16 Nisan 2012 Pazartesi

Poker

Gelin ekonomiyi, Çini bırakıp zevkli bir konu yazalım.

Konumuz Poker. Hani blöf yapılan, kare asın her zaman kazandığı, Las Vegas’dan Monte Carlo’ya en popüler, en zevkli kâğıt oyunu.

1900’lu yılların ortasında Amerika Birleşik Devletlerinde bulunmuş, geliştirilmiş Poker.

Bizde bilirsiniz, genelde yediliden yukarı bir desteyle, her oyuncuya beş kart dağıtılarak oynanır. Oyuncular bir defaya mahsus istediği sayıda kartları değiştirir, herkes artırmayı bırakana kadar kâğıt değiştirmeden önce ve sonra iki kere kişi başına koyulan para artırabilir. Oyuncular her an koydukları parayı bırakarak kaçabilirler.

Kartların değişik kombinasyonlarının sıralamada kendilerine ait değerleri vardır. Mesela dört tane ayni sayılı kart, üç tane ayni sayılı kartı, hatta üç tane benzer ve iki tane başka benzer kartları “yer”.

Pokerin raconunda bunların adları vardır. Per, döper, kent, üç, ful, kare, floş, floş ruayel, vs. Bunların çoğu Fransızcadan, Fransızcaya da İngilizceden geçmiş terimlerdir.

Kahve kültüründe bunların ezbere bilinmesi gerekir.

Bilenler de acayip tafra atar çömezlere.

Simdi isin gerçeğine dönersek bizdeki Poker, Pokerin onda biri bile değil. Asil Pokerin kuralları o kadar çeşitli ve karışıktır ki, bilenleriniz bilir, neredeyse bir iPad gerekir oynarken yanınızda.

Ben kendim, Amerikan Pokerinin üç beş varyasyonunu bilsem de, Amerikalı arkadaşlar bir iki elden sonra beni genelde atarlar oyundan.

Çünkü (burada biraz ukalalıkla soyluyorum tabiatı ile), “Seven Card Stud” nasıl oynanır genelde bilsem de birisi “Omaha High-low Mixed” dediği zaman başlarım sormaya.

-“Simdi bu nasıl oluyor da oluyor?”

Wikipedia’da tesadüfen denk geldim Poker türlerine. Dilimin döndüğünce anlatayım size.

Pokerin üç “ana” türü var.

Bir, Draw Poker, yani bizim oynadığımız Poker. Draw Pokerde bütün el kapalı olarak bir kerede dağıtılır, oyuncular da bir kereye mahsus ellerindeki istemedikleri kartları değiştirirler. Bizde oynanan Poker, “Five Card Draw”, yani beş kartla oynanan Draw Pokerin bir turudur.

İkinci ana Poker turu “Stud Poker” isimli Pokerdir. Stud aslen damızlık at demek olsa da argoda delikanlı anlamına gelir. Delikanlı Pokerinde, kâğıtların bazıları açık, bazıları kapalı dağıtılır. Her turda oyuncular kişi başına koyulan parayı artırabilirler.

Community Card Poker isimli üçüncü gurupta oyuncular kapalı yada açık olarak dağıtılan kartları, ortaya açılan ve her oyuncunun kullanabileceği genel kâğıtlarla birleştirip el yapmaya çalışırlar.

Bu üç gurup poker, aşağıdaki kurallardan birinin seçilmesiyle oynanır. Genelde dağıtan kişi hangi kuralların geçerli olduğunu belirler. Her el değişik oynanabilir.

Gelelim kurallara.

Lowball oynandığında en zayıf el kazanır.

High-Low Split’de en zayıf ve en kuvvetli eller potu paylaşır.

Oyuncular birbirlerine kart geçirebilirler.

Kill-Game de bir kişi üst üste kazanırsa pot ikiye katlar.

Bazı kartlar Wild Card, yani Joker ilan edilebilir. Örnek “Deuces Wilde”, yani ikililer Joker.

