12 Kasım 2022 Cumartesi

Liverpool - She Loves You

Manchester havaalanında pasaport kontrolü esnasında polis "Sadece Manchester'da mı kalacaksınız, yoksa gezme var mı?" diye sordu. "Geziyoruz" dedik. "Önce Liverpool, oradan da Edinburgh". Polis güldü "Kesin futbol fanlarısınız" dedi. Anama küfür edilmiş gibi oldum. "Absolutely not" dedim. Yani tam adamını buldun, oturup, Man-U, City, Liverpool falan geyiği yapacak.

Bilmiyor tabii bundan kırk yıl önce futbol ile olan tüm bağlarımı bir Beşiktaş-Ankaragücü maçımda kopardığımı.

Beşiktaşlı bir arkadaşın peşine takılıp, gitmiştim maça. Tribünde yer açmak için önce Beşiktaşlı maymunlar bizi Ankaragücü tarafına doğru itmeye başladılar. Arada polis var tabii, biz polislere doğru gittikçe polisler bizi copluyorlardı. İki saat boyunca düzenli olarak cop, tekme, vesaire yedik.

Maç esnasında bu kez Ankaragüçlü maymunlar ellerine ne geçtiyse bize atmaya başladılar. Plastik su şişelerini dolu halde fırlatıyorlardı. Bunlardan korunmak kolay sayılırdı. Ceketinizi kafanızın üstünde yelken gibi açınca, doğrudan size isabet etseler bile, sekip, gidiyorlardı. Ancak ayran kutuları birer el bombası gibiydiler. Düştüklerinde patlıyorlardı ve tribünde bembeyaz boyalı bölgeler oluşuyordu. Üstüm başım ayran ve sudan sırılsıklam olmuştu. İtoğluitler bir de bozuk para atıyorlardı. Bu paralar bizi iten Beşiktaşlı maymunlara kadar yetişmiyordu ancak biz sınır bölgesinde kaldığımız için tam anlamıyla ateş altındaydık. Balistik ve yerçekimi yüzünden bu paralar özellikle insanın kafasına geldiğinde acayip can yakıyorlardı.

Maç bitti, biz de kendimizi stadın dışına attık. Bu kez dışarda bir arbede başladı. Ben gruptan ayrı kaldım. Cüzdanım ceketimin cebinde, ceketim de beraber gittiğim arkadaşta kalmıştı, o arkadaşın Beşiktaş bayrağı da bende. Bu kez bayrağı gören Ankaragüçlüler etrafımı sardılar ve beni evire çevire dövdüler.

Yerlerde yuvarladığım için olan biteni göremiyordum ama herhalde polis geliyor diye beni bırakıp kaçtılar.

Ayağa kalktım ve ilk iş Beşiktaş bayrağını fırlatıp, attım. Saatlerce ateş altında, aç, susuz maçı bekledikten sonra akşam sopamı yemenin huzuruyla eve doğru yola koyuldum. Cüzdanım olmadığından yapacak bir şey yok, tabana kuvvet, Ankara'yı bilenleriniz daha iyi takdir edecektir, Ulus'tan Gaziosmanpaşa'ya kadar yürüdüm.

Futbol kariyerim böylece daha başlamadan sonlanmıştı.

Sınır polisini hayal kırıklığına uğrattığımın farkındaydım ancak çok umrumda da değildi.

Liverpool'un bir ruhu var!
Liverpool'a Liverpool F.C. için değil, müziğin kitabını baştan aşağı yeniden yazmış bir grup için gidiyordum.

Bu grup The Beatles sevgili arkadaşlar!

Meraklı olanlarınız biliyordur, The Beatles Liverpool’dan gelmedir.

Grubun iki asından biri gitarist John Lennon'un babası gemiciydi. John'ın doğduğu gün dahil, çoğunlukla evde değil, denizdeydi. Ancak evini ihmal etmiyor, düzenli olarak para gönderiyordu. Ancak baba Lennon bir gün ortalıktan kayboldu ve altı ay sonra ortaya çıkıp, evine döndü. Heyhat, anne Lennon başka bir adamın çocuğuna hamileydi. John'a teyzesi sahip çıktı. Sonra baba Lennon, John'ı Yeni Zelanda'ya götürmek isteyince iş mahkemeye gitti, John önce babayı seçse de, son anda annesiyle kalmaya karar verdi. Ama en sonunda ihale yine teyzeye kaldı, ve John Teyzesi ile büyüdü.

