22 Kasım 2018 Perşembe

Tapınak Şövalyeleri VII

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'te yetmiş beş yıl kalmışlardı. Bunun ilk on yılında hem sayıları çok azdı, hem de hiç paraları yoktu. On yılın sonunda ise kurucuları Avrupa'ya gitmiş ve kimsenin beklemediği bir biçimde, bol bol para, yüzlerce şövalye ve bunların lojistiğini sağlayacak personelle dönmüştü.

Komplo teoristleri, bu ani değişimi, şövalyelerin Solomon tapınağında buldukları hazinelere bağlarlar.

Bu iddanın savunucuları ilk on yıl boyunca dokuz kişilik kuvvetle, şövalyelerin her hangi bir hacı kafilesinin korunmasının imkansız olduğuna dikkat çekiyorlar. Benzeri bir şekilde, bu süre boyunca Hristiyan hacılar ya da Kudüs'teki Haçlı ordusunun kayıtlarında Tapınak Şövalyeleri ile ilgili hiç bir referans bulunamamış.

Peki şövalyeler bu on yıllık süre boyunca ne yapmışlardı?

İngilizlerin 1917 yılımda Kudüs'ü Osmanlılardan almasından kısa bir süre sonra, Mescid-i Aksa'nın altında, yerin diklemesine yirmi beş metre kadar altına giden tüneller bulundu. Bu tüneller daha sonra yüzeye parelel olarak yön değiştirip, Kubbet-ü Sahra'nın altına kadar ilerliyorlardı.

Bu tünellerden de Tapınak Şövalyelerine aidiyetleri tartışma götürmeyecek mızrak uçları, zırh parçaları gibi kalıntılar bulunmuştu.

Demek şövalyeler buralarda kazı yapmışlardı, hem de yerin önce 25 metre altına inip, sonra da metrelerce yatay ilerleyecek kadar uzun bir zaman ve ciddi bir lojistik gerektiren bir kazı.

Ancak ne bulduklarını elbette ki bilemiyoruz.

Haçlı seferinden sağ dönmüş bir askerin mektubunda, şövalyelerin kazılar esnasında Hz. İsa'nın gerildiği çarmıhın, yanı hacın bir parçasını bulduklarını yazmış. Başka söylentilere göre de, bazılarına daha önce değindiğimiz üzere - şövalyeler kutsal kaseyi, kutsal sandukayı, kutsal mızrağı ya da John The Baptist'in kesik kafasını bulmuşlardır.

Bunlar elbette ki doğruluğu çok şüpheli varsayımlardır.

Hz. İsa çarmıhtayken, Romalı askerler ölümünü hızlandırmak için normalde uygulanan bir yöntem olan bacaklarını kırmayı düşünmüşler. Askerlerin biri Hz. İsa'nın hayatta olup, olmadığını anlamak için mızrağını vücuduna batırmış. Sonuçta da Hz. İsa'nın zaten yaşamadığı anlaşılmış ve bacaklarının kırılmasına gerek kalmamış.

İnanca göre de Romalı askerin Hz. İsa'ya sapladığı bu mızrak kutsal sayılmış.

Ancak sorun bu mızrağı diğer mızraklardan ayırmakta. Sıradan Romalı bir askerin, üzerinde ayrıştırıcı bir özelliği bulunmayan yine sıradan bir mızrağının bin küsür yıl sonra kutsal mızrak olduğu nasıl anlaşılır? Ya da tünel kazıp bulunan bir tahta parçasının Hz. İsa'nın gerildiği haç'a ait olduğu neye dayanarak söylenebilir?

Söylenemez.

Söylenemediği için de yerli, yersiz her yerde ortaya kutsal olduğu idda esilen birer mızrak çıkmış, hatta bunlardan birini Sultan Beyazıt, Cem Sultan'ı hapiste tutması karşılığında Papa'ya bile göndermiştir.

Ne var ki, inanç bireyin ortaya koyduğu kişisel bir tercihtir, yani kimin neye inananacağına karışamayız. Eğer birileri, ellerindeki mızrağın kutsal mızrak olduğuna inanmışsa, biz kimiz ki öyle olamayabileceğine onu ikna etmeye çalışalım.

Birinci Haçlı Seferinde ele geçirdikleri Hatay'ı koruyan Haçlı ordusu Musul Atabeyi Kürboğa tarafından kuşatılmıştı. Açlıktan bitap askerler tam kenti teslim edecekken, Bartholomew isimli bir papaz, rüyasında Saint Andrew'nun ona kutsal mızrağı şehrin kilisesinde bulacağını söylediğini idda etti. Biraz kazınca da etrafındakilerin gözlerinin önünde, olasılıkla önceki gece kendisinin oraya yerleştirdiği bir mızrağa ulaştı.

Askerler kutsal mızrağı bulduklarına inandılar ve bunun sağladığı moralle Kürboğa'nın ordusunu geri püskürttüler.

Şimdi bulunan mızrak kutsal mı derseniz, bence değildi tabi, ama kenti savunan askerler onun gerçek mızrak olduğuna inandılar ve bu mücadeleyi kazandılar.

Tapınak Şövalyelerinin ahreti hazineleri rivayete göre bunlar.

Ancak yavaş yavaş inançları, dinleri ve efsaneleri bırakıp, sıcak, sevgi dolu kapitalist dünyamıza dönelim.

Tapınak Şövalyelerinin dünyevi varlıkları, zamanın Avrupa’sının en büyük zenginliğiydi.

Peki bu zenginliğe ne oldu?

Tam iki yüz yıl boyunca kazandıkları, biriktirdikleri para, pul, altın ve mücevherat nerede?

Kral Philip'in şövalyeleri hapsetmesinin ardından bir kuruş bile bulamadığını düşünürsek, şövalyelerin bu parayı başarıyla kaçırdığı sonucuna ulaşırız.

Para harcanırsa güzeldir. Ben şahsen bu paranın bir milenium boyunca toprak altında, ya da bir mağarada, başında bir şövalye nöbet beklerken çürüyeceğine inanmıyorum. Bu arkadaşlar birinci sınıf birer tüccardılar ve parayı Ben Gates ya da Indiana Jones bir gün gelip bulsun diye obliviona gömmemişlerdir.

Ancak gözünü para hırsı bürümüş hazine avcıları hala saklı bir yerde bu hazineyi bulacaklarına inanmakta.

İskoçya'da, Midlothian isimli bir bölgede Sinclair ailesi tarafından yaptırılmış Roslyn isimli bir kilise var - The Da Vinci Code'dan hatırlayabilirsiniz. Bir gün oralara yolum düşerse ziyaret edeceğim ilk yerlerden biri olacak burası.

Bu kilise Tapınak Şövalyeleri ortadan kalktıktan bir asır sonra yapılmış, ancak içi Tapınak Şövalyelerinin sembolleriyle dolu. Buranın sahibi Sinclair ailesi de zaten soylarını Tapınak Şövalyelerine dayandırıyor.

Tapınak Şövalyelerinin kaçıp, dağıldıkları zamanlar İskoç kralının Papa ile arasının açık olduğu düşünülürse şövalyelerin İskoçya'ya sığınmaları da kulağa oldukça mantıklı geliyor.

Define avcıları, tabi ki bu kiliseyi duyunca hemen kazma kürek buraya üşüşmüşler, İskoç hükümeti bunları zor durdurmuş ve kilise çökmeden etrafındaki her türlü kazıyı yasaklamış.

Eğer bir Tapınak Şövalyesinin torunu, İskoçya'nın göbeğine, her yeri "Burası Tapınak Şövalyelerinin kilisesidir!" diye bağıran bir mabed yapmış, ardından da muazzam değerde hazinesini bunun altına gömmüşse, her halde ona en hafif tabiriyle şövalyelerin en avanağı demek gerekecektir.

Ama para hırsı böyle bir şey işte, mantık dinlemiyor.

Başka define avcıları, şövalyelerin izini takip ederek Kanada'ya kadar gidip, Nova Scotia'da sağı solu kazmaya başlamışlar. Hatta bir kaç tanesi bu uğurda hayatını bile kaybetmiş.

Ama sonuç hep sıfır olmuş. Filmler haricinde kimse Tapınak Şövalyelerinin hazinesini bulamamış.

Bana sorarsanız, bu paraya ne olduğunu anlamak için şövalyelerden ziyade parayı takip etmek gerekir.

Tapınak Şovalyeleri’nin Kral Philip tarafından yakalandıkları gün birkaç gemi ve yükü belirsiz birkaç at arabası Paris'ten ayrıldı.

Haritaya baktığımızda kaçabilen şövalyelerin nereye gitmiş olabileceklerini tahmin etmek çok zor olmayacaktır.

Fransa’nın güney doğusunda Alp dağlarının oluşturduğu, ulaşması zor, orduların hareket yeteneklerinin çok kısıtlı olduğu bir alan bulunur. Bu bölgede yaşayan insanlar o zamanlar sadece tarımla uğraşıyordu.

Ancak çok kısa bir süre içerisinde, bölge halkı Avusturya kralının gönderdiği bir orduyu pusuya düşürüp yenilgiye uğratacak kadar üst düzeyde bir askeri deneyim ve disiplin geliştirdiler. Bu günkü ismi İsviçre olan bölgede söylentilere göre beyazlar giyinmiş şövalyeler halkı eğitmiş, onları yetkin bir askeri güç haline getirmişlerdi.

Yine İsviçre'de çok kısa bir zaman içerisinde, dünyanın gerisinden farklı, gizliliğe ve anonimiteye dayalı bir bankacılık sektörü gelişmişti.

