdoğan en iyisi."

Reklamın kötüsü olmazmış. Kimse, ne Ecevit'i, ne Demirel'i bilmezken herkes Tayyip'i tanıyor ve seviyorsa, şapkamızı çıkarıp başbakanımızı selamlayalım ve sevsek de sevmesek de kredi hanesine bu başarısını kaydedelim.

Tunuslular dindar insanlar. Kadınlar kapalı, yaşlı, genç herkes beş vakit namazını kılıyor, ancak etrafındaki kendileri gibi olmayanlara fazlasıyla hoşgörülüler. Bu en azından turistik Cerbe'de böyle. Başka yerde nasıldır bilemem.

Ve yemek.... Yıldızlı pekiyi. Bize yakın yemekler ve tabii ki Tunus'un trade mark'ı kuskus.

Şimdilik bu kadar. Devamı gelecek.

1 Temmuz 2012 Pazar

Hırsız-Polis II

Bir önceki yazımızda Suriye'nin düşürdüğü uçağımızla ilgili elimizde olan bilgilere bakıp yorumlamıştık. Bu yazımızın hedefi ise bu olayı kimin gerçekte yaptığını yada yaptırdığını bulmaya çalışmak.

Tabi ki ne yazdıysam sadece benim fikrim ve tahminlerim. Olayı benim gibi basından takip eden kimseden daha fazla bir şey bilmiyorum.

Önceki yazıda Komiser Colombo, yada Agatha Chrıstie daha doğrusu kahramanı Hercule Poirot tarzı şüphelileri belirlerken bu uçağı düşürme motivelerini de belirleyeceğiz.

İlk önce İran’dan başlayalım. En kuvvetli şüpheli olmasa da en kuvvetli şüphelilerden biri bence.

Çünkü motivi çok kuvvetli.

Bu işi tezgahlamada İran’ın beklentisi, olay nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın net bir diplomatik kazanç.

Şöyle düşünün.

Eğer Türkiye Suriye’ye saldırırsa İran’ın bölgedeki en önemli rakibi yıllar sürecek bir savaş batağına saplanacak, ekonomik büyümesi duracak, başka hiçbir şeyle ilgilenemeyecek, İran da bu arada Irak başta olmak üzere, Azerbaycan ve diğer bölge ülkeleri üzerinde etkisini katlayacak.

Yok Türkiye saldırmazsa, İran’ın bölgedeki en büyük rakibinin kof olduğu ortaya çıkacak, Türkiye bölgesel güç iddiasından büyük ölçüde vazgeçmek zorunda kalacak çünkü kimse onu takmayacak.

Gel de şüphelenme.

Ancak İran’ı sorumlu ilan etmenin en büyük engeli, İran’ın bu işle bağlantısı olduğunu gösterir hiçbir delil olmaması.

Sıfır yani, İran’ın dolaylı olarak ucundan bile bu işin içinde olduğunu gösterir bir delil kalıntısı bile yok.

Peki başka kim ve niye yapmış olabilir bu mini saldırıyı?

Mesela Kürtler.

Niye olmasın? Türkiye Suriye ile sonsuza dek sürecek bir savaşa girer, Kürtler de bağımsızlık ilan eder.

Akla yakın gibi görünse de ilk başta, Türkiye ile Suriye’nin savaşı ille de Kürtlere bağımsızlık garantisi vermez. Bu savaşların kime ne getireceği belli olmaz, Kürtlerin durumu daha bile kötüleşebilir.

O yüzden ben bu motivin çok kuvvetli olduğunu düşünmüyorum. Zaten bir delil de yok.

Acaba İsrail mi yaptı?

Olur mu olur. İsraillin Suriye ile Türkiye’nin kapışmasında bence çıkarı var. Bu işi tezgahlayacak potansiyeli de.

Suriye, İsrail’in problemi. Türkiye bunu çözerse her halde İsrail üzülmez.

Ancak şimdilik bu iddiayı destekler bir kanıt yok.

Başka kim olabilir?

Acaba biz kendimiz yapmış olamaz mıyız?

Suriye, Amerika, İsrail ve Avrupa’nın problemi ancak Libya gibi problemin çözümünü motive edecek mesela bir petrol unsuru yok. Türkiye aldığı hallice birkaç sözün karşılığında bile bile bu işe girmiş olabilir.

Türk tarafının sessiz ancak planlı hareketleri bu görüşü destekler nitelikte.

Ancak bu teşhis tamamen teorik. Şimdilik bu şüpheyi destekler bir kanıt yok.