Liverpool'un bir ruhu var!
Grubun aslarından ikincisi, basçı Paul McCartney'nin annesi bir hemşire, babası ise savaştan önce ticaret, sonrasında ise itfaiyecilikle iştigal etmekteydi. Savaş bittikten sonra anne ebe, baba ise yeniden tüccar olmuştu.

Hem John, hem de Paul'un kökenleri İrlanda'dır. Her ikisi de The Beatles'in şarkılarının ezici çoğunluğunu yazmış, ve söylemişlerdir.

Grubun ikinci gitaristi George Harrison'ın babası eskiden bir gemide çalışmış olsa da, otobüslerde biletçilik yapmaktadı. Anne Harrison ise bir mağazada tezgahtardı. Anne Harrison'ın kökenleri de İrlanda'daydı.

Grubun son üyesi Ringo Starr, yada gerçek ismiyle Richard Starkey'in ailesi, grubun gerisi kadar işçi ve emekçi bir geçmişten ziyade, biraz daha bohem bir hayat biçimine sahipti. Ringo tek çocuktu ve bu müzik dinleyip, dans etmeyi seven çift ile biraz daha el bebek, gül bebek büyümüştü.

John Lennon, 1957 yılında, on yedi yaşındayken Quarrymen, yani taş ocağı işçileri isimli bir grupta çalıyordu. Grup, Liverpool'ın dışında, hem de bayağı dışımda - gittiğim değil, gidemediğim için ne kadar uzakta olduğunu biliyorum, Woolton isimli bir semtin festivalinde çalmıştı. Ortak bir arkadaşları, Woolton'da bulunan St Peter's Church isimli kilisenin karşısındaki bir salonda Lennon ile McCartney'yi tanıştırdı.

St Peter's Church kilisesindeki mezarlıktaki mezar taşlarından biri Eleanor Rigby ismini, mezarda yatanın bir akrabası olarak gösterir. Yine aynı mezarlıkta başka bir mezar taşının üzerinde McKenzie ismi yazılmıştır. Paul ve John, kilisenin yanında, devamlı çaldıkları okula gitmek için bu mezarlığı kestirme olarak kullanırlarmış.

Herhalde The Beatles'ın unutulmaz şarkısı Eleanor Rigby'nin nereden geldiğini anladınız. İşin komiği, McCartney ısrarla şarkıyı yazarken bu mezarlıktan ilham almadığını, mezar taşlarının olsa olsa bilinç altından şarkının sözlerini etkilediğini söylemektedir, ancak haliyle buna pek de inanan yoktur.

Paul, arkadaşı George Harrison'ı gruba davet etmiş, John ise George'un gitarını beğenmiş olsa da çok genç olduğu nedeniyle gruba uyum sağlayacağına emin olamamıştır. Yine Paul'un ayarladığı ikinci bir okazyonda, George, bir belediye otobüsünün ikinci katında gitarı ile bir şov yapmış, ve sonrasında John onu gitarist olarak gruba almaya razı olmuştur.

The Quarrymen'in geri kalan müzisyenleri gruptan ayrılıp, kendi yollarına gittiklerinde, o aralar üçü de gitarist, John, Paul, George ve kalan basçıları, bir davulcu bulabildiklerinde orada burada çalmaya devam ediyorlardı.

Liverpool'dayız
Bu arada grubun ismi de evrilmeye başlamıştı. The Quarrymen önce Beatals, sonra da Silver Beatles olmuş, en sonunda ise kısaca The Beatles olarak kalmıştı.

O zamanki menejerleri sayılabilecek, aslen çakma bir organizatör gruba davulcu olarak Pete Best isimli bir müzisyeni yamamış, sonra da gruba Hamburg'da, kerhanenin tam ortasında, üç beş strip klübün birleşmesiyle genişlemiş bir mekanda çalmaları için bir iş ayrlamıştı.

