13 Ekim 2022 Perşembe

Londra IX - Londra'nın Gizli Cevherleri

Takip edenleriniz bilir sevgili arkadaşlar, Tapınak Şövalyeleri'ne özel bir ilgim vardır. Bu konuda bilgisi az bir çok kişi, şövalyelerin haçlı, zırhlı resimlerini gördüklerinde, bunları Haçlılar, Hristiyanlık için savaşan, İngilizce de söyledikleri gibi "Defenders of the Faith", yani inancın koruyucuları gibi bir şey zanneder.

Elbette Tapınak Şövalyeleri'nin mayalarımda hristiyanlık vardır, ve elbette şövalye oldukları için üzerlerindeki haç sembolleriyle at üstünde kılıç, mızrak sallarlar. Ancak işin aslı, örneğin hard-core haçlılara nazaran acayip islam dostu, hatta sadece İslam da değil, diğer tüm dinlerin dostu bir felsefeleri vardır.

İyice derinine inersek, bunlar, şövalyeden de çok, birer banker, birer iş adamlarıdır. Hatta iş adamlığı konusunda çığır açmışlardır. İlk çeki, daha doğrusu seyahat çeklerini bulup, kullanan bunlardır. Hristiyan hacılar Avrupa'da Tapınak Şövalyelerine para verir, karşılığında bir belge alırlardı. Kudüs'e gittiklerinde bu kağıdı Tapınak Şövalyeleri'nin Kudüs şubesinde paraya çevirirler, böylece yolda soyulmaktan kurtulurlardı.

Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferleri dönemlerinde fazlasıyla büyüyüp, güçlenmiş, Avrupa'nın zamanındaki Monark'ları için önemli bir endişe kaynağı haline gelmişlerdi. Krallıkların kumpasları çerçevesinde bunlara, bir ata iki kişi biniyor diye ibne demişler, komploları kıvamına gelince de, bir gece kralların emriyle çoğu yakalanıp, önce ciddi bir işkenceden geçirilmiş, sonra da genelde yakılarak öldürülmüşlerdi.

İlginizi çekerse burada Tapınak Şövalyeleri hakkında bol bol yazmıştım, bakabilirsiniz.

Tapınak Şövalyeleri Britanya Adasında, Kıta Avrupası'ndaki gibi nefretle karşılanmamış, kendilerine bir yaşam alanı bulabilmişlerdi. Sağ kalan şövalyelerin Masonik geleneği başlattıkları düşünülür. Daha da ileri giden bazıları, günümüz İsviçre'sini kurup, bugünkü refah seviyesine getirenlerin Tapınak Şövalyeleri olduklarını idda ederler.

Ne olursa olsun ilginç bir topluluklarmış.

Temple Church - Tapınak Kilisesi
Londra gezimizin şimdiki durağı ise kentin en önemli Tapınak Şövalyeleri noktası. İsmi ise, sıkı durun, Tapınak Kilisesi, yada kısa haliyle Tapınak! Bu kilise şövalyelerin İngiltere'deki karargahları, yani genel merkezleriymiş.

Mimari itibarıyla çok eski bir kilise. Yuvarlak bir ibadet alanı var, sanki bir cami gibi. Gerçi İkinci Dünya Savaşı esnasında çok ciddi hasar görmüş, ancak yavaş, yavaş yeniden yapmışlar.

İçini ne yazık ki gezemedik, birinin Vaftizi yada Komünyonu vardı. Ancak bahçesinde oturup, bir yarım saat dinlendik.

Girişte ve çevredeki duvarlarda mermer üzerine yazılı, eskiden kalma tabelalar bulunur. Bunlar da genelde başta Latince, Jelena'nım konuştuğu bir dilde olduğundan hep ona sorarım, ne diyor diye. Yine öyle bir tabela gördüm, hemen "Jelenacım, ne diyor bu?" diye atladım. Bana bakıp güldü, "Farkındaysan Londra'dayız, tabela da İngilizce" dedi. Gerçekten de dikkatli bakınca gördüm, belki bir milenyum yaşında olsa da, İngilizce hala İngilizce. Utandım…

Temple Church'dan ayrıldık, ancak çok yakında Birleşik Krallıkta bulunan, neredeyse dünyanın en tanınmış başka bir Tapınak Şövalyeleri noktasını ziyaret edeceğiz sevgili arkadaşlar. Oradan da biraz Tapınak Şövalyeleri nostaljisi yaparız zamanı geldiğinde.

Şimdi konumuzu biraz dünyevi zevklere çevirelim.

Türkiye bir çay ülkesidir. Her evde, her zaman çay içilir. Keza İngiltere. Çay, bu kültürün gerçekten de önemli bir parçasıdır.

Tarihte biraz geriye gidersek, çayın içilmeye başlamadan önce yenilen bir bitki olduğunu görürüz. Evet, kökeni olan Doğu Asya'da insanlar çok eski çağlarda çay yerlermiş. Sonra çay yapraklarını kaynatıp yeşil çay, yaprakları kaynatmadan önce de kurutup, bildiğimiz siyah çay içmeye başlamışlar.

Twinings Çay Mağazası
Kayıtlara göre ilk kez çay üretilip, içilen ülke Çin'miş. Zaten bugün de dünyadaki çayın çoğu Çin'de üretiliyor. Avrupa'da ise ilk kez Hollanda'da içilmeye başlammış. Sonrasında da Fransa ve Amerika. Çay İngiltere'ye çok daha sonra gelmiş.

Ama bir gelmiş, pir gelmiş.

Londra'da açılan bir çayhaneden bütün ülkeye yayılmış. Bu ilk çayhane, yada İngilizcede dedikleri üzere Tea House, 216 Strand Caddesinde. Thomas Twining isimli bir İngiliz, satın aldığı bir kahvehaneyi, kahve sektöründeki rekabetten kurtulmak için çayhaneye çevirip, işletmesiyle hayatına başlamış. Bugün Twinings çayları en ünlü İngiliz çaylarının başımda gelir. Çocukluğumda Avrupa'ya, Kıbrıs'a gidenlerden Twinings getirmelerini rica ederdik.

216 Strand'de bugün bir Twinings çay mağazası var. Girip, nostalji yapmanız, farklı çayları tatmanız olanaklı.

Twinings mağazasının önünde bir kaç dakika nostalji yapıp, yönümüzü başka ilginç bir mekana çevirdik.

Tapınak Şövalyeleri'nden söz edip, Masonları atlamak olmaz.

Freemasons' Hall
Masonlar bizde dünyayı gizli gizli yöneten, James Bond filmlerindeki Drax, Stormberg gibi vilanların organizasyonları şeklinde algılanırlar. İşin aslı, Masonlar hakkımda bildiğimiz kadar bilmediğimiz de çok şey olsa da, şimdiye kadar Mason oldukları için başlattıkları bir savaş, neden oldukları bir yıkım, kısacası yaptıkları bir kötülük bilinmiyor. Hattızatında Süleyman Demirel de tescilli bir Mason'du. Sıkışınca şapkasını alıp gitti. Dünyanın hiç bir yerinden de Türkiye’nin üzerine nükleer füzeler, bulaşıcı hastalıklar falan salınmadı.

Herneyse, çok başınızı ağrıtmayayım. İlgilenirseniz burada biraz Masonlardan da bahsettim. Bir bakın isterseniz.

İngiltere, Avrupa'nın gerisine göre daha liberal bir yer olduğundan, Masonlar burada biraz daha göz önündeler sevgili arkadaşlar. Londra'nın göbeğinde gerçekten insanı etkileyen devasa bir merkezleri var. Artık hangi Lodge, hangi Chapter bilmiyorum ama binaları 'ben buradayım' diyor. İçini gezmeye hazır değildim, yeteri kadar okumamıştım, bir de, şu sıralar hep tekrar ettiğim üzere zamanımız çok azdı.

Her iki duvarın birinde
Etrafında şöyle bir dolanmakla yetindik. Her iki duvarın birinde bunu bilmem kim yaptı, her iki binanın birinde de bunu bilmem kim tasarladı diye levhalar var. Malumunuz Masonlar duvar ustalarıdır, zamanın Karadenizli müteahhitleri gibi yani.

Herneyse, görmek isterseniz, Mason'ların Londra karargahının kısa ismi Freemasons' Hall, yeri de Holborn yakınlarında.

Sıradaki ziyaret noktamız, Londra'da en çok görmek istediğim yerlerden biriydi sevgili arkadaşlar.

Bir cümleyle özetlersek 'Shaken, not stirred' diyebiliriz. Evet, tahmin ettiğiniz üzer söz ettiğim kişi 'Bond, James Bond'.

SIS (MI6) Karargahı
Monte Carlo'dan Rio'ya, Alp'lerin zirvelerinden, Venedik'in kanallarıa bir çok James Bond lokasyonunu gezmişliğim vardır. Ne var ki, bu kez kafadan 007'ın evine gidiyorduk.