Twist Round’da oyuncular ortaya para koyarak desteden kart satın alabilirler.

52’lik desteden bazı kartlar atılabilir. Bizdeki Poker gibi, yediliden aşağısını atarız genelde.

Bu yukardaki guruplara benzeyen yada birkaçının birleşimi ile oluşan, Oxford Stud, High Chicago/Low Chicago, Follow The Queen, Countdown, Billabong, Guts, vs. Gibi bir dolu başka varyantları bulunur Pokerin.

Pokerin bu yüzlerce türünün tek bir ortak özelliği vardır.

Blöf!

Blöf, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip zeybeklenmektir.

Bunu yaparken de eliniz kotuyken, dünyanın en iyi eli gelmiş gibi rahat bir ifade takınmak isin raconudur. Buna İngilizcede Poker-Face, yani Poker Yüzü derler.

Aslında İngilizcede Poker kökenli bir çok deyiş vardır, bilirseniz, birkaçı aşağıda.

An Ace up in one’s sleeve, yani kolunda sakladığı as, bir kişinin gerektiğinde kullanacağı sürpriz bir hareketi anlatır.

Beats me, derler bazen, bir anlayabilsem anlamında kullanılır. Aslen onun eli benden iyi demektir.

Call one’s bluff, yani birinin blöfünü görmek.

Uluslararası borsayla ilgileniyorsanız Blue Chip terimini duymuşsunuzdur. Bu terim, güvenli, değerli, yerleşmiş firmalar için kullanılır. Blue Chip, mavi fiş demektir. Gazinolarda yüksek miktarlı fişler mavi renklidir.

Herkese bol şans...

Çin'in Büyüme Modeli

Çin, dün herkezi yerinden zıplatan bir açıklama yaptı. 

Buna göre, Çin büyüme modelini, ihracaattan ülke içi satışa ve hizmete çevirmiş.

Bu, ilk bakışta insana sanki Çin, ihracatı bırakıp ülke içinde satmak için üretim yapmaya başlayacak gibi gelse de, biraz derinine inince aradaki nüansı anlayabiliyorsunuz.

Çinin kararı, ihracatı kısıp ülke içine dönmek değil, ihracatını bugünkü haliyle bırakıp sadece büyütmemek ama üretimini ülke içi tüketime yönelerek artırmak olarak özetlenebilir.

Şimdi bayram değil seyran değil Çin niye böyle birşey yaptı diye haklı olarak sorabilirsiniz.

Ben size kendi fikrimi söyleyeyim.

Öncelikle Çinin yakın zamanda açıklanan beklenenden fazlasıyla düşük çıkan büyüme hızına bakalım.

Sizce bu büyüme rakamı niye beklenenin çok altında çıktı?

Çin hükümeti bir hata mı yaptı? Çinde bir doğal afet mi gerçekleşti? Çin işadamları mı bir anda başarısızlaştı?

Bunların hiçbiri olmadı tabi.

Olan tek şey Çinin ihracat yaptıgı ülkelerde paranın bitmesi.

Yani Avrupada, Amerikada para yok. Nada, nema, nyet, null, zero, zilch!

Olana da Çin güvenmiyor, haklı da fazlasıyla. Şımdi siz olsanız Euro’ya güvenıp orta vadeli hatta kısa vadeli herhangi bir plan yaparmısınız? Alın bakın İspanyaya. Gümledi gümleyecek. Aslında çoktan gümledi de Almanya ve Fransa üzerine oturup dumanı saklamaya çalışıyorlar.

Hal bu iken Çin de büyüme hızını kesmek yerine iç pazara yonelip, endüstrisini canlı tutmatı planlıyor. Hatta bahane ile göreceli olarak zayıf olduğu hizmet sektöründe de deneyim kazanma amacında.

Aynı Amerikanın büyük depresyondan çıkma taktiği.