Kağıt üzerinde suçlu Suriye’nin bu işi bilerek yaptığına en ufak şekilde bile inanmıyorum.

Salak bir Suriye askeri panikle tetiğe basmış olabilir ancak bu bireysel bir hareket olarak kalır. Suriye hükümetinin başına böyle bir derdi bilerek açacağına inanmıyorum.

Bazıları Esad dikkati başka tarafa çekmek için yaptı falan dese de dikkatleri başka tarafa çekmenin daha az zararlı ve tehlikeli yöntemleri var.

Halkının büyük bir bölümünün desteklediği Sünni Türkiye’yi olaya dahil etmenin bir manasını görmüyorum.

Popüler olsalar da bence komedi malzemesinden fazla ileri gitmeyen olması imkansız bir iki teoriye de bakalım.

Mesela klasik, sosyalist, CIA komplosu hikayesi, yani Amerika yada İsrail için keşif yaparken yakalandık teorisi.

Amerika’nın uzaydan yada stealth uçakları ile Suriye’de hareket eden her arabanın plakasını okuyabilme yeteneği varken elli yaşında bir Türk RF-4’ünden medet umması absürt olur. Amerika’nın elindeki her bilginin İsrail’e de açık olduğunu düşünürsek bu teorinin ne kadar monoton ve sıkıcı olduğunu anlarız.

Daha komik benzer bir teori ise bu uçağın Kıbrıs civarlarında istihbarat toplayıp bu istihbaratı Suriye’deki direnişçilere iletmek için Suriye hava sahasına girdiğinde düşürülme iddiası.

Valla ciddi ciddi tartışıldığını duydum.

Tabii ki deli saçması tarafı istihbaratı direnişçilere iletmek için uçağın Suriye’ye gitmesi.

Sanki pilotlar direnişçilerin etrafında uçarken pencereyi açıp direnişçilere bağırmak suretiyle istihbaratı iletti.

“Lan Seyfullah, bak hele, Esad’ın adamları sağdan geliyor, te şu tepenin arkasından...”

Belki de direnişçilerin yakınına indi, istihbaratı vermek için.

“Koçum, ben sizin şefinize istihbarat vermeye geldim. Hadi ben içerideyken sen de şu uçağın yağına suyuna bir bak, camları bir sil...”

Bu bilgisizlerin bilgisizlikleri o kadar vahim ki böyle salakça teorileri üretip sonra kendileri bile inanıyor.

Başka bir teori. Rusya.

Rusya’nın yakındaki bir gemiden ateş açıp uçağımızı düşürmesi teknik olarak mümkün, burada ancak motivi oluşturmakta güçlük çekiyorum.

Yani Rusya niye yapsın bu işi?

Zaten komşularının uçaklarını düşürmeden bile Esad’ı zar zor savunuyor, kendi işini niye güçlendirsin diyorum.

Sonuçta bu işi kimin yaptığını büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. En iyisinden bir hikaye uydurup birine yıkacaklar bütün suçu.

Ama spekülasyon yapmamızı da engellemez ya bu :)

29 Haziran 2012 Cuma

Hırsız-Polis

Gelin bu yazıda biraz hırsız-polis oynayalım yada daha ziyade Agatha Christie, Jessica Fletcher veya Komiser Colombo. Sözün kısası katili bul.

Konumuz Suriyenin düşürdüğü uçağımız.

Bunun için nasıl hırsız-polis ounayacğız derseniz benim önerim şöyle.

Bu birinci yazıda elimizdeki ipuçlarını sıralayacağız. Sonraki yazıda ise Amerikan Police Thiriller'larındaki gibi motivi oluşturup suçluyu bulmaya çalışacağız.

Niye bunca işe kalkıyoruz diye sorarsanız, cevabı çok basit. Hayatımda duyduğum en ipe sapa gelmez hikye bu da ondan. Bu olayın aslı çok duyduğumuzdan düşümndüğümüzden çok farklı deyip kalıbımızı basalım ve ipuçlarına yani olay hakkında bildiklerimize geçelim.

Bir. Türk Hava Kuvvetlerine ait Suriye yakınlarında düşürüimüş bir uçak var. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu tek konu bu nerdeyse. Bunu kimse yalanlmıyor.

Tamamdır, koyalım cebimize.

İki. Uçağın pilotları kayıp. Burada zırt diyoruz çünkü bu pilotların kayıp oluşu anlaşılır gibi değil. Bu aşamada akıllı insanların kabul edebileceği iki olasılık sözkonusudur. Ya pilotlar uçakla birlikte denize düşmüş yada uçak düşmeden atlamışlardır.