MI6'in gerçek hayattaki merkezi Londra'nın Vauxhall bölgesinde. Koca bir kompleks, resmi ismi ise SIS, uzun hali ile Secret Intelligence Sevice. Yani Gizli İstihbarat Servisi, Bond işte yahu…

Koca, yeşilli beyazlı modern bir bina. Goldeneye'da ilk kez görünmüş, ancak izlediyseniz World Is Not Enough'da, Bond'un jet takviyeli bir sürat motoru ile duvarından fırlayıp, Thames nehri üzerinde başlattığı unutulmaz kovalama sahnesinden hatırlayabilirsiniz.

Binanın bir tarafı caddeye, diğer tarafı ise Thames Nehri'ne bakıyor. Nehir kıyısı daha romantik tabii ama binanın bu tarafında bir tür inşaat vardı. Yine de World Is Not Enough hattına bir iki resim çektik.

Yakalarsak Oyarız...
Binanın etrafını çevreleyen duvarlarda, belli ki geçmişte meraklı, gereğinden biraz fazla şarja takılı kalmış, şan şöhret peşinde üç beş adamın yüzünden başlarına işler gelmiş, böyle gereksiz vakaları önlemek için durumu net olarak anlatan bol bol uyarı levhası vardı. Bunlar mealen şöyle diyorlardı: "Burası giriş ve çıkışın izne tabii olduğu bir devlet binasıdır. İçeri izinsiz girmeye çalışmak suçtur. Yakalarsak oyarız!"

Belki gerçek hayatta 'Double-Oh' ve 'Q' gibi servisleri yok ama MI6 görünüşe göre hala ciddi!…

SIS'in Thames Cephesi
Cok severim Bond'u. Özellikle Moore ve Brosnan'ı. Hadi Lazenby'ye de biraz kredi verelim. Onun için binlerce metre yükseklikte, Schiltorn'da, Piz Gloria isimli bir restorana bile çıkmışlığım vardır, ama adam gitti, bir kızla evlendi ya! Sean abim kızları tokatlardı, bu ise Bond'un şerefini iki paralık etti.

Sean Connery, benim gibi yaşlı bir dinozora göre bile eski sayılır, saygım vardır, ama sever miyim, çok emin değilim.

Tim Dalton, Moore ve Brosnan arasında geldi, öyle aklımı başımdan almadı ama çok da kötü değildi. O Bratislava macerası mesela bayağı iyiydi, ditto, filmdeki Slovak kız.

Londra güzel şehir arkadaşlar.

Gezimiz sürüyor.

Bizi izlemeye devam edin 😍

10 Ekim 2022 Pazartesi

Londra VIII - Kraliyet

Kambersiz düğün, Kraliyet'siz de İngiltere olmaz sevgili arkadaşlar.

İngiliz Monarşisi, dünyanın en ileri demokrasisi ile birlikte sorunsuz yürüyen acayip bir yönetim şekli. Momarklar ise binlerce yıllık geleneklerin izlerini taşıyan acayip bir aile.

Kraliyet saray, saray da her zaman, her yerde entrika, kıskançlık, kibir ve kapalı kapılar arkasında bitmeyen kavgalar demektir. İngiliz Monarşisi de elbette bunlardan fazlasıyla payını almış.

İngiliz Monarşisi'nin tartışılmaz karargahı, Londra'nın göbeğindeki Buckingham Sarayı'dır.

Buckingham Sarayı
Geçenlerde hayata gözlerini yuman Kraliçe Elizabeth, Philip ile hayatını birleştirdiğinde, annesi Ana Kraliçe Elizabeth hayattaydı. Düğünden sonra başka bir saraya taşınmayı reddetti ve kızına yakın olabilmek için Buckingham Sarayı'nda kalmaya devam etti. Asıl amacı tabii ki devlet işlerinde söz sahibi olmaya devam etmek, kızının kulağına ne yapması gerektiğini fısıldayabilmekti.

Prens Philip bu işe çok bozulmuştu. Birisi karısı Kraliçe II. Elizabeth'in kulağına bir şeyler fısıldayacaksa, bu ancak kendisi olabilirdi.

O yıl kış soğuk geçiyordu. Philip, hemen saraydaki görevlilere talimat verdi ve Ana Kraliçe'nin kaloriferlerini kapattırdı. Ana Kraliçe ertesi gün saraydan ayrıldı.

Yılmaz Özdil, bu Philip'in seceresini geçenlerde çok güzel anlatmış, okumadıysanız mutlaka bir bakın derim.

Buckingham Sarayı, İkinci Dünya Savaşı'nda tam dokuz kez bombalanmış. Bir keresinde, Kraliçe ve kocası da evdeyken bir bomba sarayın tepesine inmiş, şapeli havaya uçurmuş ve sarayın bütün pencereleri kırmış. Kraliçe bombardıman bittikten sonra hasarı incelerken "Aman, iyi olmuş, bomba binayı yıkmış, artık doğu kanadını daha rahat görebileceğiz" demiş.

Battle of Britain zamanında bir Alman uçağı sarayı bombalamak için dalmış. Arkasındaki Ray Holmes isimli İngiliz pilotunun cephanesi bittiğinden Hurricane uçağını Alman bombardıman uçağına çatır diye geçirmiş, sonra da kendisi paraşütle atlamış. Alman uçağı sarayı bombalayamadan düşmüş.

Buckingham Sarayı'nın bugün de hala tam olarak çözülememiş çok ciddi bir sorunu var sevgili arkadaşlar.

Fareler!

Yine İkinci Dünya Savaşı esnasında Ana Kraliçe elinde bir tabanca ile gezer, bir fare gördüğünde "dan" diye vururmuş. Soranlara da talim yaptığını söylermiş, eğer Hitler sarayı işgal ederse…

İngilizlerin, hatta Birleşik Krallığın çoğu Kraliyet Ailesi için deli olur. Onları görmek, özel hayatlarını izlemek sokaktaki adam için çok önemlidir. Hal böyle olunca, Buckingham Sarayı, ister istemez şan, şöhret peşinde bir dolu avanak için bir numaralı çekim merkezi haline geliyor.

Gençten biri bir gece sarayın avlusuna sızıp, bir kat tırmanmış ve açık bir pencereden içeri girmeyi başarmış. Önce taht odasında bir selfie çekmiş, sonra da kapılardaki isimlere baka baka ilerlemiş, ve 'Her Majesty' yazılı kapıyı açıp, içeri girmiş.

Kraliçe'nin yatak odası!

Kraliçe de yatağında uyuyor. Bu gitmiş, Kraliçe'nin ayak ucuna oturmuş. Kraliçe uyanmış, bunu görünce önce bir 'ciyak' olmuş tabii. "Sen de kimsin?" diye sormuş. Adam ismini söylemiş. Kraliçe bu arada alarmı çaldırdığından nöbetçiler koşmuş, bunu paketleyip götürmüşler.

Filmini de izledim, bunu bahçede ite kaka götürürlerken kapüşonunu indirip, etrafa gülücükler saçıyordu. Nasıl girdin diye sorduklarında "Bu ilki değildi ki" dedi, inanır mısınız?

Buckingham Sarayı genç sayılabilecek bir yapı, sadece iki yüz yaşında. İngiliz Monarşi'sinin tarih boyunca ikametgahı olan Windsor Kalesi ise tam bin yıldır asilzadeleri ağırlamakta. Mesela Prens Charles ile Lady Diana burada evlenmiş. Buckingham Sarayı yapıldıktan sonra bile Monarklar, Buckingham'ın keşmekeşinden biraz sıyrılıp, kafa dinlemek için Windsor Kalesi'ne gelirlermiş.

Kraliçe Elizabeth de bir hafta sonu konvoyuyla Buckingham'dan Windsor'a gelmiş.

Ama kapı duvar. Kimse kapıyı açmıyor!

Resimlerini gördüm, çok güldüm. Kraliçe bir başörtüsü takmış, ama aynen yazmalı gelin, Kemocum görse, kesin koşar, hemen helalleşir, sinirle arabasında oturuyor. Arabaları kalenin girişinde, hava almak için kapılarını açmış, korumaların ve diğer azaların bir ayakları dışarı sarkmış, sallanıyor, içlerinden biri de gitmiş, "Kimse yok mu?" diye kapıyı zorluyor.

Etraftan geçenler gülmeye başlamış. Sonradan 'bekçiyi' bulup, kapıyı açtırmışlar tabii ama Kraliçe bu işe çok bozulmuş.

Bu gidişimizde Windsor Kalesi için vaktimiz yoktu ancak bir sonraki ziyaretimizde mutlak göreceğiz.

Bunlar eğlenceli öyküler. Bir de her sarayda olduğu gibi burada da geçmiş yüzlerce acı ve üzüntülü öyküler var.

Lady Di çok çekmiş bu asilzadelerden. Kıskançlıktan, remen kızı hayatından bezdirip, kaçırmışlar. Kraliyet ailesi kız öldükten sonra günlerce ağızlarını açmamış, halktan tepki görünce çok üzüldük falan olmuşlar.

