6 Aralık 2012 Perşembe

Hangi Lens?

Bir-iki gün önce çok ilginç bir konu hakkında yazılmış çok saçma bir yazı okudum. Yazının konusu bir DSLR fotoğraf makineniz varsa alacağınız ikinci lens hangisi olsun. Yazan arkadaş, muhtemelen sağdan soldan arakladığı klişeleri anlamsız bir biçimde bir araya getirmiş, sonra da Türkçeye çevirirken üstüne bir doz daha zırvalamış.

Ama konu çok güzel, o yüzden ben de kendi düşüncelerimi yazmak istedim.

DSLR'lar, yani siyah, büyük, pahalı fotoğraf makineleri, çoğunlukla kit lens adı verilen genel kullanıma uygun lenslerle gelirler.

Genel evrim kurallarına göre fotoğraf çekmek eğer sizi sardıysa ikinci bir lensi almak için elleriniz ve cüzdanınız kaşınmaya başlar. İşte bu yazı kendi çapımda size bu konuda az biraz yardımcı olmaya çalışacak.

En son söyleyeceğimiz şeyi şimdi söyleyerek başlayalım.

Makinenizle gelen kit lens, birçok kişi küçümse de, o kadar esnek ve kalitelidir ki, yüz farklı ortamdan doksan beşinde problemsiz çalışır. Geri kalan beş ortamı da zaten ikinci bir lensle kapatamazsınız çoğunlukla. Bu arada bütün bu laflarım normal bir amatörün günlük fotoğraf çekimlerini göz önüne almakta. Tabii ki kit lensinizi CERN labaratuarında Higgs bosonunun fotoğrafları için kullanamazsınız.

O yüzden beklentilerinizi iyi ayarlayın. İkinci lens birçok koşulda hayatınızı dramatik bir biçimde değiştirmeyecektir.

Çok haz etmesem de bir noktadan sonra biraz teknik detaylara dalmamız gerekecek. O yüzden gelin halen zihnimiz açıkken birkaç dünyevi soruya cevap arayalım.

İlk soru, yeni lensinizi ne için kullanacağınız. Bu soruyu nedense birçok kaynakta biraz farklı ve biraz anlamsız bir biçimde, ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorarlar. Sanki bir insan sadece manzara yada portre çekermiş gibi. Halbuki elinizde fotoğraf makinesi varsa canınızın istediği, hoşunuza giden her şeyi çekersiniz. Öyle değil mi?

Sorumuza geri dönelim. İkinci lensinizi ne için kullanmayı düşünüyorsunuz?

Gelin, cevabınızı çoktan seçmeli bir hale getirelim.

a) Kit lensi ile çektiğim fotoğrafların kalitesini sonuçta fark etmesemde artırmak için.

b) Kuş, hayvan, dağ zirvesi gibi şeylerin fotoğraflarını, yanlarına gitmeden uzaktan çekebilmek için.

c) Karınca, çiçek, böcek, örümcek gibi küçük şeylerin fotoğraflarını çekmek için.

d) Manzara resimlerinde veya hareket alanınızın kısıtlı olduğu ev içimde yada dar sokaklarda çok fazla geri çekilmek zorunda olmadan kareye daha geniş bir alanı tıkıştırabilmek için.

e) Kapalı yerlerde yada az ışıklı ortamlarda biraz daha rahat fotoğraf çekebilmek için.

f) Boks maçı, karı-koca kavgası, bahçede oynayan yada kavga eden çoçuklar türü aksiyon fotoğrafları çekmek için.

g) Paparazzi durumları yada spor müsabakaları, havacılık gösterileri, 19 Mayıs geçit törenleri gibi çok uzaktan detaylı fotoğraflar çekmek için.

h) İnsan portreleri çekmek için.

Bir daha okuyun ve cevabınızı düşünün. Birden fazla cevabı işaretleyebilirsiniz. Yanlışlar doğruları götürmez çünkü yanlış olan hiçbir cevap yok.

Ve unutmayın. Kit lensiniz yukardakilerin bir çoğunu iyi kötü becerebilir durumdadır.

Unutmamanız gereken asıl önemli başka bir nokta ise sadece yukarıdaki işlevleri iyi yapabilen bir lensi bazen binlerce dolara satın aldınız diye otomatik olarak bu özellikli fotoğrafları güzel ve doğru çekeceğinizi düşünmeyin.

Kameralar, lensler sadece birer araçtırlar. İş yine makinenin arkasında yani sizde biter.

Bu noktada ne alacağımıza karar verebilmek için önce elimizde ne var ona bakalım ve elimizdeki hangi durumlarda yetersiz kalıyor biraz detaylıca anlayalım.

Yüzde 99 nokta 9 olasılıkla kameranızla beraber aldığınız kit lensiniz bir 18-55 mm f/3.5-5.6 IS olacaktır.

Gelin, bunca sayı ve harfi dekode etmeye başlayalım.

18-55 mm, lensinizin kapsadığı odak uzaklığı aralığıdır. Bu lens değişken odak uzaklıklı, yani "zoom" donanımlı bir lens dir. Bunun anlamı, bu lensin odak uzaklığını 18 mm ile 55 mm arasında herhangi bir değere ayarlayabileceğinizdir.

Odak uzaklığı kısaldıkça durduğunuz yeri değiştirmeden, fotoğraf karesine daha geniş bir alanı küçültmek suretiyle sığdırabilirsiniz. Odak uzaklığı büyüdükçe lensiniz bir dürbün gibi çalışır, görüntüyü büyütür ancak karenin içine daha az bir alanı sığdırır.

Crop sensörlü makinenizde 8-15 mm arası odak uzaklıkları ultra geniş açı, 15-30 mm aralığı geniş açı, 30-40 mm aralığı normal, 40-70 mm kısa telefoto, 70-150 mm telefoto, 150 mm üstü süper telefoto diye adlandırılır (üç aşağı, beş yukarı).

18-55 mm kit lensiniz sizi geniş açıdan başlayıp kısa telefotoya kadar götüren bir odak uzunluğunu kapsar.

Bu çok kullanışlı bir aralıktır. Kendimden bir örnek verirsem, çektiğim fotoğrafların yüzde sekseni bu aralıktadır. Eğer full frame 24 mm yada crop frame 15 mm aralığını da alırsak - ki çok büyük bir fark değil, 24 mm'yi var diye kullanıyorum, olmasaydı crop 18 mm karşılığı 28 mm yi kullanıyor olacaktım - bu yüzde seksen kapsama yüzde doksana çıkar.

Kit lens modelindeki ikinci numara f/3.5-5.6 dır. Bu "f" sayısı lensinizin açılabilme oranını gösterir. Anlaşılmaya hiçbir katkısı bulunmayan gereksiz aritmetiği atlayıp (diyafram açıklığının odak uzunluğuna oranı) bu açıklığın ne anlama geldiğine bakalım.

Fotoğraf çekmek için düğmeye bastığınızda sensörün önündeki bir perde kalkar, lensin içinde bir iris açılır ve ışığın sensör yada filmin üzerine düşmesini sağlanır. Bu iris ne kadar geniş açılırsa sensöre o kadar fazla ışık ulaşır. İşte bu f değeri irisin ne kadar geniş açılacağını gösterir.

İşin tersliği, bu f değeri küçüldükçe irisin genişliği artar.

Kit lensinizin f değeri 3.5 ile 5.6 arasımda değişir. Odak uzunluğunun en kısa olduğu 18 mm noktasında açıklık en geniş f/3.5 değerindedir. Telefotoya doğru odak uzunluğu arttıkça iris açıklığı azalır ve 55 mm odak ızaklığında en küçük f/5.6 değerine ulaşır.

Bu f değerine zaman zaman lensin hızı da denir.

Şimdi, doğal olarak, bu açıklığın geniş yada dar olmasının bana ne faydası var diye soracaksınız. Cevabı çok önemli, bir nefes alın ve dikkatle okumaya devam edin.

Öncelikle iris açıklığı arttıkça yani f değeri küçüldükçe sensöre düşen ışık miktarı artar. Unutmayın, bir fotoğrafı doğru bir biçimde oluşturabilmek için sadece tek ve sabit miktarda ışığa gerek duyulur.

Bu sabit miktarda ışığı alabilmek için makinenin perdesi gerektiği kadar uzun süre açık kalmalıdır. Eğer lensden giren ışık miktarı fazla ise, perdenin açık kalması gereken süre kısalır. Bu da kamerayı elle tutarken sarsmanızdan dolayı oluşan netlik kaybını engeller.

Kıssadan hisse, düşük f değerleri sizin daha az ışıklı ortamlarda kamerayı elinizle tutarak fotoğraf çekmenizi kolaylaştırır.

Aynı mantıkla geniş iris açıklığı yada küçük f değerleri hareketli canlı yada cisimlerin fotoğraflarını çekerken de çok önem kazanır.

Hareket eden cisimleri çekerken perde uzun süre açık kalırsa hareket eden nesne perde açıkken yer değiştireceğinden bulanık çıkar. Düşük f değerleri perdenin açık kalma süresini azaltacağından hareketli cisimlerin fotoğraflarının çekimini kolaylaştıracaktır.

Kıssadan hisse, küçük f değerleri az ışıklı ortamlarda hareketli şeyleri çekerken hareketi dondurarak netlik kaybetmemenizi sağlar.

Bu f değerinin başka bir kerameti vardır ki fotoğrafçılar onun için ayılıp bayılır.

Alan derinliği.

Alan derinliği fotoğraf çekerken odaklandığınız cismin önünde ve arkasındaki diğer cisimlerin ne kadar net, ne kadar bulanık olacağını belirler. Sığ alan derinliklerinde bu net alan çok dardır. Derin alanlarda daha çok nokta net çıkar.

Mantığımız bize ne kadar çok şey netse o kadar iyi olur dese de fotoğrafçılar çoğunlukla bunun tam aksini yaparlar. Fotoğrafını çektikleri nesneden başka kareye giren diğer unsurları bulanıklaştırarak resme bakan kişinin dikkatini doğrudan fotoğrafın konusuna yönlendirirler.

İşte bu f değeri küçüldükçe, alan derinliği de azalır ve odak dışı diğer unsurlar da netliklerini kaybeder.

Kıssadan hisse, küçük f değerleri odaklandığınız cismin gerisindeki yada önündeki konu dışı cisimleri bulanıklaştırarak fotoğrafın konusunu ön plana çıkarır.

Bir cümle ile f değeri ne kadar küçük olursa, lens o kadar iyi (ve o kadar da pahalı) olur.

Kit lensinizin geniş aısındaki 3.5'lik f değeri çok kötü değildir. Gün içinde hareketli cisimleri rahat çekebilecek hızları sağlar. Az ışıklı ortamlarda biraz zorlansa da çoğunlukla işe yarar fotoğraflar çeker.

Ancak telefoto yani 55 mm civarındaki f/5.6 sizi zorlayacak kadar yavaştır. F/5.6, f/3.5 in ancak yarısı kadar ışık alabilir ve perdenin açık kalma süresini iki katına çıkarır.

Alan derinliği ise f/3.5 de bile ancak iç güveysinden az biraz hallicedir, yani çok zayıf. F/5.6'yı sormayın bile...

Yine de lensinizi çöpe atmadan önce kaç kere fotoğrafını çektiğiniz nesnenin geri planını bulandırmak istediğinizi ve kit lensin yetersizliğinden yapamadığınızı bir düşünün. Bunun çok popüler bir problem olmadığını göreceksiniz.

Gelelim kit lensinizin modelinin son şifresi olan IS'e. IS, "Image Stabilization" yani görüntü dengeleme, sabitleme anlamına gelir. Lensin içine yerleştirilen bir mekanizma, fotoğraf çekerken elinizin titremesinden dolayı kameranın sarsılarak görüntünün bulanıklaşmasını önler, yada önlemeye çalışır.

Çok faydalı bir özelliktir, hele odak uzunluğu artıp telefotoya yaklaştıkça. Gün içinde crop kameranızda 30 mm'ye kadar pek bir faydasını görmezsiniz. 30-70 mm arası faydası artarak kendisini gösterir. 70 mm ve sonrasında iyi ki varmış deyip şükredersiniz.

Bu yazının gerisinde hep Canonca konuşacağım. Söylediklerimin Nikonca yada Sonyce de karşılıkları hep var ancak bulma işini size bırakıyorum.

Ve yine elinizde kamera olarak da APS-C yani crop sensörlü bir Canon olduğunu varsayacağım. Bu EOS 7D ile tüm iki, üç ve dört basamaklı Canon EOS modellerini kapsar. Yani EOS 7D, 20-30-40-50-60D ve tüm Rebel serisi.

Eğer elinizde yukarda saymadığımız 5D yada 1D gibi Full Frame bir Canon varsa ve ikinci lensinizi seçmek için de bu yazıya gereksinim duyuyorsanız durumunuz zaten umutsuz demektir. İkinci lensi almak yerine elinizdeki kamerayı satıp pul kolleksiyonculuğuna dönmenizi tavsiye ederim.

Şimdi, yukardaki sorulara verdiğimiz cevapları da aklınızın bir köşesinde tutun ve aşağıdaki ikinci lens önerilerimi okumaya devam edin.

1) Canon EF-S 17-55mm f/2.8 IS USM Lens

Eğer biraz dikkatli okuduysanız muhtemelen ne diyor bu adam diyeceksiniz. Ne diye 18-55 mm kit lensin üstüne gidip bir daha 17-55 mm başka bir lens alayım. Bir de fiyatını duyunca herhalde polis çağırırsınız artık.

Evet, bu lens size kit lensinizle kıyasla odak uzaklığı bakımından hemen hiç bir ek fayda getirmeyecektir.

Ancak bilin ki crop sensörlü bir Canon için alabileceğiniz en kaliteli resim veren iki genel maksat lensinden biridir bu lens.

Evet, bu lensin resim kalitesi Canon'un profesyonel L serisi lensleri ile aynı hatta çoğundan bir çentik yukardadır.

Ve kit lensinizin resim kalitesini paspas yapıp çiğner. Gelgelelim bu kalite farkını ancak resimlerinizi büyüttüğünüzde yada profesyonel baskılarda görebilirsiniz.

Ancak bu lensin bir özelliği var ki kit lensiniz yakınına bile gelemez. O da tüm odak uzaklığı için değişmeyen f/2.8 hızı. Bu lens az ışık koşullarında, hareketli cisimleri fotoğraflamada ve geri planları mükemmel buğulu portreler için biçilmiş kaftandır

Ve bugün itibarıyla Canon dünyasında f/2.8 hızı ile 17-55 mm odak uzaklığını IS yani kamera sarsıntısını önleme özelliği ile birleştiren tek zoom lensdir .

Bu da onu Canon'un pro kameraları ve lensleri arasında en iyi elde tutulabilir lens yapar.

Eğer paranız ve vicdanınız yeterse düşünmeden alın.

2) Canon EF-S 15-85mm f/3.5-5.6 IS USM Lens

Resim kalitesi pro seviyesindeki ikinci genel maksat lensi. Bir önceki 17-55 mm f/2.8'den farkı f/3.5-5.6 ile daha yavaş olması ancak 55 mm yerine 85 mm odak uzaklığı ucuyla 30 mm daha fazla telefoto vermesidir.

Bu da onu daha ziyade manzara resimleri için birebir yapar.

Bu lens de IS yani kamera sarsıntısı önleme özelliğine sahiptir.

Fiyatı da 17-55 mm f/2.8'e göre çok daha insaflı, ancak yine de ucuz bir lens değil.

Ben bu lensi hala zevkle kullanıyorum. Siz de eğer portreler, gece fotoğrafları yada hareketli sahneler yerine daha ziyade dağları, taşları, denizleri ve gölleri çekiyorsanız bu süper kaliteli lens tam size göre.

