5 Ekim 2022 Çarşamba

Londra VI - Abbey Road

Sevgili arkadaşlar, tanıyanlarınız bilir, uslanmaz bir müzik tutkunuyumdur. Geçmişte bir iki müzik aletini çalma denemem olmuş olsa da, dinlemek çalmaktan daha kolay olduğu için tembelliği seçip, hep işi amatör düzeylerde bıraktım. Ama elli altı yaşındayım, hala ortaokul yıllarımdaki gibi aynı heyecan ve zevkle aynı müzikleri dinlerim.

İtalyanlar'ın operalarını, Kuzey Avrupa'nın senfonilerini, siyahi Amerikalıların Caz'ını, Soul'unu Disko'sunu, R&B'sini, Latin Amerika'nın Rumba'sını, Samba'sını bir kenara koyarsak, geriye elimizde safkan Rock müziği kalır. Diğer tüm müzikleri aynı özenle ve saygıyla dinlesem de, ağızımın suyu 'Rock' deyince akmaya başlar. Soft Rock'dan, Heavy Metal'a kadar ayırmadan, zevkle dinlerim.

Herkes Rock'n'Roll'u Elvis Presley ile özleştirse de, Elvis ilk kaydını 1953 yılında yapmıştır, ancak o zamanki şarkıları Rock'tan ziyade Blues tarzındaydı. The Beatles ise 1960 yılında bir araya gelmişti ancak dakika bir, gol bir, canavar gibi Rock yapmaya başladılar. Hem de "Rock Around The Clock" Rock'ı değil, bugün Bon Jovi'ye taş çıkarttıracak "I Saw Her Standing There" Rock'ı.

Herneyse, amacımız kim daha uzağa çiş yaptı yarışı değil. Ancak bana sorarsanız gerçek Rock, The Beatles ile birlikte Birleşik Krallıkta doğmuştur. 1960'lardan 1980'lere kadar da Rock dünyasını Britler domine etmiştir. Deep Purple'lar, Led Zeppelin'ler, Bad Company'ler, Dire Straits'ler, Queen, Pink Floyd, Alan Parsons, Mike Oldfield, 10cc, Thin Lizzy, AC/DC (n'olur Avusturalyalı falan demeyin, köküne kadar İskoç'lardır, hatta Brian Johnson kafadan İngiliz'dir) ve daha adını sayamadığım bir çok Rock sanatçısı hep Birleşik Krallık'tan gelmedir.

Sonra ne olduysa o Limp Bizkit'li, R.E.M. 'li, The Cranberries'li acayip, ne olduğu belli olmayan bu yeni tarz gelişti, Amerikalılar da her zaman yaptıkları gibi hemen başkasının buluşunun üzerine atlayıp, boşluğu doldurdular ve Rock müziğinin merkezi haline geldiler.

The Beatles konusuna bu yazıyı yazdığım gün itibarıyla, bir on gün sonra fazlasıyla derinlemesine gireceğiz sevgili arkadaşlar. Şimdi gelin Londra gezimize dönelim.

Londra'da bir sonraki durağımız, ister inanın, ister inanmayın, bir 'yaya geçidi'!

Aranızdaki The Beatles severlerini, neden söz ettiğimi anladıklarımdan bir gülümseme alacaktır. Evet, "Abbey Road" albümünden bahsediyorum…

The Beatles'ın dağılmadan önce kaydına başladıkları bu son albümlerinin kapağında sadece bir yaya geçidinden karşıya geçen dört grup üyesinin resmi bulunur. Başka ne bir grup ismi, ne bir albüm ismi, ne de bir şarkı listesi vardır. Albümün prodüktörü, "The Beatles dünyanın en ünlü müzik grubu, herkes onları tanıyor, isimlerini yazmaya gerek yok" demiş ve kapağı sadece resimle sınırlandırmış.

İşin aslı, ilerleyen zamanlarda albümün kapağı, içeriğinden çok daha ünlü, çok daha tanınır hale gelmiş.

Resimdeki yaya geçidi, albümle aynı isimli Abbey Road üzerindedir.