Çinşn nüfusunun büyüklüğünü ve iç pazarının bakirliğini de hesaba katarsanız. Çin bu karlı oyunu yıllarca sürdürebilir.

Ne mutlu Çine...

Ama bu stratejinin Çin dışındaki diğer ülkeler üzerinde çok önemli etkileri olacak.

Gelişen iç pazara sadece Çin üretip satmayacak. Çoğunluğu Çin de olsa, Avrupa ve Amerika da bu yeni pazardan payını alacak.

Ben kişisel olarak bunun Amerıka yada Avrupayı kurtaracağını düşünmüyorum. Bunun ilk sebebi, Çin hükümetinin öyle kolayca kendi pazarını dışarıya açmayacağı.

Bu günlerde Çin ile iş yapanlarınız bilir, Çin hükümeti bu modern kapütülasyonlara karşı çok akıllıca hareket etmeyi bilmiş, öyle serbest ekonomı falan gazı ile labadak diye pazarını kimseye açmamıştır. Kanırtırlar adamı inanın bana, bir parça malınızı Çinde satmak için.

Bunun bir sebebi de işin ucunda diğer pazarlarını birbirine açan ülke örneklerden farklı olmak üzere Avrupa Topluluğu, Serbest Dolaşım falan gibi ilk bakışta tatlı gelen rüşvetlerin olmayışıdır.

Bugün kimse asarım keserim aç pazarını yoksa.. falan gibi boş tehdıtler yapamaz dünyanın en büyük ordusuna.

Öyle ambargo falan da sökmez. Sadece kendısıne üretip satarak yıllarca idare edebilir Çin. Üretım maliyetlerini son onbeş senede yüzde on seviyelerine düşürmüş uluslar arası dev şirketlerin hiçbiri kabullenmez zaten ambargo kılıklı yaptırmacaları.

Buraya kadar özetlersek, Çin iç pazara yöneldi ve büyümesini sürdürdü, Amerika ve Avrupa da bu işten biraz nasiplendiler diyebiliriz.

Bu kulağa hiç de kötü gelmiyor. Alan da satan da memnun gibi.

İşte burada bence en önemli faktör devreye giriyor. Enerji.

Gelişen Çin iç pazarının kaçınılmaz olarak enerji ihtiyacı artacaktır, hem de o kadar ciddi bir biçimde artacaktır ki şu anda sadece batı pazarlarının kullanımına tahsis edeilmiş enerji, asıl olarak petrol, Çine akmaya başlayacaktır.

İşte tam bu anda zurna zırt demeye başlayacaktır arkadaşlar.

Çünkü siz ne bunu önlemek için gelişen Çin pazarına bilgisayar al ama araba alma diyebilirsiniz, ne de Amerikalıya araba kullanmak yerine trene bin.

Oyarlar adamı walla.

Bunun sonu ne olur derseniz, daha önce uzun uzun yazdıklarımı tekrar etmeden sadece şanslıysak yeni bir enerji kaynağı yada şanslı değil isek savaş diyebiliriz.

Atalım parayı havaya. Yazı mı tura mı?

15 Nisan 2012 Pazar

Çin İzlenimleri

Çin anılarından sonra biraz da Çin izlenimlerini yazmak istedim.

Pekin havaalanına indiğimizde itiraf etmeliyim çok heyecanlıydım. Çin, bildim bileli beni meraklandıran mistik bir ülke olmuştur. Hem tarihiyle hem de bir medeniyet inşa etmiş bir ulus olmasıyla beni hep cezbetmiştir.

İşte bu yüzden bir an önce havaalanından çıkıp ülkeyi görme isteği ile acele ediyordum.

Ama çok iyi de biliyordum ki eski doğu bloku ülkelerine, rejimleri değişmiş bile olsa yabancı bir pasaport ile girmek traomatik bir deneyimdir.

Pasaportunuzu defalarca göstermek zorundasınızdır. Görevli, bir size, bir de pasaportunuzdaki resme defalarca bakar.