Bana sorarsanız Fransızlar bile Ingilizlerden daha çok sahip çıkmışlar Lady Diana'ya. Paris'e yolunuz düşerse görmeye çalışın, hemen Eyfel kulesinin karşısında, nehrin diğer tarafında Diana ile Dodi'nin kaza geçirdiği tünelin önünde bir heykeli var. Bunca zamandan sonra bile hala insanlar gelip, çiçek bırakıyorlar.

Herhalde bir sonraki ziyaret noktamızı anladınız sevgili arkadaşlar.

Buckingham Sarayı'nda Kraliçe'nin muhafızlarının nöbet değiştirme töreninin izleyecektik.

Sabah kalkar kalkmaz 🐝Mezzy🐝 hemen sordu "Kraliçe geleceğimi biliyor, değil mi?" diye. Güldük, "Bilmiyorum, geleceğiz diye bir mail attım ama…" dedim.

Bir Şeyler İçmek İçin Oturduk
Önce Victoria İstasyonu'na gittik, sonra da saraya doğru yürümeye başladık.

Buckingham'a beklediğimizden biraz daha çabuk ulaşmıştık. Nasılsa vaktimiz var, bir cafe'ye oturup, bir şeyler içelim dedik.

Cafe'de garson vızır vızır yanımızdan geçiyor, yüzümüze bakmıyordu. Jelena buna şarladı "Sipariş vermek istiyoruz" diye. Adam da "İnternet'ten verebilirsiniz" dedi. Londra’da herkes kibar değil elbette. Nasıl verceğiz diye sorunca, muhtemelen anlatmak siparişi almaktan daha zor geldi arkadaşa, "Tamam, ben alayım siparişinizi" dedi.

Bizim buralarda 'escargot' derler, yani salyangoz, Fransızların ne dediği aklımıza gelmedi sabah sabah, kıvrımlı, üzümlü şu herkesin bildiği Fransız çöreği. İngilizler ne diyor buna hiç bilmiyorum. Adama spiral, üzümlü çöreklerden istiyoruz dedim. Zorlama, hatta komik bir taklit Fransız aksanıyla "Pain aux raisins" dedi. Kör istedi bir göz, adam bize Fransızca'sını söylüyor. Rengini baştan belli etmişti gerçi, havalı bir arkadaş anladığınız üzere. "Pain aux raisins it is mösyö, getir anasını satayım" dedik.

Ben diyeyim beş,
siz deyin on bin insan
Saraya ulaştığımızda ağızım açık kaldı. Ben diyeyim beş, siz deyin on bin insan sarayın duvarlarına, yollara, meydanlara yayılmış, nöbet değişimini bekliyordu. Atlı polisler insanların sağa sola taşmalarını önlemek için dolaşıyor, herkes birbirinin üzerinde, Temmuz güneşinin altında baygınlık geçiriyordu.

Sonunda nöbetçiler kesintisiz bir drum-roll eşliğinde dışardan gelip, sarayın avlusuna girdiler.

Gencecik çocukları görünce içim acıdı, bu insan bayıltan güneşin altında, koca kürklü şapkaları ve Blek'in hep dövdüğü kırmızı ceketli üniformaları ile, ikişer ikişer, avlunun kapısına kadar gelip, geri nöbet yerlerine dönüyorlardı. Bu yürüyüş esnasında ciddiyetleri hiç bozulmuyor, yüz ifadeleri duvar gibi, hiç değişmiyordu. Ama İngiliz mizah anlayışı işte. Değişim noktasından avlunun kapısına bir elli metre var, iki tanesi raptiye rap rap, kapıya kadar geldiler, yürüyecek yer kalmadı, geri dön yapıp yerlerine gidecekler. Aramızda on beş santim falan var, bir tanesi bana "Good morning!" dedi, dönüp, yerlerine gittiler.

Önümüzdeki Fransız kadından rica ettim, sağolsun, yer değiştirdik, en önden bunların resmini çekme şansım oldu.

God, Save The Queen!

Etrafımızdakilerden duyduklarım doğruysa Kraliçe biz oradayken saraydaymış. Bilmiyorduk, zar zor bir aylık ömrü kaldığını. Hayat işte…

Buckingham Sarayı'nı görmek bir deneyim elbette sevgili arkadaşlar. Hele bir de bu Kraliyet meselelerine ilginiz varsa eminim fazlasıyla hoşunuza gidecektir.

Biz ise bu Kraliyet havasından sıyrılıp, Londra gezimize devam ettik.

Bu güzelim şehirde hala yapacak çok şeyimiz vardı.

Devam edeceğiz 😍

8 Ekim 2022 Cumartesi

Londra VII - İyi Ki Doğdun Sevgili Kızım

Fazlasıyla kuru, bayat ve banal bir film zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Hıyarlık olsun diye söylemiyorum, gerçekten de izlediklerim yalnızca James Bond başta casus, savaş, bilim-kurgu ve vurdulu kırdılı aksiyon-macera filmleridir. Son yıllarda Bond'u da bıraktım, kendimi Netflix dizileriyle avutuyorum.

İyi kötü kültürlü biri sayılırım. Arkadaşlarla bir muhabbet esnasında genelde, konuşulan konu hakkında iyi kötü bildiğim bir şeyler vardır, dinlemekten ve paylaşmaktan zevk alırım. Ancak iş filmlere gelince afakanlar basar, bazen muhabbetin ortasında kalkar giderim.

O herkesin bildiği, sevdiği, zaman zaman da tapındığı, siz türkler nasıl diyor 'kült' - bu arada 'cult' kelimesinin bu sözde Türkçeleştirilmiş halini duyduğumda yine bir gülme gelir, herneyse - filmleri birileri sıralamaya başladığında gerçekten sosyopatik duygularım depreşir. 'Tarantino' dediğinde sık gırtlağını, 'Pulp Fiction', giyotin!, 'Kubrick', kazığa oturt!, 'Killy Billy', toplu tecavüz! Adam Mission Impossible'a 'Hollywood crap' der, aynı adamın oynadığı Eyes Wide Shut'a ibadet eder, çünkü ikincisini Kubrick mi, Tarantino mu, hangisi diye bakmaya bile elim gitmiyor, midem bulanıyor, yönetmektedir.

Avamsa avam, ne yapayım, böyle biriyim işte.

O yüzden yukarda yazdıklarım ışığında Londra'daki bu durağımız sizleri biraz şaşırtabilir.

Notting Hill!

Grant'in Filmdeki Evinin Kapısı
Julia Roberts ve Hugh Grant'in başrollerini oynadığı aynı adlı filmin geçtiği mahalle.
  
Notting Hil bir romantik komedi. Oturup 'tahammülden' izlemişliğim vardır. Önceki hayatımda bir aralar yakın olduğum biri severdi bunları, ben de tag-along yapardım.

Film tam olarak benim tipim değilse de, neredeyse beğenmiştim bile diyebilirim. İnsan beyni arada bir rutinden sapmayı sevebiliyor, hatta bazen bu gerekli bile olabiliyor.
Filmde Julia Roberts ünlü bir artisti, Hugh Grant da Notting Hill'de yaşayıp, bir kitapçı dükkanı işleten fakir ama namuslu bir genci canlandırmakta.

Bu arada söylemeden edemeyeceğim, hayatımda çok az kadın bana Roberts kadar çirkin, itici, sevimsiz gelir. Dünya bu kadının 'güzelliğiyle' büyülenmiş halde, biliyorum elbette, ancak size bundan daha açık olamam, nefret seviyesinde duygular besliyorum bu kadına karşı.

Notting Hill filminin geçtiği Notting Hill semti Londra'nın biraz eteklerinde kalmış bir yer. Yaşayanlar etnisiteleri bakımından daha çeşitli, daha renkli. Ancak bir cümleyle, semt, isminin ima ettiği gibi bir yer.

Portobello
Notting Hill'deki ilk durağımız Grant'ın filmdeki eviydi, daha doğrusu filmdeki evinin kapısı. Cart mavi bu kapı filmden sonra herhalde Londra'nın en bilinen 'kapılarından' biri olmuş.

Fotoğraf için sıramız geldiğinde🐝Mezzy🐝 ile birimizin kapıya gitmesi gerekiyordu. Jelena hiç öyle Notting Hill'lik bir kız değildir. Bana "Sen git, ben de resminizi çekeyim" dedi. İtiraz ettim, eş dost görecek bunu, ne derler bu Notting Hill resmime diye. "Sen kızsın, sen git, ben resminizi çekeyim" dedim. Mecburen 🐝Mezzy🐝 ile gitti ama resimde mahkeme duvarı benzeri bir ifadesi vardı!

Grant'in filmdeki kitapçı dükkanı ise Portobello Road üzerinde. Geziden önce okuduğum yazılar Portobello Road'u çok renkli, neşeli bir yer olarak anlatmışlardı. Ancak buraya geldiğimizde gördük ki "neşeli" ve "renkli" sıfatları bu yeri tanımlamak için kesinlikle ilk kullanılacak sıfatlar değil.
 
Filmdeki Kitapçı
Londra’da değil de, İstanbul'da, Mahmutpaşa'da gibiydik..