3) Canon EF-S 18-200mm f/3.5-5.6 IS Lens

Bu lens hayal edebileceğiniz en esnek lensdir desem abartmamış olurum. Sizi 18 mm "cik" geniş açıdan alır, taa 200 mm telefotoya götürür. Çok az lens bu geniş odak uzaklıklarını kapsayabilir.

Geniş açı bir manzara çekerken bir anda ilginç bir kuş görürseniz, telefotoyla resmini çekmeniz bir saniyenizi alır.

Bu lensin hızı kit lens yada 15-85 mm ile aynıdır.

Ancak kamera sarsıntısı önleme özelliği çok daha etkili çalışır. Bu da 200 mm civarı telefoto resimleri için çok işe yarar.

Ancak her işi yapmaya soyunan her kişi gibi hiçbir işi adam gibi yapamama problemi bu lensde de fazlasıyla bulunur.

Yani resim kalitesi, renkler, boyutlar hep biraz zayıftır.

Birçok kişi bu lensi tatile giderken tek lens olarak yanlarına alır. Ben şahsen kit lensinizi kalitesine çok şey eklemeyen bu lens ile değiştirmektense ek bir telefoto almayı tercih ederim.

Yine de esnekliği ve zart zurt lens değiştirme ihtiyacını ortadan kaldırması bu lensi tercih etmeniz için sebep olabilir.

4) Canon EF-S 55-250mm f/4-5.6 IS Lens

Alın size kit lensinize yapabileceğiniz mükemmel bir ek. Odak ızaklığı olarak tam kit lensinizin bıraktığı 55 mm kısa telefotodan alır, 250 mm süper telefotoya kadar götürür sizi. Hem de üç depo benzin fiyatına. Üzerine bir de IS. Yeme de yanında yat...

Gün içi kuşlar, hayvanlar, spor müsabakaları yani aklınıza gelen her telefoto uygulaması için oldukça ekonomik bir çözüm.

Kalite, hız falan derseniz öyle mucize beklemeyin bu fiyata. Ancak binlerce dolarlık "kaliteli" alternatiflerine göre almamak hata. Benim hayatımı üç beş kez çok güzel kurtardı. Tavsiye ederim.

Bu odak uzaklığı o kadar yaygın ki bu lensin kaliteli alternatiflerini saymayacağım. Eğer kalite endişeniz varsa sadece bütçenizi belirleyin, ona uygun bir 70-200 yada 70-300 mm telefoto bulacaksınızdır.

Eğer gerçekten para harcamaya niyetliyseniz, kendinize bir 70-200 mm f/2.8 L USM II alın. Pişman olmazsınız.

5) Canon EF 50mm f/1.8 II Lens

Canon'un en ucuz lensi. Her yeri plastik, elinizde oyuncak gibi durur. Zoom bile değil, sadece 50 mm, başka odak uzaklığına ayarlanmaz.

Ancak bu lens kit lensinize göre çok ciddi kaliteli resimler çeker. F/1.8 hızı ise gece yada aksiyon fotoğrafları için birebirdir.

F/1.8, 50 mm odak uzaklığı ile birleşince üstüne bir de çok güzel, buğulu-muğulu portre lensi olur.

Bu lensi almamak kabul edilemez. Her DSLR sahibinde olmalı. Zaten genelde birçok kişinin ikinci lensi olur bu 50 mm fantastik plastik.

6) Canon EF-S 10-22mm f/3.5-4.5 USM Lens

Manzaracıların rüyası. Ultra geniş açısı olan bu lensle karenizi uçsuz bucaksız gökyüzü, dağ ve deniz ile doldurabilirsiniz. Dar mekanlar, yüksek binalar, dev katedraller bu lens ile karenize sığarlar.

Görüntü kalitesi de oldukça iyi bu lensin fiyatı da çok ucuz değildir yine de verdiğiniz paranın karşılığını alırsınız.

Ancak bu ultra geniş açı fikrine biraz dikkat.

Fotoğrafçılığa başlayan herkes bayılır bu her şeyi fotoğraf karesine sığdıran lenslere. İlk ultra geniş açı lensimi kullandığımda bir ay makineden çıkarmamıştım.

Sonra bir baktım ki görüntülerin büyük bölümü devamlı boş gökyüzü. Resmini çektiğim şeyler zar zor karenin yüzde onunu kaplıyor. Sonra yavaş yavaş başladım ancak gerektiği zamanlarda kullanmaya bu ultra geniş açı lenslerini.

Kıssadan hissemiz, bu lense düşündüğünüz kadar ihtiyacınız olmayabilir.

Ancak manzara resimleri önceliğiniz ise maalesef almanız neredeyse şarttır.

7) Canon EF 100mm f/2.8 L IS USM Macro Lens

Size bir ihtisas lensi. Mikro dünyanın küçüklerini çekmek için çok kaliteli ve tabii ki çok pahalı bir lens.

Bu lensin ucuz alternatiflerine yüz vermeyin derim. Bir örümcek genelde sizin ucuz lensinizin saniyelerce odaklanmasını beklemez, yada çıkardığı canhıraş seslerden korkar ve kaçar.

Ben kendim bu makro işine bulaşmadım. Bir ara maket uçakların resmini çekip Photoshop'da savaş sahneleri oluşturma planım vardı, o yüzden bu lense ağızım sulanmıştı ama bu proje hayata geçmedi bir türlü.

Eğer makro fotoğrafçılık yapacaksanız bu lensi alın. Nokta.

Haa, bir de insanlar bu lensin çok güzel portre çektiğini söylerler. Ancak crop sensörlerde 100 mm sanki biraz fazla telefoto bu portre işi için, yine de hiç birşey imkansız değildir. Ben denemedim bu lensle portre çekmeyi ancak yazmadan da geçmeyelim.

Umarım size bir fikir verebildim. Sorularınız varsa comment yada mesaj atın. Dilim sürçtüyse şimdiden affola.

PS: Başka kaynaklara baktığınızda odak uzaklıkları tanımları benim rakamlarıma uymayabilir. Mesela 17-40 mm'yi ultra geniş açı olarak görebilirsiniz. Bu bir hata yada tutarsızlık değildir. Bu fark odak uzaklıklarının çoğunlukla 35 mm full frame makinelerde tanımlanmasından kaynaklanır. Crop sensörlü makinelerdeki karşılıkları için bu rakamları Canon kameralarda 1.6'ya, Nikon kameralarda 1.5'e bölmeniz gerekir. Ben bu bölme işini izin için yaptım ve hep crop frame değerleriyle konuştum size kolaylık olsun diye.

26 Kasım 2012 Pazartesi

50 mm

Uzunca bir süredir 50 mm prime objektifi kullanmamıştım. Hatta uzunca bir süredir gece fotoğraf çekmeye çıkmamıştım. Hatta ve hatta uzunca bir süredir de kremdölakrem DSLR'ımı bile kullanmamıştım. Son günlerdeki tüm resimleri (yine bence harika bir kamera olan) Sony NEX 5N'le çekmekteydim.

Ancak yakın zamanda yaptığım sanat geyiğine kendimi o kadar kaptırmışım ki, ağırsa ağır lan, herşey sanat için deyip eşşek cesedi ağırlığındaki Canon 5D Mark II'yu aldım ve ucuna da 50 kalibrelik f/1.4 objektifi taktım.

Bu objektifin işlevi, bence yine tabii, bir cümle ile bir "sanat" objektifi olmasıdır.

Herşeyden önce bu çok hızlı bir objektiftir. Hızlı deyince yanlış anlamayın, sadece bilimsel ukalalığın kafa karıştırma hedefli bir sıfatı bu hızlılık, yoksa yüz metreyi bilmem kaç saniyede koştuğu değil. Demek istediği aslında bu objektifin çok aydınlık olduğu, yani çok ışık aldığı. Eee, haliyle çok ışık alınca fotoğrafı çekerken daha kısa süre açık kalır ve kamera sarsıntısına daha az duyarlı olur, bu da onu gece fotoğrafları için birebir yapar.

50 mm'nin başka önemli bir sanatsal özelliği ise çok iyi boka (öhö!) yapmasıdır. Boka Caponca olup, İngilizcede bokhe diye yazılır. Anlamı ise fotoğraf çekerken odaklandığınız şeyin arkasında yada önündeki diğer şeyleri, kremvari bir biçimde buğulandırmasıdır. Bu odaklanmadığınız şeyler eğer bir ışık kaynağıysa resminizde fazlasıyla estetik görünen pul pul, yuvarlak yuvarlak ışıklar oluşur.

Bir de konuyu tamamlamak açısından, fazlaca sanatsal olmasa da başka bir özelliğine de değinelim 50mm'nin. Bu objektifin görüş alanı insan gözünün görüş alanına çok yakındır. O yüzden çektiği resimlerin doğal göründüğümden bahsedilir.

Ancak hayatta hiç birşey bedava gelmez. Bu 50 mm'nin bir problemi vardır ki bazen bayağı bir dert olur, o da üzerinde zoom olmamasıdır. Haliyle, objektif zoom yapmadığından, karenizi istediğiniz gibi oluşturabilmek için bu sefer siz ileri-geri koşuşturmaya başlarsınız.

Bu da en masumundan yorucudur. Ancak birçok kişi ileri-geri koşuştururken kayar, düşer, canını acıtır, ıslanır, etrafındakilere çarpar, vs., anlayın yani, tatsız şeyler olur. Ayrıca her zaman da gerektiği kadar geri gidemezsiniz. Binalar, kayalar, uçurumlar gibi doğal engellerle karşılaşırsınız.

Ancak sanat uğruna can feda. Katlanırız dedik, düştük yola.

Daha önceki birkaç benzeri sanatsal teşebbüsümden de biliyorum ki 50 mm ile üçbeş resim çektikten sonra sıkılıp hemen geniş açılı bir zoom takıp yola devam edeceğim. O yüzden iş garanti olsun diye can yoldaşım, Çinlilerin on gün boyunca çarpıp yine de kıramadıkları 24-105 mm objektifi de evde bıraktım.

Hedef Montrö'deki Noel pazarı. Her sene gideriz, bu sene ilk oldu. Minik minik kulübelerde herkes birşeyler satar. Çok sevimli bir ortamdır. İnsanlar dükkanlarını süsler. Her vitrin ayrı bir güzellik. Eğer mideniz kazınıyorsa bol bol yiyecek, üşüdüyseniz bol bol çay, kahve, ama en önemlisi sıcak şarap bulabilirsiniz.

Gece çok güzel gitti. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. 50 mm, görevini fazlasıyla yaptı. Onlarca creamy-dreamy boka fotoğrafı çektik. Gözümle zor gördüğüm resimler fotoğraflara gündüz gibi çıktı. Köpek de dahil hepimiz çok eğlendik. Resimlere bakarsınız nasılsa.

Sizin de bir DSLR'ınız varsa mutlaka 50 mm (yada 30 mm) gibi hızlı bir objektif alın. Fiyatı da genelde çok makul. Sonra da fotoğraf çekmeyi seviyor yada sevmeyi planlıyorsanız bırakın kendinizi gecenin sizi götürdüğü yere. Emin olun iyi vakit geçireceksiniz.

Görüşmek üzere...

25 Kasım 2012 Pazar

Art For Art's Sake

Bugün birkaç arkadaşla beraber güzel bir akşam geçirdik. Akşamın sonuna doğru ise alkolün de tesiriyle filozofik bir laf ettim. Dedim ki:

"Bence birşeyler üreten herkes sanatçıdır"

Ve muslukçuları yada elektrikçileri de sanatçılar arasında gösterdim.

Bu tanımlamayı inanarak yapmıştım ancak akşam bitip evlerimizde yalnız kaldığımızda bir vicdan muhasebesi başladı içimde. Acaba benim anlık yaptığım bu tanım genel kabul görmüş sanat tanımlamasına ne kadar uyuyor diye oturup düşünmeye başladım.

Daha da doğrusu, acaba benim bu tanımımın gerçek hayatta karşılığı var mı yoksa ben mi zırvaladım sorusunu sordum kendime.

Sahi nedir sanat?

İnsanın ilk aklına gelen şey doğal olarak resim, yazı, şiir, müzik gibi araçlarla insanların rekreasyonuna, yani dinlenip eylenmesine yönelik aktiviteler oluyor.

Başka bir klişe de duyguların yukardaki işlevlerle diğer insanlara iletilmesi.

Bunlar pek yanlış sanat tanımlamaları değil aslında, sadece biraz eksik.

Duyguların aktarılması amaçlı ortaya çıkarılan estetik odaklı, müzik, şiir, resim gibi yapıtlar sanatın genelinin değil "güzel sanatlar" parçasının tanımının içinde kalıyor.

Hep duyarız bu "güzel sanatlar" lafını, ancak bize fazlasıyla doğru geldiği için çok fazla kafa yormayız üzerine. Öyle değil mi? Sanat zaten güzel olmalıdır, öyleyse güzel sanatlar tanımı da fazlasıyla doğru bir tanım olmaz mı?

Burada sorun güzel sanatlar tanımının kendisinin güzel olmayan sanatlar olabileceğini ima etmesinde yatıyor. Başka bir deyişle eğer güzel sanatlar varsa güzel olmayan sanatlar da yok mudur.

Ki güzel olmayan sanatlar gerçekten de vardır.

Ancak güzel olmayan sanatlar, yanı güzel sanatların tersi "çirkin sanatlar" değil "uygulamalı sanatlar" dır.

Güzel sanatlar sadece estetik amaçlı aktivitelerken, uygulamalı sanatlar estetikle birlikte gerçek hayatta bir kullanım alanı bulunan, yani bir işe yarayan aktivitelerdir.

Bir örnek vermek gerekirse, Salvador Dali'nin bir tablosu bakan kişiye estetik bir doyum verir. Bu da güzel sanat tanımına bire bir uyan bir örnek olur.

Bir mimarın yaptığı bir ev çizimi ise estetik olarak bir tatmin yaratsa da aynı zamanda bir ev olarak da gerçek hayatta pratik bir kullanım alanı bulur ve uygulamalı sanat tanımına uyan bir örnek olarak da kayıtlarımıza geçer.

Yazımızın başlangıç konusu olan muslukçu sanki bu uygulamalı sanat tanımında kendisine bir yer bulacak gibi...

Muslukçunun yaptığı işi mesela estetik açısından değerlendirelim.

Lavaboyu tamir ederken yada boruları değiştirirken sonucun estetik açıdan düzgün olması muslukçunun işinin çok önemli bir parçası değil midir?

Muslukçu, en azından bir mimar kadar sorun eder estetiği. Bir lavaboyu kırıp bırakmaz yada boruları aklına geldiği gibi odanın her yerinden geçirmez.

Estetikse alın size fazlasıyla muslukçuluk estetiği.

Estetik var dedik. Peki ya duygu?

Duygu işi biraz karışık, o yüzden biraz açalım bu sanatta duygu konusunu.

Öncelikle sanatla duyguyu birleştirirken bu duygunun nereden nereye yada kimden kime aktığoma bakalım.

Eğer sanatta duygu, sanatın izleyicisinde olması yada provoke edilmesi gerekli bir öge ise bizim muslukçunun sanatkarlığı biraz tehlikeye girecektir, çünkü birçok müşterisi muslukçunun tamir ettiği borulara bakıp bakıp duygulanmayacaktır.

Yok eğer duygu sanatı icra eden kişide yani sanatçıda bulunması gereken bir öge ise muslukçumuzun hala sanatçı sayılma şansı vardır. Yeter ki işini yaparken duygularını katsın içine.

Duygu sanatçıda mı, izleyicide mi olmalı surusunu cevaplayalım önce.

Bir örnek bin izahattan iyidir diyelim ve kaçımızın Bach dinlerken duygulandığımıza bakalım. Yüzde bir çok bonkör bir tahmin olacaktır. Bach'ın müziğini anlamayan yada duygulanmayan yüzde doksan dokuzluk çoğunluk Bach'ın sanatçı sayılmasını engellemez.