Bu komplo teorisi doğrumudur bilmem, ama eğer İsviçre bankacılık sisteminin arkasında Tapınak Şövalyeleri varsa iyi bir iş başarmışlar demektir.

Tapınak Şövalyeleri ve hazineleriyle ilgili çok daha akla yakın ve benim de gerçek olabileceğine ihtimal verdiğim başka bir teori var ki, hem ortadan kaybolan şövalyeleri, hem de kayıp parayı açıklayabiliyor.

Bu teoriye göre tapınak Şövalyeleri lağvedildikten sonra Mason ismi altında varlıklarını sürdürdüler.

Bu teorinin devamında, intikam için Fransız devrimini bile Masonların başlattığı gibi biraz uçuk önermeler olsa da, temeli bana sorarsanız hala akla yakın.

Masonluk başlı başına bir yazı dizisi konusu, o yüzden burada çok detaylarına girerek konumuzu dağıtmayalım. Bizim genellikle Mason dediğimiz, aslen Freemasons diye isimlendirilen ve free stone isimli bir taş ile çalışan duvarcı ustalarının oluşturduğu bu topluluk, Ortaçağ'daki Templars, Hospitallers gibi şövalye guruplarının isimleri ve motiflerini kullanan alt localar oluşturmuştur. Ancak Masonlar'ın köklerini doğrudan Tapınak Şövalyelerine dayandıran her idda bugün Masonlar tarafından ısrarla reddedilmektedir.

İşin aslı, Masonlar bu iddayı zaten her hal ve karda reddedeceklerdi - idda doğruysa gizlilikten, yanlışsa da zaten yanlış olduğundan.

Tapınak Şövalyeleri görünüşe göre gizemlerini korumaya devam edecek.

Biz de böylece de hepimize hiç bitmeyecekmiş gibi gelen, eski deyimiyle 'otuz iki kısım tekmili birden' Tapınak Şövalyeleri yazımızın sonuna gelmiş olduk

Konumuz gereği biraz Ortaçağ Avrupasına, biraz da farklı dinlere ve bunların geçmişlerine değindik. Bunu yaparken ki amacım sadece konumuzun tarihi kontekstini oluşturmaktı, yoksa her hangi bir dinin deyimi uygunsa reklamını yapmak değil.

Her türlü inanca ve inançsızlığa sonsuz saygı duyarım, yeter ki kimse de benim inancıma ya da inançsızlığıma karışmasın.

Uzun sayılabilecek bir süredir Hristiyan ağırlıklı bir ülkede ve ortamda yaşıyorum. Bu toplumun, Müslüman ağırlıklı Türk toplumuna bakışı ve anlama şifrelerinin bir çoğu bence hep Ortaçağ tarihinde ve Haçlı seferlerinde gizli.

Eğer Avrupalıları, ve uzantıları olan Amerikalıları anlayıp, Müslümanlarla ilişkilerindeki bir çok "Niçin" sorusuna cevap bulmak isterseniz, size Haçlı seferlerini tarafsız bir kaynaktan okumanızı öneririm. İngilizce ile aranız iyiyse BBC'nin dört küsür saatlik bir belgeselini Youtube'dan bulup izleyebilirsiniz. Olayları tarafsıza yakın bir perspektiften çok güzel anlatmış.

Sağlıcakla kalın...

18 Kasım 2018 Pazar

Tapınak Şövalyeleri VI

Zekeriya yıllar boyu tanrıya bir çocuğu olsun diye yakarmış, dua etmişti. Tanrı bir gün ona bir oğlan çocuğu olacağını müjdeledi. Çocuğun ismi Yahya olacak diye buyurdu. Tanrı bu çocuğa, aynı isimli başka kimseye tanımadığı ayrıcalıkları gösterecekti. Zekeriya şaşırmıştı. Nasıl bir çocuğum olabilir diye sordu. Karısı kısır, kendisi de yaşlılıktan yorgun düşmüştü. Tanrı Zekeriya'ya bunun çok kolay olduğunu, kendisini de bir hiçten yarattığını unutmamasını söyledi.

Tanrı Yahya'yı daha çocukken bilge kılmıştı. Yahya okumayı yaşıtlarından çok daha önce öğrenmiş, zamanın bilginlerinin bile anlayamadıklarını okuyup anlayabilmişti. Temiz ve inançlı bir çocuktu. Annesine, babasına karşı itaatkardır, ukalalık ve asilik yapmazdı.

Kuran, Meryem Suresinde Hz. Yahya'yı yukarda mealini özetlediğim şekilde anlatır. Hem Hz. Zekeriya, hem de Hz. Yahya, İslam'ın gözümde saygın peygamberlerdir.

Hz. Muhammed, Miraç'a erdiğinde Hz. İsa ile birlikte Hz. Yahya ile konuşmuştur.

Hristiyan inancı, Hz. Yahya'yı çok özel bir yere koyar. Hristiyanlığın şartı ve başlangıcı olan Vaftiz ibadeti, Hz. Yahya'nın Şeria nehrinde Hz. İsa'yı vaftiz etmesiyle başlamıştır. Bundan dolayı Hz. Yahya'nın Hristiyan dünyasındaki ismi John The Baptist, yani Vaftizci Yahya'dır.

John The Baptist, İncil'in Yeni Ahit kitabında, belki de Hz. İsa'dan sonra en çok bahsi geçen azizdir.

İncil'e göre John The Baptist, kendinden daha kudretli bir mesih beklemektedir. Önermeyi tersinden okursak, John The Baptist, Hz. İsa gibi bir mesihtir, sadece Hz. İsa ondan daha kudretlidir.

Bunu da zaten kendisi Şeria nehri kıyısında, Hz. İsa ile karşılaştığında söylemiştir.

John, deve tüyü giysileri ve deri kemeri ile nehirde kendisine inananları vaftiz ediyordu. Matthew Gospel'ine göre Hz. İsa vaftiz olmak için geldiğinde, "Benim seni değil, senin beni vaftiz etmen gerekir" deyip, Hz. İsa'nın kudretini kabul etmiştir. Öyküyü tamamlamak bakımından, Tanrı Hz. İsa'ya oğlum diye seslenmiş, Kutsal Ruh da bir kuğu gibi gökyüzünden alçalmıştır.

O günlerde Filistin'i Herod Antipas isimli bir kral yönetiyordu. Herod Antipas, Hz. İsa'yı olgunlaşmadan öldürmek için zamanının bütün bebeklerini katletmiş kral Herod the Great'in oğluydu.

Herod Antipas, Nabatean kralı Aretas'ın kızı Phasaelis ile evliydı. Herod, Roma'ya yaptığı yolculuklarından birinde Kardeşi Philp"e konuk oldu. Philp'in karısı Herodias'ı gördüğümde ona tutuldu ve Herodias'ı kocasını bırakıp, kendisiyle Filistin'e dönmeye ikna etti. Döndüğünde de karısı Phasaelis'i boşadı ve Herodias ile isminin evlilik olduğu tartışmalı bir ilişkiye girdi.

John bu ilişkinin doğru olmadığını, kişilerin kardeşlerinin karılarıyla evlenmemeleri gerektiğini söylüyordu.

Herod, John'ı yakalatıp, hapsetti. John'ın takipçilerinden sakındığı için onu öldürtmemişti.

John'ın bu ilişkiyi onaylamamasından en çok kraliçeliği tartışılır hale gelen Herodias rahatsızdı. Herodias'ın önceki kocasından Salome isimli bir kızı vardı. Herod'ın doğum gününde Herodias akıl almaz bir planı uygulamaya koydu ve kızından Herod için dans etmesini istedi.

Salome'un dansı fazlasıyla erotik anlamda etkileyici olmuştu. Kaynaklar Herod'ın "mutlu edildiğini" söyler, bunun nereye kadar gitmiş olabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum.

Herod, Salome'a imparatorluğunun yarısı dahil, ne isterse vereceğini söyler. Annesine danışan Salome, John'ın kafasının bir tepsi üzerinde kendisine getirilmesini ister. Herod, Salome'u kırmaz, emir verir ve hapisteki John'ın kafası kesilip, bir tepsiye konur ve eğlencenin yapıldığı salona getirilir.

John The Baptist'in başsız vücudu havarileri tarafında alınıp, gömülür. Kesik başını ise Salome annesi Herodias'a verir. Herodias, John'ın dilini bir iğne ile deler ve pis bir yere gömülmesi için hizmetçisine verir. Hizmetçisinin karısı John'ın gizli bir takipçisidir. Kesik başı kil bir kaba koyar ve Zeytin Tepesi isimli bir tepeye gömer.

Bu olaydan kısa bir zaman sonra Salome, dunmuş bir nehre düşerek hayatını kaybeder. Buzlar içinde cansız bedeni hala dans eder gibi görünmüştür.

Sonrasında Herod'un eski karısının yine kral olan babası Herod'a saldırır. Herod yenilir ve karısı ile İspanya'ya kaçar, Herodias ile birlikte burada bir depremde ölürler.

İnanışa göre Bizans'ın bölgeyi yönettiği dönemlerde kesik baş gömüldüğü yerden çıkarılıp, İstanbul'a getirilmiştir.

Dördüncü Haçlı seferinde, Haçlı ordusu İstanbul'a saldırmış, Aya Sofya dahil her yeri yağmalamıştır. Azizlerin kemikleri türbelerden çıkarılmış, değerli ne varsa çalınmıştır.

Rivayete göre bu esnada bir Tapınak Şövalyesi, yağmalanan kemikler arasında John the Baptist'in kafatasını tanımış - nasıl olduğunu sormayın, ve onu Fransa'ya, Amiens’e götürmüş, kentin katedraline saklamıştır..