Yerel dil Arapça ve Urdu'ydu. Her yer işportacı, seyyar satıcı doluydu. Hem satıcılar, hem de müşteriler devamlı bağırma halindeydiler. Yürümek imkansızdı, gelen geçem bizi omuzluyordu.

Kitapçıyı bulduk sonunda ama bu keşmekeşin içerisinde filmi hatırlayıp, nostalji yapmak falan mümkün değildi tabii. Hemen bir iki resim çekip, oradan ayrıldık.

İki Katlı Kırmızı Londra Otobüsünde

İki katlı, ünlü kırmızı Londra otobüslerinden birine binip, Hyde Park'a doğru yola koyulduk. Otobüsün ikinci katımda, en önde şansımıza bir yer bulduk ve neredeyse yarım saatlik bu yolculukta bol bol Londra manzarası görme şansımız oldu. Bir de önde oturunca insan yolun solundan gittiğini daha bir güçlü idrak edebiliyor. Alışana kadar bayağı ters geldi gözüme. Trafiğin aksi yönden işlediği bu ülkelerde araba kullanan, sizin, benim gibi yolun sağımdan gitmeye alışmış şoförler bu tersliğe çok kısa zaman içinde alışıp, uyum sağladıklarını söylüyorlar. Ben hala o kadar emin değilim.

Hyde Park kıyısındaki bu Hard Rock Cafe'ye aylar önce rezervasyonumuzu yapmıştık. Sevgili kızımın doğum günlerini her daim bir Hard Rock Cafe'de kutlarız. İlk doğum günü Venedik, sonrasındakiler ise sırası ile Ibiza, Las Vegas, Paris, Nice ve Lyon Hard Rock Cafe'lerdeydi. Bu sonuncusu ise Hard Rock Cafe London'da olacaktı.

Hard Rock Cafe London
Doğum günlerinin yanı sıra sevgili kızım daha bir çok farklı Hard Rock Cafe'lerde bulundu. New York, Los Angeles, Helsinki, Berlin, Barcelona, Gran Canaria, ister inanın, ister inanmayın İstanbul, Lizbon, ve olasılıkla aklıma şu anda gelmeyen başkaları.

Ancak yedinci doğum gününü kutlayacağımız Hard Rock Cafe Londra bunların belkide en özeli olacaktı. Bunun sebebi ise Londra’da açılan bu Hard Rock Cafe'nin dünyadaki ilk Hard Rock Cafe olmasıydı.

Herkes Hard Rock Cafe'nin bir Amerikan restoran zinciri olması nedeniyle ilk Hard Rock Cafe'nin Amerika'da açıldığını, ve bir çoğu da bunun Orlando'daki devasa Hard Rock Cafe olduğunu düşünür. Gerçekten de Hard Rock Cafe Isaac Tigrett ve Peter Morton isimli iki Amerikalı'nın 1971 yılında başlattığı bir Amerikan restoran zinciridir. Ancak bu iki şahsiyet Amerika'da değil, Londra'da yaşamaktaydı ve Ingiltere’de yerleşmiş Amerikalılar'a hem ev hasretini gidermek, hem de güzel müzik dinlemelerini sağlamak için bu mekanı açmışlardı. Myfair de, Old Park Lane üzerinde, altı aylık bir kira kontratı ile sevgili kızım 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününü kutlamak üzere şereflendireceği bu mekanı açmışlar.

Hard Rock Cafe'nin ilk açıldığı zamanlarda, herkesin tanıdığı devamlı bir müşterisi varmış. Eric Clapton. Her halde bilmeyeniniz yoktur. Canavar bir gitar virtüözüdür. Lakab-ı diğer 'Slow Hand', yani 'Yavaş Elli'.

Pete Townshend'in Gitarı
Her 'run-of-the-mill' Brit gibi Clapton da masa yerine barda oturmayı tercih edermiş. Her geldiğinde de barın en sol tarafındaki taburede oturur, demlenirmiş.

Bir gün yanında gitarı ile bu Hard Rock Cafe'ye gelmiş, sonra da gitarını patronlardan birine verip, "Bunu benim taburemin üzerine as, bundan kelli burası benim yerim ola" demiş. Patron da gitarı taburenin yanındaki duvara asmış tabii.

Aradan üç beş gün geçmiş, Hard Rock Cafe'ye posta ile koca bir paket gelmiş. Hemen açmışlar. İçinde siyah bir gitar, bir de küçük bir not. "Mine's as good as his. Love, Pete". "Benimki de en az onunki kadar güzeldir, Sevgiler, Pete". Gönderen The Who'nun gitaristi Pete Townshend. The Who, Clapton zamanının en hızlı gruplarından biri. CSI'ları izliyorsanız, tümünün jenerik şarkıları The Who'dandır.

Sevgili kızımın taburede bir resmini çektim
Hard Rock'çılar bu gitarı da aynı duvara asmışlar. Bundan sonra Hard Rock Cafe'lerde, rock müzisyenlerinin enstrümanları, giysileri, hatta altın, platinum plakları toplanıp, sergilenmeye başlamış. Bugün itibarıyla on binlerce, zevk sahipleri için tabii, paha biçilmez koleksiyon parçaları, dünyadaki Hard Rock Cafe'lerde sergilenmekte.

Günün yorgunluğunun üzerine açtığımız bir şişe şarap hayat suyu gibi gelmişti. Shift'i bitmesine rağmen, sonraki garsonun gecikmesi yüzünden bize yardımcı olan Tom her şeyi ayarlamıştı. Tom'dan sonraki garsonumuz çok iyi, çok kibar bir kızdı. Ona Clapton we Townshend'in hikayesinin detaylarını sordum. Uzun uzun anlattı, sonra da alt katta, her iki gitarın asılı olduğu duvarı ve Clapton'ın taburesini gösterdi.

Aşağıya, bara indik. 🐝Mezzy🐝'nin bu taburede bir resmi olsun istiyordum.

Tabure doluydu, iki genç bira içip, geyikliyorlardı. Onlara, taburede kızımının bir resimini çekip çekemeyeceğini sordum. Adam tereddütsüz kalktı, yerini 🐝Mezzy🐝'ye bıraktı. Sevgili kızımın taburede bir resmini çektim. Yerini bize veren nazik adam istersek 🐝Mezzy🐝 ile birlikte bir resmimizi çekebileceğini söyledi. Böyle şeyler her yerde olmaz sevgili arkadaşlar, Londralılar gerçekten kibar, nazik, iyi insanlar. Tabii dedim, beraber bir resim çektirdik.

Teşekkür edip, ayrılırken arkadaşı sordu: "Rolling Stones için bu resim değil mi?" diye.

Anama küfür edilmiş gibi oldum. Niyet kötü değil tabii ki ama… Neyse, bir nefes aldım, "Eric Clapton" dedim. Güldük beraber.

Tom ve arkadaşı garson kız, kızıma catar-patarlı, yanar-dönerli bir doğum günü pastası hazırlamışlardı.

🐝Mezzy🐝 yedi yaşına basmıştı!

Nice mutlu yıllara sevgili kızım❤️

Nice mutlu yıllara sevgili kızım❤️





5 Ekim 2022 Çarşamba

Londra VI - Abbey Road

Sevgili arkadaşlar, tanıyanlarınız bilir, uslanmaz bir müzik tutkunuyumdur. Geçmişte bir iki müzik aletini çalma denemem olmuş olsa da, dinlemek çalmaktan daha kolay olduğu için tembelliği seçip, hep işi amatör düzeylerde bıraktım. Ama elli altı yaşındayım, hala ortaokul yıllarımdaki gibi aynı heyecan ve zevkle aynı müzikleri dinlerim.

İtalyanlar'ın operalarını, Kuzey Avrupa'nın senfonilerini, siyahi Amerikalıların Caz'ını, Soul'unu Disko'sunu, R&B'sini, Latin Amerika'nın Rumba'sını, Samba'sını bir kenara koyarsak, geriye elimizde safkan Rock müziği kalır. Diğer tüm müzikleri aynı özenle ve saygıyla dinlesem de, ağızımın suyu 'Rock' deyince akmaya başlar. Soft Rock'dan, Heavy Metal'a kadar ayırmadan, zevkle dinlerim.

Herkes Rock'n'Roll'u Elvis Presley ile özleştirse de, Elvis ilk kaydını 1953 yılında yapmıştır, ancak o zamanki şarkıları Rock'tan ziyade Blues tarzındaydı. The Beatles ise 1960 yılında bir araya gelmişti ancak dakika bir, gol bir, canavar gibi Rock yapmaya başladılar. Hem de "Rock Around The Clock" Rock'ı değil, bugün Bon Jovi'ye taş çıkarttıracak "I Saw Her Standing There" Rock'ı.

