31 Ekim 2022 Pazartesi

Manchester - Sol Eller Havaya!

Sevgili arkadaşlar, bugünkü konumuz gereği biraz komünizmin köklerini araştıracağız. Ne olur komünizm dediğimde sosyalizmi de anlayın çünkü aralarındaki yapay fark yazımızın anlamını değiştirmeyecek kadar küçük.

Birçoğumuz, komünizm, sosyalizm gibi sol ideolojileri genellikle Rusya ve Çin ile özdeşleştiririz. Bu da fazlasıyla doğal bir reflekstir. Çünkü Rusya ve Çin, dünya üzerimde komünizm ile yönetilen - kendi iddaları tabii - önemli büyüklükte iki ülkedir. Bu kokteyle tat versin diye bir tutam Küba, Vietnam falan da eklerseniz, ortalık bayağı bayağı kırmızılaşmaya başlar.

Ancak, tanıdığım bir çok eski/hala komünist arkadaşımın hayallerini yıkma pahasına söylemeden edemeyeceğim. Komünizm, ne Rusya'da, ne Çin’de doğmuştur. Hatta komünizm doğduğunda, bu iki ülkede birinci sınıf Orta Çağ artığı monarşiler vardı. Aynı şekilde bu iki ülkede komünizmin temeli, endüstriyelleşme ve ezilen bir işçi sınıfı falan da o zamanlar hiç bir şekilde yoktu. Neredeyse tamamı kırsal, yani köylü bir nüfus vardı ve tabiatıyla katma değer, kapital falan gibi kavramlar da bu ülkenin halklarına pek uygulanabilir değildiler.

Hard core kominist okuyucuların "Ama köylü nüfus sömürülmüyor muydu?" dediğini duyar gibiyim. Aslında köylü nüfusun sömürüldüğü doğrudur tabii ki. Ancak köylü nüfus, ağalığın, beyliğin icad edildiği Ortaçağ'dan beri sömürülmekteydi. Yani bunları kurtarmak için Marks'a, Lenin’e falan gerek yoktu. Robin Hood bu işi gayet güzel beceriyordu.

Zaten bu yüzden kırk sene öncesinin copy/paste komünistleri, Türkiye'de işçinin, emekçinin özgürlüğü falan diye ortaya atıldılar, sonra bir de baktılar ki ülkede ne endüstri, ne de öyle hatrı sayılır, sömürülen bir işçi sınıfı var. Sonrasında söylemlerini işçinin/köylünün özgürlüğü şeklinde değiştirdiler,. Ancak bir kez daha gördüler ki, köylüleri sömüren Das Kapital sermayedarlar değil, toprak ağalarıydı. Sözde gaddar, özel sektör kapitalist sermaye sahiplerinin işçileri ise hayatlarından oldukça memnundular.

İşin ilginçi, bu köylü temelli komünizm Türkiye’de tutmamış olsa da, Çin, köylüleri temel alan komünist bir devrim gerçekleştirdi. Mao, Çinli köylülere opera dinleterek başa geldi. Ancak Çin, günümüzün anlamında gerçek bir endüstri toplumuma dönüştüğünde, yani tam komünizmin şakkadanak oturacağı bir zamanda, gitti, kapitalist ve emperyal bir devlet haline dönüştü.

Türkiyedeki solculara dönersek, mesaisini harcayıp okumuş, ne dediğini bilen azınlığı tenzih ederek söylüyorum, bunlar baktılar ki bu sermayenin işçi sömrüsünü temel alan klasik komünist yaklaşımı tutmadı, bu kez sermaye sahipleri yerine, devlette çalışan işçilere arka çıkmayı denediler. Böylece Türkiye, 'kapitalist' devletin sömürdüğü işçileri kurtarmak için ortaya çıkmış, yine devletçi, sosyalist bir ideolojiyi benimseyen acayip bir toplulukla karşı karşıya kaldı (tevellütü yetenler DİSK'leri, falan hatırlarlar). Başka bir deyişle bu 'devrimciler' becerebilselerdi, devletçiliği bunlar kapitalist diye kaldırıp, yerine sosyalizm diye yine devletçiliği getireceklerdi.

Keşke, ülkeye, gelişmiş toplumlardaki endüstri devriminin ortaya çıkardığı komünizm gibi bir ideoloji yerine, Orta Çağ'ı sonlandıran aydınlanma gibi daha basit bir devrime ihtiyacı olduğunu görseler, ve enerjilerini bu ilkel toplumu endüstri toplumuna dönüştürmek için harcasalardı, biz de bu günlerde malum sorunlarla uğraşmıyor olurduk.