Hristiyan dünyasında John The Baptist ile Hz. İsa arasında çok dile getirilmese de bir kıyas, bir rekabet oluşmuştur. Tartışmaları ortadan kaldırmak için John'ın Hz. İsa'nın kudretini kabul ettiği sık sık, üzerine basarak tekrarlanır. Hatta Gospel'ların birinde John'ın Hz. İsa'nın kuzeni olduğu bile yazılıdır.

Ancak bu, John The Baptist’in çok fazla etkili, çok fazla kudretli bir figür olduğu gerçeğini değiştirmez. Hz. İsa yerine, John The Baptist’e inanıp, ibadet eden tarikatlar vardır. Bunlar da doğal olarak dinden ayrılmış sapkınlar olarak görülür.

Tapınak Şövalyelerinin topluca yakalanıp, hapsedildiklerinde, onlara isnat edilen suçlardan biri Baphomet isimli, kesik bir başa tapınmaktı.

Bir baş figürü Tapınak Şövalyelerinin mekanlarında bulunmaktaydı.

İddalara göre, özellikle kıdemli şövalyelerin katıldığı törenlerde bir kafatası getirilir, şövalyeler de bunu öperek saygılarını belirtirlerdi.

Baphomet'in kimin kesik başı olduğu hakkımda akıl almaz söylentiler vardır ancak en akla yakını, bunun İstanbul'dan getirdikleri John The Baptist'in başı olduğudur.

John The Baptist'in vücuduna ne olduğu ise ayrı ve uzun bir tartışma konusudur. Topkapı Sarayı dahil, değişik yerlerde, vücudun değişik parçalarının bulunduğu idda edilir. Genel kabul gören kuram ise vücudunun Suriye'de bir camide gömülü olduğudur.

—-

Devam edeceğiz...

16 Kasım 2018 Cuma

Tapınak Şövalyeleri V

İtalya'nın Milano kentinde Santa Maria delle Grazie isimli bir kilise vardır. Aslen bir convent, yani, sadece rahibelerin kaldığı bir manastır olan bu yerleşke, belki de Hristiyan dünyasının en önemli sanat eserlerinden birisine ev sahipliği yapar.

Bu eser kiliseyle o kadar iç içe geçmiştir ki, büyük bir olasılıkla var olduğu süre boyunca da bu kilisenin içinde kalacaktır. Bunun nedeni ise, eserin yaratıcısı Leonardo da Vinci'nin tuval olarak manastırın yemek odasının duvarlarından birini kullanmış olmasıdır.

Leonardo'nun duvarın üzerine yaptığı resimin teması ise The Last Supper, yani Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki akşam, havarileri ile bir araya geldiği yemektir.

Muhteşem bir sanat eseridir bu. Duvarlara yapılan resimlere normalde Fresk derler. Freskler ıslak sıvanın üzerine boyanır ve boya sıva ile birlikte kuruyup, katılaşır.

Bir sanatçıdan çok daha fazla bir bilim adamı olan Leonardo, geleneksel fresk teknikleri ile istediği parlaklığı elde edemeyeceği ve sıvanın bu resimi bitirmek için harcamayı düşündüğü zamandan daha önce kuruyacağının farkındaydı. Bu yüzden o zamana kadar hiç kullanılmamış özel bir yöntem geliştirdi.

Detaylarına çok fazla girmeden, ıslak sıva yerine iki kat kuru sıva kullandı, boya tutsun ve parlasın diye diye de araya kurşun kaplama başka bir katman koydu ve resmin üzerinde istediği kadar, uzun uzun çalışarak bu şaheseri bitirdi.

Resmin konusu olan yemekte, Hz. İsa ve havarileri, uzun bir masanın sadece bir tarafında oturmuşlardır. Hz. İsa, yemeğin sonunda içlerinden birinin ona ihanet edeceğini söyler.

Leonardo, Hz. İsa’nın tam sözünün bittiği bu noktada, yemektekilerin ifadelerini canlandırmaya çalışmıştır.

Ortak ifade elbette ki şaşkınlık, öfke ve üzüntüdür. Sadece ertesi gün ihanet edecek olan Judas Iscariot'da biraz telaş ve suçluluk görülür.

Hz. İsa, bu son yemekte eline bir parça ekmek alıp, havarilere "Bu benim etim", sonra da şarabından bir yudum alıp, "Bu da benim kanımdır" der.

Hz. İsa'nın son yemeğinde şarap içtiği bu kap bir çok Hristiyan tarafımdan kutsal kabul edilir ve bu kaptan içildiğinde ölümsüzlüğe, sonsuz bir gençlik ve sağlığa ulaşılacağına inanılır.

Hatırlarsanız, Indiana Jones, The Last Crusade filminde, yaralı babasını bu kaptan su içirerek iyileştirmişti.

Yine başka bir inanışa göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde akan kanı bu kap içinde toplamıştır.

Bu kabın ismi eski Fransızca'dan gelme "San Gréal", ya da "San Graal" dır. Ingilizcede Holy Grail şeklinde geçer. "San" Kutsal, "Greal" da Kase anlamına gelir. San Gréal, çoğunlukla Sangréal diye birleştirilir. Bu sözcüğün etimolojisine biraz fazlaca daldım ama bu ileride önemli olacak.

Bu kap, inananlar için dünyadaki hazinelerin en değerlisidir.

Ve bir çok kişi Tapınak Şövalyelerinin Solomon Tapınağının kalıntılarımda bu kabı bulduklarına inanır. Bundan dolayı, öykülerde ve filmlerde, Kutsal Kase peşinde koşan her hazine avcısı, çoğunlukla Kutsal Kase'yi bulabilmek için Tapınak Şövalyelerinin izlerini takip eder.

Öykülerde Kutsal Kase, Tapınak Şövalyelerinin iki yüz yıl boyunca elde ettikleri zenginliklerle birlikte bir hazine biçiminde anlatılır. Bu tasvir hazine avcılarının iştahını daha da kabartır.

Gelin, The Last Supper'a geri dönelim.

Resimde Hz. İsa masanın tam ortasındadır. Havariler ise üçer kişilik dört gurup halinde yarısı Hz. İsa'nın solunda, diğer yarısı da sağında otururlar.

Üç sayısı Hristiyanlıkta çok önemlidir. Holy Trinity, yani Kutsal Üçlem diye tanımlanan Tanrı, Oğul be Kutsal Ruh'u temsil eder.

Üç sayısı, resimde havarilerin oluşturduğu üçer kişilik guruplardan başka yerlerde de bulunur. Örneğin üç tane pencere vardır, ya da Hz. İsa'nın duruşu bir üçgen şeklindedir.

İşin aslı, bu resim üzerinde 1-1–2-3-5-8-13 şeklinde giden, bir sonraki sayının önceki iki sayının toplamı olduğu Fibonacci serisi bile bulunmuştur. 1 asıl figür, yani Hz. İsa, 1 masa, sağlı, sollu 2 duvar, 3 sayısına zaten değinmiştik, Hz. İsa ile birlikte toplam 5 gurup, duvarlarda 8 panel, 13 kişi, vs.

Fibonacci serisinin sayıları The Last Supper'da istemli olarak mı sembolize edilmiştir, yoksa bu tamamen bir tesadüf müdür, bilinmez, ama unutmayalım, Leonardo bir bilim adamıydı ve bu sayıları bilerek kullanmış olması beni şaşırtmaz.

Resimdeki havarilerin kim olduklarını bulmak da kolay olmamıştı. Hz. İsa'yı tanımlamak elbette en kolayıydı. İslam tarihinde kullanılan Petreus, Yohannis gibi Yunanca ve Latince yerine bugün bildiğimiz İngilizce isimleri kullanırsak, en kıdemli havari Saint Peter, en genç Saint John ve elbette Hz. İsa'ya ihanet eden Judas da resimde hemen tanınmıştı.

Judas, resimde Hz. İsa ile aynı anda, aynı ekmek parçasına uzanır. Judas'ın yüzünde, planının ortaya çıkmasından dolayı biraz telaşlı, biraz pişman, biraz da suçlu bir ifade vardır.

Leonardo, Judas'ın yüz ifadesini doğru olarak yansıtabilmek için gerçek bir suçluyu model olarak kullanmıştır. Doğru modeli bulmak oldukça uzun bir süre almış, bu esnada manastırın kıdemli bir rahibi gecikme yüzünden Leonardo'ya kızmıştır. Leonardo da Judas için henüz uygun bir model bulamadığını, ve eğer şikayete devam ederse Judas için rahibin kendi yüzünü model olarak kullanacağını söylemiştir.

Diğer havariler ise Leonardo’nun çok sonraları bulunan el yazması bir notu kullanılarak tanımlanabilmiştir.

Resme dikkatli baktığınızda masada Hz. İsa'nın hemen sağında, tabloya bakarken soldan altıncı havari olan Saint John, yani Aziz Yahya, bir erkekten çok bir kadını andırır.

The Da Vinci Code romanının yazarı Dan Brown dahil bir gurup, bu figürün Saint John değil, Mary Magdalene, (ya da Maria Magdalena) olabileceğini ortaya atmışlardır.

Mary Magdalene, tövbekar bir fahişedir ve İncil'in öğretisinde Hz. İsa'ya çok yakın bir kişiliktir. Bir çok kişi Hz. İsa ile Mary Magdalene arasında bir aşk yaşanmış olabileceğini düşünür.

Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln isimli üç Amerikalı yazar, 1982 yılında yayımladıkları The Holy Blood and the Holy Grail kitabımda ilginç bir önermede bulunurlar.

Buna göre, Hz. İsa ile Mary Magdalene evlenmiş, birden fazla çocukları olmuştur.