Bir F-4 uçağında pilotları düşen uçaktan kurtarmak için fırlayan koltuklar kullanılır. Bu koltukların sıfıra-sıfır denilen bir özellikleri bulunur yani sıfır kilometre hızda, sıfır metre yükseklikde bile pilotları güvenli olarak uçaktan ayırır. Bu işlem sırasında önce kanopi yani pilot kabinin üzerindeki cam benzeri kaplama patlatılarak imha edilir, koltuklar roketler yardımıyla yükselir, uygun yükseklikte pilotlardan ayrılır, pilotların paraşütleri otomatik olarak açılır ve pilotlar kendinden geçmiş bile olsalar sağlam olaeak yere inerler. Fırlatma işlemi otomatik olarak pilotların yerinin bulunmasını sağlayan bir radyo vericisonı de çalıştırır.

Bu koltuklar büyük ve ağır yapılardır, yani gözden kaybolmaları zordur. Başka bir deyişle enkazına ulaşılabilen bir jet uçağının kanopisi ve koltukları yerinde midir değil midir bilinir.

Ve en üzücüsü ise geçen bir haftanın arsından pilotların hayatta olup kurtarılmayı beklemeleri mantık sınırlarının çok zorlandığı bir noktadadır.

Buna rağmen bir yetkili bile çıkıp pilotlardan umudu kestik dememiştir.

Enkazda halen kanopi, koltuklar var mıdır söylenmemiştir. Bilmeden sallamayım ama bir firkateyn ve araştırma gemisi en azından enkazdan bir görsel alabilmiştir diye düşünüyorum. Yoksa günlerdir açık denizde kovalarla suyu boşaltıp enkaza ulaşmaya çalışmıyorlardır diyorum.

Sonra bir de pilotların bulunan "eşyaları" konusu var. Ne demek yahu bu? Ne eşyası bulmuşlar? Pilotlar kanopiyi açıp parkalarını mi atmışlar aşağı? Bin metreden fazla derinde bir uçak enkazından sadece pilot "eşyası" mı kalır geriye?

Bu arada bir de Suriye tarafından kanıt olarak sözde bizimkilere verilmiş, uçaksavar mermileriyle delinmiş uçağın kuyruğu var uçaktan geriye kalan. Yani pilot eşyaları denizde yüzüyor, uçağın kuyruğu tip-top delil olsun diye Suriyelilerin eline geçiyor, artık bir Suriye gemisine mi yüzerek gitmiş, bir Suriye üssne mi konmuş bilinmez, geri kalan herşey bin bilmemkaç metre derinde.

Gel de inan şimdi...

Bu pilotlar sonra düşerken hiç mi haber verememişler kimseye? Bunların hem uçakta hem de hayatta kalma tehizatlarında radyoları vardır. Hiçbiri mi çalışmamış?

İşte pilotlarla ilgili bu cevaplanmayan sorular beni çok mu çok kıllandırdı netekim.

Neyse, ipuçlarına bakmaya devam edelim.

Üç. Bu uçak nasıl düşürüldü?

İki farklı teori var bu uçağın düşürülmesiyle ilgili. Bir, uçaksavar ateşi, iki, güdümlü füze. Bu iki alternatifin de olayın aydınlatılması açısından değişik sonuçları var ancak hikayenin gerisine bakarsak her iki olasılığın da gerçekleşmesi imkansız görünüyor.

Öncelikle uçaksavar ateşinin bir uçağı on üç milden vurmasının olasılığı, iğne ile ipliği havaya attıktan sonra ipliğin kendi kendine iğne deliğinden geçmesinden daha azdır. Düşünmeye bile değmez. Yani eğer uçağımız gerçekten de söylenen yerde vurulmuş ise Suriye uçaksavarlarının "sahilden" bunu yapmaları olası değildir.

Bu da zaten bizimkilerin medyada pompaladıkları senaryo.

O yüzden herkes uçağımızı vuranın bir güdümlü füze olduğundan emin.

Bu güdümlü füze hikayesinde ise bence medyanın çok fazla ilgi göstermediği çok önemli iki delik var. Birinci delik eğer bu füze Suriyenin bildik hava savunma sisteminden gelmiş ise niye hem uçagın hem de bizim karadaki radarın ekranında görünmemiş?