Herneyse, amacımız kim daha uzağa çiş yaptı yarışı değil. Ancak bana sorarsanız gerçek Rock, The Beatles ile birlikte Birleşik Krallıkta doğmuştur. 1960'lardan 1980'lere kadar da Rock dünyasını Britler domine etmiştir. Deep Purple'lar, Led Zeppelin'ler, Bad Company'ler, Dire Straits'ler, Queen, Pink Floyd, Alan Parsons, Mike Oldfield, 10cc, Thin Lizzy, AC/DC (n'olur Avusturalyalı falan demeyin, köküne kadar İskoç'lardır, hatta Brian Johnson kafadan İngiliz'dir) ve daha adını sayamadığım bir çok Rock sanatçısı hep Birleşik Krallık'tan gelmedir.

Sonra ne olduysa o Limp Bizkit'li, R.E.M. 'li, The Cranberries'li acayip, ne olduğu belli olmayan bu yeni tarz gelişti, Amerikalılar da her zaman yaptıkları gibi hemen başkasının buluşunun üzerine atlayıp, boşluğu doldurdular ve Rock müziğinin merkezi haline geldiler.

The Beatles konusuna bu yazıyı yazdığım gün itibarıyla, bir on gün sonra fazlasıyla derinlemesine gireceğiz sevgili arkadaşlar. Şimdi gelin Londra gezimize dönelim.

Londra'da bir sonraki durağımız, ister inanın, ister inanmayın, bir 'yaya geçidi'!

Aranızdaki The Beatles severlerini, neden söz ettiğimi anladıklarımdan bir gülümseme alacaktır. Evet, "Abbey Road" albümünden bahsediyorum…

The Beatles'ın dağılmadan önce kaydına başladıkları bu son albümlerinin kapağında sadece bir yaya geçidinden karşıya geçen dört grup üyesinin resmi bulunur. Başka ne bir grup ismi, ne bir albüm ismi, ne de bir şarkı listesi vardır. Albümün prodüktörü, "The Beatles dünyanın en ünlü müzik grubu, herkes onları tanıyor, isimlerini yazmaya gerek yok" demiş ve kapağı sadece resimle sınırlandırmış.

İşin aslı, ilerleyen zamanlarda albümün kapağı, içeriğinden çok daha ünlü, çok daha tanınır hale gelmiş.

Resimdeki yaya geçidi, albümle aynı isimli Abbey Road üzerindedir.

Fotoğrafçının gözü ile hemen solda, resimde yer almasa da, albümün kayıt edildiği Abbey Road Stüdyoları bulunur. Grup üyeleri stüdyonun bulunduğu taraftan yolun diğer tarafına doğru caddeyi geçmektedirler. En önde John Lennon, arkasında ise sırasıyla Ringo Starr, Paul McCartney ve en arkada George Harrison bulunur. Neredeyse tümü tören düzeninde uygun adımla giderken sadece McCartney yanlış ayakla yürümektedir, hattızatında ayaklarında ayakkabı da yoktur.

Yine fotoğrafçının gözüyle caddenin sol tarafında bir VosVos tospağa park etmiş durumdadır. Bu arabanın LMW 281F numaralı plakası, albüm şöhrete ulaştığında çalınmış, hem de üst üste bir kaç kez, ve hiç biri de bir daha bulunamamış. İngiliz centilmenliği işte. Bizde olsa o VosVos'u toptan götürürlerdi…

Caddenin karşı tarafında geri planda ise flu bir erkek vardır. İki binli yılların başında Paul Cole isimli bir Amerikalı fotoğraftaki bu kişinin kendisi olduğunu idda etmiş. Akibeti ne oldu, bilmiyorum.

Fotoğraf çekilirken trafik polisi gruba ve fotoğrafçıya sadece on dakika süre vermiş ve trafiği durdurmuş. Düşünün, The Beatles şöhretinin doruğunda, dünyayı sarsıyor, McCartney gerçi henüz şövalye olmamış, yani 'Sir' unvanını almamış, ama şövalyelerin yüksek onuruna hak kazanmış, buna rağmen trafik polisi "On dakika, fazla yok" diyor. Şeytan dön, "Sen benim kim olduğumu biliyomusun la?" de diyor da…

Yanlış anlamaları önleyelim, trafik polisi tabii ki The Beatles'ı tanıyor ve kimle konuştuğunu da biliyor. Ancak demokrasi ve insana saygı böyle bir şey işte.

Hemen ufak bir merdiveni yolun ortasına koymuşlar, fotoğrafçı da altı kare resim çekmiş. McCartney uzun bir süre büyüteçle hepsini tek tek inceleyip, bu fotoğrafı seçmiş.

Albümün kendisine gelirsek, içinde "Something" ve "Come Together" gibi anıtsal şarkılar bulunsa da şahsımın kalbi, The Beatles'ın bu ustalık şarkılarından çok, Liverpool günlerindeki o ilk müzikleri için daha bir hızlı atar. Zaten John Lennon bu albüm daha piyasaya çıkmadan gruptan ayrılmıştı. Kısacası yukarda bahsettiğim iki şarkı dışında - aksi gibi ikisini de deli gibi severim, şahsımı ilgilendiren pek bir şey yoktur Abbey Road'da.

Abbey Road Stüdyoları

Ne olursa olsun, Abbey Road Stüdyoları'nın yanına geldiğimde içim şöyle bir kalktı, indi. Albüm 1970'de çıkmış, ben daha dört yaşındayken, yıl şimdi 2022, ben de elli altı yaşındayım. Elli iki yıllık bir rötarla görüyorum bu tarihi mekanı.

Abbey Road Stüdyoları, eski, o günlerin mimarisinde bir bina. Etrafımda alçak bir duvar var ve beklenebileceği üzere duvar baştan aşağı grafiti.

Bahçe kapısında girmeyin diye bir işaret var ama kapı açık. Türküz işte, bir şey olmaz amk, uzat, esnet, gevşet biraz, bir iki adım atıp, bahçeye girdim. Binanın arada çitler, ağaçlar olmadan engelsiz bir fotoğrafını çektim. O arada stüdyodan biri çıktı, bekçi falan değil, belli ki içeride çalışan biri.

Beni bahçede görünce hemen düdüğünü çaldı, güvenlik geldi, beni yaka paça dışarı attılar, sonra da polisi çağırdılar…

Yok, yok, geri saralım.

Beni bahçede görünce bana bakıp gülümsedi ve "Yapma be kardeşim" gibisinden bir baktı. Ben de utanıp, sağ elimi kaldırıp, kusura bakma işareti yaptım, bir iki adımla geri çıktım.

Stüdyonun bir iki adım ilerisinde de meşhur yaya geçidi var. Etrafında da bir kalabalık. Hepsi de eski ahbaplar.

Çinliler!

Kızlı, erkekli, en yaşlısı otuz diyelim, koca bir grup. Babacım, hadi ben elli altıyım, zar zor hatırlıyorum Abbey Road'u. Size ne oluyor? Aranızda üç jenerasyon var. Ne işiniz var burada?…

Duvar baştan aşağı grafiti
Yolun bir o tarafına, bir bu tarafına koşuşturuyorlar. Arabalar, bunlar fotoğraf çektirirken acı acı frenlerine, kornalarına basıyorlar. Öyle bir keşmekeş ki, yaya geçidinde 🐝Mezzy🐝 ile bir fotoğrafımız olsun istiyordum, nasıl yapacağız diye düşünmeye başladım.

Bir on dakika bekledik, heyecanları biraz yatıştı. Yol boşaldığında 🐝Mezzy🐝'nin elinden tuttum, karşıya geçmeye başladık. Jelena da telefonla pozisyonunu aldı. Tam ortaya geldiğimizde, Jelena fotoğrafı çekecekken, bu çinlilerden bir kaçı koşup kareye girdi, ikisi birbirleriyle çarpıştı, birisi kayıp, düştü falan. Tipik Çin işi, tanıyanlarınız bilir. Ancak bizim fotoğraf da bu arada güme gitti.

Jelena bunlara hırladı, sonrasında biraz sakinleştiler, ancak 🐝Mezzy🐝 ile ben caddenin karşı tarafında kalmıştık. Ne yapalım, The Beatles'ın aksine caddeyi stüdyoya doğru yeniden geçmeye başladık. Jelena'nın korkusuna Çinliler iyice sakinleşmişlerdi, Jelena fotoğrafı çekti.

Jelena fotoğrafı çekti

Caddeyi geçerken çok eski bir arkadaşı da andım. Yıl 1978 mi, 79 mu hatırlamıyorum, The Beatles maceram ondan ödünç aldığım bir kasetle başlamıştı.

Hayat güzel sevgili arkadaşlar. Hıyarlar ve hıyarlık her yerde var tabii, ama yine The Beatles'dan bir alıntı ile "Let It Be", koyun kenarından, rahvan gitsin.

Sevgili kızımın doğum gününü kutlamak üzereyiz, az kaldı.

Bizi izlemeye devam edin ❤️

4 Ekim 2022 Salı

Londra V - Elementary My Dear Mezzy

Napolyon, Avrupa’ya çok çektirmiş sevgili arkadaşlar. İngiltere’den Rusya’ya, her yere saldırmış, tehdit etmiş, taciz etmiş, yağmalamış, bazen de işgal etmiş.