Sangréal aslında Kutsal Kase anlamına gelen San Gréal değil, Asil Kan anlamına gelen Sang Real sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur ve Hz. İsa'nın soyunun ismidir.

Birinci Haçlı Seferinden sonra kurulan Kudüs Krallığının ilk hükümdarı Godfrey of Bouillon, Priory of Sion isimli gizli bir topluluk kurmuştur. Leonardo da Vinci, hatta Isaac Newton gibi bilinen isimler bu topluluğun liderleri olmuştur. Leonardo, The Last Suppar'da, Sang Rail'in bir işareti olarak Saint John yerine Mary Magdelene'i tasvirlemiştir.

Priory of Sion, askeri ve finansal gereksinimlerinin karşılanması için de Tapınak Şövalyelerini kurmuştur.

Priory of Sion'ın himayesinde Hz. İsa'nın çocukları ve bunların devamı, bu günkü Güney Fransa'ya yerleşmiş, Fransız kraliyet ailesiyle yaptıkları evliliklerin sonucu Fransa'yı uzun süre yöneten Merovingian hanedanlığı oluşmuştur.

Sang Real, yani Hz. İsa'nın torunları, Priory of Sion ve Tapınak Şövalyelerinin korumasında bugün hala hayatlarını sürdürmektedirler.

Elbette bu iddaları doğrulamak olanaksız. Tapınak Şövalyeleri bugün hala var mıdır, Hz. İsa'nın torunlarını korumaya devam ediyorlar mıdır, bilemeyiz. Ancak bunların sayesinde bize çok renkli öyküler, kitaplar, filmler kalmıştır, buna kuşku yok.

The Last Supper'a bir daha dönersek, bu şaheserin bugün hala görülebilir olması bile bir mucizedir.

Resim, zamanla duvardaki rutubetten ötürü solmuş, renkler akmaya başlamış. Üstüne de 1600'lü yıllarda akıllının biri, tam Hz. İsa'nın ayaklarının bulunduğu yere bir kapı yapmıştır. Bunu yapan her halde mezarında rahat uyuyamıyordur.

1700'lü yıllarda birden fazla restorasyon çalışması yapılmış, ancak bunlar resmi acıklı biçimde, daha da kötü bir hale getirmişlerdir.

İkinci Dünya Savaşı esnasında, müttefik bombardımanından korunması için duvar önce tahtalarla, sonra da kum torbalarıyla korunmuş. Resmin içinde bulunduğu odanın duvarlarından bir diğeri, bir bombanın isabet etmesiyle yıkılsa da, The Last Supper'ın bulunduğu duvara bir şey olmamıştır.

Ancak bu noktada resim o kadar zarar görmüştür ki, yüzlerin hiç biri tanınmayacak durumdadır.

Mikroskobik örnekler ve infra-red taramayla resmin orijinal renkleri tespit edilmiş, kağıda çizilmiş ya da yağlı boya ile yapılmış kopyelere bakılarak da resmin orijinal hali belirlenmiştir. Sonrasında uzun ve titiz bir restorasyon çalışmasıyla neyse ki resim neredeyse tam olarak eski haline getirilmiş durumdadır.

Bugün, resimde Leonardo'nun orijinal fırçasından çok azı kalmıştır. Az da olsa bazı bölgeler ise tam olarak eski haline getirilemediğinden, orijinal olmadığı belli olsun diye farklı bir tarzda boyanmıştır.

Rutubetten dolayı olabilecek kayıpları önlemek için yemek salonunun pencereleri tuğlalarla kapanmış ve bugünkü teknolojinin yardımıyla sıfır nemli bir ortam oluşturulmuştur. Bugün, resmi görebilmek için başka bir salonda on beş, yirmi dakika kadar bekleyip, nemden arındırılmanız gerekmekte.

Bu şaheseri dünya gözüyle görme şansını bulmuş biri olarak yolu düşen herkese görmesini kuvvetle öneriyorum. Ancak lütfen dikkat, biletlerinizi en az iki ay öncesinden almanız gerekiyor.

Tapınak Şövalyelerinin ilham verdiği efsaneler bu kadar değil.

Devam edeceğiz...

14 Kasım 2018 Çarşamba

Tapınak Şövalyeleri IV

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'ün Selahaddin Eyyubi tarafından alınmasından sonra bir kıyı kenti olan Akka'ya taşımdılar ve yüz yıl kadar burada kaldılar. 1291 yılında burayı da kaptırınca, merkezlerini sırasıyla elde kalan kentlere taşımaya başladılar.

Anakaradaki son kentlerini kaybettiklerinde ise merkezlerini Limasol'a taşıyıp, Suriye yakınlarındaki Ruad adasını kullanarak, askeri bir rol üstlenmeye çalıştılar, hatta bunun için Moğollarla bile anlaştılar. Ancak 1303 yılında Memluklar bu adayı ele geçirince artık Kutsal Topraklarda bir garnizonları kalmadı ve Avrupa'ya geri döndüler.

Tapınak Şövalyelerinin ticari işleri hiç bir aksaklık göstermeden, tüm hızıyla devam ediyordu, ancak ortada hiç bir misyonu olmayan bir ordu kalmış, halen Papa'nın tanıdığı ayrıcalıklar sayesinde de kimseye hesap vermeden, Avrupa'da serbestçe dolaşmaktaydı.

Hemen yakınlarındaki bu güç, Avrupa'daki Monarkları çok huzursuz etmişti. Şövalyelerin yavaş yavaş, daha sesli bir biçimde dillendirdikleri bağımsızlık konusu da bu huzursuzluğu artırmıştı.

Bütün bunların dışında herkesin Tapınak Şövalyelerine dişlerini gıcırdattığı bir başka mesele vardı ki, geri kalan her şeyi gölgede bırakıyordu.

Avrupa'daki bir çok kral, kraliçe, prens ve prenses Tapınak Şövalyelerinden kredi almıştı, yani onlara borçluydu.

En çok da Fransa Kralı Philip IV!

Philip IV, İngilizlerle savaşa tutuşmuş ve bu savaşı da Şövalyelerden aldığı borçla finanse etmişti. Bu parayı geri ödeyecek durumu ise hiç yoktu.

Philip, işi kestirmeden halletmeye karar verdi.

Papa Clement V, Philip'in hem akrabası, hem de arkadaşıydı. Philip, Papa'ya biraz da baskı kurarak Tapınak Şövalyelerinin başefendisi ve CEO'su Jacques de Molay'yi Paris'e çağırttı. Papa sözde Knights Templar ile Knights Hospitaller'in birleşmesini konuşacaktı.

13 Ekim 1307 bir Cuma gününe denk geliyordu. Bu gün olacaklar, bir teoriye göre Hristiyan dünyasında ayın 13'üne denk gelen Cuma'ların uğursuz sayılmasına neden olacaktı.

Philip, verdiği bir emirle de Molay ve Fransa'da yerleşik bir gurup Tapınak Şövalyesini inançsızlık gerekçesiyle tutuklattırdı.

"Defenders of the faith", bir anda 'Enemies of the faith' olmuştu.

Philip'in niyeti hem borçlarını sıfırlamak, hem de şövalyelerin servetine çökmekti.

Şövalyelere yüklenen inançsızlık suçu putlara tapmak, kabul törenleri esnasında üç kere kutsal haç'a tükürmek, Hz. İsa'yı reddetmek, erkekler arasında uygunsuz öpüşmek, homoseksüel ilişkide bulunmak, sahtekarlık, dolandırıcılık yapmak gibi ithamlarla detaylandırılmıştı.

Inquisition, yani dilimize çok kötü bir okumayla çevrilmiş Engezisyon, mahkemeleri hemen devreye girdi.

Bu mahkemelerin temel ilkesi, sanıklar 'sorgulanırken' onları kesip, kan getirmemekti. Zamanından önce gelebilecek ölümleri engellemek amacıyla bu yönde bir karar alınmıştı. Bu nedenle de sorgulamanın en çok kullanılan tekniği, sanığın ellerini ve ayaklarını iplerle bağlayıp germekti. Germenin ardından kollar ve bacaklar çıkıyor, acıya rağmen kan ve ölüm gibi istenmeyen durumlar önleniyordu.

Bir başka sıklıkla kullanılan yöntem ise sanığın ayaklarını bağlayıp, altında yaktıkları ateşle onları kavurmaktı.

Devamlı kırbaçlama ve dövme ile de aralar dolduruluyordu.

Şövalyeler elbette ki bütün isnat edilen suçları 'itiraf ettiler'.

Papa Clement V, yayımladığı Papal bir kararnameyle Avrupa'daki bütün krallıklardan Tapınak Şövalyelerinin tutuklanmasını ve mallarına el konmasını istedi. Papa, sonrasında bir mahkeme kurarak şövalyelerin yargılanmasını başlattı.

Şövalyelerin hepsi Inquisition esnasında işkence altında verdikleri ifadeleri geri çektiler ve adil bir savunma hazırlamaya başladılar, ancak 1310 yılında, Papa'nın soruşturmayı yürütmekle görevlendirdiği Piskopos, Inquisition'ın aldığı ifadeleri geçerli sayıp, şövalyelerin bir çoğunu diri diri yakılma cezasına çarptırdı.

Kral Philip, Papa'yı askeri bir girişimde bulunmakla tehdit ederek, onu resmi olarak Tapınak Şövalyelerini lağvetmeye zorladı. Papa da 1312 yılında Viyana Konseyinde kurumu sonlandırarak, Avrupa'daki mal varlıklarının bir çoğunu Knights Hospitaller'a devretti.

Şövalyelerin son başefendisi Jacques de Moley ve üst düzey diğer bir şövalye Paris'te, Sen nehri kıyısına, öykümüzün başladığı noktaya, diri diri yakılmak üzer getirildiler.