Bu da demektir ki sanatta duygunun sanatçıda olmasını bekleriz, izleyicide değil.

Soğumadan hemen ikinci sorumuza geçelim.

Muslukçu işini yaparken duygularını koyar mı ortaya?

Koyanı da vardır, koymayanı da.

Yaptığı işe değer veren, bir an önce bitirmek yerine doğru düzgün yapmak isteyen, ortaya çıkan problemleri çözmekten zevk alan, bitirdiği işten haz duyan muslukçular gibi, boşver yaa, yap idareten al paranı, yeniden bozulduğunda yine çağırır, bir daha alırsın parasını diyen muslıkçular da.

Nasıl Bach gibi, Mozart gibi duygularını sanatına döken müzisyenler varken Ajda gibi sağdan soldan tırtıkladığı şarkıları sanat diye bize yutturan, bir de kendi kendine süperstar gibi ünvanlar bahşeden "sanatçılar" ın olduğu gibi...

Evet, ikide iki yaptık. Muslukçunun estetiği de duygusu da var, bir sanatçı sayılması için.

Üçüncü olarak ise şimdiye kadar değinmediğimiz, ancak bence sanat tanımının en önemli unsurlarından biri olan yaratıcılığa gelelim.

Yaratıcılık, olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, daha önceden yapılmamış, örneği bulunmayan bir şeyi yapmak gerçekleştirmektir.

Sanatçı bu esnada beynini kullanır ve birikimlerini zekasıyla birleştirip ortaya yeni bir yapıt çıkarır.

Sanatta yaratıcılığı düşünüp hazmederken lütfen güzel sanatlarla sınırlamayın kendinizi. Albert Einstein görecelilik kavramını sadece hayallerindeki ipuçlarına dayanarak ortaya çıkardığında en az on yaşında tüm bir senfoniyi yazabilen Mozart kadar "sanatçı" bir sanatçıydı.

Eminim ki Mozart yada neredeyse sağırken yine senfoniler yaratan Beethoven eğer müzik yerine matematiğe yönelselerdi, onlar da en az Einstein kadar başarılı birer bilim adamı olurlardı. Ne demişler, müzik matematiğin sayılar yerine notalarla yapılanıdır...

Burada, lafı çok dolandırmadan söyleyelim. Yaratıcılık, her insanda olduğu gibi muslukçularda da değişen derecelerde vardır.

Sonuçta muslukçuluğun bir sanat olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum.

Aslında zaten hezeyanla söylemiştim de, biraz daha düşününce bu söylemin doğru olduğunu gördüm ve rahatladım.

Bu sanat-i ve felsefi yazıyı 10cc den bir deyişle kapatalım.

"Art for art's sake, Money for God's sake..."

İyi uykular...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Fotoğraf Tüyoları

Eğer bir DSLR yada ileri model bir portatif fotoğraf makineniz varsa alın size birkaç kolay ve hemen uygulayabileceğiniz ipucu. Bu üç beş basit ipucunu uygularsanız çektiğiniz fotoğrafların eskilere göre çok daha kaliteli ve etkili olduğunu göreceksiniz.

1) Lütfen kameranızı otomatik çekim ayarından çıkarın ve...

2) ... AV yani Apperture Value ayarına getirin, daha sonra...

3) ...diyafram yani "f" ayarını 8'e getirin.

4) Eğer ISO ayarınızın "Auto" yani otomatik konumu varsa buna, yoksa 100 yada 200'e getirin. Gün boyu manzara çekimi için bu dört ayar mükemmeldir.

5) Gün batımında ve gece boyunca diyafram yani "f" ayarını olabilecek en düşük değere getirin.

6) Gece fotoğraflarınız biraz bulanık çıkıyorsa ISO ayarınızı yükseltin. Genelde 2000'e kadar sorun yaşamazsınız. Daha yüksek ISO değerleri fotoğrafı karıncalı çıkaracaktır.

7) Gün içinde hareket eden insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 250 yada 500'e getirin.

8) Yine gün içinde daha hızlı hareket eden araba, deniz motoru yada hızlı insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 500 yada 1000'e getirin.

9) Objektifinizin en geniş açısını kullanmayın. Biraz da olsa daraltın açınızı. Bu karenin kenarlarındaki çizgilerin yamulmasını önleyecektir.

10) Makineyi alıp çat diye basmayın deklanşöre. Önce yarım basın ve birkaç saniye ekranda oluşan karelerin renk değiştirmesini ve "bip" sesini bekleyin sonra sonuna kadar basın deklanşöre. Bu çok önemli.

11) Deklanşöre Giyom Tel gibi basın, yani konsantre olup, nefesinizi tutun ve makineyi kımıldatmadan basın. Bu da çok önemli.

12) Karenizi biraz planlayın. En önemlisi resmini çekmek istediğiniz şeye değil de onunla birlikte etraftan nelerin girdiğine biraz dikkat. Çöp bidonları, abuk bir iki yaprak, yarım bir kuş, vs. gibi istenmeyen objeleri almamaya çalışın.

13) Makinenizi düz tutun. Yamuk bir ufuktan çok fotoğrafı bozan çok az şey vardır.

14) Lütfen özel bir amacınız yoksa fotoğrafı gökyüzü yada denizle doldurmayın. Sağ alt köşede zar zor kız arkadaşınızın kafası ve karenın geri kalanı mavi gökyüzü. Hem çok abuk, ancak aynı zamanda o kadar yaygın ki....

15) "If it's not good enough that means you are not close enough", yani eğer gerektiği kadar iyi değilse gerektiği kadar yakın değilsiniz demektir. Lütfen kıçınızı kaldırıp yaklaşın fotoğrafını çekeceğiniz objeye. Ve karenizin tümünü olmasada çoğunluğunu bu objeyle doldurun.

16) Fotoğrafını çekeceğiniz objeyi karenin tam ortasına koymayın. Biraz sağa, sola,yukarı yada aşağıya kaydırın.

17) Özellikle manzara resimleri çekerken karenin içersine yakında bulunan ağaç, kaya, direk, dalga, vs. gibi bir şeyi dahil edin. Bu fotoğrafonıza bakan birine sanki o sahneseymiş izlenimini verir.

18) Lütfen flaşınızı kapayın. İnanın ne size ne de etrafınızdakilere bir faydası var. Kameranın üzerindeki flaşların çekilen her on fotoğraftan sadece birine o da biraz faydası varken geri kalan dokuz fotoğrafı bozmak gibi huyları vardır. Bu flaşlar insanların yüzlerini bembeyaz, gözlerini kıpkırmızı yaparlar, bir de etrafta başka fotoğraf çekenlerin resimlerinin içine ederler. Hele bazıları gece vaktı koca bir binayı parmak ucu kadar bir flaşla aydınlatmaya kalkarlar ki.... :)

19) Gündüz vakti güneşi mümkünse arkanıza, yoksa yanınıza alın. Güneşe karşı fotoğraf çekmemeye çalışın.

20) Eğer fotoğraf makinenizi senede birden fazla kullanıyorsanız demek ki bu işi sevmeye başladınız. Yıllar sonra çektiğiniz fotoğrafları editlemek istediğinizde dizinizi dövmek istemiyorsanız RAW formatı kullanın, ya da RAW + JPEG. Eğer sadece JPEG çekiyorsanız kalıteyi ve çözünürlüğü maksimuma getirin.

İyi fotoğraflar...

17 Kasım 2012 Cumartesi

Sosyal Medya

Sosyal medya çıktı, mertlik bozuldu. Ne güzeldi eskiden, sadece bir telefon vardı, en çok iki kişi geyiklerdi. Şimdi, bir konsey halinde isteyen istediği şeyi söylüyor, hem de tamamen herkesin gözü önünde.

Herkes deyince, cidden herkes. Aileden başlayın, ilkokıl, ortaokul, lise, arkadaşları, akrabalar, eşlerin aileleri, onların arkadaşları, işyerinden arkadaşlar, hocalar, öğrenciler... Liste uzayıp gidiyor.

Artık bu "fenomen" le birlikte yaşamayı öğrenmemiz lazım, yoksa sosyal medya yokmuş gibi davranmakla kurtulamayız.

Yarın çocuğunuz eve gelip bir suratla, yüzünüze bile bakmadan odasına çıktığında, sorarsınız ona.

"Neyin var tatlım? Canın mı sıkkın? Birşey mi oldu okulda?"

"Yok bir şey."

"Yok, yok, kesin birşey olmuş. Sinem'le mi kavga ettiniz?"

"Yok diyorum baba yaa. Olmadı birşey... Önemli değil...."

"Hadi güzel kızım, söyle ne oldu..."

Kızınız da ağlayarak size döner ve:

"Hep beraber Mekdonaldzdaydık, herkes birbirine babasının Feysbuuk sayfasını gösteriyordu. Ben utandım, babam anlamaz öyle şeylerden demeye. Hemen hamburgerimi alıp kaçtım ordan."

Alın size birinci sınıf drama.

Siz de böyle kaka bir duruma düşmek istemiyorsanız, bu sosyal medya işine girmek zorundasınız. Başka çıkar yolu yok. Hele şimdilerde akıllı telefonlar, akıllı tvler, mini/maksi tabletler, akıllı buzdolapları, vesaireler var ki birinden kaçsanız diğerine nasılsa tutulacaksınız, yani hiç mi hiç kaçma şansınız yok.

Bilmiyorsanız söyleyeyim. Bir televizyonu, buzdolabını, telefonu akıllı yapan özellik, Facebook'a bağlanabilmesi.

Siz farkında bile olmadan bu akıllı aletler sizin o an neyle iştigal ettiğinizi Facebook'a, Twitter'a hemen jurnallıyor.

Bülent starbaks kafede venti amerikan kahvesi içti. Bülent şu anda Kızılayda. Bugün Bülentin yaş günü. Bülent yeni bir işe başladı. Bülent evlendi. Bülent mutlu. Bülent mutsuz. Bülent susadı. Bülent çiş yaptı. Bülent gazetede küresel ısınma ile ilgili bir haber okudu. Büient dana köri yedi (genelde yemek fotoğrafı ekinde).

Bu aşamada akla gelen ilk şey ise "Yaw, bütün hayatımız ortada. Herkes ne halt ettiğimizi biliyor." paniği.

Haklı da bir panik sebebi.

Problem ise tedavisinin olmaması. Yani Facebook'dan uzak kalarak özel hayatınızı genelleştirmekten kurtaramıyorsunuz.

Sizde Facebook olmasa arkadaşınızda var. Arkadaşınıza dur, yazma Facebook'a deseniz, tanımadığınız birinin elinde bir akıllı telefon, çat çut resminizi çekmiş, Facebook'a göndermiş oluyor. Resmi çekeni tanımasanız da ya onun bir arkadaşı, yada arkadaşının bir arkadaşı sizi tanıyor oluyor.

Bir de dur, gönderme Facebook'a dediğinizde herkes size ya gangster yada üçüncü sınıf evli çapkın muamelesi yapıyor.

Yani her iki ucu da kötü sopa...

Ben üçüncü sınıf maço havalarını bıraktım ve teslim oldum sosyal medyaya. Facebook'da check-in yapmasamda eşim iPhone ile canlı olarak harita üzerinde nerede olduğumu zaten görüyor.

Eee, özetle dana köri yada kebap yememin de toplumsal dinamikler bakımından pek bir etkisi olamayacak kadar önemsiz bir kişilik olmam sebebiyle bu bilgileri paylaşmakta da bir sakınca görmüyorum.

Ve sosyal medyayla barışık, mutlu bir biçimde yaşıyorum.

İşte bu son cümlede burnum uzamaya başladı.

Çünkü hayat Facebook'da o kadar kolay değil.

Çünkü her yeni "fenomen" gibi sosyal medya fenomeninin de kakasını çıkardık.

Nasıl mı?

Bir kere eğer dilin kemiği yoksa, klavye deniz anası sayılır. Karşındakiinsanın gözüne bakarak söyleyemedikleri birçok şeyi klavye delikanlıları oturma odalarının konforunda rahatça yazabiliyorlar.

Ben en azından haftada bir kere ne söylediğini bilmeyen birinin zırva zapan lafları yüzünden önce bir gerilip sonra da boşanıyorum. Nefesimi tutuyor, içimden ona kadar sayıyor, ve eğer zırva katsayısı yüksek bir laf ise hemen sinirle bir cevap yazmamak için klavyeden uzaklaşıyorum.

Düşünün, neredeyse bütün hayatınız boyunca karşılaştığınız kişilerden oluşan bir topluluk karşısındasınız. Bunların içinde akıllısı var, daha az akıllısı var. Sizi seveni var, sevmeyeni var. İyi gününde olanı var, olmayanı var. Ve bunlardan biri mutlaka sizin kanınızı tepenize çıkarma işini üstleniyor.

Ben böylelerini hemen atıyorum listemden. Eskiden konuşup anlaşmaya çalışırdım, olmuyor.

Size bir-iki hikayeyi - isim vermeden tabii - anlatayım.

Uzaktan bir tanıdık bir mesaj atmış geçenlerde. "Yaw, niye durmadan yazıyorsun (blog yazılarını kast ediyor), yok mu yapacak başka akıllı bir işin?"

Şimdi ne cevap verirsiniz bu adama?

Başladım yazmaya. "Yazmak hoşuma gidiyor ki yazıyorum demek. Sonra yazmak da öyle akılsız bir iş sayılmaz. Hem sana ne.." falan derken yarı yolda yazdıklarımı sildim. Hemen gidip attım bu arkadaşı listemden.

Başka bir gün, Türkiyeyle ilgili güncel bir haber okudum ve paylaştım CNN Türk'den ama saf haber yani, öyle yorum falan yok içinde. Bir toplantı mı olmuş, bir zirve mi yapılmış, öyle bir şey, geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum.

Bir dingil hemen bir yorum yazmış altına.

"Oku, oku, oku."

Bir klavye sosyalisti. Kapitalist düzenin en büyük yüz şirketinin birinde çalışan ve her yıl şirkete yaptığı hizmetleri yıl sonu değerlendirmesinde anlatıp maaşını artırmaya çalışan aslan sosyalist, bana ayet gibi akıl veriyor.

"Oku, oku, oku."

"Lan" dedim, "Bilmemne toplantısı yapıldı haberini Victor Hugo'dan mı okuyayım?"

"Victor Hugo sana ağır gelir aslanım, sen istersen git Oda TV den, Cumhuriyet'den oku, öyle CNN Türk'den boş propaganda dinleme." dedi. İçi bomboş sosyalist klişesi sizin anlayacağınız.

Yine de tekrarlayayım, haberin içeriğinde bir cümle yorum yok. İşte şu, şurada, bunu söyledi gibi bir haber.

Bu arada da bu arkadaşın yazdıkları herşey de aleni, yani herkes okuyor.

Fesüpanallah dedim, hadi bulaşmayayım daha fazla. Bir de çok günümüz geçti beraber, severim bu arkadaşı.

Ya aynı gün, yada bir gün sonra televizyondaki Stargate dizisi ile ilgili bir haber paylaştım. Seninki hemen altına yazmış.

"Hah şöyle anladığın şeyleri yaz!"

Öyle nefes tutup beşe, ona kadar bile saymadan attım listeden.

Siz böyle insanları sadece televizyonda komedi dizilerinde var zannediyordunuz değil mi? :)

Yine geçmişin karanlıklarından yirmi senedir görmediğim bir arkadaş. Bir mesaj atmış.

"Bülent, senden habire Farmville mesajları geliyor. Bir daha gönderme lütfen!"

Şimdi, söylediği haklı da olsa ben olsam ve bir clickle tüm Farmvılle mesajlarını bloklamak yerine arkadaşıma bir mesaj atmayı seçsem bile öyle ünlemli, "Bir daha yapma!" 'lı bir tarz yerine biraz daha farklı bir ton seçerdim.