Sayfalarca kâğıt üretilir, bu kâğıtlar ikiye bölünür, biri girişte kullanılır, diğerini çıkarken verirsiniz. Geri kalanlarına delikler açılır, klasörlere konur. Pasaport bankosunun arkasında devamlı pum, pum, pum seklinde damga sesini duyarsınız. Doğu bloğu ülkeleri damgalamayı her nedense çok severler.

Sonra size görev gereği geleneksel, niye geldiniz, nerede kalacaksınız sorularını sorarlar ama cevabini dinlemezler bile.

O güne dönersek, uçakta dağıtılan ve inmeden doldurduğumuz giriş formlarından sonra en az bir saati gözden çıkarmıştım.

Pasaport bankosunu bulduk. Görevli kız güler bir yüzle belgeleri istedi. Bu arada bir kamera otomatik olarak resmimizi çekti. Sadece bir kere “pum” sesini duydum. Ve neredeyse üç dakika içerisinde işlemimiz bitti. Bankonun hemen yanında memurun size karşı davranışı ve hızını değerlendireceğiniz otomatik bir terminal koymuşlardı. Memnuniyetimizi belirtip geçtik.

Çin benim ilk gördüğüm komünist ülke. Komünizm sonrası birçok ülkeyi görmüş olsam da bunların çoğu komünizmden kurtulma psikolojisi içinde ülkelerdi.

Pekin ilk görüşümde beni mahcup etmedi. Evet, tüm şehir tipik komünist bir cehreye sahip. Eskiden düşündüğümüz kadar gri ve zevksiz olmasa da tek tip binaların, ayni türde estetik olarak fazla önemsenmemiş yapıların oluşturduğu bir şehir.

Komünizmin iyi taraflarından da payını fazlasıyla almış Pekin. Bir kere dünyanın neredeyse en güvenli şehri. Sonra belki İsviçre’den bile daha temiz – ama burada yerlere tükürenleri hariç tutmak gerek. Çinde yerlere tükürmek ayıp değil. Kadın, erkek herkes yerlere tükürüyor. Her an o “Haaaak!” sesini duymanız mümkün. Her nedense “Tuuuu!” bölümü pek duyulmuyor.

Caddeler her iki yöne de beş-altı şerit genişliğinde. Yani karşıdan karsıya geçmek için koşmanız gerekmekte. Ama trafiği hiç sormayın. Türkiye’den sonra gördüğüm en kötü trafik. Yayalara yeşil yanarken bile arabalar tereddütsüz yayaların üzerine geliyorlar.

Ayni Türkiye gibi, yayalık ikinci dünya savaşı zamanlarında, Berlin’de, boynunuza “Ben Yahudi’yim” yazılı bir tabela asıp dolaşmaya benziyor.

Cinde her şey “halkın”. Cumhuriyet, “Halkın Cumhuriyeti”, para birimleri “Halkın Parası”, caddelerin ismi “Halkın Caddesi”, meydanların ismi “Halkın Meydani”, parlamentoları “Halkın Parlamentosu”. Bir sure sonra Çincesini bile söküyorsunuz. Çincede “Ren Min”, “Halkın” demek.

Aksam belli bir saatten sonra estetik amaçlı bina aydınlatmaları kapanıyor, belli cadde ve meydanlara giriş yasaklanıyor.

Facebook, Youtube yassah.

Tam komünist bir ülke yani.

Tam bu fikre alışmışken, bir sure sonra bu komünist ülke tanımında sanki bir tuhaflık var hissine kapılıyorsunuz.

Proletaryaya karışmış, yolda yürürken karşınıza bir Porsche bayisi çıkıyor. Hadi bu Halkın Porsche’u diyecekken bir alış veriş merkezine giriyorsunuz ki Las Vegas’da yok böylesi. Louis Vuitton’dan Armani’ye, Prada’dan Gucci’ye her şey var.