Fotoğrafçının gözü ile hemen solda, resimde yer almasa da, albümün kayıt edildiği Abbey Road Stüdyoları bulunur. Grup üyeleri stüdyonun bulunduğu taraftan yolun diğer tarafına doğru caddeyi geçmektedirler. En önde John Lennon, arkasında ise sırasıyla Ringo Starr, Paul McCartney ve en arkada George Harrison bulunur. Neredeyse tümü tören düzeninde uygun adımla giderken sadece McCartney yanlış ayakla yürümektedir, hattızatında ayaklarında ayakkabı da yoktur.

Yine fotoğrafçının gözüyle caddenin sol tarafında bir VosVos tospağa park etmiş durumdadır. Bu arabanın LMW 281F numaralı plakası, albüm şöhrete ulaştığında çalınmış, hem de üst üste bir kaç kez, ve hiç biri de bir daha bulunamamış. İngiliz centilmenliği işte. Bizde olsa o VosVos'u toptan götürürlerdi…

Caddenin karşı tarafında geri planda ise flu bir erkek vardır. İki binli yılların başında Paul Cole isimli bir Amerikalı fotoğraftaki bu kişinin kendisi olduğunu idda etmiş. Akibeti ne oldu, bilmiyorum.

Fotoğraf çekilirken trafik polisi gruba ve fotoğrafçıya sadece on dakika süre vermiş ve trafiği durdurmuş. Düşünün, The Beatles şöhretinin doruğunda, dünyayı sarsıyor, McCartney gerçi henüz şövalye olmamış, yani 'Sir' unvanını almamış, ama şövalyelerin yüksek onuruna hak kazanmış, buna rağmen trafik polisi "On dakika, fazla yok" diyor. Şeytan dön, "Sen benim kim olduğumu biliyomusun la?" de diyor da…

Yanlış anlamaları önleyelim, trafik polisi tabii ki The Beatles'ı tanıyor ve kimle konuştuğunu da biliyor. Ancak demokrasi ve insana saygı böyle bir şey işte.

Hemen ufak bir merdiveni yolun ortasına koymuşlar, fotoğrafçı da altı kare resim çekmiş. McCartney uzun bir süre büyüteçle hepsini tek tek inceleyip, bu fotoğrafı seçmiş.

Albümün kendisine gelirsek, içinde "Something" ve "Come Together" gibi anıtsal şarkılar bulunsa da şahsımın kalbi, The Beatles'ın bu ustalık şarkılarından çok, Liverpool günlerindeki o ilk müzikleri için daha bir hızlı atar. Zaten John Lennon bu albüm daha piyasaya çıkmadan gruptan ayrılmıştı. Kısacası yukarda bahsettiğim iki şarkı dışında - aksi gibi ikisini de deli gibi severim, şahsımı ilgilendiren pek bir şey yoktur Abbey Road'da.

Abbey Road Stüdyoları

Ne olursa olsun, Abbey Road Stüdyoları'nın yanına geldiğimde içim şöyle bir kalktı, indi. Albüm 1970'de çıkmış, ben daha dört yaşındayken, yıl şimdi 2022, ben de elli altı yaşındayım. Elli iki yıllık bir rötarla görüyorum bu tarihi mekanı.

Abbey Road Stüdyoları, eski, o günlerin mimarisinde bir bina. Etrafımda alçak bir duvar var ve beklenebileceği üzere duvar baştan aşağı grafiti.

Bahçe kapısında girmeyin diye bir işaret var ama kapı açık. Türküz işte, bir şey olmaz amk, uzat, esnet, gevşet biraz, bir iki adım atıp, bahçeye girdim. Binanın arada çitler, ağaçlar olmadan engelsiz bir fotoğrafını çektim. O arada stüdyodan biri çıktı, bekçi falan değil, belli ki içeride çalışan biri.

Beni bahçede görünce hemen düdüğünü çaldı, güvenlik geldi, beni yaka paça dışarı attılar, sonra da polisi çağırdılar…

Yok, yok, geri saralım.