De Molay ellerinin dua eder biçimde bağlanmasında ve Notre Damme Katedralini görecek bir biçimde konumlandırılmasında ısrar etti. Cellatlar bu isteğini yerine getirdiler.

Alevler arasındaki son sözleri “Tanrı kim haksız, kim günahkar biliyor. Çok yakında bizi ölümümüze gönderenlerin başına felaketleri gelecek” olmuştu.

Papa Clement V, hemen bir ay sonra öldü.

Kral Philip IV ise aynı sene içerisinde bir av kazasında hayatını kaybetti.

Ne var ki Tapınak Şövalyelerinin servetinden bir kuruş bile nakit para bulunamamıştı. Tutuklamaların olduğu gece bir kaç at arabası Paris'i terketmiş, Avrupa'daki diğer Tapınak Şövalyelerine ait yerleşim merkezleri boşaltılmış, şövalyelerin gemileri denize açılmış ve bir daha görülememiş, geride ise sadece taşıyamadıkları bağ, bahçe tarla ve çoğunluğu boş depolar kalmıştı.

Kral Philip borcunu sıfırlamıştı, ancak, özellikle Inquisition giderlerini düştükten sonra - malumunuz işkence yapmak masraflı iş, umduğu kârı gerçekleştirememişti.

Avrupa'nın gerisindeki Tapınak Şövalyelerinin çoğu Papa'nın emri çerçevesinde yakalanıp, yargılandı, ancak hemen hiç biri suçlu bulunmadı. Bunların çoğu başka şövalye topluluklarında hayatlarını sürdürdüler.

Papa Clement V'in Kral Philip'e yazdığı bir mektupta, günahlarını itiraf etmiş tüm şövalyelerin onur ve haklarını geri verdiğini söylemişti.

Yakın zamanda, 2001 yılında, Vatikan arşivlerinde yanlış bir yere koyulduğu için gözden kaçmış başka bir belgede ise Papa Clement'un şövalyelerini isnat edilen suçların tümünden beraat ettirdiği yazılıydı.

Vatikan bugün Papa Clement V'in Kral Philip'in baskısıyla bu kararları verdiğini ve şövalyelerin suçsuz olduklarını kabul etmektedir.

Bankacılık, kredi, faiz, çek, kar payı gibi kapitalizmin abece'si sayılan finansal enstrümanların ilk mucitleri Tapınak Şövalyeleri olmuştur. Başka bir deyişle kapitalizmin temelleri bu organizasyon tarafından atılmıştır.

Ancak Tapınak Şövalyelerinin kapitalizme katkısı şüphesiz aşağıdaki ilkeyi getirmiş olmalarıdır.

"Kafanı kopartmaya yerkisi ve gücü olan birine asla borç verme!"

Günümüzde para bundan üzerine çökebilecek birinin olduğu yerlere gitmez.

—-

Tapınak şövalyelerinin öyküsü burada bitiyor gibi görünse de asıl burada başlar sevgili arkadaşlar. Dünya hayli geçerli sebeplerden ötürü, bu ilginç topluluğun varken değil, ortadan kalktıktan sonra ne olduğuyla ilgilenir. Bu mistik konuya girmeden önce dilimin döndüğünce sizlere Tapınak Şövalyelerinin öyküsünü tarafsız ve mistisizmden arınmış bir biçimde anlatmak istedim. Çünkü buradan sonrası hep efsane.

Bu arada Tapınak Şövalyeleri gibi bir konunun beni niye gerdiğini, merak edeniniz varsa, onu da kısaca anlatayım.

Geçenlerde Fransızca bir kitap okumaya başlayayım dedim. Öyle Les Misérables falan gibi iç bayıltıcı bir kitap yerine eğlenceli olsun diye Chevaliers Templiers, yani Tapınak Şövalyelerini okumaya başladım.

Öyle bir sardı ki, Fransızcasını bıraktım, hızlı olsun İngilizcesiyle devam ettim.

Sonra da kim bilir kaç dökümanter seyrettim, başta Wikipedia, kaç makale okudum.

Sonra da bunları sizle paylaşayım istedim.

Devam edeceğiz...

11 Kasım 2018 Pazar

Tapınak Şövalyeleri III

Haçlı seferleri, genelde düşündüğümüz gibi örneğin Kosova ya da Mohaç muharebeleri gibi başı sonu belli, kazanan ve kaybedenin açıkça bilindiği savaşlar değildi.

Batıdan yola çıkan ve başlarımda farklı komutanların olduğu, askerlerinin kiminin gerçek asker, kiminin esnaf ya da çiftçi, kiminin de kanun kaçakları ve suçlulardan oluştuğu çok fazla bir bütünlüğü olmayan topluluklardı.

Örneğin Kudüs'e giderken yolda karısını kaybeden bir komutan, zamanın kanunları gereği, karısının sahibi olduğu mallar üzerindeki haklarını da kaybetmişti. Kısacası beş parasız kalmıştı. O da emrinin altındaki askerlerini ordudan ayırıp, doğuda bazı kentlere saldırmış, bunları yağmalayarak mali durumunu düzeltmiş, sonra da geri dönerek Haçlı ordusuna yeniden katılmıştı.

Haçlı ordularının Batı Avrupa’dan Anadolu'ya ve sonrasında da Kudüs'e ulaşması yıllar alıyordu. Bu süre içinde de gereken yemek, su vesaire gibi ihtiyaçlarını yanlarında taşımaları mümkün değildi. Bu ihtiyaçlarını da geçtikleri yerlerden sağlıyorlardı. Zaman zaman yiyeceklerini para ile satın alsalar da, çoğunlukla kısa ve kolay yolu seçip, doğrudan köyleri, kentleri yağmalıyorlardı.

Yine Macaristan’dan geçerken yaptıkları yüzünden, Macar ordusu Haçlılara saldırmıştı. Birinci Haçlı seferleri esnasında Bizans Kralı Haçlıları İstanbul'a sokmamıştı bile.

Yine çok fazlasıyla tipik bir Avrupa fenomeni olan kendinden olmayanı nefret sırasına dizip sınıflama da bu seferlerin en belirgin özelliklerinden biriydi.

Örneğin Haçlı Seferlerinin birinci hedefi Müslümanlardı. Ancak sanmayın ki Haçlılar sadece Müslümanlarla savaşmışlardı. Fırsat buldukça Katolik olmayan diğerlerine de hatrı sayılır derecede zarar veriyorlardı.

Örneğin Yahudiler.

Hristiyan inancı Yahudileri özel bir yere koyar, çünkü Hz. İsa ve Havarileri hep Yahudiydi. Ancak Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden de Yahudileri sorumlu tutarlar. Ne olursa olsun, İncil'in yarısı Tevrattır (hoş, Kuran'ın bir bölümü de Tevratta geçen ama bunu başka bir yazıya bırakalım). Bu yüzde de bu iki din arasında önemli bir yakınlık vardır.

Buna rağmen Haçlı seferleri sırasında önemli bir Yahudi katliamı yaşanmıştır. Katoliklerin hiç biri Kudüs'ü ilk sahipleri olan Yahudilere bırakmayı düşünmemiştir bile.

Hristiyan olmalarına rağmen Katolik olmayan Ortadoks Bizanslılar da bir çok farklı olayda Haçlılardan nasiplerini almışlardır. Çok dillendirmeseler de, Ortadokslar, Katolikler için dinden sapmış heretikler sayılır. Bu biraz İslam'daki Sünni-Alevi ilişkisine benzer.

Haçlılar, biraz da bu motifle, Bizans'a ait toprakları ele geçirdiklerinde bunları tekrar Bizans İmparatorluğuna vereceklerine dair ant içmiş olsalar da, eski Bizans topraklarının birçoğunu kendilerine saklamışlardır.

İşin derinine inersek, Katolikler kendi aralarında da sen Fransızsın, ben Almanım, o İngiliz diye birbirlerine girmişlerdir.

Benzeri koşullar içerisinde Tapınak Şövalyeleri de yavaş yavaş göze batmaya başlamışlardı.

Bir kere rakip oluşumlar ile aralarında git gide büyüyen bir sürtüşme oluşmuştu.

Tapınak Şövalyelerine rakip sayılabilecek iki önemli gurup vardı.

Bunlardan ilki Knights Hospitaller isimli şövalyelerdi. Bunlar yine Kudüs'te konuşlu, Papa'ya bağlı çalışan dinsel bir askeri güçtü. Finansal olarak Tapınak Şövalyelerin ticari yetkinliğine sahip olmasalar da, askeri olarak yine çok güçlü bir topluluktular. Knights Hospitaller, Türk tarihinde Malta Şövalyeleri ve Rodos Şövalyeleri olarak geçer.

İkinci rakip oluşum ise yine Kudüs'te kurulmuş, Teutonic Order ya da orijinal dillerimde Deutschherrenorden denilen, Alman, Katolik şövalye gücüydü.

Tapınak Şövalyeleri her iki gurupla da doğrudan askeri bir mücadeleye girmemişti, ama üç topluluk da özellikle kilise katlarında birbirlerinin kuyusunu kazmaktaydı.

Rekabetin getirdiği zararın üzerine, bir de Tapınak Şövalyelerinin, özellikle finansal olarak çok fazla güçlenmeleri, Avrupa Monarkları arasında bir endişe konusu olmaya başlamıştı. Şövalyeler iyice güçlendiğinde Rodos Şövalyeleri benzeri, bağımsız bir devlet kurmaktan söz etmeye başlamışlardı ki, Avrupa'daki Krallar bu sözlerden sonra soğuk ürpertiler geçirmeye başladılar.