C'est la vie. Ben değilim yazan. Adam da çiğ bir mesaj yazmış olsa da haklı.

Aynen şöyle cevapladım.

"Mesajlar Farmville oynayanlara gidiyor, muhtemelen sen de bir ara oynamışsın. Farkında değilim, kusura bakma, dikkat ederim bundan sonra."

Hem haklı olduğunu kabul edip özür diliyorum, hem de sorunu çözüyorum.

Gel gör ki muzaffer kumandan zafere doymuyor.

"Bizlerle bu şekilde irtibat kurmak istediğini gördüm, hoşuma da gitti ama çok fazla oldu böyle."

Arkadaş diyor ki onlarla temasa geçebilmek için Farmville gibi bir oyunu bahane etmişim ve o da memnun olmuş. Ancak abartmışım.

Üşenmedim, loglara baktım. 2007 yılında bir iki mesaj la nasılsın, napıyorsun demişiz, 2011 yılında da karşılıklı doğum günlerimizi kutlamışız, o kadar, Farmville gibi bir bahaneyle canlandırmaya çalıştığım muhabbetimiz.

Bilmeyenlere söyleyeyim, Farmville'de mesajlar toptan gider, ya tüm arkadaşlara, ya oyun severlere, ya da Farmville oynayanlara. Ben genelde Farmville oynayanları seçerim. Zaman zaman da kazayla herkese gider mesajlar ancak inanın konuşmak istediğim birine saçma sapan oyun istekleri göndermektense bir mesaj atacak kadar medeni olduğumu düşünüyorum.

Ve yine tekrarlayayım, her kim ben oyun mesajları almak istemiyorum diyorsa da haklıdır. Bu hikayede lütfen bu isteğin kendisine değil, ardındaki psiko-analiz'e dikkat ediniz.

Kabalaşmamaya dikkat ederek bir cevap yazdım. Bende yirmi sene sonra Farmville mesajlarıyla canlandırmaya çalışacak kadar olmasa da hala çok hatrı vardır. Ona bu mesajları kaza ile de olsa almaması için onu blokladığımı söyledim ve blokladım.

Yani böyle ne söylediğini bilmeyen adamları bu işin vergisi, şark hizmeti olarak kabul edeceksiniz eğer bu sosyal medya işine girerseniz.

Ne yazık ki sosyal medyada kendinizi bir ölçüye kadar İngilizcesiyle expose, Türkçesiyle ekspoze ediyor yani açıyorsunuz. Hal böyle olunca aradan böyle canınızı sıkan patavatsız insanlar, eşleri yada arkadaşlarının zorlamasıyla size kızan yada sizi listelerimden atan ulvi karekterler, sadece bir beklentileri olduğunda sizi hatırlayan sözde arkadaşlar çıkmaktadır.

İşin ilginçi bu karekterler sadece sosyal medyaya mahsus değillerdir. Üyesi olduğunuz iş, arkadaş yada diğer sosyal gruplarda da böyle insanlar fazlasıyla bulunurlar. Sosyal medyanın tek farkı bu gereksizlikleri daha kolayca icra edilebilir hale getirmesi ve etki alanını büyütmesidir.

Sosyal medyanın bu zararları ne mutlu ki getirdiği faydalar tarafından bastırılır ve hatta sonunda kara bile geçeriz. Ancak bir fayda-zarar analizinden çok ulusal ölçekte hükümetleri devirebilen bu yeni medya türünün gücünü göz önüne almalıyız ve sosyal medya vagonuna atlama kararımızı buna göre vermeliyiz.

Geride kalanların fazlaca şansının olmadığı bir tren bu. İnsanlar işe girerken, tatile giderken, araba, ev alırken artık hep sosyal medyayı kullanmakta.

Siz de kımıldayın bence...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kural Dışı Fotoğraf

Ekimin sonları ve Kasımın neredeyse tümü dünyanın bu bölgesinin en tatsız zamanlarıdır. Yazın güneşi, baharın yeşili gitmiştir. Kışın beyazı için de Aralığı beklemek gerekir. İşte bu anlarda sadece kapalı gıpgri bir gökyüzü ve fazlasıyla yağmur vardır. Ne dışarı çıkası gelir insanın, ne de bir şey yapası.

İşte Avrupada bilim ve sanat bu yüzden ilerlemiştir. İnsanlar bu tataız havalarda yapacak başka bir şey bulamadıklarından ya resim yaparlar, ya kitap yazarlar, ya da keşif yaparlar. Bu havalar halbuki bizde olsaydı yapsak yapsak nüfus patlaması yapardık herhalde. Şükür ki havalar güzel de başbakanımızın ısrarına rağmen çocukları üçlemiyoruz :)

Ben kulunuz da fason bir Avrupa yerleşiği olarak ortama uymuş ve kendimi fotoğraf ilmine adamış bulunmaktayım bu kozmik can sıkıcılığında.

O yüzden bu yazımda size fotoğraf ilminin biraz kural dışılığından bahsedeceğim. Yani "asi fotoğrafçılık", yada İngilizcede dedikleri gibi "outside the box photography".

Yeri gelmişken, kural dışı fotoğraf derken fotoğraf çekme yöntemlerinden bahsediyorum, yoksa neyin fotoğrafını çektiğinizden değil. O yüzden aklınıza o ilk gelen şeyleri bir kenara bırakın :)

Neyin kural dışı olduğunu açıklamak için neyin normal yada kurallar dahilinde olduğuna bakalım önce.

Mesela, saf, arı, hiç dokunulmamış fotoğraf makinesinin sensöründen çıktığı gibi masamıza gelmiş bir fotoğraf. Herhalde bundan daha kural içi, yada İngilizcede dedikleri gibi "by the book" bir fotoğraf olmaz..

...dersek büyük bir fotğrafik hayal kırıklığı yaşarız. Bir fotoğraf sensörden çıktığı şekilde eaki film negatiflerine benzer. Neredeyse renksiz, karanlık tatsız bir görüntüsü vardır. İşte tam burada fotoğraf makinesinin içindeki bir görüntü işlemcisi devreye girer ve görüntüyü renklendirip, tonlandırıp, keskinleştirip gerçeğe biraz daha yakınlaştırır.

Adobe Lightroom yada Google Picassa gibi programlar makinenin otomatik olarak yaptığı bu tonlandırma ve renklendirmeyi biraz daha kontrollü biçimde fotoğrafçının yapmasına izin verir.

İşte profösyönel ukalalık genelde kural içilik yada normallik çizgisini burada çeker. Yani bir fotoğrafın renklerini, tonlamasını, aydınlıklığını yada parlaklığını değiştirmek normal sayılır. Bundan ötesi ise genelde tukaka, anormal yada sahte sayılır.

Yada asi, kural dışı yada outside the box.

Peki, sahi, nedir renkleri, tonlamayı yada parlaklığı değiştirmenin ötesi?

Bunu uzun uzun anlatabiliriz ama bir kelimeye indirirsek Photoshop diyelim şimdilik.

Ne yapar photoshop da böyle kural dışılık getirir fotoğraflara?

Çok basit. Photoshop, sensörden gelen ve görüntüyü meydana getiren noktaları siler yada yenilerini oluşturur. Yani resimlerdeki nesneleri siler, hareket ettirir, fotoğrafları birleştirir yani olanı siler, olmayanı varmış gibi gösterir.

Burada konuyu anlatmak için fazlaca basitleştirme yaptığımı biliyorum. Mesela Lightroom da bazı nesneleri silebilir yada taşıyabilir, nasıl Photoshop da renkleri, parlaklığı ve tonlamayı değiştirebilirse. O yüzden detaylara takılmayalım, işin aslına dönelim.

Profesyonel ukalalık, bu Photoshop düşmanlığını gerçekte olmayan şeyleri fotoğrafa katmanın etik olmamasıyla açıklar.

Alın elinize öğle vakti bulutsuz, sıkıcı mavi gökyüzü altında çekilmiş üzerinde sadece kendinizin olduğu bir fotoğrafı. Bu sıradan fotoğrafa bir dağ manzarası, mükemmel şekilli bulut kümeleri, batan bir güneş ve kan kırmızı bir gökyüzü eklemek Photoshop'da aşağı yukarı on beş dakika alır.

İşte gelenekçi fotoğrafçıların sigortaları burada atar. Onlara göre ortaya çıkan görüntü değersizdir, kural dışıdır. Çünkü gerçek değildir.

Hele ki bir de şu sıralar yayılmakta olan HDR yani High Dynamic Range isimli yeni bir fotoğraf çekme tekniği var ki profesyonel ukalalar tüm fotoğraf tanrılarının gazabını bu HDR fotoğrafçılarının üzerine göndermekteler.

Nedir bu HDR derseniz, bir fotoğraf karesinde eğer aynı anda çok aydınlık ve çok karanlık bölümler varsa fotoğraf makinesi normalde ortalama bir parlaklık ayarı yapar. Bu ortalama parlaklıkta çok karanlık bölgeler fazlasıyla karanlık, çok aydınlık noktalar da fazlasıyla parlak kalır ve bu her iki ekstrem bölgedeki detaylar kaybolur.

Bir HDR fotoğraf çekimi esnasında ise makine bir normal, bir parlak, bir de karanlık olmak üzere ayrı ayrı üç (yada daha fazla) fotoğraf çeker. Bir yazılım da normal fotoğrafdaki aşırı aydınlık ve karanlık bölgelerdeki kaybolan detayları parlak ve karanlık çekilmiş diğer fotoğraflardan tamamlar ve tüm detayları içeren yeni bir fotoğraf oluşturur.

İşte gelenekçi ukalalar bu fotoğrafların gerçek dışı oldukları iddiasıyla HDR fotoğrafçılığı yerden yere vururlar.

Aynı kriterleri mesela resme uygulasaydık, Picasso'yu yerden yere vurmamız gerekmez miydi? Kim iddia edebilir ki Picasso'nun resimlerinin gerçeğe uygun olduğunu? Tabii ki eğer arkadaşlarınızın arasında kafası dikdörtgen olanlarınız varsa bilemem ama Picassonun resimleri pek öyle gerçek hayatta gördüğümüz nesneleri ve şekilleri içermez. Tam aksine, fazlasıyla uçukturlar.

Siyah beyaz fotoğraflar da hayatın gerçeklerine aykırıdır mesela çünkü hayat gerçekte renklidir. Ama bu hard-core gelenekçi fotoğrafçıların gözünde siyah beyaz çekim fazlasıyla mübahtır, hatta yüksek sanat sayılır.

Geçenlerde bir HDR erbabının Youtube'da bir seminerini izledim. Şovun sonunda sadece ağızım açık, takdir ettim adamın yaratıcılığını. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu arkadaşın yaptığı.

Bildiğiniz üzere dünyamız kendi etrafında döner. Bizim bulunduğumuz enlemlerde bu dönmenin hızı 24 saatte 20 bin kilometre yada saatte bin kilometre civarıdır. Bu bayağı yüksek bir hızdır - neredeyse ses hızı - ve farkında olmadan hepimiz büyük mesafeler katederiz.

İşte bu yüzden gökyüzündeki yıldızlar bizim bu dairesel dönüşümüz yüzünden sanki üzerimizde daireler çiziyormuş gibi hareket ederler, ki aslında dönen dünyamız ve dolayısıyla bizlerizdir.

Neyse, yukarda bahsettiğim arkadaş bulutsuz bir gecede kamerasını Kutup Yıldızı'na çevirmiş (Kutup Yıldızı tam kuzey-güney eksenimde olduğundan dünyanın dönme hareketinden etkilenmez). Sonra poz süresi yani fotoğraf çekme süresi ikişer saat olan dört fotoğraf çekmiş bir gece boyunca. Sonunda da HDR tekniği ile bu dört fotoğrafı birleştirmiş. Ortaya masmavi bir gök yüzünde Kutup yıldızı etrafında daireler çizen binlerce yıldız çıkmış.

Şimdi gel de bu adama sen fotoğrafçı değil grafikersin çünkü HDR kullanıyorsun de...

Ben, kendim, genelde Photoshop kullanmam. HDR'ı ise kırk yılda bir, o da iPhone üzerinde olduğu için, ancak her ikisi için de bir önyargım yoktur. Aptalca Photoshop'lanmış ve gözüme fazlasıyla saçma görünen binlerce fotoğraf gördüm. Facebook bunlarla kaynıyor. Ancak çok başarılı, göze çok hoş görünen Photoshop çalışmaları da gördüm.

Photoshop'ın kendisi bir fotoğrafı güzel yada kötü yapmaz.

Yine benzeri şekilde bazı HDR fotoğraflar sanki başka bir gezegende çekilmiş gibi, abartılı ve tatsız olabiliyor ama bazıları ise inanın çok güzel. Gidin flickr.com'a ve HDR ile bir arama yapıp kendiniz karar verin.

Bana sorarsanız, kamera, Lightroom, Photoshop, HDR, bunların hepsi birer araçtır. Bu araçlarla oluşturulmuş görüntü eğer fotoğrafçılığın hedefi olan öykü anlatımını başarabiliyorsa, santçı görevini yapmış yani başarılı olmuş sayılır. Aksi halde başarısız.

Yoksa sanat icra araçlarını yapay kalıplara sokmanın, aralara anlamsız ve amaçsız sınırlar çizmenin yada sanatçıya kullandığı araçlar yüzünden çizimci yada grafiker gibi değer düşürme amaçlı isimler takmanın belli bir sonucu yoktur.

Fotoğraf sanattır.

9 Kasım 2012 Cuma

Nalet Volkan

Eğer olağandışı bir gelişme olmazsa Mart ayında uzun zamandır planladığımız Sicilya gezisini sonunda gerçekleştireceğiz eşim Jelenayla. Uçak biletlerini aldık, otelimizi "neredeyse" ayarladık.

Sicilyadaki merkez üssümüz Catania şehri olacak. Üç tam günü kapsayacak bu gezinin bir günü Catania'da, ikincisi Palermo'da, üçüncüsü ve de en heyecanlısı ise Etna dağının tepesimde geçecek.

Bildiğiniz gibi Etna, Avrupa'daki üç aktif volkandan en büyüğü ve en aktifi. Yılın büyük bölümünde en azından zirvesinde duman tütmekte. Bazen ufak çapta gaz yada lav da püskürtmekte.

Etna dağı, otelimizin de bulunduğu Catania şehrinin yakınında, üç bin üç yüz elli metre civarı yüksekliğinde. Civarı diyorum çünkü volkanik aktivitenin getirdiği soğuyan lavlar yüzünden tam yüksekliği değişmekte. Ziyaret planına göre iki bin metreye kadar arabayla çıkacak, lav mağaralarını ve kükürt tüten "vent" 'leri gezecek, daha sonra teleferik ve 4x4'lerle üçbin metreye çıkıp asli kraterleri göreceğiz. Etna, büyük bir volkan olması sebebiyle birden fazla kratere sahip.

Bu gezinin başka bir önemli özelliği ise Jelena'nın doğum günü olması. İşin komik tarafı, geçen seneki doğum gününü de Güney İtalyada, Napoli'de kutlamıştık ve yine aktif bir volkan olan Vezüv'e tırmanmıştık.

Bu hafifçe travmatik Vezüv deneyiminden sonra Etna planı ortaya çıktığında Jelena "Gidelim ama doğum günümde değil. Bu sene şöyla ağız tadıyla, daha az yorucu biryere gidelim, doğum günümü sessiz sakin geçirelim" dedi. Tamam dedim tabii ki (evli olanlarınız bilir bu duyguyu).

Ondan sonra başladı Jelena diğer alternatiflere bakmaya. Herbiri ya zaman yada fiyat bakımından tutmadı ve biz de yine döndük Sicilya'ya.