Waterloo meydanında Napolyon’un yenilgiye uğradığı Waterloo Savaşı’nı hatırlamıştık. Trafalgar meydanında da benzeri bir savaşı yad edeceğiz.

Trafalgar, bir deniz savaşıydı ve İngiliz donanması, Napolyon’un Fransız donanması ve ortağı İspanyollar’la karşı karşıya gelmişti. İngiliz Amiral Nelson, savaşı hiç bir kuşkuya, yoruma yer bırakmayacak şekilde kazandı, akıllıca bir taktikle düşman donanmasının tozunu attı. Gerçi savaş sırasında kendisi de tanrısına kavuştu ama olur o kadar.

Trafalgar Meydanı
Bu zaferin sonucunda da Londra’nın en güzel meydanlarının birine Trafalgar ismi verilmiş. Ziyaret ettiğimiz bir önceki Waterloo Meydanı bana biraz fazlaca business gelmişti. Trafalgar Meydanı ise barları, restoranları, tiyatroları, sinemaları ile ile daha renkli bir yer.

Üçümüz de sıcakta yürümekten yorulmuştuk. Trafalgar’da tipik bir Ingiliz Pub’ına oturduk.

Birleşik Krallık pub’ları ile ünlüdür sevgili arkadaşlar. Bu sadece günümüze özgü bir fenomen değildir, bayağı eskilere dayanır.

Pub kelimesi “Public House”, yani “Umumi Ev” ‘in kısaltılmış halidir. Umumi ev deyince aklınız başka yerlere gitmesin. Umumi denmesinin sebebi buralara herkesin gidip, bir üyelik, bir davet olmadan içki içebilmesi.

Eh, ne demişler, Roma’dayken Romalıların yaptıklarını yap. Biz de Londra’dayken birer Cin-Tonik, yada lokal kısaltmasıyla “G&T” içelim dedik. Ancak menüde Cin-Tonik bölümü yarım sayfa. Hem Londra işi, hem de iyice avam olsun diye kendimize iki Tanqueray söyledik. Tanqueray hem tatlı, rahat içilebilir, hem de çok güzel kokulu bir cin. Late Amy Winehouse’dan bir alıntı ile:

    Meet you downstairs in the bar and hurt
    Your rolled up sleeves in your skull T-shirt
    You say “what did you do it with him today?”
    And sniffed me out like I was Tanqueray

Cini ilk kez Hollanda’da yapmışlar. Hollanda cini bugün bildiğimizden çok farklı. Ancak yolunuz düşerse mutlaka bir Genièvre deneyin. Toprağı bol olsun Dutch bir patronum vardı, onla zamanında çok sıkı Genièvre içmişliğimiz vardır. KLM’den milenyum sonu özel yapım Genièvre sipariş etmişti, bu yüzden çalıştığımız şirkette Operasyon Finans aktiviteleri bir süre boyunca ciddi olarak aksamıştı!

Tanqueray
Sonrasında cin kendisine Ingiltere’de güçlü bir yer buldu. Bir kere şaraptan çok daha ucuzdu ve şaraba göre neredeyse dört kat fazla alkol içerdiği için cin ile kafayı bulmak çok daha çabuk ve kolay oluyordu.

Ancak cinin popülerleşmesi, neredeyse üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun sonunu getirecekti. Uzun seyahatlerde şarap yerine cin içmeye başlayan denizciler seyahatin sonuna doğru patır patır ölüyorlardı. Cinin yüksek alkol içeriği içindeki bütün C vitaminini yok ediyor, Scurvy denilen vitamin eksikliğine yol açıyordu. Neyse ki buna uyandılar ve denize açılan gemilere bolca limon koymaya başladılar. Günümüzde sadece cin değil, diğer bir çok sert alkolün servis edildiği bardakların kenarına bir dilim limon konması bu eski korkudan kaynaklı geleneğe dayanır.

İçkilerimizi bitirip, yeniden yola koyulduk.

221B Baker Street’e ulaştığımızda, kapıdaki yoğun kalabalığın içinde kaldık. 221B Baker Street tarihin belki de en ünlü özel dedektifinin bürosu ve eviydi sevgili arkadaşlar. Sherlock Holmes’den bahsettiğimi anladınız herhalde.

Holmes, 221B Baker Street’te yaşar dedik de, gelin bunu biraz açalım, çünkü hayatta bir çok şey gibi bu da o kadar basit ve kolay şekilde geçiştirilecek gibi değil.

Öncelikle Holmes hayali bir karekter, yani gerçekte yaşamamış. O yüzden ne Baker Street’te, ne de başka bir yerde fiilen oturmuş.

İkincisi, Holmes karekterini yaratan yazar Sir Arthur Conan Doyle, Holmes hikayelerini yayımladığında Baker Street’teki numaralar 221’e kadar gelmiyormuş. Sonrasında tabii ki cadde genişlemiş ve numaralar da 221’i içine alacak şekilde büyümüş. 221 numara, 219 ile 239 arasına inşa edilen bina kompleksinin içinde kalmış, buraya da Abbey Road Building Society isimli bir şirket yerleşmiş. Şirket buraya yerleşir yerleşmez de Sherlock Holmes’e yazılmış binlerce mektup almaya başlamış. Sadece bu mektuplarla ilgilenmesi için full-time bir sekreter tutmuşlar.

1990 yılında 239 Baker Street'de, 1815 yılında yapılmış Georgian tarzında bir ev içerisinde bir Sherlock Holmes Müzesi açılmış. Bu ev görünüm itibarıyla Sir Arthur Conan Doyle'ın Holmes hikayelerinde tasvir ettiği 221B Baker Street'deki büroya tam olarak uyuyormuş. Westminster Valiliği özel bir izinle bu müzeye 221B numarasını tahsis etmiş.

Ancak, Holmes’e gelen mektupların bu müzeye mi, yoksa teorik olarak 221 numarayı içinde bulunduran bina kompleksindeki şirkete mi gideceği hususunda bir husumet çıkmış. Neyse ki 2002 yılında şirket başka bir adrese taşınmış da, müze rahat etmiş.

Sherlock Holmes karekteri itibarıyla ters, geçimsiz biri. Kokain çeken, pipo içen, Farsi terlikleriyle gezen snob-ish bir İngiliz centilmeni.

Ancak çok zeki biri. Deductive reasoning - siz Türkler nasıl diyor, ben bilmiyor, yöntemiyle suçluları şakkadanak bulur.

Bir keresinde şöyle der: “When you have eliminated all which is impossible, then whatever remains, however improbable, must be the truth." Yani, "İmkansız tüm seçenekleri elediğinizde geri kalan, her ne kadar olasılık dışı görünse de gerçektir."

Asilzadeler, tanınmış kişiler, hatta Scotland Yard, suçluların bulunması için Holmes'ün yardımını isterler.

Yanında çoğunlukla, hikayeleri ağızından dinlediğimiz, Dr. Watson isimli bir sidekick'i bulunur. Holmes'ün belki de en çok bilinen sözü Watson'a hitaben "Elementary, my dear Watson!" 'dır. Ne var ki, "Çok basit, sevgili Watson!" anlamına gelen bu sözü aslen hiç bir öyküsünde söylememiştir. Bol bol "Elementary" yada "My dear Watson" demiş olsa da, bunların ikisini aynı cümle içerisinde hiç kullanmamıştır.

Her ne olursa olsun, Sherlock Holmes, 'forensic' bilminin işlendiği ilk kurgu karekterlerden biridir. Günümüzün Gil Grissom'ları, Mac Taylor'ları ve tabii ki Horatio Cane'leri, Holmes'ün birer spin-off'u sayılabilirler.

Elementary, My dear Mezzy
221B Baker Street'deki Holmes Müzesi'nin önünde sevgili kızımla bir resim çektirdik. Müzeye girmedik, ancak okuduklarıma göre, içeride Holmes'ün çalışma odasının bire bir canlandırılmış hali var.

Size ilginç gelebilir, Holmes'ün çalışma odasının bire bir canlandırıldığı başka bir müze, İsviçre'de, Lucens kentinde var. Lucens, bizim oturduğumuz yere beş dakika uzaklıkta. Hatta neredeyse evimizi oradan alacaktık, ancak Jelena son anda fikir değiştirdi.

Herneyse, Lucens'da şimdiye kadar gördüğüm şatoların en güzellerinden biri bulunmakta. Bu şatonun geçmiş zamandaki mukimlerinden biri de Adrian Conan Doyle, Sir Arthur Conan Doyle'un oğlu. Babasından edindiği Holmes’ün zamanına mahsus eşyalarla bu müzeyi kurmuş.

