1 Kasım 2018 Perşembe

Montmartre

Paris dünyanın en güzel, en romantik şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Ancak bana sorarsanız bu cazibe ve romantizmini Eyfel Kulesi ya da Zafer Anıtı gibi turist noktalarına değil, bir şehir olarak bir ruhu, bir enerjisi olmasına borçludur.

Eyfel Kulesine çıkar, Zafer Anıtındaki Meçhul Asker meşalesinin önünde de bir resim çektirir, bir de Mona Lisa'yı görüp eve döner, sonra da Paris'i gördüm diyebilirsiniz.

Bunda da bir problem yok elbette. İlk Paris'i gördüğümde size yukarda yazdıklarımın bire bir, tamamen aynısını yapmıştım.

Ancak bize iki buçuk saat yakınlığından ötürü, Paris'e birden fazla, hatta çok çok daha fazla gitme şansım oldu. Bundandır, bu kenti gezip görmenin ötesinde, deyimi yerindeyse biraz ruhunu da koklayabildim.

Paris'i bu kadar cazibeli ve romantik bir kent yapan da işte bu ruhu sevgili arkadaşlar. Bir şeyleri görmeyi bırakıp, bir şeyleri yaşayabilmek için bu güzel şehre geldiğinizde, Paris'in tadını çıkarıyorsunuz işte böyle.

Örneğin Avenue des Champs-Élysées'de yürüyüp, Louis Vuitton yerine bir sokak cafe'sinde bir kahve içmek, Saint-Michel'de küçük bir öğrenci lokantasında, kötü bir bardak kırmızı şarap ile bir Fransız bifteği yemek, Sen nehri üzerinde, Bateaux-Mouches ile bir nehir turu yapmak, metroya binip Parizyenlere karışmak, bu kenti anlamanın ilk adımları.

Bu listenin belki de en önemli maddesini bilerek en sona sakladım.

Çünkü bu akşamımızın konusu, Paris'in ruhunu hissetmenin en kritik noktalarından biri olan Montmartre.

Montmartre, Paris'de bir semt.

Montmartre'ın alt bölgeleri günümüzde olmasa da on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar çok renkli, çok ünlü gece kulüpleriyle doluymuş. Filmlerden hatırlayabilirsiniz, Chat Noir yani Karakedi, Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen kulüpleri hep buralarda.

Buffalo Bill bile te Amarikalardan gelip, bu mekanlarda kabare seyredermiş. Gece kulübü falan diyoruz da, buraları bizim anladığımız şekliyle pavyon tabi.

Ben Moulin Rouge'da bir kabere izlemeyi çok istiyorum. Kan kan dansının doğduğu yerler buraları. Bakalım, dünya gözü ile görebilecek miyim, çünkü buralara geldiğimizde genellikle ya yanımızda misafirler olur, ya da zamanımız kısıtlıdır.

Pigalle isimli bu bölgede günümüzde gece kulüplerinin yanlarında sex shoplar, ayıp sinemalar, dönerciler, kebapçılar falan var. Gidip, gezinmekte hiç bir problem yok ama yukarda romantik şehir falan diye çok üsteledim, eğer amacınız romans ise karınızı, kocanızı alıp gitmeyin Montmartre'ın aşağılarına. Bu bölgede başımdan geçmiş üç beş olay var ki, sizlere bunları yazabilmek için alkol seviyemin bayağı yükselmesi lazım. Ancak tavsiye ederim, beni şarap ile tavlayıp konuşturun, hep beraber bol bol güleriz.

Neyse. Konumuz Pigalle değil.

Paris'in en yüksek noktası olan Montmartre ile aynı isimli bir tepe de bu semtin sınırları içinde bulunuyor. Bu 'tepenin' tam 'tepesinde' de herhalde çoğunuzun bileceği, ya da görünce hatırlayacağı Sacré-Cœur isimli kilise var.

Sacré-Cœur, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biridir sevgili arkadaşlar. Notre Damme falan yanında halt etmiş sizin anlayacağınız.

Bizim Pamukkale gibi, taşların yapısı nedeniyle yağmur yağdıkça çamaşır suyu misali, bütün dışı süt beyazı rengine bürünüyor. O kadar beyaz ki, güneşli bir günde parlaklığı nedeniyle fotoğrafını zar zor çekebiliyorsunuz.

Montmartre'nin kalbi ise Sacré-Cœur kilisesinin hemen yanındaki bir meydan ve etrafımdaki restoran ve cafe'lerde atar sevgili arkadaşlar.

Meydan ressamlarla dolu. Tuvalleri, boyaları, sigaraları, pipoları, konyakları falan, artık aklınıza ne gelirse açık havada kendilerinden geçmiş, resim yapıyorlar. Hepsinin üstü başı kirli, yırtık pırtık giysileri, altları mosmor, içleri kıpkırmızı gözleriyle sanki etraflarında başka kimse yokmuş gibi sanatlarına dalmışlar.

Etraftaki cafe'lerden birisine giriyorsunuz, yine İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış, Vive la Résistance bir Fransız garson kız, önce masanızı siliyor sonra da sizi kırk yıldır tanıyormuş gibi sohbete başlıyor. Saatin kaç olduğuna bağlı olarak ya kahve ve croissant'ınızı, ya da bir bardak şarabınızı söyleyip, kim bilir sokakta kimin çaldığı bohem bir müzikle kendinizi bu büyülü ortama bırakıyorsunuz.

Siz şarabınızı içerken yine yolda görseniz dilenci diye eline bir Frank sıkıştıracağınız biri omuzunuza dokunuyor. Elinde bir tahta tablet, üstünde de artık köşeleri buruşmuş çizim kağıtları. Ufak bir ücret karşılığında siz içkinizi içerken karakalem portrenizi çiziyor.

Biz Paris'e her geldiğimizde, eğer yürümesi imkansız bir sağanak yağış falan yoksa mutlaka Montmartre'a geliriz. 🐝Mezzy🐝 daha altı aylık bile değilken buradaydık, başka bir kez bir 1 Ocak sabahında, başka bir kez...

Montmartre bugün böyle bir yer, ancak yakın geçmişte size yukarda tasvir etmeye çalıştığım bohem havası tepe noktasındaymış. Eline fırçasını, boyasını, tuvalini alan ünlü, ünsüz, bir çok ressam Monmartre'a gelmiş, parasızlıktan aç kalmış, evsiz kalmış, ama sanatlarını icra etmişler.

Kısaca bir bakalım kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan.

Van Gogh, Picasso, Monet, Renoir, Amedeo Modigliani, Edgar Degas, Henri de Toulouse-Lautrec, Suzanne Valadon, Piet Mondrian, Camille Pissarro, vesaire, vesaire. Çok sanat tarihi olmayalım, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Montmartre nasıl bir yermiş, gözünüzde canlandı her halde.

Montmartre deyince akla bir kelime gelir arkadaşlar.

Bohem!

Bu sözcük Türkçede de var. Biraz hassas bir çeviri yapmak istersek berduş, gamsız, avare sanatçı gibi bir şeyler diyebiliriz.

Yolunuz düşerse Montmartre'da bir kaç saatliğine olsa da bir 'Bohem' olmayı deneyin derim.

Geceniz güzel olsun ❤️


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...