Bu esnada, Kudüs'ü kaybeden Müslümanlar da boş durmuyordu.

Kudüs'ün Haçlıların eline geçtiği 1099 yılından itibaren başta Selçuklular, bütün Müslümanlar Haçlıları bölgeden çıkarıp, kaybettikleri toprakları geri almayı planlıyorlardı.

Birinci Haçlı Seferi esnasında, tarihimizin bizlere çok çok yumuşatarak anlattığı, Kılıçarslanın kabul edilemez sarsaklığı yüzünden başkent İznik dahil, Anadolunun yarısı ve Suriyenin neredeyse tamamı kaybedilmişti.

Selçukluların toparlanmaları yarım yüz yıl aldı. Musul Atabeyi Zengi, 1144 yılında saldırıp, Urfa'yı geri aldı.

Durumlarının zayıfladığını gören Haçlılar bir ordu daha toplayıp, 1149 yılında Anadolu'ya ulaştılar. Zengi'nin oğlu Nureddin bu ikinci Haçlı seferine başarıyla direndi. Haçlılar hiçbir sonuç alamadan ya ortadan kaldırıldılar, ya da geri evlerine döndüler.

1180'li yıllar Selahaddin Eyyubi'nin güçlenmesine tanık oldu. Selçuklu Sultanı Nureddin'in görevlendirmesiyle Mısıra giden ve sonrasında burada Eyyubi devletini kuran Selahaddin Eyyubi, Nureddin'in ölmesiyle önce onun dul karısıyla evlendi, sonra da Nureddin'in çocuk yaşta oğluna saldırdı. Sonra Selçuklulara saldırmaktan vaz geçip, bu kez güçlerini Kudüs'deki haçlılara yöneltti.

Tapınak Şövalyelerinin önemli katkısıyla 1177 yılında, Montgisard savaşında Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’yi ağır bir yenilgiye uğrattılar.

Eyyubi, bir sonraki on yılı Suriye'deki dağınık Müslümanları bir araya getirmek için harcadı.

Eyyubi, 1187 yılında Kudüs Krallığının ordularını Hıttin bölgesine kadar çekti. Uzun bir takipten sonra Haçlı ordusu açlık ve susuzluktan bitap düşmüşken, Hıttin'deki tek su kaynağı olan kuyuları tuttu ve çaresizce saldıran Haçlıların karşısında önemli bir zafer elde etti.

Sonrasında doğu Akdeniz'deki diğer Haçlı devletçiklerini ele geçirdi. 1187 yılının sonuna doğru da Kudüs kentini savaşmadan teslim aldı.

Avrupa, Kudüs’ü geri almak için üçüncü Haçlı Seferini başlattı.

Haçlı ordusunun başında İngiliz Kral I. Richard, ya da bilinen ismiyle Aslan Yürekli Richard bulunuyordu.

Richard 100 bin kişilik ordusuyla Kudüs'ün kırk kilometre yakınına kadar gelip, eğer Kudüs'ü alırsam Müslümanlar nasılsa bizden geri alacaklar dedi, ve kutsal şehri Eyyubi'ye bırakıp, geri İngiltere'ye döndü. Kimse de ona, madem Kudüsü alsan bile Müslümanlar geri alacaktı, niye 100 bin kişiyi Kudüsü alacağım diye ta Orta Doğu'ya getirdin diye sormadı.

Aynı bizim Kılıçarslan'ı, Kürtlerin de Eyyubi'yi efsaneleştirdiği gibi, Katolikler de Richard'ı Aslan yürekli yapıp, arkasından efsaneler yazdılar. Tarihin bu bölümü de böylece üç yeteneksiz, basiretsiz komutanı allayıp, pullayıp geleceğe sattı.

Kudüs kentinin yeniden Müslümanların eline geçmesi Tapınak Şövalyelerini işsiz bırakmıştı. Kudüs yoksa Hristiyan hacılar da yoktu ve olmayan hacılara koruma da gerekmiyordu.

Rekabetin aşındırdığı konumları ve Avrupa'daki soyluların endişeleri üzerine, bir de varlıklarının kaynağı Kudüs kaybedilmişti.

Tapınak Şövalyelerinin yeni bir görev tanımı yapmaları gerekiyordu.

—-

Devam edeceğiz...

10 Kasım 2018 Cumartesi

Tapınak Şövalyeleri II

Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri ortaçağın en gizemli topluluklarından biriydi. Bu gizemleri yizünden de geçmişten bu güne bir çok kişinin merak konusu olmuşlardır. Bu merakın kaynağı aslında Tapınak Şövalyelerinin kim oldukları ya da ne yaptıklarından değil, daha ziyade kim olmuş ya da ne yapmış olabileceklerindendir.

Gerçekten de Tapınak Şövalyeleri hakkında bilinmeyen bir çok şey vardır. Bu bilinmeyenler de, biraz tahmin , biraz da mistisizmle karıştırılıp öykülere dökülür, kitaplarda, filmlerde anlatılır.

Birçok kişinin ilgisini çeken bu öyküler çoğunlukla kayıp hazineleri, kutsal emanetleri, doğaüstü olayları konu alır, ki bunlara elbette geleceğiz. Ancak başlangıç olarak fantastik olmayan tarihin bu ilginç topluluk için ne dediğine balalım.

Tapınak Şövalyeleri ilk kurulduklarında dokuz kişilerdi. Kuruluş amaçları olan Hristiyan hacıları koruma misyonları göz önüne alındığında, dokuz kişi ile kimi ya da neyi koruyabilmişler, o biraz tartışılır tabi.

Kuruldukları günlerde tek gelir kaynakları yerel bağışlardı. Oldukça kısıtlı olan bu finansman, topluluğun büyümesini engelliyordu, hatta bu kadar az bir gelirle bu organizasyonun yaşayabileceği bile şüpheliydi.

Yardıma kurucu dokuz şövalyeden birinin de akrabası olan Saint Bernard de Clairvaux isimli Fransız bir papaz koştu. Zamanın en etkili din adamlarından biri olan Bernard de Clairvaux, bıkmadan, usanmadan, Katolik yönetiminin her kademesine, Tapınak Şövalyelerinin yaptığı işin önemini anlatan mektuplar yazdı, bu gurup için bol bol lobi yaptı.

Bu emekler karşılığını buldu. Üyeleri üst düzey Katolik papazları olan Troyes Konseyi, 1129 yılında Tapınak Şövalyelerinin kilise tarafından tanınıp, desteklenen bir topluluk olduğuna dair bir kararı onayladı. Bu karardan sonra Tapınak Şövalyeleri, Hristiyan dünyasında ayrıcalıklı bir gurup haline geldi ve tüm Avrupa ülkelerinden para, arazi ve ticaret fırsatları gelmeye başladı. Soylu aileler, erkek çocuklarını bu kutsal davada görev alabilmeleri için Kudüs'e göndermeye başladılar.

Başka önemli bir dönemeç de 1139 yılında geçildi. Papa Innocent II, imzaladığı Papal bir kararname ile Tapınak Şövalyelerini her türlü yerel kanundan muaf saydı. Tapınak Şövalyeleri hiç bir ülkenin kanunlarına değil, sadece Papa'ya karşı sorumlu olacaklardı. Böylece şövalyeler vergi ödemeyecek, istedikleri ülkeye hiç bir kısıtlama olmaksızın girebilecek ve burada kanuni hiç bir sonucu olmadan istedikleri her şeyi yapabileceklerdi.

Tapınak Şövalyelerinin sayıları hızlı bir biçimde arttı. Zamanın korkulan, etkili bir askeri gücü oldular.

Şövalyeler asker oldukları kadar birer din adamıydılar. Bunlar, dünyevi zevkleri ve zenginlikleri reddetmiş, Hz. İsa'nın öğretisini takip eden keşişlerdi. Bu özellikleriyle zamanın yağmalayıp öldüren sonra da içip zaferlerinin tadını eğlenerek çıkaran klasik asker tipinden önemli bir biçimde farklılaşıyorlardı.

Kendilerine amblem olarak fakirliği sembolize eden, bir at üzerine binmiş iki şövalyeyi seçmişlerdi.

Topluluğa katılırken normal bir rahibin ettiği yeminin aynısını ediyorlardı. Ancak diğer rahiplerin aksine, şövalyeler için insan öldürmek serbestti. Bu Katolik kilisesinin tarihinde bir ilkti.

Hem bir asker, hem de birer din adamı olmaları, beraber savaştıkları Haçlı ordusunun diğer askerleri tarafından bile tuhaf karşılanmıştı. Bazıları Tapınak Şövalyelerinin kimsenin bilmediği farklı bir görevleri olduğuna inanıyordu.

Yemek için çok basit yiyecekler seçer, ve bunları tek başlarına, kimseyle konuşmadan yerlerdi.

Hepsi çok iyi eğitim görmüş usta askerlerdi. Hem kendileri, hem de atları üzerinde kırmızı haçlar bulunan beyaz mantolar giyerlerdi. Savaşta en ön saflarda yer alır, çok hızlı bir biçimde saldırıp, düşman hatlarını yarar, ferideki asıl kuvvetin saldırması için uygun bir zemin hazırlarlardı.

Kendi koydukları kurallar gereği, hiç bir Tapınak Şövalyesi, savaştıkları gücün sayısı kendilerinin üç katından fazlası değilse geri çekilemezdi.

Tarihçiler, Selahattin Eyyubi'nin 25 bin askerine karşı üç bin küsür askerle karşılaştıkları Montgisard savaşında, zaferin kazanılmasını Haçlı ordusundaki 500 tapınak şövalyesine bağlarlar.