İsviçre'de yine Meiringen kentinde başka bir Sherlock Holmes Müzesi var. Meiringen, Holmes’un baş düşmanı Profesör Moriarty ile son kez hesaplaştığı Reichenbach Şelaleleri'nin bulunduğu kent. Gerçi öyküde her ikisi de ölür ama Doyle, Holmes’ü ilerki maceralarında geri getirir. Reichenbach Şelaleleri de çok güzeldir. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Elementary, sevgili arkadaşlar 😀

Londra gezimiz sürüyor. Bizi izlemeye devam edin…

29 Eylül 2022 Perşembe

Kemoya Mektup

Sevgili Kemocum,

Uzun süredir sana yazamadım. Küskün değilim, sadece bırak dağınık kalsın dediğim için seni ihmal ettim. Bu mektubumdan sonra da bir daha sana yazmayı düşünmüyorum.

Ama senle bir helalleşelim dedim, ondan bir kereye mahsus mesaimi harcıyorum.

Bak sevgili kardeşim, siyasette "hak ettim" diye bir şey olmaz. Siyasette hak edenin değil, kazananın lafı geçer. O yüzden bu söylemi bırakmanı tavsiye ederim. Mansur ve İmam abiler senden daha fazla oy alıyorlar. Bu da demektir ki aday onlardan biri olmalı. Senin bu tabloda işin yok.

Siyasi hayatını Cumhurbaşkanlığı gibi bir "blaze of glory" ile sonlandırmak istiyorsun, biliyorum. Ama sen de, ben de seni gayet iyi tanıyoruz. Bırak bunca zamandır CHP genel başkanlığı yapmayı, CHP’nin Haymana ilçe sekreteri bile olamayacağını gayet iyi biliyoruz. Yıldızlar öyle bir sıralanmıştı ki, buralara kadar gelebildin. Bırak, zorlama. Senin için diyorum, yanlış anlama.

Bir vizyonun, bir liderlik kapasiten yok. Olayları okuyamıyorsun. Bu güne kadar doğru tek bir karar veremedin.

Önce Başkanlık sistemi referandumumda bütün kampanyanı Cumhurbaşkanı'nın partili olması üzerine kurdun. Halbuki halka bu sistemin güçler ayrılığını çöpe attığını, kontrol ve dengelerin eksikliği yüzünden her şeye bir tek adamın karar vereceğini anlatman gerekirdi. Eski sistemde partili Başbakan'ın muadili, sadece makamın ismi Bahçeli istedi diye Cumhurbaşkanı olan iktidarın başının partili olup olmamasının beş kuruşluk farkı yok. Ama sen bunu göremedin.

Mühürsüz oylar Anayasa'ya aykırı biçimde geçerli sayıldı, ağızını açmadın, fare gibi ortadan kaybolup, saklandın.

Gittin, Ekmeleddin'i aday gösterdin. Ülke senin yüzünden beş yıl kaybetti.

Ankara'da ayan beyan Mansur Yavaş'ın başkanlığı elinden alındı, yine fare gibi korkup, kaçtın.

Daha sonra gittin, Anayasa'ya aykırı ama hayır dersek bizi tefe koyarlar diye dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet dedin, insanlar hapislerde çürüyor.

Muharrem İnce’yi aday gösterdin ama partiye destekletmedin. Beş yıl daha kaybettik.

Her yerde İstanbul ve Ankara yerel seçimlerinde doğru aday gösterip, kazandım diye geziyorsun. Etme. Eğer yolundan çekilsin diye İBB adaylığını teklif ettiğin Muharrem İnce bunu kabul etseydi, İmamoğlu isimsiz bir ilçede makbuz imzalıyor olacaktı. Mansur Yavaş'ı da önceki seçimde öksüz bıraktığını unutmadık. Bu seçimi İyi Parti ve HDP sayesinde kazandın. Biz birbirimizi biliyoruz. Bırak bu ayakları…

Kemocum, seni severim. Salaksın, malaksın ama gerçekten iyi dürüst birisin. Ancak birinin Türkiye gibi bir ülkede, böyle bir dönemde Cumhurbaşkanı olması için iyi, dürüst bir adam olması yeterli değil maalesef.

Kazanamazsın demiyorum, böyle kuku bir ortamda kazanma şansın var tabi. Ancak beni korkutan kazanman.

Bir karar verme kabiliyetin yok, kafan karışık, olayların başını, sonunu göremiyorsun. Enflasyona bulduğun çare marketlere acil gıda maddeleri için para almayın demek, işsizliğe bulduğun çare de her muhtara bir yardımcı bulmak.

Kazanırsan bunları mı yapacaksın?

Senin gibi ağzına laikliği alamayan biri devletin kılcal damarlarına sızmış tarikatçılara, hacılara, hocalara ne yapacak? Tarikat yurtlarında yanarak can veren küçücük kızlar, hacıların, hocaların tecavüz ettiği erkek çocuklar, dövülen, ezilen kadınlar, vs. için bir kelime etmeye korkan senin gibi bir fare, bu ülkeyi eski ayarlarına nasıl getirecek?

Atatürk'ün partisinin başında, Mustafa Kemal'in Askerleriyiz sloganını yasaklayan birinden bu memlekete ne hayır gelecek?

Şakşakçıların "Sadece Kemal Bey bu altı partiyi bir arada tutabilirdi" diyorlar. Haklılar. Sedece senin gibi biri onlarca toplantıdan sonra hiç bir önemli konuyu tartışmadan, bomboş, anlamsız demeçlerle vakit geçirip, bunları "bir arada" tutabilir. Kemocum, daha adayınızı bile konuşmamışsınız. Bunca zaman ne yaptınız? Fasulyenin sağlığa faydalarını mı tartıştınız?

Zevzek Meral kitabımda güvendiğim biri olarak geçmez. Ama kadının en azından zihni açık, ne söylediğini biliyor. Kadın haklı. Masada konuşmadığın adaylığını şakşakçılarınla emrivakiyle getiremezsin.

Kemocum, hayalini bile kuramadığın yerlere hasbelkader geldin. Ama tadında bırak.

Siktir git!

Seni seven Bülent

26 Eylül 2022 Pazartesi

Londra IV - Westminster

İngiltere, anayasal bir monarşi ve parlementer bir demokrasi ile yönetiliyor sevgili arkadaşlar. Monarşi falan desek de demokrasinin en ileri düzeylerde işlediği bir ülkedir Birleşik Krallık. Demokrasi, hattızatında Yunanca bir kelimedir ve eski çağlardan beridir bir yönetim şekli olarak şurada, burada kullanılmıştır, ancak bugünkü anlamıyla ilk olarak İngiltere'de, Magna Carta ile uygulanmaya başlamıştır.

İngilizler her nasılsa monarşilerini demokratik örgütleriyle bir arada götürmeyi başarmışlar.

İngiliz devletinin yürütme işlevini başımda Başbakan'ın olduğu hükümet yürütüyor. Yargı işlevi uygar her ülkede olduğu gibi bağımsız mahkemeler tarafından yerine getiriliyor. Yasama ise parlemento tarafından yürütülüyor.

Parlementonun üç organı var. Kral yada Kraliçe - bunlara kısaca Monark diyelim, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası. Yasama konularında resmi olarak Monark tam yetkili, ancak bu yetkisini kullanmıyor, sadece bir danışman pozisyonu alıyor. Lordlar Kamarası'nın ise sadece kanun önerilerini geciktirme yetkisi var. Bu da pratikte bütün yasama gücünü Avam Kamarası'nda kalmasını sağlıyor. Ha, birgün Kral kafasına göre bir kanun yazıp, geçirebilir mi? Anladığım kadarıyla evet, ama pratikte olmuyor işte.

Hükümeti kurma görevi Monark'ın belirlediği bir parlementere veriliyor ancak Kurulan hükümet Avam Kamarası'ndan güvenoyu almak zorunda.

Avam kamarası son sözü söyleyen merci, çünkü parlementonun bu üç organından sadece Avam Kamarası halk tarafından seçiliyor.

Kral yada Kraliçe malumunuz, anadan/babadan kıza/oğlana geçen bir ünvan. Lordlar kamarasını ise İngiliz kilisesinin piskoposları ve Monark'ın atadığı yada aynı grubun seçtiği asilzadeler oluşturuyor. Lordlar Kamarası hükümete bakan verebiliyor ancak bunlar yukarda belirttiğimiz üzere hükümet Avam Kamarası'nın güvenoyuna tabi. Lordlar Kamarası kanun teklifl de verebiliyor, ancak bu teklifler de da Avam Kamarası'nın kabulüne bağlı.

TV'de haberlerde gördüğünüz cart yeşil koltukları olan salon Avam Kamarası. Lordlar Kamarası'nın koltukları kırmızı renkli.

İşte böyle.

Bunların işleri o kadar karışık ki, içine biraz daha girersek, bir daha çıkamayız.

İngiltere, Ingiltere deyip duruyoruz da, bu bağımsız ülkenin ismi aslında Birleşik Krallık. Birleşik Krallık içinde dört farklı ulus yada halk var, İngilizler, Galler, İskoçlar ve İrlandalılar. Birleşik Krallık'ta yaşayan İrlandalılar'ın ülkesinin adı Kuzey İrlanda, bunu Birleşik Krallık'tan tamamen bağımsız İrlanda (Cumhuriyeti) ile karıştırmayalım. İrlanda'nın başkenti Dublin, ve Birleşik Krallığın aksine bir EU üyesi. Kuzey İrlanda'nın başkenti ise Belfast ve bütün bu İngiltere'yi kırıp döken ayrılıkçı terör işleri bu ülkede vuku buluyor.