Yanlış anlamayın, bu solcu güruhun hemen tümünün niyetleri iyiydi, ideolojilerine de tüm kalpleriyle inanıyorlardı. Bu süreçte çok da canları yanmıştı. Onlara hala derin bir sempati beslerim. Ancak o zaman da aynı fikirdeydim, şimdi de öyleyim, insan ne için savaştığını bilerek bir savaşa girmeli, öyle gençlik aklıyla okuduğu kitaplardaki klişelere göre değil. Herneyse, konumuz bu değil.

Komünizm'in olmazsa olmazı endüstriyelleşme, yani fabrikalar, fabrikaları finanse edecek kapital yani sermaye, ve fabrikalarda çalışan, sermayenin sömürdüğü işçilerdir. Bu yüzden de Komünizm'in kökenini bulmak için bu üç unsurun bulunduğu yerlere bakmamız gerekir.

Yukarda da söyledim, komünizmin kökenini Rusya'da, Çin'de falan bulamazsınız. Buralarda bulsanız bulsanız koministim deyip, diktatörlüğe evrilmiş Stalin gibilerinin reliklerini bulursunuz. Moskova'yı, Saint Petersburg, yani Leningrad'ı, Pekin'i, Şangay’ı adım adım gezmiş biri olarak söylüyorum.

Komünizmin köklerini bulmak için kömür yakıp, buhar gücüyle makinelerin çalıştırıldığı, yani endüstri devriminin başladığı İngiltere'ye bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar. Yani Avrupa'ya, özellikle de Manchester kentine.

Manchester, İngiltere'nin kuzeyinde, dikkat, adanın değil, İngillere ülkesinin kuzeyinde, yani İskoçya'nın güneyinde, bir kent. 1800'lü yılların ruhuyla başkent Londra'dan uzak, renksiz bir yer. Benim çocukluğumun, memurların şark hizmetini görmeye gittiği Doğu Anadolu gibi düşünebiliriz. Buhar gücü bulunup, mertlik bozulmadan önceki tek faaliyeti, binlerce kadının çıkrıkçı tezgahlarımda ürettiği pamuklu kumaşlarmış.

Kömür ve buhar gelince de bu el işi tezgahlar tekstil fabrikalarına dönüşmüş.

Manchester, dünyanın ilk endüstrileşmiş kentidir sevgili arkadaşlar.

Fabrika demek artan üretim ve daha kaliteli mamul demektir. Başta Osmanlı, dünyanın geri kalanının bir zamanlar yere göğe koyamadığı 'İngiliz Kumaşı' hep bu fabrikalarda üretilmiştir.

Endüstrileşme ile gelen dönüşüm, Liverpool, Preston gibi Manchester'ın komşusu kentlerinde de başlamış, kısa zaman içerisinde Kuzey Ingiltere, ülkenin endüstri merkezi haline gelmişti.

Fabrikaların çoğalması bu bölgede bir anda iş imkanlarını artırdı. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde on binlerce kişi iş bulabilmek için bu bölgeye akın etti. Manchester kontrolsüz bir biçimde büyüdü.

Kominist dostlarım kızmasın, kapitalist ekonominin kuralı çok açıktır. Talepten çok arz varsa fiyatlar düşer. Çalışmaya hevesli bunca işsiz bir kente doluşunca elbette maaşlar da azalır. Fabrika sahipleri haftada altı gün, günde de on altı saat çalıştırdıkları işçilere gerçekten açlıktan ölmeyecekleri kada bir para veriyorlardı. Bir de bahraneleri vardı, bir nevi dış güçler söylemi sizin anlayacağınız. Napolyon'un çıkarttığı savaşlar yeni bitmişti ve sözde, ülkede işler bu yüzden kesattı!

Aynı anda başka bir tezgah dönmekteydi. Zamanın İngiltere'sinde 'Corn Laws' ismi verilen bir dizi ithalat kanunu yürürlükteydi. 'Corn Laws', 'Mısır Kanunları' şeklinde çevrilse de, siz mısırı tahıl olarak anlayın.

Bu kanunlara göre Ingiltere’ye tahıl ithâl etmek koşullara göre ya imkansız, yada çok yüksek gümrük vergilerine tabiiydi. Bunun sebebi de Ingiltere’de tahıl eken azınlığın cebine para girmesini garantilemekti elbette. Eğer yurt dışından ucuz tahıl gelmezse, İngiltere’de üretilen az miktarda tahılın fiyatı anormal düzeylere yükseliyordu.

Kısaca ekmeğin fiyatı o kadar yükseldi ki, zaten maaşları kuşa dönmüş işçiler açlıkla karşı karşıya kaldılar.