Bunlar öyle turistik falan değil. Sokaklarda Ferrari’leri, Prosche’ları görüyorsunuz, Proletaryanın ellerinde Louis Vuittonlar, üzerinde Gucciler. İnanmayanlar Facebook’taki albüme baksınlar.

İşte bütün bunların üstüne bir de Şanghay’ı görünce artık bu komünist ülke düşüncesini çöpe atıyorsunuz. Şanghay ile New York arasında çok az fark var.

Hem de kapitalizmin tüm “şeytani” enstrümanları ile. Bankalar, Menkul Kıymetler Borsası, büyük şirketler, vs...

Kimse yanlış anlamasın, bence bu çok iyi bir şey. Tüm bunlar Çin ve Çin halkı için son derece faydalı kurumlar. Çin bir gün gerçek bir süper güç olursa bunların sayesinde olacak.

İşte böyle. Çin’de komünizm kapitalizme adapte olmuş. Bu çok ilginç gelse de kulağımıza, Çin’e önemli bir avantaj kazandırıyor. Eğer her iki ideolojinin de iyi taraflarını kullanmayı becerebilirse Cin’i tutmak çok zor olacak gibi.

Her ne dersek diyelim Çin artık kapılarını açmış, geliyor, hem de gümbür gümbür. Dünyanın gerisinin hayati artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.

Cinle ilgili birkaç başka önemli noktanın altını çizelim

Komünizmin ilk dönemlerinde yasaklanmış olsa da daha sonra inanç özgürlüğü benimsenmiş. Budizm, Taoizm, İslam, Protestanlık ve Katoliklik devlet tarafından resmi olarak tanınan dinler. Konfüçyüzim ise bir din değil felsefe olarak kabul ediliyor.

Gezip görmek için ise esi bulunmaz bir hazine. Unutmayalım, Çin bir uygarlık kurabilmiş Yunanlılar, Romalılar, Moğollar ve tabii ki Türkler gibi nadir uluslardan biri. Bu yüzden de tarih, kültür ve yaşamlarında görmeğe değer birçok şey var. Yasaklı şehir, Çin seddi, tapınakları, sarayları, mutfakları görüp yasayan herkesi fazlasıyla etkileyecektir.

İşte benim penceremden uzak doğunun süperstari.

13 Nisan 2012 Cuma

Çin'de Bir Taksi Macerası

Çince dünyanın en zor dillerinden biri. Hem telaffuzu çok zor hem de kelime hazinesi fazlasıyla kendine özel. Bir de yazıllı gördüğünüzde okuyamadığınızdan artık kulağınızla duyduğunuz gibi söylüyorsunuz yerleri, yemekleri, vs.

Jelena çok güzel uydurmaya başladı ilk birkaç saatten sonra.

Mesela Tiananmen meydanı oldu size “Tiam-Miam” meydanı.

Çin para birimi Renmenbi benzeri biçimde “Ram-Pam-Pim” haline dönüştü.

Neyse.

Çin’de taksiler çok ucuz, o yüzden şehir içi yolculukların çoğunu taksiyle yaptık.

Ama Çin’de taksiye binmenin de bir raconu var. Şöförü sizin söylediğiniz yere gidebileceğine ikna etmeniz gerekiyor.

Pekin’deki son günümüzün sonunda, ikimiz de bitap, bir taksiyi durdurduk. Hemen içine atladık. Ben şöföre otelin adını söyledim.

-“Crowne Plaza please...”

Şöför de bana dönüp:

-“Hay Hoy Hoyda Hagaaaaaaa!”

Diye bağrdı.

Geçmişten tecrübeliyiz, Jelena hemen arkasında otelin planının, önünde ise adının ve adresinin Çin alfabesiyle yazılı olduğu kartı gösterdi taksiciye.

Taksici kartı aldı, baktı, baktı, baktı, ...., baktı, ...,

-“Hagaaaaaaa!”

Diye bağırarak kartı geri verdi.