Özetle şövalyeler gerçekten güçlü, yerkin askerlerdi.

Ancak bu askerler toplam Tapınak Şövalyeleri personelinin sadece yüzde onunu oluşturuyordu!

Geriye kalan yüzde doksan, bugünün değişiyle masa başı işlerle meşguldü.

Vergiden muaf ve savaşan gücü dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş olan bu organizasyon bağışlar ve ticari faliyetleri sonucu çok büyük bir gelir elde ediyordu.

Tapınak Şövalyelerinin çiftlikleri, üzüm bağları, şaraphaneleri, tarlaları, atölyeleri, depoları vardı. Bunlarla birlikte Avrupa'nın hemen her noktasında kaleler, barınaklar, kiliseler, manastırlar yapmışlardı ve bunların tümü organizasyon için birer şube, birer temsilcilik biçiminde çalışıyordu.

Papa dışında kimseye de karşı sorumlu olmadıklarımdan serbestçe ticaret, ithalat ve ihracat yapıyorlardı.

Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk çek uygulamasını gerçekleştirmişlerdi.

Öncelikle Kudüs'e giden hacılar, sonrasında da Avrupa'nı her yerine seyahat eden yolcular, Tapınak Şövalyelerinin bürolarından birine gidiyor, nakit paralarını buraya yatırıp, karşılığında yazılı bir döküman alıyorlardı. Kudüs ya da Avrupa'daki gidecekleri yerlere vardıklarında da, bu kağıdı Tapınak Şövalyelerinin oradaki bürosuna götürüp, yatırdıkları parayı geri alabiliyorlardı.

Yüzde on gibi 'ufak' bir komisyon düşülerek tabi...

Bu hizmetin oldukça fazla müşterisi vardı. Bu, tam tanımıyla bir seyahat çeki olan sistem, yolculuk boyunca paranın çalınması ya da kaybını engelliyor, bu uygulamanın farkında olan haydutlar da bir şey alamayacaklarını bildiklerinden bu yolculara saldırmıyorlardı. Kısacası yolcular paralarını korumakla kalmayıp, canlarını da kurtarıyorlardı.

Gelir bu kadar fazla olunca bu paranın da değerlendirilmesi gerekiyordu tabi.

Tapınak Şövalyeleri Kazandıkları bu parayı Avrupa'daki monarklara, yani kral ve soylulara borç olarak veriyorlardı. Faiz o zamanlarda günah sayıldığı için de karşılığında kar payı istiyorlardı.

Kısacası Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk bankasını kurmakla kalmamış, tarihin ilk çok uluslu şirketini de yönetiyorlardı.

Toplam personelin savaşla ilgisi olmayan yüzde doksanlık bölümü de bu ticari işlemler için çalışıyordu.

Tapınak Şövalyelerine militarist, teolojik ve mistik bir anlam yükleyen birçok kişiyi üzme pahasına, bu organizasyon askeri değil, ticari bir organizasyondu. Şövalyeler de birer tüccardı.

Şövalyelerin bir de diplomatik tarafları vardı.

Hem Musevi, hem de İslam kültürüne yakınlaşmışlardı. Arapça ve İbranice öğrenip, Müslüman ve Yahudi din adamlarıyla etkileşimde bulunmuşlar, onların kültürlerini, inançlarını öğrenmişlerdi.

Tapınak Tepesindeki karargahları Mescid-i Aksa'nın bir parçasıydı. Burada bir köşeyi diplomatik görevlerle arada bir gelen Müslüman ziyaretçilerin namaz kılıp, dua etmesi için ayırmışlardı.

Tapınak şövalyeleri alışılagelmişten çok farklı bir topluluktu.

—-

Devam edeceğiz...

8 Kasım 2018 Perşembe

Tapınak Şövalyeleri I

Ellerinin bir arada, dua eder şekilde bağlanmasında ısrar etmişti. Vücudunu Notre Damme Katedralini görcek şekilde çevirdiler. Sonra da üzerinde durduğu odun yığınını ateşe verdiler.

Jacqıes de Molay'ın ağızından çıkan son sözler şunlardı:

"Dieu sait qui a tort et a péché. Il va bientot arriver malheur à ceux qui nous ont condamnés à mort"

Yani "Tanrı kim haksız, kim günahkar biliyor. Çok yakında bizi ölümümüze gönderenlerin başına felaketleri gelecek".

Jacques de Molay ve yanındaki yoldaşı Geoffroi de Charney'in ölmeleri bir kaç saat aldı. Ortaçağın yaygın infaz yöntemlerinden biri olan canlı canlı yakılmak sanıldığı gibi bir anda alevler içinde kalarak ölmek biçiminde değil, zayıf bir ateşin üzerinde, yavaş yavaş kavrularak, acılar içinde can vererek gerçekleşiyordu.

18 Mart 1314'te biten bu dönem, bundan iki yüz yıl önce, 1095 yılında Papa II'nci Urban'ın, Clermont kentinde Katolik konseyine yaptığı bir çağrı ile başlamıştı.

Bu çağrışında Papa, Anadolu'da gitgide artan Müslüman varlığına dikkat çekiyor, özellikle güçlenip, büyüyen Selçuklu Türklerin ilerleyişini durdurmak için Bizans İmparatorluğuna yardım edilmesi gerektiğine işaret ediyordu.

Elbette ki bu yardımla birlikte asıl hedef Kutsal Topraklar ismini verdikleri Kudüs'ü ele geçirmekti.

Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği, daha sonra yeniden dirildiği, havarilerinin Hristiyanlığı yaymaya başladıkları Kudüs, yine Hz. İsa'nın doğduğu Bethlehem kentleri ve çevresi, bu inancı izleyenlerin gerçekten çok önem verdiği, kutsal kabul ettiği yerlerdir.

İncil'in Yeni Ahit isimli, Hz. İsa'nın hayatını anlatan bölümünün neredeyse tamamı bu bölgede geçen olaylarla doludur. Bu da Hristiyanların bu bölge ile arasındaki bağı devamlı taze ve güncel tutar.

Papa II. Urban'ın çağrısı açık ve netti.

"Ben haydutlardan şövalye olmalarını bekliyorum!"

Karşılığında da indulgence, yani semavi bir af öneriyordu. Bu kutsal savaşa katılan herkesin günahları sıfırlanacak, doğrudan cennete gitmeye hak kazanacaktı.

Batı Avrupa'da dört haçlı ordusu kuruldu. Bunların önemli sayılabilecek bir bölümü Avrupadaki katiller, hırsızlar ve benzeri suçlulardı.

Bu ordular İstanbul yakınlarında birleşti, önce İznik'i Kılıçarslan'dan aldılar, sonra da Antakya'yı ele geçirdiler.

Akdenizin doğu kıyısından güneye yürüyen Haçlı ordusu, yol üzerindeki kentleri ele geçirdi ve Kudüs'ü kuşattı. Zorlu bir mücadele sonrası Haçlılar Kudüs'ü ele geçirdi ve kentteki Müslümanların tümü ve Yahudilerin de bir bölümünü kılıçtan geçirdi.

Haçlılar Anadolu'da ele geçirdikleri Bizanslı Hristiyan kardeşlerine bıraksalar da, güneyde ele geçirdikleri yerleri Bizanslılara vermeyip, kendilerine sakladılar.

Böylece Orta Doğu'nun haritası tuhaf bir hale geldi. Bugün Suriye ve İsrail'in bulunduğu bölgede Batı Avrupalı Katolik devletçikler oluştu. Kudüs ise krallık statüsünü aldı.

Unutmayalım, sefere çıkan askerler aslen affedilme sözü almış suçlularla birlikte evleri, barkları Avrupa'da olan esnaf, işçi ve çiftçilerdi. Bu yüzden Kudüs alınıp, görev tamamlandığında Haçlı ordusu Avrupa'ya geri döndü.

Kudüs’ün yeniden hristiyanların egemenliğine girmesi Avrupa'da yaşayanların aklını başımdan aldı. Bir çok dindar Hristiyan, hacı olup, İncil'i yerinde yaşayabilmek için kutsal topraklara doğru yola koyuldu.

Kutsal topraklardaki Haçlı devletçikleri, bulundukları kentlerde egemenliklerini sağlamış olsalar da, geride kalan askerlerin sayılarının azlığımdan dolayı tam anlamıyla bölgesel bir hakimiyet kuramamışlardı. Hristiyan hacılar Betlehem'den Kudüs'e kadarki bir kaç kilometrelik yolda bile saldırıya uğruyor, paraları ve yanlarında taşıdıkları eşyaları ellerinden alınıyor, çoğu zaman da hayatlarını kaybediyorlardı.

Bir Fransız şövalyesi olan Hugues de Payens, Kudüs'ün çiçeği burnunda kralı Baldwin II'ye bu haçlıları korumak için askeri bir güç oluşturmayı teklif etti.

Kral bu teklifi kabul etti ve karargah olarak da de Payens'a Kraliyet Sarayı'nın sol kanadını tahsis etti.

Kraliyet sarayı Kudüs’ün, belki de dünyanın en çok bilinen ve en çok kutsal sayılan "Tanrının Evi" isimli tepesinde bulunuyordu. Bu tepeye Müslümanlar "Harem El Şerif", Yahudiler ise "Har HaBáyit" ismini vermişlerdi.

Ancak hemen herkes için bu tepenin ismi Tapınak Tepesiydi, çünkü inanca göre Solomon Tapınağı bu tepede inşa edilmişti.

Solomon ismi İbraniceden Arapçaya ve sonrasında da Türkçeye Süleyman olarak geçmiş. Her üç semavi dine göre, Hz. Davut'un oğlu Hz. Süleyman, İsrail Krallığını babasından devralmış, varlıklı bie bir hükümdarmış. Serveti ile de M.Ö. 957 yılımda bu tapınağı yaptırmış.