"Bu kez tecrübeliyim, Vezüv gibi olmayacak" dedi.

Vezüv'e gittiğimiz gün Jelena tip-top giyinmiş, bilmem ne marka çizmeleriyle, bilmem ne marka çantasıyla aktif bir volkandan çok pastanede çay içmeye gider gibiydi.

Bizi Pompeii'den Vezüv'e getiren ring otobüsünün şöförüne sordum "Zirveye ne kadar yürümemiz gerekiyor?" diye. İki yüz metre dedi. Sonra tüm otobüse hitaben "Geri dönüş bir saat sonra" diye bağırdı.

Otobüsten inip zirveye çıkan yolu görünce dank etti kafama. Zirveye iki yüz metre yolun uzunluğu değil yüksekliği, yani zirve iki yüz metre yukarda ama ona giden yol dağın yamacında zig-zag yaparak ilerliyor. Bu da, tam matematiği yapamasam da, az çok üç kilometre yokuş yukarı yürümek demek.

Zirveye iki yüz metre kala
Bırak bir saatte zirveyi gezip geri dönmeyi, bir saatte ancak çıkarız yukarı.

Neyse, bir saat dediklerine göre vardır bir bildikleri dedim.

Yolun başında Vezüv gönüllüleri elimize ağaç dallarından yapılma birer baston verdiler, biz de orta çağlardaki yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye.

Yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye
Beş dakika sonra volkanik bir arazide yürümenin ne demek olduğunu anladım. Ağızımız, burnumuz, kulaklarımız, giysilerimiz ve herşeyden önemlisi Jelena'nın bilmem ne marka çizmelerimin her milimetre karesi o kahverengi-turuncu volkanik tozla kaplandı, boğazımız kurudu, gözlerimiz yanmaya başladı.

Neyse, sürüne sürüne sonunda çıktık yukarı kırk beş dakikada. Kraterin tam yanındayız. Hayatımda çok az bu kadar etkilendim gördüğüm bir şeyden. Onbinlerce insanı ve iki şehiri tarihten silen bu gücün büyüklüğü benim varlığımı bir anda küçücük hale getirdi.

Vezüv'ün Krateri

Jelena "Hadi dönelim, on beş dakikada ancak ineriz aşağıya" dedi.

Şaka gibi geldi kulağıma. Binlerce kilometre yoldan gel, kırk beş dakika o cehennemi yolu çık sonra beş dakika bile geçiremeden zirvede, in aşağı."Jelenacım, ben bir etrafını dolaşacağım kraterin, on dakikada gelirim" dedim, ama ne ben ne de Jelena inandı o dediğime. Jelena bir daha denedi şansını, "Bak, otobüsü kaçırırsak geri dönemeyiz, gel inelim aşağıya" dedi. Ben de "Merak etme, olmazsa bir taksiye bineriz" dedim. Jelena "Burada taksi maksi yok" derken ben fotoğraf makinesini alıp dağın diğer tarafına doğru yürümeye başlamıştım bile. Jelena da çaresiz su, gazoz falan satan minik büfe kılıklı bir kulübeye gidip beni beklemeye başladı.

Kraterden sızan duman
Zirvenin etrafındaki turum bir kırk beş dakika aldı. İngilizcede dedikleri gibi "Once in a life time experience" yani hayatta sadece bir kere geçirilen deneyim, her saniyesi değdi. Otobüsü falan koydum aklımın uzak bir köşesine.

Geri dönüp Jelena'yı uzaktan gördüğümde bir-iki saniye durup bir "damage control" yani hasar tespiti yaptım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Jelena'ya sordum.

"Niye dışarda bekliyorsun?"

"Çünkü büfe kapandı" dedi. "Park da kapanmak üzere, muhtemelen otobüs de gitti biz de kaldık burada"

"Olur mu öyle şey" dedim. "Bunca insan geri dönecek nasılsa, biz de birinin otobüsüne, arabasına biner gideriz" dedim ama ben de inanmadım söylediğime. Etrafta kalan insanların hemen tümü büfeci, bekçi falan gibi çalışanlardı. Pek öyle ziyaretçi yoktu.

Jelena "Hadi inelim aşağı, belki bizim otobüs hala bekliyordur" dedi ama otobüs bunca zamandan sonra zaten beklemezdi.

Yanılıp yenilip beklese bile, insanları bir saat boyunca öttürdükten sonra o otobüse ben nah binerdim.

Ancak otobüslü yada otobüssüz aşağı inecektik nasılsa. O yüzden fazla felsefe yapmadım ve yola koyulduk.

Yolun yarısına geldik, Jelena benle bir kelime bile konuşmadı. "Hayatım, bak bana, bir resmini çekeyim" dedim. O da dönüp bana öyle bir baktı ki, yedi sene boyunca benzerini bir daha görmedim

"Nalet volkan" dedi, biraz sansürden sonra. "Şu çizmelerimin haline bak".

Nalet Volkan
Tam burada koptuk ikimizde. Bir on dakika güldük beraber. Bugün hala arada bir hatırladıkça güleriz "Nalet volkan" 'ı...

"Şimdi Pompeii'ye gidince güzel bir yemek yeriz, hiçbirşeyimiz kalmaz" dedim ama hala gülüyoruz. Jelena da "Nasıl dönmeyi düşünüyorsun?" diye sordu. Ben de "En kötüsümden yürürüz" dedim. O da "Nasılsa yolda önce paramızı alırlar sonra da bize tecavüz ederler, yemeğe falan da gerek kalmaz" dedi.

Gülerek iniyoruz aşağı, bu arada da ben kesinlikle beklese bile bizim otobüse binmem, yüzüm yok falan diyorum.

Aşağı bir indik ki, amaney, bizim otobüs orda. Yanılmaya imkan yok, tramvay gibi yapılmış, cart renkli bir otobüs.

Jelena, "Koş bugi" dedi, "belki yakalarız".

"Yok" dedim, "Ben cidden o otobüse binmem".

"Tamam" dedi Jelena, "ben suçu üstüme alacağım".

"iyi o zaman, gelirim" dedim ve koştuk beraber.

Pompeii-Vezüv Otobüsü
Otobüsün yanına gelince anladık ki şoför bizim şoför değil ama firma aynı firma. Meğer her akşam zamanında tarifeli otobüsü yakalayamayan üç-beş kişi kalırmış dağda. Firma da kapanış saatinde bir otobüs gönderip toplarmış onları.

"Ne zaman kalkıyorsun?" diye sorduk. Şoför de "Yarım saat daha bekleyeceğiz" dedi. Biz de o toz dumanı temizleyip kuru boğazımızı ıslatma isteğiyle "O zaman biz şu ilerdeki cafe'de bir kahve içelim" dedik.

Vezüv'ün Napoli'den görıntüsü
Şoför bu kez İtalyanca cevap verdi ama hernedense Jelena çevirmeden önce bile her kelimesini anladım:

"Bak, bu kez gerçekten SON otobüs bu!"

...ve özellikle "son" anlamına gelen "ultima" kelimesini...

Jelena'nın tuzu kuruydu, beni beklerken birşeyler içebilmişti. Ben ise saatlerdir aç, susuzdum. Bu yüzden o kahvenin dermanını size kelimelerle anlatamam.

Hemen ailelere Vezüv damgalı bir iki kartpostal gönderdik ve otobüse koştuk.

Hayatımız an be an iyileşiyordu.

Pompeii'de bir Napoli pizzası ve Vezüv şarabından sonra rejenerasyonumuzu tamamlamıştık bile. Trene binip Napoli'ye geldiğimizde ise sanki sabah kalkmış gibi dinçtik.
er ikimiz de fazlasıyla eğlendik bu gezide. Benim açımdan tek uzun süreli ters etkisi ise Jelena'nın dağın tepesinden topladığım volkanik bir taşı bir süre salonda diğer hatıra eşyaların yanına koymayı red etmesiydi. Neyse, zaman içinde bunu da hallettik :)

Vezüv macerası böyle işte.

Darısı Etna'nın başına...

2 Kasım 2012 Cuma

Solus

"Solus" Latincede "yalnız" demektir. Türkçede kullandığımız bazı kelimeler bu kökten gelir.

Mesela "solo".

Genelde, bizde solo, bir müzik parçasında bir enstrumanın öne çıkıp ritimi bastırarak çaldığı bölümdür. Yani "yalnız" bir enstrumanı duyarız solo esnasında.

Aslında solo sadece enstrumanın değil, şarkıyı seslendiren sanatçının da öne çıkıp "yalnız" başına seslendirdiği bölümün de adıdır.

İşte bu yüzden tek başına şarkı söyleyen kişiye de "solist" denir. Alın size "solus" 'dan kaynaklanmış ikinci kelime.

Nasıl "artist" sanat anlamına gelen "art" 'ı yapan kişiyse "solist" de "solo" yapan kişidir.

Türkçemizin aksine, solist sadece yalnız başına şarkı söyleyen kişi anlamına gelmez. Mesela İtalyancada solist herhangi bir gösteriyi yada daha geniş anlamda herhangi bir şeyi tek başına yapan kişiye de denir.

Solus, yani "yalnız" birçok Avrupa diline Latinceden biraz değişerek geçmiştir. Mesela Fransızcaya "seul", İspanyolcaya ve İtalyancaya "solo", Rusça, Lehçe yada Sırpça gibi Slav dillerine "sam", Portekizceye ise "sozinho" şeklinde.

Ordan burdan çalıntı İngilizcede ise yalnız kelimesinin karşılığı "alone" dur. Buna rağmen Latince solus'dan kaynaklı birçok kelime bulunur İngilizcede. Mesela "solo", yada "solitary", yada "solitude".

İngilizcenin bu çıkıntılığı daha bir dolu kelimede karşımıza çıkar. Mesela latince özgür anlamına gelen "liber", Fransızcaya ve İspanyolcaya "libre", İtalyancaya "libero", Portekizceye "livre" olarak geçmişken hernedense İngilizcede "free" olarak kalmıştır. Bununla birlikte İngilizce, kökü "liber" olan "liberty" yani özgürlük, yada "to liberate" yani özgürleştirme yada "liberator" yani özgür bırakan gibi kelimeleri barındırır. Bu kelimelerin aynı zamanda "free" kaynklı karşılıkları da aktif olarak kullanılmaktadır. Mesela "to free" yani özgür bırakmak, "freedom" yani "özgürlük".

Alın size başka ilginç bir kelime, Latincesi "Eo", yani yürümek. Nasıl, niye diye sormayın, bu kelimenin Latincede bir hali de "Martius". Dilimize "marş" diye geçmiş, yani "ordular, ileri marş" vaziyetleri. Yine dilimizdeki "market" kelimesi de "martius" 'dan gelir. Eskiden insanlar yürüyerek pazarlarda gezdikleri için.

Neyse, "martius" Fransızcaya "marcher", "market" de "marche" diye geçmiş. İngilizcede ise "to walk". Ancak yine "martıus" kökenli bir dolu kelime bulunmakta. "To march" yürümek, ancak sadece askeri lugatta. "Market" İngilizcede de bulunmakta. "Merchandise" yani alınıp satılan mal, ki dilimizde de Fransızca şekliyie "marşandiz" şeklinde bulunur, yine "martius" kökenli bir kelime.

Alın size başka bir örnek, "kolay", Fransızcada "facile", "zor" ise "diffıcile" yani "kolay olmayan" demektir. Zor kelimesi İngilizceye Fransızca benzeri "difficult" olarak geçmişse de "kolay" anlamındaki "facile" hernedense "easy" şeklinde kalmıştır. Buna rağmen İngilizce yine "facile" kökenli bir dolu kelime barındırır. Mesela "to facilitate" yani kolaylaştırmak, "facilitator" yani kolylaştırıcı. Gel de çık işin içinden... Haa, unutmadan, "kolay" ın Latince karşılığı ise "facilis".

Şimdi siz bu adam ne diyor akşam akşam diye haklı olarak soracaksınız.

Cevabı basit. Hava bombok, dışarsı eksi bilmem kaç, TV de Jelena feminist bir filim seyrediyor ve bendenizin canı da çok sıkılıyor ondan.

Görüşmek üzere...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Fotoğrafçının Ruhu

Hadi, biraz fotoğraf geyiği yapalım. Malum, buralarda pek öyle arifeyi, bayramı hissetmiyoruz, üstüne bir de hava da bozdu, yağmur, fırtına yani, bu yüzden yapacak daha akıllı birşey yok, ondan bu fotoğraf geyiği çıktı ortaya. Yoksa her eline DSLR alanın kendisini bir fotoğraf otoritesi olarak görme sendromu geçirmiyorum, bunu da atlamadan geçmeyelim.

Sözün özü, aşağıda okuyacaklarınız, tabii ki lütfedip okursanız, sadece ben kulunuzun şahsi tecrübe ve görüşleridir. Ne eksiksiz, ne de doğru oldukları iddiasındayım.

Neyse, çok geveledik, hemen konumuza girelim.

Konumuz "Nasıl güzel fotoğraf çekilir?"

Öyle basit, genel, eğlenceli bir konu. Canınızı da fazlaca sıkmayacaktır. Düşünsenize, size 70-200 mm zoom objektiflerin kromatik aberasyon problemlerinden de bahsedebilirdim :)

Geçelim konumuza, yani güzel fotoğraf çekmek için ne gerektiğine. Yada ne gerekmediğine...

Birçok kişinin düşüncesinin aksine güzel bir fotoğraf çekmek için güzel bir fotoğraf makinesi gerekmez. Fotoğraf makinesi sadece bir araçtır ve ona ödediğiniz para çektiğiniz fotoğrafların ne güzel, ne de kötü olacağını belirler. Düşünsenize, Şekspir'e gidip kitaplarınız çok güzel, eminim bunun sebebi kullandığınız birinci sınıf kalemlerdir deseydiniz muhtemelen sizi döverdi.

Evet iyi bir makine bazı koşullarda işinizi kolaylaştırsa da güzel fotoğraf çekme koşulları sıralamasında çok altlarda yer alır. Aslında, foroğraf makinesi, objektif, ışık, resim işleme yazılımı, resmi çekilen obje, kompozisyon - yani resim karesine nelerin nasıl girdiği, resımın görüntülendiği yada basıldığı ortam ve en önemlisi resmi çeken kişinin sanatı ve ruhu ile birlikte uzun bir zincirin parçalarından biridir.

İşte bu zincirin halkalarından en zayıfı çekilen fotoğrafın kalitesini belirler.

Örneğin mükemmel bir ışıklandırma altında Angelina Jolie size poz veriyorsa ve sizde de dünyanın en kaliteli fotoğraf makinesi varken üzerinde dağları, ovaları çekmek için kullanılan bir balık gözü objektifi takılıysa yandınız demektir. Çekeceğiniz resim zar zor bir şeye benzer.

Para, bu zincirin hemen tüm halkalarını alabilir ancak fotoğrafçının sanatını ve ruhunu asla!

Birçok kişi binlerce doları en yeni teknoloji fotoğraf makineleri ve objektiflerine yatırır ve Chase Jarvis gibi fotoğraflar çekmeyi bekler. Bir-iki denemeden sonra çektikleri -özürlerimle- manasız fotoğraflara bakar ve problemi daha ileri ve pahalı fotoğraf makineleri ile objektiflerini alarak çözmeye çalışırlar.

Bu durumun araba kullanmayı bilmeden üç yüz bin dolar verip bir Ferrari almaktan bir farkı yoktur. Sadece pahalı olduğu için bir Ferrari, araba kullanmayı bilmeyen birine yarış kazandırmayacaktır.

Eşimle birlikte Singapur'un eğlence parkı olan Sentoza adasındayız. Elimdeki Pro-DSLR kamerayı görüp güvendiklerinden olsa gerek, her halinden Japon oldukları belli bir çift kameralarını verip beraber bir fotoğraflarını çekmemi istediler. Sonrasında gidip beş metre ilerdeki bir Miki Maus dekorunun altında poz verdiler.