Ben nasıl sinirlendiysem, haydi lan Jelena iniyoruz deyip kapıyı actım ki, şöför gaza basıp hareket etti.

Tam neyse anladı derken üçyüz metre sonra kenara çekip durdu ve bize döndü.

-“Aaaaaaaaaaa!”

O kadar komik bir pozisyondayız ki arkadaşlar, arabanın içinde amaçsız bir biçimde bekliyoruz. Şöför gideceğimiz yeri bilmiyor, otelin adını anlamıyor, adresin yazılı olduğu kartı arkasındaki yol planına rağmen yorumlayamıyor, bu arada bizi de asağı indirmiyor.

Tam bu anda Jelena bır aslan kesildi ki, çantasından hop hop otobüslerinden kalan planı çıkardı, plastik muhafazanın altından şöföru çimdikleyip planı onun burnuna soktu.

Sonra da ilk günlerde Tiananmen’i söyleyemeyen o değilmiş gibi,

-“Look, this is Pudong, we are here (bak burası Pudong, biz burdayız), and this is Yungchonyoung, the hotel is here (burası da Yungchonyoung, otel burada), now you make a left turn here on this street, cross the tunnel and get to Yungchonyoung through Wonponyan road (şimdi bu caddeden sola dön, tüneli geç ve Wonpoyan caddesinden Yungchonyoung,a geleceksin.”

Diye bağırdı.

Şöför yol boyunca bir daha konuşmadı. Sorunsuz olarak otele geldik.

Çin-gilizce

Avrupa kökenlı bir dili konuşuyorsanız, diğer Avrupa dillerinde çok fazla ortak kelime bulabilirsiniz. Hayatta kalma (survival) durumlarında bu çok işe yarar. Kaş göz yarsanız da yolunuzu bulursunuz.

Eşim Jelena Latınceyi yazama ve konuşma seviyesinde çok iyi bilir. O yüzden onunla Avrupa yada Latin Amerikada seyahat etmek çok kolaydır. Mesela İspanyolca eğitimi almamış da olsa, İspanyolca konuşulan bir ülede özellıkle bir iki günden sonra şakır şakır İspanyolca konuşmaya başlar, adres sorar, muhabbet eder, vs.

O yüzden genelde hep ben ona “Jelenacım, sorarmısın fotoğraf çekebilirmiyiz?” yada “Söylermisin domates koymasınlar?” şeklinde sorma pozisyonunda kalırım.

İşte bu makus talihim Çin’de değişti arkadaşlar.

Havaalanından hemen bir taksiyle otele gittik. Jelena resepsiyondaki kıza:

-“Good afternoon, my name is Jelena Nalci, we have a reservation for three nights.”

Dedi. Kız da ona aynen aşağıdaki gibi cevap verdi:

-“Melkomtooulhotelt, aummmnn, doyoman aah smokinlom olnonsmokinlom?”

-“Ha?”

-“Yollom madam, smokinolnosmokin?”

Jelena pes dedi, bana döndü ve sordu:

-“İngilizce mi konuşuyor bu?”

Hee, İngilizce dedim. Üçbeş muhabbetim olmuştur geçmiş yıllarda. Çin-gilizceyi biraz anlarım.

-“We would like to have a non-smoking room ma’am.”

Dedim, yani sigara içilmeyen oda.

-“Noploblemt, aummmnnn, kennaihavlyolkalt?”

-“Sure. Is Visa fine?”

-“Noploblemt”

Bu olaydan sonra neredeyse tüm danışmalarımızı ben yaptım :)

Çin’e Gitmenin Bir Güzelliği

Bir hafta Çin’de gezindik ya, artık Çin uzmanı sayılırız. O yüzden size Çin anlatayım biraz.

Çin, bildiğiniz üzere dünyanın en kalabalık ülkesidir. Nüfusu, çoğunlukla bulduğu ile yetinen, daha fazla isterük diye bağrınmayan mütevazi insanlardan oluşur.