Klübün sahibi bunların rakip başka bir klüpte de çaldığını öğrenince önce Alman otoritelerine yaşını büyük göstererek çalışma izni alan George'u ihbar etmiş, sonra da klüpte bir prezervatifi ateşe veren Paul ve Pete'i kundakçı olarak tutuklatmıştı. Almanlar bunların üçünü de ülkeden attılar.

Buradan sonra ikinci bir Almanya deneyimi dahil, grup biraz her telden, her dilden olmuştu. Basçıları da gidince Paul gitarı bırakıp, basa geçti.

Grup Liverpool'a döndüğünde, The Cavern Club isimli bir klüpte düzenli olarak çalmaya başladı.

The Cavern Club'ın Kapısındayız
The Cavern Club, kariyerine bir caz mekanı olarak başlamıştı, ancak sonradan günün modası Rock'n'Roll müziğine evrildi.

The Beatles bu klüpte günün modası, Elvis'ten, Little Richard'dan falan şarkıları çalıp, söylüyorlardı. Sayısı az olmakla birlikte, kendi tarzı şarkılarını da araya sıkıştırıyorlardı.

The Beatles bombası işte bu performansların birinde patladı sevgili arkadaşlar. Brian Epstein isimli lokal bir müzik otoritesi The Beatles'ı The Cavern Club'da dinledi, deli oldu.

Sonrasında grup Best'i yollayıp, yerine Ringo Starr'ı aldı ve The Beatles kısa bir süre içinde bugün bildiğimiz The Beatles'a evrildi.

The Cavern Club da, The Beatles sevenlerinin bir mabedi haline dönüştü.

The Cavern Club
GPS bizi The Cavern Club'a getirdiğinde Jelena bozuk bir ifade ile "Kapalı" dedi. Gerçekten de üzerinde mekanın isminin yazılı olduğu kapının üzerinde koca bir asma kilit vardı. Sevgili karım benim burayı ne kadar çok görmek istediğimi bildiğinden en az benim kadar üzülmüştü.

Ancak bu senaryoda yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. İsviçre'de, geziyi planlarken gördüğüm resimdeki kapı ile üzerinde kilit bulunan bu kapı birbirine benzemiyordu.

Biraz ilerleyince doğru girişi bulduk. The Cavern Club açıktı!

Kapının önünde gençten bir adam, ama sarhoş mu, uçmuş mu, anlamak zor, yıkılıyor.

"Gjjjjjoooooin innnnn?" diye sordu. "Yes" dedik. "İiiiiiiitzzzzzzz ghghghgreeeeeyt" dedi. "İçeri çocukla girebilir miyiz?" diye sordum, "Bbbbiiiiiiitııııılz izszsz aaaa ghghghgreeeeeyt beeeeenddddd" diye cevap gerdi. Kapıdaki 'bouncer' güldü, çocukla girebilirsiniz gibisinden başını salladı.

Bar Hopping
Merdivenlerden yerin yedi kat dibine indik, sonra da içeri girdik. Elli altı yaşımda öyle çığlıklar atıp, ağlamadım tabii, ama içim şöyle bir inip, kalktı. Sonuçta etiyle kemiğiyle The Cavern Club'daydım amk.

Söylediklerine göre dekoru The Beatles zamanlarıyla aynı tutmuşlar. Bir çocuk da akustik gitarıyla The Beatles'ın o günlerde çaldıkları şarkıları çalıyor. Bence o günlerin havasını çok güzel vermişler. Öyle Amerikalılar'ın Las Vegas'ta yaptıkları gibi bir Elvis kopyesini soytarı gibi giydirip, Wooden Heart söylerken kızların yanaklarını okşatmıyorlar.

The Cavern Club'da uzun sayılabilecek kadar kaldık, sonra da aynı cadde üzerindeki başka bir pub'a geçtik. Bar hopping malumunuz. Ben Birleşik Krallık'taki pub'ların delisi oldum sevgili arkadaşlar. Hem dekorları, hem müzikleri, hem de yiyecek ve içecekleri mükemmel ötesi.

Liverpool'daki kısa gezimizi sonlandırıp, Manchester'a dönmek üzere trenimize bindik.

Liverpool bence ruhu olan bir şehir sevgili arkadaşlar. İnsan gezerken kenti içinde hissedebiliyor. İnsanlar da çok iyi, yardımsever ve güler yüzlüler.

Kesinlikle görün derim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...