Kamera bir Canon 7D, üzerinde 70-200 bir zoom objektif var. Aşağı yukarı dört bin dolar değerinde ekipman. Objektif, neredeyse tüm gazetecilerin kullandığı bazuka benzeri, aksiyon fotoğrafı çekmek için birebir. Tek kusuru bir kilo üçyüz gram ağarlığı, ha bir de iki bin beş yüz dolarlık fiyatı.

Neyse, kamerayı elime aldım ve vizörden baktım. Çiftin sadece kafaları sığabilmişti fotoğraf karesine. Bu objektifi ilk defa 7D üzerinde kullanıyordum, acaba telefoto ucundamıyım diye baktım, yoo değil, 70 mm ucundayım. Ancak 7D'nin küçük sensörü yüzünden 70 mm olmuş size 110 mm dengi.

Bir beş metre geri gittim. Neyse omuzlar sığdı. Bir beş metre daha geri gittim, bu arada da bakıyorum, "Herif bizim kamerayı alıp gidiyor" diye bağırmasınlar diye. İkinci beş metreden sonra belden yukarıları zar zor girdi kareye. Sonucunda fazla uzatmadan çektim resimlerini. Aptalca çekilmiş bir fotoğraf oldu. Mikinin belden aşağısı ile çiftin belden yukarısı :)

Boy fotoğrafıyla Mikinin tümünü sığdırmak için muhtemelen bir yüz metre açılmam gerekecekti. Bu objektif olay için kullanılanilecek en uygunsuz objektiflerden birisi. Bir de üstüne bu objektifi alıp tatil için Japonyadan Singapura taşımak bir kamyonla Formüla Bir yarışına girmekten farklı değil.

Sözün, özü, her pahalı teknoloji her amaca uymaybilir. Sadece pahalı diye iki bin beş yüz dolarlık bir objektif güzel resim çekmek zorunda değildir.

İşin aslı, fotoğraf makinesi ve objektif, güzel fotoğraf çekme zincirindeki en az önemli halkalardır. iPhone 4S ve sonrası fazlasıyla makul kalitede fotoğraf çekebilirler. Büyük boy baskı yapmayacak ve çektiğiniz fotoğrafları bir yazılımla kurcalamayacaksanız iPhone tüm fotoğraf ihtiyacınızı karşılayacaktır.

Eğer iPhone kulağınıza çok amatör geldiyse, bir sonraki adım amatör bir DSLR kamera olacaktır. Entry level yani başlangıç seviyesindeki bu fotoğraf makineleri gerçekten ucuzdurlar, hatta iPhone'dan daha ucuz (ancak bu kameraları telefon olarak kullanamayıp Angry Birds oynayamayacağınızı da unutmayın). Bu kameralarla birlikte satılan kit objektifler ise şaşırtıcı derecede kaliteli fotoğraflar çekebilirler.

Bu aşamadan sonra her alacağınız ileri model fotoğraf makinesi ve objektif, azalan getiriler ölçeğiyle kaliteyi artıracaktır. Bir önceki amatör DSLR makineye altı yüz dolar harcamışken bin iki yüz dolarlık bir sonraki kamera fotoğraf kalitesine en fazla yüzde beş katkıda bulunacaktır. Bu artışı ise eğer çektiğiniz fotoğrafları billboard'larda basmayacaksanız zaten fark etmeyeceksınızdir.

Kısaca fotoğrafa ilginiz varsa, başlamak için binlerce dolarlık bir DSLR'ınız olmasını beklemeye hiç gerek yok. Elinizde ne varsa alın yanınıza ve atın kendinizi dışarı.

Chase Jarvis'e sormuşlar, en iyi fotoğraf makinesi hangisi diye. O da "O anda yanınızda olanı." diye cevap vermiş. Jarvis'in kendisi iPhone ile aktif olarak resim çekmekte.

Peki, madem fotoğraf makinesi ve objektif o kadar önemli değil, güzel fotoğraflar çekebilmek için ne önemlidir?

Biraz teknik. Günümüzde fotoğraf makineleri aslında fotoğraf çekebilen bilgisayarlardır. Bu bilgisayarlar ellerinden geldiğince bizim kafamızdan geçenleri okumaya çalışır ve neyin fotoğrafını nasıl çekmek istediğimizi tahmin ederler. Işığı, poz süresini, objektifin açıklığını ve yüzlerce başka bilgiyi hesaplayıp görüntüyü yakalarlar.

Çoğu zaman bu görüntü doğrudur ve işe yarar, ancak zaman zaman fotoğraf makinesinin telepatik becerileri bizim gerçekten neyin fotoğrafını nasıl çekmek istediğimizi anlamaya yetmez. Bu anlar ise neredeyse her zaman güzel bir fotoğrafın fırsatıdır. Örneğin güneş batımına objektifi çevirip deklanşöre basarsınız ve o güzelim kızıllık yerine simsiyah siluetler çıkar yada gece pırıl pırıl aydınlatılmış bir yapının resmini çekersiniz, ufak bir iki ışık pırıltısı ile yine simsiyah bir kare çıkar makineden.

Başka mı? Eminim başınıza gelmiştir. Mor yada yeşil gökyüzleri, sapsarı gece fotoğrafları, hareket eden kolları yada bacakları bulanık çıkmış çocuk resimleri.

İşte bu anlarda biraz teknik bilgi hayat kurtarır. Çok öyle tekno-manyak olmaya gerek yok. Shutter Speed (Poz Süresi), Aperture (Objektifin açıklığı) ve ISO (Makinenin ışığa duyarlılığı) ayarlarını bilmek zorlu fotoğrafların yüzde doksan dokuzu için yeterli olacaktır.

Az biraz teknik bilgi güzel fotoğraf çekebilmek için önemli olsa da yine en önemli şart değildir.

Fotoğrafçılık, ışığı kovalamaktır. Işığı anlamak ve ondan doğru biçimde faydalanmanın önemi, tarımda suyun önemi ile aynıdır.

Bir fotoğraf makineye giren ışıkla oluşur. Yeterli ışık gelmezse fotoğraf simsiyah, gereğinden fazla ışık gelirse fotoğraf bembeyaz olur.

Değişik ışık kaynakları, yani güneş, bulutların arkasındaki füneş, tungsten elektrik ampulü, floüresan lambalar renkleei kendilerine özgü farklarla görünür hale getirirler.

Doğrodan gelen parlak ışık kaynakları sert gölgeler, dağınık ışık kaynakları yumuşak gölgeler oluşturur.

Bu ışık türleri ve gölgelerin iyisi, kötüsü, doğrısu, yanlışı yoktur. Hangisini nerede kullanmak isteğinize göre ışıkları yada güneşi çekip istediğiniz noktaya taşıyamayacağınızdan kendinizi, doğru biçimde konumlandırmanız gerekir.

Işık iyi bir fotoğraf için fazlasıyla önemlidir, ancak hala en önemli şart değildir.

Kompozisyon yani fotoğraf karesinin planlanması bizi yavaş yavaş teknik bölgeden alır, sanatsal bölgelerin kıyılarına getirir.

Kompozisyonun sayılarla yada kurallarla ifade edilebilir yönleri bulunsa da bunlar çoğunlukla tavsiye yada genelleme şeklindedirler. Kişi bu kurallar uymasa da fazlasıyla güzel fotoğrflar çekebilir. Hatta çok özel ve popüler fotoğraflar genellikle kompozisyon kurallarının dışına çıkarak çekilmişlerdir.

Fotoğraf sanatının temeli bir öyküyü izleyenlere aktarmaktır. Bir yazar öyküsünü kelimelerle okuycularına aktarırken, fotoğrafçı bu işi kpmpozisyonu ile yapar. Bu işi yaparken de zorunlu olarak uymasa da kompozisyon kurallarına danışır, kendi kişiliğini işin içine katarak kompozistonunu kafasında oluşturur ve teknik bilgisini kullanarak bunu fotoğrafına yansıtır.

Kompozisyon kendi başına kitaplarca yazının ve seminerlerin konusudur ancak bir iki temel özelliğine değinebiliriz burda.

İnsan beyni bir fotoğrafa baktığında gözü ilk olarak görüntünün en keskin yani bulanık olmayan noktasına daha sonra ise en parlak noktasına odaklanır. Bu yüzden fotoğrafta ana konu yada objenin keskin ve parlak olması önemlidir.

Kişinin ilk aklına geldiğinin aksine insan gözü fotoğraf karesinin tam ortasına odaklanmaz. Bu sebeple GENELDE pro fotoğrafcılar fotoğrafını çektikleri kişi yada objeyi labadak diye tam merkeze koymazlar.

Nereye koyarlar derseniz, fotoğraf karesi üzerindeki dört noktadan birine yerleştirirler konu kişi yada objelerini. Bunlar, fotoğraf karesi içine çizilmiş ve kareyi eşit alanlara bölen iki yatay ve iki dikey çizginin kesiştiği noktalardır. Cız tahtası gibi yani. İngilizcede bu kompozisyon kuralına "Rule of the Thirds" yani üçte birlerin kuralı derler.

İnsan gözünün başka bir tuhaflığı ise fotoğrafdaki doğal yada suni çizgileri takip etmesidir. Fotoğrafçılar hedef kişi yada konuları bu çizgilerin sonuna koyarak izleyicileri konularına yönlendirirler.

Kompozisyon, güzel fotoğraf çekebilme şartlarının fazlasıyla önemli bir parçasıdır ancak ondan daha önemli bir parça bulunur.

Birçok fotoğraf meraklısı bana kızacak yada gülecektir ancak güzel bir fotoğrafın olmazsa olmaz şartı, fotoğrafı çektikten sonra renk, parlaklık gibi özelliklerinin ayarlandığı bir yazılımdır.

Diyeceksşniz niye...

Arzedeyim.

Elinize üzerinde fotoğraf bulunan bir gazete, dergi yada broşür alın. Burada gördüğünüz her fotoğraf dijital bir fotoğraf yazılımının tezgahından geçmiştir. Bu fotoğraflar en basitce ve masumanesiyle, dijital olarak keskinleştirilmiştir. Büyük olasılıkla renkler parlaklaştırılmış, gökyüzü mavileştirilmiş, cilt lekeleri, kırışıklıklar, sivilceler, vs., ortadan kaldırılmış yada flulaştırılmıştır.

O yüzden, çektiğiniz manzara fotoğraflarında o parlak koyu mavi gökyüzünü bulamıyorsanız kendınızı yada fotoğraf makinenizi suçlamayın. Seksen dolarınıza kıyın ve kendinize bir Adobe Lightroom yada Apple Aperture yazılımı alın. Binlerce dolarlık objektif yada kameralardan daha çok işinize yarayacaktır.

Bu yazılımlar film günlerinin karanlık odaları gibi çalışırlar. Photoshop gibi çöp bidonunu sil, tabelaya benim ismimi yaz gibi olan şeyieri ortadan kaldırıp olmayan şeyleri fotoğrafa koymak yerine fotoğrafın zaten içinde bulundurduğu renk, parlaklık gibi nicelikleri ayarlarlar.

Birçoğumuz bunu sanki fotoğradın orijinalliği bozuluyor yada manipüle ediliyor gibi algılarız ama bu inanın doğru değil.

Biraz tekniğine gireceğim, lütfen af buyurun.

Fotoğraf makineniz bir resim çektiğinizde sensöründen aldığı ham fotoğraf bilgisinin renk, parlaklım,ton gibi ayarlarını otomatik olarak yapar ve sizin için bir JPEG dosyası oluşturur. Makinenizde bulunan manzara, portre, gece gibi çekim modları hep bu ayarların tanımlandığı yerlerdir.

Yukardaki yazılımlar ise aynı sensörden gelen yine aynı fotoğraf bilgisini alır, ancak renk, parlaklık, ton gibi ayarları otomatik olarak yapmak yerine sizin yapmanıza izin verir.

Dediğim gibi çok ama çok önemli bu çekim sonrası işleme yazılımları, yine de güzel fotoğraf çekmenin en önemli etmeni değil.

Peki en önemlisi nedir?

Ruh!

Valla şaka yapmıyorum. Neyin fotoğrafının nasıl çekilebileceğini kulağınıza fısıldayan minik bir ilham perisi. Bu peri, fotoğraf çekmeye alıştıktan sonra daha bir sık uğramakta.

Son iki senedir belki de on bin civarı manzara resmi çektim. Yavaş yavaş ne güzel görünür, ne iyi fotoğraf verir, hissedebiliyoum sanki. Ancak gel gör ki iş insanlara, etrafdaki nesnelere geldiğinde hala bebek gibi emekliyorum.

Evet, etrafımdaki bidon, boru, çeşme, ağaç gibi şeylerin beş yüz resmini çekersem içlerinden bir-ikisi işe yarar çıkabiliyor. Gel de verimden bahset. Yani sokak fotoğrafçılığı tarafında hala çok yeniyim.

N'apıyım, sokakta güzel fotoğraf fırsatlarını göremiyorum.

Geçen bir arkadaşla bir photo shoot'a yani fotoğraf çekme turuna çıktık. Üzüm bağları arasında şahane bir şato. Yolun kenarından mükemmel bir açı yakaladım, ışık ta mükemmel, güneş tam batmak üzere. Krem dö la krem yani.

Gel gör ki biri eski, paslı bir traktörü yolun kenarına bırakmış. "Lan, hangi eşşek bunu fotoğrafımın içine bırakmış?" derken, yanımdaki arkadaş gitti, çat diye o traktörün fotoğrafını çekti. Nasıl güzel çıktı bilseniz...

Yine geçenlerde St-Prex isimli Cenevre (yada Leman) gölünün kenarında cennetten düşmüş bir sahil köyündeyiz. Yedi sene yaşadım, o kadar güzel bir yer yani. Tam göl kenarında taştan bir duvar, duvarın üzerinde kırmızı renkli sarmaşıklar, dibinde kayalar ve yarım daire sahil, tam kartpostallık anlayacağınız.

Tek problem, seksen yaşında bir çift romans yapıyor tam benim fotoğraf noktamda. "Dedeciğim bak git!" falan dedim, olmuyor. Yine tam bu anda aynı arkadaş çat diye yakaladı pozu. Yaşlı çiftin arkası dönük, birbirlerine sarılmışlar, demin size anlattığım manzaraya bakıyorlar. Para versen böyle poz veremezler.

İşte en önemlisi bu.

Uzun oldu biliyorum ama ne yapalım. Dışarda mevsimin ilk karı, arabada yaz lastikleri. Evde oturup geyikliyoruz böyle.

Sağlıcakla kalın.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Avrupa ve Savaş

Kısa bir süre önce Avrupa Birliğinin Almanlarla Fransızların savaşmasını önlemek için kurulmuş bir topluluk olduğunu yazmıştım. Hemen sonrasında birlik Nobel barış ödülünü aldı.

Çünkü Avrupa, AB sayesinde savaşmamıştı.

Başka bir açıdan bakarsak AB olmasaydı demek Avrupa savaşacaktı.

Yani, Avrupa ülkeleri arasında olabilecek bir savaş o kadar olasılık dahilindeymiş ki, olmaması, dünyanın en saygın ödüllerinden biri ile taçlandırılmıştı.

Acaba Avrupa ve Avrupalılar tüm bu ileri medeniyet seviyeleri, duyarlılıkları ve bilinçlerine rağmen gerçekten savaş gibi insanlık dışı bir eyleme başvurabilirler miydi?

Bu sorunun cevabını bulmak için afaki yanı sanal düşünmeye gerek yok. Bizi cevaba götürecek yakın zamanda gerçekleşmiş fazlasıyla çok canlı örnekler var elimizin altında.