Bu insanlar, o kadar az para ile çalışmaya razılardır ki, dünyanın geri kalan yerlerindeki fabrikaların çoğu kapanıp Çin’e taşınmışlardır. Avrupa ve Amerıka'nın son günlerdeki yırtınmalarının en önemli sebebi işte budur çünkü ülkelerindeki insanlar bu yüzden işsiz kalmış durumdadırlar.

Bu süreç o kadar fazlasıyla ilerlemiş durumdadır ki artık geri dönülmez noktayı geçmiştir. Başka bir deyişle Amerika ve özellikle Avrupa yaşam düzeylerinde aşırı belirgin bir düşüşü kabullenme durumuna gelmişlerdir.

Zaten Sarkozy amca baklayı ağzından çıkardı geçenlerde.

“I want France to remain a land of production.”

Yani:

“Ben Fransanın bir üretim ülkesi olarak kalmasını istiyorum.”

Eh, isteyenin bir yüzü karaymış...

Neyse, bugün konumuz bu idiot değil, biz Çin’e dönelim.

Yukarda anlattıklarımızı kısaca özetlersek ucuz işgücü sebebiyle dünyadaki üretimin büyük bölümü Çine kaymış durumda.

Hal böyle olunca Çin’e gitmenin bir güzelliği de ucuz alış veriş yapmak diye düşünüyor insan.

Eşim Jelenayla Pekin’in ipek pazarında dolaşıyorduk. Jelena kendini ipek elbiselerin, başörtülerin içinde kaybetmişken ben de iş olsun diye takım elbiselere bakayım dedim, alacağım falan yok yani.

Hemen bir Çinli kız belirdi yanımda. Baktığım elbiseyi indirip üzerime tutmaya, ceketin eteğini, kollarını çekiştirmeye başladı. Ben de iş olsun diye sordum:

“Kaç para?”

Kız, Üçbin Yuan dedi. Çarptım, böldüm, beş yüz dolara geliyor. Neredeyse İsviçre kadar pahalı.

“Yok bacım, sağol.”

Dedim.

Kız da durup,

“Sen kaç para verirsin?”

Diye sordu.

Ben de Çin hesapta ucuz ya, Türklüğün de verdiği bir gayretle:

“Üç yüz Yuan”

Dedim, yani söylediği fiyatın onda biri.

Tam bu anda kız bir kırmızı yandı ve söndü.

Önce bana dilini çıkardı.

Sonra da “Yev Yev Yev” diye benim taklidimi yapıp göbeğime bir yumruk attı.

Daha sonra da dönüp arkadaşlarına Çince konuşmasam da anlamamın zor olmadığı birşeyler söyledi.

Ben hemen dükkandan kaçtım.

Kıssadan hisse, siz siz olun, Çin ucuz diye vurgun yapmaya kalkmayın :)

2 Nisan 2012 Pazartesi

Alkolizm

Alkoliklik, yada tıbbi deyimiyle Alkolizm, alkol içeren içeceklerin devamlı ve aşırı kullanımı olarak özetlenebilir.

Alkolizm, hem fiziksel, hem de psikolojik hatta psikiyatrik bir hastalıktır.

Dünya sağlık organizasyonu, dünyada 140 milyon alkolik olduğunu tahmin etmekte.

İçmeyen de var tabii ama bir çoğumuz az yada çok alkol kullanırız. Kendimden örnek vereyim, haftada bir yada iki şişe arası şarap tüketirim.

Ben kendimi alkolik olarak görmüyorum. Siz de gün aşırı bir iki kadeh içiyorsanız, korkmanıza yada bu yazıyı üzerinize almanıza gerek yok. Alkoliklik tanımı sizi bu koşullarda içermiyor demektir.

Peki, alkolikleri alkolik yapan nedir öyleyse?

Tıbbi tanımlarını merak eden açsın, okusun Google’dan, ben size benim tanımımı söyleyeyim.