İşçiler bağırmaya başladılar ama onları duyan olmadı. O günlerde zaten zar zor nüfusun yüzde onu oy kullanabiliyordu, bunların da çok azı Kuzey İngiltere'deydi. Mesela Liverpool falan gibi kentlerin Avam Kamarasında temsiliyeti komik derecede düşük seviyelerdeydi, sadece bir-iki milletvekili. Manchester'in ise hiç milletvekili yoktu.

Temsiliyeti artırmak için iki yüz elli bin imzayla bir kanun değişikliği isteğinde bulundular. Avam kamarası bunları dinlemedi bile.

Sonrasında, Ağustos 1819'da, Henry Hunt isimli bir radikal, Manchester'a, St Peter's Field isimli bir alana kadınlı, erkekli on binlerce işçiyi yığdı.

Vali de İngiliz ordusunu yardıma çağırmıştı.

İşçiler gürültüye başlayınca emir geldi ve süvariler kılıçlarıyla kalbalığın arasına daldılar.

On sekiz ölü, bine yakın da, orası burası kesilmiş, kopmuş yaralı vardı.

On dokuzuncu yüzyılda İngiliz topraklarında meydan gelmiş en kanlı hareketti bu. Kısa zaman önce Napolyon'un yenildiği Waterloo Savaşı'na göndermeyle, İngilizler bu vahşete Peterloo Katliamı dediler.

Elbete, İngiliz hükümeti ordunun arkasında durdu, Hunt tutuklanıp, yargılandı ve hüküm giydi falan. Ne var ki, Peterloo ile başlayan bu eylemler durmadı, Kuzey İngiltere'de bir çok yerde gösteriler devam etti.

Peterloo Plaketi
Ve 1832'de, Manchester ilk milletvekilini parlementoya soktu.

Peterloo elbette komünist bir hareket değildi, ancak işçilerin başlattığı ilk kayda değer başkaldırma olduğu, başka bir deyişle komünizme giden yolun başlarında önemli bir aşama olduğu tartışılmaz.

Bugünkü haliyle Manchester'da bir St Peter's Field falan kalmamış tabii, ama bir St Peter's Square, yani meydan var. Güzel de bir yer. Peterloo'dan kalan tek şey ise Radisson Otel'in duvarına asılmış, kırmızı bir plaka.

Herneyse…

Komünizmin gerçek başlangıcı için tanıdık bir kaç isme bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar,

Marksist-Leninist klişesini hepimiz biliriz. Meraklısı olmayanlar, bunların ikisinin kafa kafaya verip, komünizmi icat ettiğini falan zannederler. İşin aslı Marx ve Lenin şu fani dünyada sağken aynı anda bulunmamışlardır bile. Marks bir filozoftur, komünizmin ne olduğunu anlatır. Lenin ise bir devrimci, bir ideologdur. Marks'ın fikirlerini alıp, Rusya'ya monte etmiştir.

12 Eylülcülerin yerinde ben olsaydım, Marksist-Leninist yerine mesela Marksist-Engelist gibi bir tanımlama kullanırdım. Çünkü komünizmin mucitleri aslında bu ikisi, yani Karl Heinrich Marx ve Friedrich Engels'dir.

Marks, Almanya'nın Trier kentinden gelmedir. Trier, Kartpostal gibi bir yerdir, yolunuz düşerse mutlaka görün. Marks'ın ailesi, aslen Yahudidir, ancak babasının işleri Yahudi oldukları için kesat gidiyor diye Hristiyanlığa dönmüşlerdir. Marks için sonrası malum tabi, dinle minle alakası kalmamıştır.

Her filozof gibi, her şeye hayır diyen birisi olduğundan daha gençliğinde Alman/Prusyan hükümeti Marks'a gıcık olmaya başlamıştır. Zaten sonunda vatandaşlıktan da atılmıştır. Gazete çıkarmış, kitap yazmış birisidir. Detaylarla kafanızı şişirmeyeyim. Marks'ın çok renkli bir biyografisi vardır. İlginizi çekerse mutlaka okuyun.

Marks'ın Trier'deki evini gördüm. Öyle kafanızda canlanacak bir fakirhane değil. Bugünkü standardlara göre bile lüks sayılabilecek bir yer. Ancak 'aykırı filozofluk' 'ta öyle ciddi para olmadığından, Marks hayatını hep kısıtlı parasıyla geçirmeye mecbur kalmıştır.

Engels ise, Marks'ın aksine sözcüğün tam anlamıyla bir kapitalist çocuğuymuş. Alman olmasına rağmen, babasının Kuzey Ingiltere’de tekstil fabrikaları varmış, hani şu ezilen işçi sınıfının bulunduğu bölgelerde.