Öyle ya eğer bizim radar düşen uçağı düştüğü ana kadar takip edebilmişse, gelen füzeyi de görmüş olması gerekir. Bu SAM'lar neredeyse küçük bir uçağın boyundadır, gördüğüm için söylüyorum, öyle radardan falan kaçamazlar. Suriyenin elinde de bildiğimiz kadarıyla low observable yanı stealth yani hayalet füzeler yok. Varsa da o füzeyi elli yaşında bir RF-4'e sıkmanın bir manası yok.

Bu hikayedeki ikinci delik ise varsayalım ki kara radarımız bu füzeyi atladı. Uçaktaki erken uyarı sistemleri nasıl bu füzeyi görmediler? Karadan havaya atılan bu füzelerin hepsi ya karadaki ya da füzenin kendi üzerindeki bir radarın yardımı ile hedeflerini bulurlar. Yani füze ateşlenmeden bile önce bir radar emisyonu hedef uçağa "kitlenir". Bu kitlenme çok kuvvetli ve aktif bir radyo yayımı ile gerçekleşir ki fark edilmemesi imkansızdır, hele ki RF-4 gibi bir uçak ile. Eğer Top Gun filmini izlediyseniz açılış sahnesinde bir F-14 pilotunun bu kitlenme yüzünden neredeyse tırladığını hatırlayın.

Uçağın erken uyarı sistemi bu kilitlenmeyi tespit ettiğinde pilot kabini pazar yerine döner. Sesli, ışıklı uyarılar pilotlara bir füzenin kitlendiğini hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemeksizin bildirirler.

Böyle bir durumda pilotların ilk görevlerinden biri bu kitlenmeyi hem birbirlerine, hem de üslerine bildirmektir.

Sesin üç katı hızında giden bir füzenin on üç mile ulaşması eğer sahilde dalgaların kıyıya vurduğu noktadan ateşlenmişse aşağı yukarı otuz saniye alır. Şimdi gözünüzü otuz saniye boyunca kapayın ve bu sürenin ne kadar uzun olduğunu hissedin. İki pilottan birinin bu süre içinde üssüne bunu rapor edememesi olası değildir.

O yüzden bu - hadi uzun uzun yazalım - karadan havaya atılmış Suriyenin geleneksel radar güdümlü füzesi hikayesi bize anlatıldığı kadarııyla tabi ki biraz yaş bence.

Dört numaralı ipucumuz Tayyip.

Başbakanımız bu olayı hiç de huyu olmayan bir biçimde "soğukkanlılıkla" karşıladı. İlk iki gün hiç sesini çıkarmadı. Ne van minüt, ne yağma gürleme.

Sonra beklendiği üzere astı ve kesti ama nasıl söyleyelim, seyircilere mahçup olmayalım tarzı bir asma kesmeydi bu sanki.

Bu arada Suriyenin kıytırık beçinci dereceden, adı şimdiye kadar duyulmamış bir dışişleri sözcüsünden başka düşen uçağın adını ağızına alan bir yetkilisini ara da bulasın. Unutmadan, Esad'ın çıkışını bu olayın bir manifestasyonu gibi görme hatasına kapılmahalım lütfen. Esad kalleş batı, savaş hali falan dese de bir kere bile düşen uçaktan bahsetmedi.

Ez cümle bu hikayede bilinenden çok bilinmeyen, söylenenden çok söylenmeyen var.

Şimci burada bir virgül koyalım ve ne olmuş olabileceğini bir sonraki yazıya bırakalım.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Fantastik Plastik

Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, aşağıdaki 50 milimetrelik objektifin hikâyesin okuyun, ilginizi çekebilir.

Ordu usulü hazır ol pozisyonunda ayakta durduğunuzu düşünün. Karın içeri, göğüs dışarı gözler ufukta.

Tam bu noktada gözünüzün içinden geçen, yere paralel hayali bir çizgi çekin.

Bu çizginin gözünüzde biten ucundan sola ve sağa doğru 90, yukarı ve aşağı doğru 60 derece ile genişleyen dört çizgi çekin. Bu uzaklaştıkça genişleyen alan, normal bir insan gözünün görme alanının yada İngilizcesiyle field of view’unun sınırlarıdır.

Bu alan 35 milimetre film kullanan bir fotoğraf makinesinde 50 milimetre odak uzunluğu olan bir objektifle görülebilen alanla hemen hemen aynı büyüklüktedir.

Sözün özü, bu 50 milimetre objektifle donanmış bir fotoğraf makinesi ile dolaşıyorsanız makina yada gözünüzle aynı büyüklükte bir alanı görüyor olursunuz.