Sarkozy efendi bir gece ansızın kalktı ve çıtak diye kimseye sormadan gitti Libyayı bombaladı. Hem de öyle savunma, katliam durdurma falan gibi ulvi bir sebep olmadan. Sadece Rafaele uçaklarının demonstrasyonunu yapabilmek için. Nato'ya bile feyk attı Sarkozy. Nato da, Türkiye dahil, hemen işi Sarkozy'e kaptırmamak için gidip Libya'yı daha da fazla bombaladı.

Eski Yugoslavya'da ise Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar birbirlerini gırtlaklarken Fransa dahil kimse parmağını kıpırdatmamıştı Avrupa'da. Olaydaki taraflılıklarını ve uyguladıkları metodları eleştirsem de sadece Amerika elini taşın altına koydu. Onlar da olmasaydı, eski Yugoslavyanın insan kaynaklarının onda biri bile sağ kalmayacaktı savaşın sonunda.

Yine yeri gelmişken Amerika Sırbistan'a müdahalesi sırasında kadınları ve çocukları defalarca bombaladı. Bomba çukurlarını, kurşun delikllerini kendi gözlerimle gördüm.

Bu savaş esnasında Sırpların, Hırvatların ve Müslümanların da birbirlerine yaptıkları eziyetler ise başka bir Avrupa savaşır mı sorusunun cevabı. O bölgede yaşadığım sürece duyduklarım birçoğunuzun midesini kaldıracak kadar insanlık dışı. Duyduğunuzun aksine Sırplar değil, herkes birbirine yapacağını yapmış.

Türkleri Avrupadan sayarsanız, Türkler savaşır mı sorusunu sormanın bile gereksizliğini biliyorsunuzdur. Şu anda bile ülkenin yarısını bıraksanız Şam'a girecekdir neredeyse. Hem de işçisi, köylüsü, aydını, cahili, gazetecisi, politikacısı ile ülkenin tam doğru yarısı.

Türkiyenin kuzey ve doğusu için bu ülkeler savaşır mı sorusu zaten gereksizdir. Çünkü bu ülkeler bugün zaten savaşmaktadırlar. Orta doğu, kafkaslar, orta asya... Savaş buralarda hayatın bir parçası olmuştur. İran, Irak, İsrail, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Rusya, Hindistan, Pakistan, vesaire, vesaire.

Konumuzun başlangıç noktası olan Avrupa tüm medeni ve insani değerlerine rağmen bir savaşa girebilir mi sorusunun dönersek sorumuzun cevabı ne yazık ki kuvvetli bir "evet" olacaktır.

Burada kusur Avrupa'nın değildir. Konumuz olan bu savaşma güdüsü ne yazık ki fazlasıyla insani bir reflekstir ve insanlık da ne yazık ki bu güdüyü bastıracak kadar gelişmemiş yada evrime uğramamıştır. Avrupalılar ise diğer uluslardan daha medeni yaşasalar da nihayetinde insandırlar ve bu insani güdü onları da bağlar.

Her insan gibi onlara dokunur, rahatlarını bozar yada ellerindekilerini almaya çalışırsanız Avrupalılar da savaşacaktır.

Kıssamızın hissesi ise Avrupa Topluluğunun Avrupa içinde bir savaşı önlediği için bence gerçekten Nobel barış ödülünü hak etmiş olduğudur. Bu günkü haliyle ekonomik bir facia olan bu birliğin en azından başka bir işe yaradığını göstermek bakımından da bu ödül tam zamanında yardıma koşmuştur.

11 Eylül 2012 Salı

Yine Avrupa

Uzun süredir Avrupa ekonomisi ile ilgili yazmadım. Bunun sebebi unutkanlık değil, yazmaya değer bir şey olmaması.

Bildiğimiz kadarıyla.

Gerçekten, ne yapıyor bu adamlar? Şu gündemde tartıştıkları şeyler şaka gibi walla...

Neredeyse Avrupa’nın tüm sorunu tahvil satışları esnasında komisyon alan aracı kuruluşlar.

Bu aracılar kalktığı anda Avrupa’nın tüm ekonomik sorunları çözülecek yani :)

Bence ip kopmuş. Avrupa birliği ülkeleri kendi başlarına, ucuz ulusal çıkarları doğrultusunda bireysel olarak hareket etmekte.

Çok iddialı konuşacağım. Bu topluluğun bu koşullarda devam etmesi olası değil.

Ya iyi durumda ülkeler standartlarını düşürür ve çizginin altında kalan ülkelerin standartlarını yükselterek eşitlenirler, yada bu eşitsizliği bir şekilde kurumsallaştırırlar, yani iyiler ve kötüler olarak iki sınıflı bir birlik olurlar.

İlk seçeneğin olma şansı sıfıra yakın. Aksi halde bugün Yunanistan’da, İspanya’da olanlar olmazdı.

Bakın, Yunanistan’a verdikleri paralar nasıl canlarını acıttıysa, geri alması garanti olsun diye köle gibi çalıştırmaya çalışıyorlar komşuyu.

Bu önlem paketlerinin Yunanistan’ın ekonomik problemlerini çözmeye falan yaraması olası değil. Bunların tek hedefi Yunanistan’a bu paraları geri ödetip hatta biraz da kar etmek.

Alın bakalım bu önlemlerden bazılarına, sonra siz söyleyin ne işe yarayacaklarını.

Mesela Yunanistan kamu kuruluşları çalışanları atsın. Böylece memur maaş ödemeleri azalsın.

Başka?

Çalışma günleri haftada altıya çıksın. Bu da tamam. Böylece az sayıda kalan memurlar fazladan beşte bir memur kadar iş yapsın aynı maaşa.

Böylece vergiler eksi bu azalan maaş ödemelerini de bu borçları ödemek için kullansın komşu.

Ne var bunda diyeceksiniz. İlk bakışta iyi bir şey gibi durmuyor mu?

İki küçük problem var bu sözde önlemlerin.

Bir, bu atılan ve işsiz kalan insanlar ne yapacak? Yazık değil mi bu insanlara? Yanlış politikalar onların suçu değil.

İki, bu önlemler Yunanistan’ın bozuk ekonomisini bırakın düzeltmeyi, daha da kötüleştirir.

Yavaş yavaş bu Avrupa niye böyle gitmez dememin sebebine geliyorum.

Krizin sonucunda Yunanistan’da atılan kamu çalışanları yada İspanya’nın yüzde yirmi beş genç işsizleri açlıktan ölür, azalan nüfus sonucunda devletlerin harcamaları azalır, yeniden refaha ulaşır Avrupa.

Acaba?

Bu işsizlerin bu günkü koşullarda açlıktan ölmeye göre çok daha sevimli bir seçenekleri var.

Avrupa birliği anlaşmalarına göre bir Yunanlı yada İspanyol Avrupa’nın her ülkesinde sorgusuz sualsiz çalışabilme hakkına sahiptir.

Alternatifsizlik yada biraz daha melodramatik söylemiyle “çaresizlik” bu işsiz insanların normalden çok daha ucuz maaşlara razı olmaları sonucunu doğurur. Yani bu insanlar Fransa’ya gider ve Fransızlardan daha az maaşa çalışırlar.

Bu da piyasanın düşmesine ve maaşların azalmasına neden olur. Fransızların geliri düşer, İspanyolların geliri artar ve bizi yazının başındaki standart eşitlenmesi durumuna getirir.

Düşünebiliyor musunuz mesela iki milyon İspanyol’un Almanya’ya iş bulmak için gittiklerini?

Olmaz abi.

Haa, bu olmazsa ne olur derseniz onu bilemem.

Bu alavere dalavere çözümler benim değil Avrupa’nın zenaatı.

Artık Avrupa anayasasına yeni bir madde mi koyarlar? Mesela “Aşağıda yazılı ‘Bremen Kriterlerine’ uyamayan ülkeler serbest dolaşım hakkını kaybeder. Bremen Kriteri Bir: İşsizlik yüzde beşin altında olmalıdır!”

Walla hiç de fena durmadı. Zenaatım değil falan dedim ama sanki kıvırdım bu işi. Eee on beş senedir Avrupa’da yaşıyorum ne de olsa. Demek ki kapmışım biraz :)

Açıldım sanki. Alın size ikinci formül. “Avrupa fonlarından para çeken ülkeler bu paraları geri ödeyene kadar serbest dolaşım haklarını kaybederler.”

Tamam abi, ben bu işi becerdim.

Başka bir formül. “Eurozone üyesi olmayan ülkeler Avrupa’nın eşit ve bölünmez birer parçasıdır. Ancak bu ülkeler Eurozone’a girene kadar serbest dolaşım hakları ‘ertelenir’. Mesela Polonya ve Çek Cumhuriyetine Eurozone’a girebilmeleri için yirmi senelik birer yol haritası hazırladık.”

Şaka bir kenara, ciddi değişiklikler yolda bana sorarsanız.

Bekleyip görelim.

2 Eylül 2012 Pazar

Çoklu Çağların Sanatçıları

"Muzaffer komutanlar önce savaşı kazanıp sonrasında savaşa girerler, mağlup komutanlar ise önce savaşa girip sonra onu kazanmaya çalışırlar"

Bu özlü sözü diyen kimdir derseniz söyleyeyim. Sun Tzu (Sunsu) isimli, Çinli bir general ve filozof.

İsa'dan yedi yüz küsür sene önce yaşamış Sun Tzu "Savaş Sanatı" isimli bir kitap yazmış. Bu kitap o günün koşullarında bir "Best Seller" olmuş. Hem doğuda, hem batıda bugün bile birçok politikacı ve stratejist bu kitaba atıfta bulunmaya devam eder.

Yani Sun Tzu sadece çağının önemli bir adamı olmakla kalmamış, her çağda geçerli, evrensel diyebileceğimiz ilkeleri ortaya süren bir düşünür olarak insanlık tarihinde yerini almıştır.

Yazının başındaki sözü bir kere daha okuyun. Hiç öylesine derinlemesine düşünmeye gerek kalmadan hayatımızdaki birçok olaya damardan uyarlayabilirsiniz.

Alın bakın Suriye'de yaptıklarımıza. Öyle zart diye gidip sonunu düşünmeden Esad'a zeybeklendik, karşımıza terörden başlayıp yüzbinlerce mülteciye kadar nasıl baş edeceğimizi bilmediğimiz birçok mesele çıktı. Böylece kendimizi daha öncesinde kafamızda kazanmadığımız bir savaşın içinde, kazanmaya çabalarken bulduk.

Benzeri bir savaşı bu 4+4+4 eğitim sisteminde kazanmaya çalışıyoruz ama bakın karşımıza çıkanlara. Küçük çocukların çiş yapıp ellerini yıkayamayacak olmaları okulların açılmasına bir ay kala aklımıza geldi. Yine savaşa girmeden önce kazanmamış olduğumuzdan bu da kaybedilmiş savaşlar hanesine yazılacak gibi.

Sun Tzu işte bunları görebildiği için sadece çağının değil çağların insanı olmuştu.

Böyle insanları tanımlamaya aday olmuş ancak tam anlamıyla başarılı olamamış birçok sıfat sayabiliriz. Vizyoner yada İngilizcesiyle visionary, (yada tam Türkçesiyle görebilen kişiler), dahi, akıllı, zeki gibi düşünme hızı ve hacmine yönelik sıfatlar, yada sadece bizim dilimize mahsus "Lan ne adammış bu ______" cümlesinin sonundaki boşluğu doldurabileceğiniz eşşolueşşek, pezevenk gibi iltifatlar bunlardan bazıları.

Bana sorarsanız bu çoklu çağların insanlarını tanımlamaya en çok yaklaşan sıfat "sanatçı".

Evet, bence Sun Tzu, Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Agustus Sezar, İmotep, Hipokrat, Bill Gates. Ronald Reagan, Isaac Newton, hepsi birer sanatçı.

Çoklu çağların sanatçıları.

Bu insanların ortak özellikleri işlerini iş olarak değil sanat olarak görmeleridir bendenizce. Yaptıkları işlerini severler, ona vakit ayırırlar ve içlerinden gelerek icra ederler.

Bu insanlar baştan aşağı mükemmel, rol modeli olabilecek kişilikler de değildir. Hatta bir çoğu, kaba, nezaketsiz, asosyal hatta başka insanların ölümüne sebep olmuş şahsiyetlerdir. Mesela Newton, mesela Reagan.

Ancak bu kişiler birçok alanda başarısız ve beceriksiz olmuş olsalar da o isimlerini hatırlamamıza neden olan bir tanecik alanda o kadar başarılılardır ki tarih onları sonsuza dek hatırlayacaktır.

Hadi bir parantez açıp söyleyeyim, bayram değil, seyran değil, Reagan’ın adı nasıl Da Vinci'lerin, Einstein'larin arasına karışmış. Bu tabii ki tamamen benim kişisel görüşüm ancak Reagan, soğuk savaşı bir sanatkar gibi sağda solda nükleer bomba patlamadan bitirmesiyle benim çoklu çağların sanatçıları listemde yerini aldı. Neyse, konumuz Reagan yada soğuk savaş değil. Eğer onun adını yakıştıramadıysanız görmemezlikten gelin ve devam edelim.

Bu listeye Türk olarak bizim katkımız tabii ki Atatürk olacaktır. Atatürk en az Da Vinci kadar başarılı bir çoklu çağlar sanatçısıdır. Ancak lütfen burada Atatürk’ün gerçek kişiliği ve ilkelerini zamanımıza bilinçsizce ve hoyratça taşınmış derslerde okuduğumuz sözde kişiliğinden ve ilkelerinden ayırın. Bu hoyratlığın sonucudur ki Türkiye'nin yarısı günümüzde Atatürk’ü sevmemekte, diğer yarısı da Atatürk’ü sevdiğinden değil de şeriatın korkusuna onun ilkelerine sarılmaktadır.

Bu Atatürk sonrası "fenomeni" sadece Atatürk ve Türkiye'ye özel değildir. Hatta o kadar yaygındır ki onu bir "post çoklu çağların sanatçısı sendromu" olarak genelleyebiliriz.

Bakın Amerika'ya. Reagan’dan sonra gelen ve başkanlıktan ziyade Beyaz Saray stajyerleri üzerinde sanatını icra eden Clinton'u alın, dehası başka bir yazının konusu olabilecek Baby Bush'un yanına koyun.

Yada bakın Microsofta'a. Billy the Gates gitti, Microsoft batmak üzere. Apple'a da aynı şey olacak gibi sanki. Neyse ki Steve Jobs yakardaki kısa çoklu çağların sanatçıları listemde yok.

Sanki bir doğa kuralı. Bu başarılı çoklu çağların sanatçıları herhangi bir sebeple sahneden çekildiklerinde yerlerini hemen teknokrat yapılı kişiler doldurmakta.

Bu teknokratlar yerlerini doldurdukları sanatçıların ruhuna sahip olmadıklarından o sanatçıların gördüklerini göremezler, ancak yaptıklarını tekrarlayabilirler.

Bu yapılanları tekrarlama işlevi aynen bir maymunun insanı taklit etmesi gibidir. Yaptıklarının sebebini anlayamadıklarından soranlara da anlatmakta güçlük çekerler ve işin kolayına kaçıp bu maymunvari taklitlerini putlaştırırlar. Putlaşan kavramlar sorgulanamaz ve teknokratlar da günü kurtarmış olur.

Ne var ki gelişme durur, tüm yapılanlar elde kalanı koruma çabasına dönüşür.

Ancak, teknokratların olayların özünü, gerçek sebeplerini ve yerlerini aldıkları sanatçıların davranışlarındaki motiflerini anlayamadıklarından bu taklitleri koşulların biraz değiştiği bir ortamda işe yaramaz hale gelir.

Sonrasını biliyorsunuz.