Tapınak tanımını pagan anlamıyla, örneğin bir Yunan ya da Roman tapınağı şeklinde değil, daha ziyade büyük boyutlu bir Sinagog şeklimde düşünmek gerekir. Bugün, özellikle Ortadoks inancında, Katolisizm'de Katedral şeklinde isimlendirilen büyük kiliselere hala Tapınak derler.

Yine inanışa göre içinde, üzerinde on emirin yazıldığı tabletlerden ikisinin de bulunduğu Kutsal Sandık ve Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'un asası da bu tapınakta muhafaza ediliyormuş.

Solomon Tapınağı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yağmalanıp, yıkılmış. M.Ö. 516 yılında İsrailliler aynı yerde ikinci bir tapınak inşa etmişler. Bu da M.Ö. 70 yılımda Romalılar tarafımdan yıkılmış. Musevi inancına göre bir gün yine bu noktaya üçüncü ve son bir tapınak yapılacaktır.

Museviler için bu tepe çok önemli ve kutsal bir yerdir. Nasıl Müslümanlar namaz kılarken kıbleye dönerlerse, Yahudiler de dua ederken Solomon Tapınağının bulunduğu bu tepeye dönerler. Bazı Yahudiler hala bir parçalarının burada olduğuna inandıkları dinen kutsal kişileri rahatsız etmemek için bu alanda yürümezler bile.

Bu tepe İslam inancında da kutsal bir yerdir. Hz. Muhammed Miraç"a buradan yükselmiştir. Müslümanlar da bu tepeye Mescid-i Aksa camiini ve Kubbet-üs Sahra isimli, altın renkli dev bir kubbesi olan ibadethaneyi inşa etmişler.

Öykümüze geri dönersek, Hristiyan hacıları korumak için kurulan güç bu üç din için de kutsal sayılan tepede konuşlanmıştı.

Kendilerini de mütevazi bir biçimde isimlendirmişlerdi. Latincesiyle "Pauperes commilitones Christi Templique Salomonici", İngilizcesiyle "Poor Fellow-Soldiers of Christ and of the Temple of Solomon", yani "Hz. İsa ve Solomon Tapınağının fakir yoldaş askerleri".

Ancak bütün dünya onları bilinen isimleriyle çağıracaktı. "Knights Templar" yani "Tapınak Şövalyeleri".

—-

Devam edeceğiz...

1 Kasım 2018 Perşembe

Montmartre

Paris dünyanın en güzel, en romantik şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Ancak bana sorarsanız bu cazibe ve romantizmini Eyfel Kulesi ya da Zafer Anıtı gibi turist noktalarına değil, bir şehir olarak bir ruhu, bir enerjisi olmasına borçludur.

Eyfel Kulesine çıkar, Zafer Anıtındaki Meçhul Asker meşalesinin önünde de bir resim çektirir, bir de Mona Lisa'yı görüp eve döner, sonra da Paris'i gördüm diyebilirsiniz.

Bunda da bir problem yok elbette. İlk Paris'i gördüğümde size yukarda yazdıklarımın bire bir, tamamen aynısını yapmıştım.

Ancak bize iki buçuk saat yakınlığından ötürü, Paris'e birden fazla, hatta çok çok daha fazla gitme şansım oldu. Bundandır, bu kenti gezip görmenin ötesinde, deyimi yerindeyse biraz ruhunu da koklayabildim.

Paris'i bu kadar cazibeli ve romantik bir kent yapan da işte bu ruhu sevgili arkadaşlar. Bir şeyleri görmeyi bırakıp, bir şeyleri yaşayabilmek için bu güzel şehre geldiğinizde, Paris'in tadını çıkarıyorsunuz işte böyle.

Örneğin Avenue des Champs-Élysées'de yürüyüp, Louis Vuitton yerine bir sokak cafe'sinde bir kahve içmek, Saint-Michel'de küçük bir öğrenci lokantasında, kötü bir bardak kırmızı şarap ile bir Fransız bifteği yemek, Sen nehri üzerinde, Bateaux-Mouches ile bir nehir turu yapmak, metroya binip Parizyenlere karışmak, bu kenti anlamanın ilk adımları.

Bu listenin belki de en önemli maddesini bilerek en sona sakladım.

Çünkü bu akşamımızın konusu, Paris'in ruhunu hissetmenin en kritik noktalarından biri olan Montmartre.

Montmartre, Paris'de bir semt.

Montmartre'ın alt bölgeleri günümüzde olmasa da on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar çok renkli, çok ünlü gece kulüpleriyle doluymuş. Filmlerden hatırlayabilirsiniz, Chat Noir yani Karakedi, Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen kulüpleri hep buralarda.

Buffalo Bill bile te Amarikalardan gelip, bu mekanlarda kabare seyredermiş. Gece kulübü falan diyoruz da, buraları bizim anladığımız şekliyle pavyon tabi.

Ben Moulin Rouge'da bir kabere izlemeyi çok istiyorum. Kan kan dansının doğduğu yerler buraları. Bakalım, dünya gözü ile görebilecek miyim, çünkü buralara geldiğimizde genellikle ya yanımızda misafirler olur, ya da zamanımız kısıtlıdır.

Pigalle isimli bu bölgede günümüzde gece kulüplerinin yanlarında sex shoplar, ayıp sinemalar, dönerciler, kebapçılar falan var. Gidip, gezinmekte hiç bir problem yok ama yukarda romantik şehir falan diye çok üsteledim, eğer amacınız romans ise karınızı, kocanızı alıp gitmeyin Montmartre'ın aşağılarına. Bu bölgede başımdan geçmiş üç beş olay var ki, sizlere bunları yazabilmek için alkol seviyemin bayağı yükselmesi lazım. Ancak tavsiye ederim, beni şarap ile tavlayıp konuşturun, hep beraber bol bol güleriz.

Neyse. Konumuz Pigalle değil.

Paris'in en yüksek noktası olan Montmartre ile aynı isimli bir tepe de bu semtin sınırları içinde bulunuyor. Bu 'tepenin' tam 'tepesinde' de herhalde çoğunuzun bileceği, ya da görünce hatırlayacağı Sacré-Cœur isimli kilise var.

Sacré-Cœur, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biridir sevgili arkadaşlar. Notre Damme falan yanında halt etmiş sizin anlayacağınız.

Bizim Pamukkale gibi, taşların yapısı nedeniyle yağmur yağdıkça çamaşır suyu misali, bütün dışı süt beyazı rengine bürünüyor. O kadar beyaz ki, güneşli bir günde parlaklığı nedeniyle fotoğrafını zar zor çekebiliyorsunuz.

Montmartre'nin kalbi ise Sacré-Cœur kilisesinin hemen yanındaki bir meydan ve etrafımdaki restoran ve cafe'lerde atar sevgili arkadaşlar.

Meydan ressamlarla dolu. Tuvalleri, boyaları, sigaraları, pipoları, konyakları falan, artık aklınıza ne gelirse açık havada kendilerinden geçmiş, resim yapıyorlar. Hepsinin üstü başı kirli, yırtık pırtık giysileri, altları mosmor, içleri kıpkırmızı gözleriyle sanki etraflarında başka kimse yokmuş gibi sanatlarına dalmışlar.

Etraftaki cafe'lerden birisine giriyorsunuz, yine İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış, Vive la Résistance bir Fransız garson kız, önce masanızı siliyor sonra da sizi kırk yıldır tanıyormuş gibi sohbete başlıyor. Saatin kaç olduğuna bağlı olarak ya kahve ve croissant'ınızı, ya da bir bardak şarabınızı söyleyip, kim bilir sokakta kimin çaldığı bohem bir müzikle kendinizi bu büyülü ortama bırakıyorsunuz.

Siz şarabınızı içerken yine yolda görseniz dilenci diye eline bir Frank sıkıştıracağınız biri omuzunuza dokunuyor. Elinde bir tahta tablet, üstünde de artık köşeleri buruşmuş çizim kağıtları. Ufak bir ücret karşılığında siz içkinizi içerken karakalem portrenizi çiziyor.

Biz Paris'e her geldiğimizde, eğer yürümesi imkansız bir sağanak yağış falan yoksa mutlaka Montmartre'a geliriz. 🐝Mezzy🐝 daha altı aylık bile değilken buradaydık, başka bir kez bir 1 Ocak sabahında, başka bir kez...

Montmartre bugün böyle bir yer, ancak yakın geçmişte size yukarda tasvir etmeye çalıştığım bohem havası tepe noktasındaymış. Eline fırçasını, boyasını, tuvalini alan ünlü, ünsüz, bir çok ressam Monmartre'a gelmiş, parasızlıktan aç kalmış, evsiz kalmış, ama sanatlarını icra etmişler.

Kısaca bir bakalım kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan.

Van Gogh, Picasso, Monet, Renoir, Amedeo Modigliani, Edgar Degas, Henri de Toulouse-Lautrec, Suzanne Valadon, Piet Mondrian, Camille Pissarro, vesaire, vesaire. Çok sanat tarihi olmayalım, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Montmartre nasıl bir yermiş, gözünüzde canlandı her halde.

Montmartre deyince akla bir kelime gelir arkadaşlar.

Bohem!

Bu sözcük Türkçede de var. Biraz hassas bir çeviri yapmak istersek berduş, gamsız, avare sanatçı gibi bir şeyler diyebiliriz.

Yolunuz düşerse Montmartre'da bir kaç saatliğine olsa da bir 'Bohem' olmayı deneyin derim.

Geceniz güzel olsun ❤️


Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...