Babası, hayatı öğrensin diye Engels'i fabrikalarının yanına İngiltere'ye göndermiş. Engels de burada birinci elden çalışnların ölmemeye gayretle nasıl yaşadığını görmüş.

Marks'la Engels gerçi ilk kez Paris'te tanışmışlar, hatta ilk defasında birbirlerine acayip de gıcık olmuşlar. Ancak muhabbetleri Manchester'de ilerlemiş.

Chetam's Library
Manchester'de Chetam's Library isimli bir kütüphane var sevgili arkadaşlar. Burası Ingilizce konuşan ülkelerdeki kütüphanelerin en eskisi. Tam altı yüz yaşında! Humphrey Chetam isimli bir adam kurmuş. Kimi kimsesi yokmuş, eşek gibi de parası varmış. Devlete gideceğine, halka bir yardımı dokunsun deyip, eski bir manastırı satın almış, ve burayı bir kütüphaneye çevirmiş. Bütün servetiyle kitap almışlar. Burası umuma açık, herhangi bir üyelik gerektirmeden herkesin faydalanacağı bir yer. Ancak kitapları ödünç alıp, evinize götüremiyorsunuz, burada okumak zorundasınız.

Zamanın gereği, kitapları zincirlemek için zincir ve halkalar var. İçerdeki kitaplar hala orijinal. Örneğin Isaac Newton'ın yazdığı, belki de tüm insanlık tarihindeki en önemli kitap olan Principia Mathematica'nın (n'olur PrinKipia diye okuyun, PrinSipia değil) orijinalini bugün bile elinize alıp, ücretsiz okuyabilirsiniz. Bunun için sadece online bir form doldurup, rezerve etmeniz gerekiyor, bir de Latince bilmeniz tabii.

Marks ve Engels'in Sırası
İşte bu kütüphanenin bir kanadında bulunan ufak bir girintiye yerleştirilmiş eski bir sıranın etrafında Marks ve Engels komünizmin el kitabı olan Komünist Manifesto'nun büyük bir bölümünü yazmışlar. Manifesto'nun el yazması Almanca müsveddelerini Trier'de görmüştüm. Ama aha bu kütüphane, komünizmin doğduğu yer sayılabilir sevgili arkadaşlar.

Sevgili karımla bu masaya oturup, bayağı nostalji yaptık. Jelena, yaşıtlarının tümü gibi vesikalı bir komünisttir. Eski Yugoslavya'da doğar doğmaz, tıpış tıpış parti üyesi oluyordunuz.

Sözde solcu aklı evvel bir Türk gazetesi, Trump başkan olduğunda şöyle yazmıştı: "First Lady' Melania Trump'ın emekçi babası Komünist Parti'sine kayıtlı!" Sanki başka bir alternatifi varmış gibi... Ama bilmiyor işte, böylesi kulağa dramatik de geliyor ya, salla gitsin anasını satayım…

Bu arada sanki sevgili karım metazori komünist olmuş izlenimine de kapılmayın. Ruhu hala kıpkırmızıdır 😍

Herneyse, bu tarihi masanın üzerine Marks ve Engels'in okuduğu kitapları koymuşlar. Gördüklerimin hepsi İngilizceydi. Demek ki ikisi de İngilizce biliyorlardı.

Komünist Manifesto'yu elbette ünlü Das Kapital izledi. Das Kapital için Engels kendisine paye almaz, krediyi Marks'a bırakır. Ancak ikinci ve üçüncü ciltleri Marks'ın notlarından yararlanarak Engels tamamlamıştır. Ben gençliğimde bir kaç kez okumaya niyetlendim ama nada, hem tercüme çok kötüydü, hem de konu çok ağır.

Hard Rock Cafe Manchester
Gönül isterdi ki, komünizmin ilerisine de bakalım, ama bu yazı zaten gereğinden fazla uzadı, daha da baymayayım sizi. Başka bir bahara artık…

Manchester böyle işte.

Ben Birleşik Krallığı çok sevdim sevgili arkadaşlar. Çoğu iyi, kibar, yardımsever insanlar. Gülmeyi de çok iyi biliyorlar.

Ancak en önemlisi doğal, gerçek bir müzik zevkleri var. Manchester'da Hard Rock Cafe'de iki kız öyle güzel söylediler ki, konserde bu kadarını bulamazsınız. Bir pub'a girdiğinizde Bad Company yada 10cc duyabiliyorsunuz. Böyle şeyler Avrupa'nın gerisinde pek olmaz. Olursa da tesadüftür. Birleşik Krallık'ta ise 'business as usual'…

İşte bu saydıklarımın hepsi Manchester'da bol bol var, ama başka ne var derseniz, burada biraz dikkatli olayım, pek bir şey yohtur.

Akşamınız güzel olsun ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...