Bir toplumun başarısı bence bu sanatçıları üretme hızına bağlıdır. Bir sanatçı sahneden çekildiğinde yerini bir teknokrat yerine başka bir sanatçı alabiliyorsa toplum gelişmeye devam eder.

Bu ilk bakışta mümkün görünmese de fazlasıyla olasıdır. Atatürk gibi bir adam dünyaya bir kere gelir lafı gereksiz yere insanın hevesini kıran olumsuz bir laftır. Birçok Atatürk şu anda araba tamir ediyor, garsonluk, muhasebecilik yapıyor olabilir.

Yeter ki onları doğru sanatı seçip çoklu çağları değiştirebilecekleri ortamı hazırlayabilelim.

24 Ağustos 2012 Cuma

Tarihi Bir Hatayı Düzeltmek

Deep Purple’ı ilk kez canlı olarak Belgrad’da izledim. Hem de nelerin pahasına.

Konser zamanında Sırbistan’ın ikinci büyük kenti Niş’de yaşıyor ve çalışıyorum. Ofiste fazlasıyla önemli bir denetleme geçiriyoruz. Dünyaca tanınmış büyük bir denetleme firması aşağı yukarı yirmi kişilik bir ekiple tepemizde davul çalıyor.

O aralar da Jelena’yla ilk tanıştığımız günler. Pek ortalarda gezmiyoruz. Konserin bir-iki gün öncesinde Regent isimli fazlasıyla burnu büyük bir restoranda yemek yiyiyoruz, ancak tek masa biziz, başka hiç müşteri yok. Özel yemek odamız gibi yani. Canlı klasik müzik çalıyor, biz de mükemmel bir Hırvat şarabı etrafında tatlı tatlı geyikliyoruz.

Jelena sordu nasıl geçti günün diye. Ben de başladım söylenmeye:

“Yaw, başımızda bir ordu denetçi, canımızı çıkarıyorlar. Bütün gün bebek bakıcılığı yapmaktan iş yapamıyoruz...”

Neyse, akşamın sonuna doğru omuzumda bir el hissettim. Kafayı bir çevirdim ki tüm denetçi gurubu kalkmış restoranı terk ediyorlar. Denetçilerin reisi hanım da bana yüzünde bir metre bir gülümsemeyle iyi akşamlar demeye gelmiş.

“Lan...” dedim içimden, “Duydular mı ki dediklerimi?”, ama istifimi bozmadım. Tam arkamdaki masaya gelmişler. Görmedim. Naapıyım... İyi geceler deyip ayrıldık. Onlar gidince Jelena’ya sordum.

“Ne kadardır buradalardı bunlar?”

Jelena da “Biz geldikten hemen sonra geldiler.” dedi.

Olan oldu, ne yapalım?

Neyse, konser günü geldi. Konser akşam saat onda, Belgrad’da Arena isimli bir salonda. Niş Belgrad arabayla iki buçuk saat. Saat iki. “Kum” Dusan biletlerle beni bekliyor, ben de ofiste denetçilerle kapanış geyiklerini tamamlıyorum. Tam bu anda denetçilerin reisi geldi ve:

“Ay ben şunu da istiyorum. İki saate kadar hazırlayabilir misiniz?”

diye sordu. Ben de dayanamadım ve:

“Çok önemli bir işim var. Benim gitmem lazım ama falancaya söyleyeyim yapsın”

dedim. Oradaki denetçilerin hemen hepsi aynı anda başladılar:

“Ya, ya, eminiz çok önemli.”

“Bu önemli işin saçları sakın sarı olmasın?”

Rezillik :)

Hiç gevelemeden söyledim.

“Deep Purple konserine gidiyorum.”

Güldüler. Hepsi de fazlasıyla iyi insanlardı.

Hemen arabaya, oradan Dusan’a, oradan da Belgrad’a. Saat beş gibi konser salonunun etrafındaydık. Kendimize birer Purple tee-shirt’ü alıp giydik. Akşam onda başlayacak konser iki saat rötarla oniki ‘de başladı. Siz hesaplayın, yedi saat ayakta bekledik.

Ve konser başladı. Pictures of Home. Nasıl güzel şarkıdır. Gitarist Ritchie Blackmore varken istemedi diye hiç canlı çalmamışlar. Blackmore gidince konserlerinin açılış şarkısı olmuş. Yaşasın yeni kral.

Pictures of Home, açılış şarkısı olarak da mükemmel bir şarkı. Orijinali Ian Paice’den bir davul soloyla başlar. Şarkının gitar riff’i ve solosu Blackmore’dan. Muhteşem. Yine bol bol Jon Lord ve klavye ve en önemlisi uzun ve mükemmel bir bas gitar solo. Bu soloyu çalarken basçı Roger Glover ile aramızda beş metre ya var ya yok. Vokal de Deep Purple (Mark II)’nun efsanevi sesi Ian Gillian. Bu şarkının melodisini Blackmore kısa dalga radyosuyla Bulgar yada Türk radyolarının birinden duymuş ve uyarlamış.

O günlerden gelip gurupta kalan Ian Paice, Ian Gillian ve Roger Glover’ın üçü de altmış yaşından fazla, yani toplam iki yüz yıla eşit bir efsane başladı çalmaya. O günlerde yours truly sadece otuz dokuz yaşında, gencecik bir adam. O bile yoruldu ancak Deep Purple üç saat boyunca durmadan, yorulmadan çaldı. Ben de azım açık gözümü kırpmadan seyrettim.

Deep Purple’ı ikinci kez Montreux’de canlı olarak izleme şansına sahip oldum. Deep Purple’ı Montreux’de dinlemek, Château Margaux’yu Bordeux’da içmeye, Sushi’yi Tokyo’da yemeye yada kumarı Las Vegas’da oynamaya benzer.

Purple’ı Montreux ile ilişkilendiren ise gurubun “Machinehead” albümü ve orijinal plağın ikinci yüzünün ilk şarkısı “Smoke on the Water” dır.

Bunun sebebi ise Machinehead’in Montreux’de kayıt edilmiş olması ve Smoke on the Water’ın da bu hikayeyi anlatması.

Smoke on the Water’ı duymayan, bilmeyen yoktur. Hiç müzik dinlemeyen biri bile melodiyi duyunca tanıyacaktır.

Bu dört notalık gitar riff’i yetmişli yılların gençlerinin milli marşı haline gelmiştir. Sofistike (ve ukala) müzik kritikleri bazen Blackmore’a “Yaw, bu riff altı üstü dört nota, çok basit ama nasıl ballıysan bu tuttu” şeklinde sataşırlar. Blackmore da onlara Beethoven’ı Beethoven yapan beşinci senfonisinin “piyano rıff ” ’inde kaç nota olduğunu sorar (doğru cevap dört’dür).

Smoke on the Water’a daha sonra döneceğiz. Şimdi Machinehead’in diğer şarkılarına bakalım.

Albümün açılış şarkısı Highway Star. Nasıl yazıldı anlatayım size, gülün.

Yıl 1971. Grup otobüsle Portsmouth’a gidiyor. Otobüste bulunan gazetecilerden biri gruba sorar:

“Şarkılarınızı nasıl yazıyorsunuz?”

Bunun üzerine Blackmore eline bir akustik gitar alır ve kafadan, sadece “sol” notasını üst üste çalarak bir riff yaratır. Ian Gillian ise hemen kıçından sözleri uydurur ve söylemeye başlar. Aynı günün akşamı bu şarkıyı ilk defa konserlerinde çalarlar. Highway Star, yetmişli yılların Rock efsanelerinden biri haline dönüşür :)

Belgrad konserinin açılış şarkısı Pictures of Home da Machinehead’den. Hikayesini yukarda anlatmıştık.

Albümde benim çok sevdiğim Maybe I’m a Leo, biraz uzatılmış tercümesiyle “Aslan burcundan olsam da aslan değilim”, diğer efsanelerin yanında fazlasıyla sönük kalıyor. Ancak bir Leo yani Aslan burcundan biri olarak hala bu şarkı benim hitlerim arasında. Gurupta ise sadece Ian Gillian Aslan burcundan. Doğum günlerimiz aynı. Ağustos on dokuz.

İlk yüzün son şarkısı Never Before. Yazıldığında herkes başarısından o kadar emindir ki, albümden önce single olarak yayınlanır. Sonuç ticari bir felaket olur. Üç saniyede otobüste, ayak üstü, yarı şaka yazılmış bir şarki kırk sene sonra bile dinlenirken, başarı diye özene bezene yazılmış başka bir şarkı bir felakete dönüşebiliyor. Ne olursa olsun, ben hala severek dinlerim.

İkinci yüzden Lazy hiç dinlemediğim ve haz etmediğim bir şarkı. Bir hikayesi varsa da ben bilmiyorum.

Yine ikinci yüzden Space Truckin’, Ian Gillian’ın Blackmore’u ikna etmesiyle albüme girer. Blackmore, bu şarkının kendi yazdığı riff’inin çok basit – evet, Smoke on the Water’ın dört notalı riff’inden bile daha basit – olduğu için albüme koymak istememiştir. Bu şarkı da aynı albümden başka bir hit olur :)

Burada yeri gelmişken diğer şarkılarla birlikte Montreux’de kaydedilmiş ancak albüme girememiş ve benim çok sevdiğim When a Blınd Man Cries’a dokundurmadan geçmeyelim. Yedi dakikalık gereksiz Lazy yerine bu şarkı albüme koyulabilirdi bence. Blackmore yine Blackmore’luğunu yapmış yine.

Ve Smoke on the Water, yani Machinehead’in hikayesi.

Rock ağırlıklı ve oldukça başarılı In Rock albümünden sonra, biraz da Ian Gillian’ın bastırmasıyla hafif Funk’a çalan Fireball albümünü yapar Purple. Bu yeni albüm hafif ekşi satmıştır. Purple bu albümden sonra Hard Rock’a geri dönmeye karar verir.

Yani acilen yeni bir albüm yapmak şart olur.

Başka bir problem ise hem In Rock’ın, hem de Fireball’un stüdyoda kaydedilmiş albümler olmalarıdır.

Stüdyo kayıtlarının güzelliği, stüdyo olanaklarını kullanarak enstrümanların ayrı ayrı kaydedilip sonradan zaman zaman da değiştirilerek biraraya getirilmesidir. Yani mix.

Bu işlem mükemmel albümler yaratsa da bu yapay şarkılar konserlerde canlı olarak çalındığında pek başarılı olmamaktadır.

Bu yüzden Purple yeni albümlerini sanki konserde çalınmış gibi canlı kaydetmeye karar verir. Yani tüm enstrümanlar ve vokal aynı anda çalınıp söylenecek ve kaydedilecektir.

Purple böylece The Rollling Stones grubunun kullandığı kayıt cihazlarıyla dolu bir kamyonu kiralar ve atlayıp Leman gölü kıyısında bir şehir olan Montreux’ye gelir.

Yıl 1971, aylardan Aralık. İsviçre soğuk memleket. Montreux gibi bir yerde bu mevsimde pek aktivite olmaz. Grup, bundan da faydalanarak o yıllarda Montreux Jazz festivalinin sahne aldığı Montreux Casino’da albümlerini kaydetmeye karar verir.

Ancak aynı yerde Frank Zappa ve orkestrası Mothers of Invention da bir konser vermektedir. Bu konsere Purple’ı da davet ederler. Tam Don Preston King Kong isimli şarkılarında bir klavye solosunun ortasındayken seyircilerden biri elindeki işaret fişeğini tavana doğru ateşler.

Casino’nun çatısı alev alır ve bir “yangın yanmaya” başlar :) Montreux Jazz festivalinin direktörü Claude Nobs yada şarkıdaki ismiyle “Funky Claude”, izleyicileri bir kaza olmadan dışarı çıkarmıştır ancak Casino ve dolayısıyla Purple’ın albüm kayıt lokali yanar ve kül olur.

O gün bu gündür Montreux Jazz festivali Casino yerine yeni yapılan gösteri merkezinde yapılmaktadır. Bu merkezde Purple dahil, Blondie, Gary Moore gibi birçok değerli müzisyenleri dinleme şansım oldu. Casino da yeniden modern bir bina şeklinde yapıldı. 2007 ve 2008 yılbaşlarını bu yeni Casinoda geçirdim.

Neyse, 1971’e dönersek, Casino’nun yanması üzerine “Funky Claude”, Deep Purple’ı geçici olarak The Pavillion isimli bir lokale yerleştirir. Grup da bu yeni mekanda kayıt yapmaya başlar.

İlk şarkının, ki sonradan hepimizin bildiği Smoke on the Water olacak bu şarkının o anda bir ismi yoktu, sadece “Take One” deniliyordu, gitar riff’inin kaydının tam ortasında lokalin kapısı çalınır.

Bu noktada olayın nasıl olmuş olabileceğini anlayabilmek ve benim de ilk duyduğumda tepine tepine güldüğüm gibi tadını çıkarabilmek için ne yazık ki İsviçre’de yaşamış olmanız gerekir.

Evet, kapıyı çalan İsviçre polisidir ve komşuların gürültüden şikayeti üzerine gelmişlerdir :) :)

Bu olayın üzerine Funky Claude grubu, mevsim olmaması yüzünden kapalı olan Grand Hotel adlı bir otele yerleştirir. Şarkıda bu olay “We ended up at the Grand Hotel.” Şeklinde geçer. Gurup da tamamen boş olan bu otelin bir koridorunda tüm Machinehead albümünü kaydeder.

Minik bir istisna ile tümü.

Smoke on the Water’ın müzik kayıtları Polislerin kovaladığı The Pavillion’da yapılmıştır :)

İşte bu Grand Hotel bizi yazımızın başındaki tarihi hataya getirir.

Lütfen özürlerimi kabul edin, biraz Forrest Gump’vari uzun bir hikaye oldu ancak sonuca yaklaştık.

Benim tarihi hatam, şarkıda adı geçen Grand Hotel’i bu güne kadar Montreux’nün merkezindeki Grand Hotel Majestic olduğunu düşünmemdi. Tamamen tesadüf eseri Şarkıda geçen Grand Hotel’ın Montreux’da değil hemen Montreux’un dibindeki Territet’de olduğunu öğrendim.

Bu bilgiyi aldığım kaynakta otelin adı “Grand Hotel, Hotel des Alps” şeklinde geçiyordu. Tek problem bu otelin bu gün apartman dairelerine çevrilmiş olmasıydı. Yani Grand Hotel des Alps artık yoktu.

Bu eski otelin bu günkü yerini bulmak için sarıldım Google’a. Yarım gün sonra Montreux’un eski binaları isimli bir makalede bir resmini bulabildim. İster inanın ister inanmayın adresi ile birlikte.

Rte de Shillon 78.

Dün akşam bir toplantıdan sonra atladık arabaya ve Jelena’yla birlikte yukarıdaki adrese gittik ve kötü bir sürprizle karşılaştık. Rte de Shillon 78, tadilat altında, her tarafı ağla kaplanmış bir bina. Kapısında ise “Residence des Alps” yazıyor.

Tam arabaya binip geri dönecekken gözüm yandaki yani Rte de Shillon 74 deki binaya takıldı. En az tadilat altındaki Hotel des Alps kadar büyük, Viktorian bir bina.

Kapısına gidip yazanları okuduk.

“Residence de Grand Hotel”

İşler karıştı birden. Demek iki otel var. Grand ve des Alps. Sorun, Purple’ın bu iki otelin hangisinde kaldığı.

Burada yardıma Classic Albums belgeselinde Machinehead’in anlatımı esnasında Roger Glover’ın birkaç saniyeliğine olsa da gösterdiği Grand Hotel fotoğrafı koştu.

Bu fotoğraftaki bina Rte de Shillon 74 deki tadilat altında olmayan Residence de Grand Hotel binasıydı.

Tarihi yanlış düzeltilmiş, Machinehead’in kayıt yeri bulunmuştu.


Grand Hotel

Delili yukarda.

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...