Bu da çektiğiniz fotoğrafların daha doğal bir kompozisyona sahip olmasını sağlar.

İşte bu yüzden fotoğrafla biraz içli dışlı olan herkesin çantasının bir köşesinde 50 milimetrelik bir “normal” objektif vardır.

Bu normal objektiflerin başka bir özellikleri ise odak uzunluklarının sabit 50 milimetre olmalarıdır. Başka bir deyişle bu objektiflerle “zoom” yapamazsınız.

Hızlı fotoğrafçılar bu zoom-suzluk özelliğini biraz dudak bükerek karşılarlar. Çünkü bu objektifle resim karesine neyin gireceğini belirlemenin tek yolu fotoğrafını çektiğiniz şeye yaklaşıp uzaklaşmaktır, yani tabana kuvvet. Eğer bir zoom objektif kullanıyor olsaydınız zoom in yada out yaparak oturduğunuz yerden hiç kımıldamadan kompozisyonunuzu tamamlardınız.

Ancak her şey sayılar değildir.

Örneğin 100 milimetre odak uzunluğu olan bir objektif alın ve 50 milimetre ile çektiğiniz bir resmi iki kat daha uzaktan çekin. Resim karesine giren görüntünün boyutları yani field of view aşağı yukarı aynı olsa da iki fotoğrafın farklı karakterlerde olduğunu görürsünüz. İddiaya göre 50 milimetre objektifle çekilen fotoğraf izleyiciye daha normal, daha doğal gelecektir.

50 milimetre objektiflerin başka güzel bir özelliği de hızlarıdır. Tabii burada “hız” la kast ettiğimiz sabit bir sürede ne kadar çok ışık topladıklarıdır yoksa mesela saniyede kaç resim çektikleri gibi hız denince akla gelebilecek özellikleri değil.

Doğal olarak objektif hızlandıkça daha karanlık ortamlarda fotoğraf çekebilir.

Bir objektifin hızı “f-stop” yada kısaca “f” birimiyle ifade edilir. Teknik olarak “f” sayısı objektifin odak uzaklığının objektif açıklığının çapına bölümüdür. “f” sayısı azaldıkça objektifin topladığı ışık miktarı artar.

Örneğin genç bir insanın gözünün “f” sayısı aydınlıkta f/8 iken karanlıkta f/2’ye kadar çıkar.

50 milimetrelik objektiflerin hızları ise f/1.8, f/1.4 hatta f/1.2 ye kadar yükselebilir.

Bu arada mesela f/1.4 ile genç insan göz hızı olan f/2’nin arasındaki farkı küçümsemeyin çünkü aralarındaki ilişki doğrusal değildir. f/1.4, f/2’ye göre iki kat daha fazla ışık toplar.

Böylece 50 milimetrelik objektifinizle neredeyse zifiri karanlıkta bile gayet düzgün resim çekebilirsiniz.

50 milimetrelik objektiflerin faydalı özellikleri bu kadarla bitmiyor.

Örneğin resim kaliteleri birçok başka objektife göre inanılmaz yüksek. Birçok fotoğraf severin en keskin görüntü veren objektifi bu 50 milimetreliklerdir.

Daha mı?

Bu 50 milimetre objektifler, “bokeh” de denilen, resmin odakladığınız ana konusunu keskin, geri kalanını profesyonel bir görünümle flu yapabilme yetisine sahiplerdir.

Tüm bunların üzerine 50 milimetre objektiflerin başka bir güzel özelliği de fiyatlarının fazlasıyla ucuz olmalarıdır. Bir Canon yada Nikon 50 mm f/1.8 100 doların altında fiyata sahip. Karşılaştırma bakımından söyleyelim, yine fazlasıyla popüler ve pahalı Canon 70-200 f/2.8L IS’in fiyatı 2,300 dolar civarında.

Yanı bir SLR (film) yada DSLR (dijital) fotoğraf makinesine sahipseniz bu 50 milimetrelik “fantastik plastik” objektifi almamanız için bir bahaneniz yoktur.

Bu arada piyasada çok yaygın bulunan APS-C yada “Crop Sensor” kullanan bir DSLR fotoğraf makineniz varsa yukarda yazılan her şey 50 milimetre yerine 35 milimetre objektifler için geçerli olacaktır. Ancak 50 milimetre objektifler bu makinelerde hala çok güzel portreler çekmek için birebirdir, hatırlatalım.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...