İki cümle ile özetlersek, İrlandalılar koyu Katoliklerdir. Katolikler koyu dindar, bolca da yobazdırlar. Protestanlar ise daha aydın, ilerici, açık görüşlüdürler. Çoğunluğu Protestan olan İngilizler bunlar gitsin de nereye giderlerse gitsin deyip, önce bir batımda Katoliklerin çoğunluğunun bulunduğu İrlanda'yı ayırarak bağımsız yapmışlar. Kuzey İrlanda'da kalanlar ise İngiltere'ye bağlılığı destekleyen Protestanlar ile bağımsızlığı ve sonunda elbette ki İrlanda'ya katılmayı isteyen Katolikler. Hır buradan çıkıyor işte.

Bu Brexit işinden sonra bu kez İskoçya bağımsızlık ilan edip, EU'ya katılmak istiyor. Referandum falan yapacağız diyorlar da, İskoç bir arkadaşla biraz alkol yoğunken yaptığımız geyikten anladığım doğruysa, bir Birleşik Krallık vatandaşının İskoç mu, Ingiliz mi, vesaire olduğu resmi olarak kayıtlı değil. Kimin İskoç ulduğunu bilmeden nasıl sağlıklı bir referandum yapacaklar, anlamış değilim. İskoç olup da Ingiltere’de, İngiliz olup da İskoçya'da yaşayan bir sürü tanıdığım var.

Parlementolara dönersek, Birleşik Krallığın birer parçası olan İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın yetkileri sınırlı ve bir ülkeden diğerine farklılık gösteren yerel parlementoları var ama Krallığın en büyük parçası olan İngilizlerin yerel parlementoları yok. Önceki üç ülkede sözünü ettiğim yerel parlementoların yetkilerini İngiltere için Birleşik Krallık Parlementosu kullanıyor.

Dedim ya çok karışık.

İşi daha da karıştırmak babında, Birleşik Krallığın üstüne bir de Commonwealth dedikleri - galiba bizimkiler İngiliz Devletler Topluluğu diyorlar, içlerinde Kanada, Avustralya hatta Hindistan'ın, Pakistan'ın falan da bulunduğu bir üst topluluk var ama pratikte bunların birbirleri üzerinde bir hükümranlık yetkileri yok.

Westminster Palace
Birleşik Krallığın hemen dibinde üç beş küçük ada devleti bulunur - mesela Man Adası, Kemocum çok sever bunu. Sanılanın aksine bunlar Birleşik Krallığın birer parçası değillerdir. Sadece korumalarını Birleşik Krallık üstlenmiştir.

Terminolojiyi toparlamak adına bir konuya daha değinip, gereğinden fazla uzattığım bu sosyo-politik geyiği sonlandıralım.

Çoğu kimse Great Britain yada Büyük Britanya'yı, ülkenin resmi adı olan United Kingdom Of Great Britain and Northern Ireland'ın içinde geçtiği için devletin kısa ismi zanneder. Halbuki Büyük Britanya, üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçyanın bulunduğu adanın ismidir. Zaten bu nedenle devletin resmi adında ayrı bir adada bulunan Northern Ireland ayrıca belirtilmiştir.

Size bütün bunları niye yazıyorum diye sorarsanız, cevabı Londra gezimizdeki bir sonraki durağımızla ilgili.

Westminster Palace.

Westminster Palace, artık uzun uzun Birleşik Krallık diye yazmıyorum, dünyanın geri kalanının da söylediği gibi İngiliz Parlementosunun toplandığı saray. Yani meclis.

Thames nehri kıyısında güzelim Gotik tarzda yapılmış bir bina kompleksi. Üç tane kulesi var. Bu kulelerin en bilineni ise üzerinde bir saatin de bulunduğu Big Ben.

Westminster Köprüsünde yürüyerek saraya doğru yola koyulduk. Bu bölgede semtin kendisi de dahil, her şeyin adı Westminster.

Binlerce turistin arasında itile, kakıla sarayı tavaf eyledik. College Garden dedikleri bir bahçeyi görmek istiyordum. TV'de gördüğünüz röportajların çoğunluğu bu bahçede yapılır. Ancak kalabalıktan bırakın gezmeyi, yaklaşamadık bile.

🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur
🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur, çünkü sevgili kızım açısından Big Ben demek Peter Pan demektir. Bol bol fotoğrafını çektik sevgili kızımın bu güzelim saray ve kule ile. Hepimiz için görülmesi gerekli yerler listesinde bir kalem daha tamamlanmıştı.

Tinker Bell üzerimize peri tozu serpmediğinden, uçmak yerine yürüyerek yola koyulduk.

Sarayın hemen yanında, en az saray kadar ünlü Westminster Abbey bulunmakta.

Abbey nedir derseniz, basit anlamda hem ibadet yapılan, hem de rahip ve rahibelerin yaşam alanı olan bir bina yada binalar kompleksi diyebiliriz. Abbey'lerin başındaki din adamına da Abbot derler.

Özellikle Polonya günlerimde biraz biraz bu dini yapıların isimlerini ve fonksiyonlarını öğrenmiştim. Monastery, Convent, Refuge, Abbey, Church (Kilise), Chapel (Şapel, Mabet), Cathedral (Katedral), Basilica, Oratory, vs. Üzerine Sırbistan'da da biraz Ortadoks terminolojisi ekleyince kafam iyice karıştı.

Bu binaların arasındaki ayrımı anlayabilmek için çoğunlukla, özellikle de Katolik kilisesinin din adamlarına verdiği ünvanları bilmek gerekiyor sevgili arkadaşlar. Mesela bir Kilisenin Katedral sayılması için başında blr Piskopos (Bishop) olması gerekiyor. Yine bir piskopos Papa'ya danışmanlık yapıyorsa adı Kardinal oluyor. Ancak Piskopos olmayan Kardinaller de var. Dar anlamıyla bir kilisenin başındaki din adamının ünvanı Papaz (Priest, Minister), bir chappel'ınki ise Chaplin. Rahip (Monk) sözcüğü aslen kendisini tamamen, sadece Hristiyanlığa değil, herhangi bir dine adamış din adamı anlamına gelir. Hristiyan bir Rahip'e ise doğru biçimde Papaz demek gerekir.

Yüzlerce yılın getirdiği karmaşıklıklar bunlar.

Westminster Abbey
Westminster Abbey'e geri dönelim.

Westminster Abbey, İngiliz Kraliçe ve Kralların taç giydikleri mekandır. Bu Monarklar'ın çoğu da öldüklerinde buraya gömülüyor. Bir de kraliyet nikahları bu kilisede kıyılıyor.

Örneğin Prenses Liz - sonrası zamanımızın kraliçesi ve Prens Phil burada evlenmişler. İlginçtir, Lady Di ve Prens Chuck burada evlenmemişler ama Lady Di'nin cenaze töreni burada yapılmış. Prens Billy ve Lady Cathy de burada evlenmişler, keza Prens Andy ve Lady Sally. En son da Kraliçe Liz'in cenazesi buradan kalkmış. En tazesi Kral Chuck III, 1066 yılından bu yana bütün Kraliçe ve Krallar burada taç giymişler.

Westminster'da Westminster Bridge, Westminster Palace ve Westminster Abbey'den sonraki durağımız Westminster Arms oldu.

Westminster Arms

Westminster Arms bir pub, yani bar. Westminster Palace'a yakınlığı yüzünden parlementerlerin çok sevdiği bir mekan. İçinde de Division Bell dedikleri bir çan var. Bu çan, pub'da içen parlementerler için oy verme zamanının geldiğini duyurmak amacıyla çalınıyor. Kalabalıktan içeri giremedik ama bir sonraki Londra ziyaretimizde kesin bir "pint" atacağım.

Kısa bir yürüyüşten sonra Whitehall'a ulaştık. Burası İngiliz hükümetinin çalışma ofislerinin bulunduğu bir bölge.

Whitehall'ın en bilinen noktası ise 10 Downing Street adresindeki başbakanlık. Boris abinin başının sıkışık olduğu zamanlar, rahatsız etmeyeyim dedim, yoksa çalardım kapısını.

Whitehall'da Ministty Of Defence yani Savunma Bakanlığı, bizdeki Genelkurmay Başkanlığı muadili War Office gibi resmi binalar var. Scotland Yard da hayatına burada başlamış.

Scotland Yard bildiğiniz üzere Metropolitan Police Service isimli, Londra polis teşkilatının, halk tarafından kullanılan gayri resmi adı. Bu lakabı ise önceleri Whitehall'da bulunan merkez binasının girişinin Great Scotland Yard isimli bir caddeye bakması nedeniyle almış.

Westminster işte böyle.

Emin adımlarla Londra'da ilerliyoruz.

Bizi izlemeye devam edin…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...