1) Eğer içmek bir ihtiyaç haline dönüşmüşse. Bir gece içmemeyi göze alın. Becerebiliyorsanız alkolik sayılmazsınız benim kitabımda.

2) Etrafınıza baktığınızda, aksam on ikiden önce yatan, sabah erken kalkan insanlar yerine, sabahın üçünde sallana sallana yürüyen, devamlı negatif, her şeye kızan, küfür eden, söyledikleri anlaşılmayan insanları görmeye başladıysanız...

Ya alkoliksinizdir, yada alkolik olmak üzeresinizdir.

Alkolikler, özellikle içkiliyken, mucizevi bir şekilde zeka seviyelerinin arttığına ve etrafındakilerin de salaklaştığına inanırlar. Etrafınızda alkolik biri varsa aşağıdakiler size yabancı gelmeyecektir.

- “Walla sadece bir kadeh içtim.”

- “Sana yeminle, bir haftadır ağzıma koymuyordum, bugün bir kadeh içeyim dedim, o da sana denk geldi.”

- “Sen bir bilsen, başımda ne işlerin olduğunu, benim başıma gelenlerin yarısı senin başına gelse, sen alkolik bile olurdun.” (Bu arada buradaki ince imaya dikkat. Zat, alkolik olmadığını sokuşturuyor arada...)

Biraz üzerine gidin, arkadaş asabileşecektir.

- “İçtiysem içtim lan, adam mı yersin yani?, Sana mı soracağız?”

- “Bak gelme üstüme, kötü olacak.”

Hadi biraz daha gidin üstüne...

- “Ziktir lan...”

Bir çok alkolik kendilerinin komplo kurbanları, dünyanın en şanssız insanları yada ölmeden önce son nefeslerini vermek üzere olduklarına inanırlar.

Başka bir belirti ise olmayan şeyleri önce olmuş gibi anlatmak, sonrasında da bunun aslında olduğuna inanmaktır.

Bakın etrafınıza, eminim bu belirtilerin en azından birkaçını gösteren birilerini göreceksinizdir.

Gelelim bu alkoliklerin sonlarına.

Alkolik olup da bu hastalıktan kurtulan insanlar - benim tecrübeme göre tabii, çok nadirdir.

Alkolle gelen fiziksel bağımlılık ve en ufak bir mesaneti olmayan sahte ego, bu şahısların durumlarının farkına varmalarına, hastalıklarını kabullenmelerine ve uygun çözümü aramalarına engel olur.

Alkolizm ilerledikçe sonuçları iki genel gurupta ortaya çıkmaya başlar, Sosyal ve fiziksel.

Sosyal olarak, birey, normal arkadaşlarını, diğer alkol bağımlısı arkadaşlarla değiştirmeye baslar.

Kendisi gibi alkoliklerin bulunmadığı sosyal ortamlarda yabancılaşır, tutarsız konuşmaya başlar, etrafındakileri sinirlendirir ve sonunda bu ortamlardan dışlanır.

Ailesinde sorunlar yaşamaya baslar, ileri safhalarda evliyse evliliğini, yoksa ilişkisini kaybeder. Aile içi şiddet, arkadaşlarla kavga baş gösterir.

Sonuçta alkolizm kurbanı kişi yalnızlaşır (ama hala sizi salak yerine koyup içmediğine inandırmaya çalışacaktır).

Wikıpedia’ya göre, fizyolojik olarak kanserden karaciğer bozukluğuna kadar birçok hastalık baş gösterir. Çok yakın bir akrabam da dahil birkaç örnekte kol ve bacak gibi uzuvların bir bir kesildiğine tanık oldum.

Uzun süre birlikte çalıştığım ve çok sevdiğim bir kişi bir otel odasında ölü bulundu. Bu olay beni çok etkilemişti.

Niye bu tatsız yazıyı yazdın diye sorarsanız.... Sormayın boş verin. Sadece etrafta kötü bir koku var deyip geçelim...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...