Beni bahçede görünce bana bakıp gülümsedi ve "Yapma be kardeşim" gibisinden bir baktı. Ben de utanıp, sağ elimi kaldırıp, kusura bakma işareti yaptım, bir iki adımla geri çıktım.

Stüdyonun bir iki adım ilerisinde de meşhur yaya geçidi var. Etrafında da bir kalabalık. Hepsi de eski ahbaplar.

Çinliler!

Kızlı, erkekli, en yaşlısı otuz diyelim, koca bir grup. Babacım, hadi ben elli altıyım, zar zor hatırlıyorum Abbey Road'u. Size ne oluyor? Aranızda üç jenerasyon var. Ne işiniz var burada?…

Duvar baştan aşağı grafiti
Yolun bir o tarafına, bir bu tarafına koşuşturuyorlar. Arabalar, bunlar fotoğraf çektirirken acı acı frenlerine, kornalarına basıyorlar. Öyle bir keşmekeş ki, yaya geçidinde 🐝Mezzy🐝 ile bir fotoğrafımız olsun istiyordum, nasıl yapacağız diye düşünmeye başladım.

Bir on dakika bekledik, heyecanları biraz yatıştı. Yol boşaldığında 🐝Mezzy🐝'nin elinden tuttum, karşıya geçmeye başladık. Jelena da telefonla pozisyonunu aldı. Tam ortaya geldiğimizde, Jelena fotoğrafı çekecekken, bu çinlilerden bir kaçı koşup kareye girdi, ikisi birbirleriyle çarpıştı, birisi kayıp, düştü falan. Tipik Çin işi, tanıyanlarınız bilir. Ancak bizim fotoğraf da bu arada güme gitti.

Jelena bunlara hırladı, sonrasında biraz sakinleştiler, ancak 🐝Mezzy🐝 ile ben caddenin karşı tarafında kalmıştık. Ne yapalım, The Beatles'ın aksine caddeyi stüdyoya doğru yeniden geçmeye başladık. Jelena'nın korkusuna Çinliler iyice sakinleşmişlerdi, Jelena fotoğrafı çekti.

Jelena fotoğrafı çekti

Caddeyi geçerken çok eski bir arkadaşı da andım. Yıl 1978 mi, 79 mu hatırlamıyorum, The Beatles maceram ondan ödünç aldığım bir kasetle başlamıştı.

Hayat güzel sevgili arkadaşlar. Hıyarlar ve hıyarlık her yerde var tabii, ama yine The Beatles'dan bir alıntı ile "Let It Be", koyun kenarından, rahvan gitsin.

Sevgili kızımın doğum gününü kutlamak üzereyiz, az kaldı.

Bizi izlemeye devam edin ❤️

4 Ekim 2022 Salı

Londra V - Elementary My Dear Mezzy

Napolyon, Avrupa’ya çok çektirmiş sevgili arkadaşlar. İngiltere’den Rusya’ya, her yere saldırmış, tehdit etmiş, taciz etmiş, yağmalamış, bazen de işgal etmiş.

Waterloo meydanında Napolyon’un yenilgiye uğradığı Waterloo Savaşı’nı hatırlamıştık. Trafalgar meydanında da benzeri bir savaşı yad edeceğiz.

Trafalgar, bir deniz savaşıydı ve İngiliz donanması, Napolyon’un Fransız donanması ve ortağı İspanyollar’la karşı karşıya gelmişti. İngiliz Amiral Nelson, savaşı hiç bir kuşkuya, yoruma yer bırakmayacak şekilde kazandı, akıllıca bir taktikle düşman donanmasının tozunu attı. Gerçi savaş sırasında kendisi de tanrısına kavuştu ama olur o kadar.

Trafalgar Meydanı
Bu zaferin sonucunda da Londra’nın en güzel meydanlarının birine Trafalgar ismi verilmiş. Ziyaret ettiğimiz bir önceki Waterloo Meydanı bana biraz fazlaca business gelmişti. Trafalgar Meydanı ise barları, restoranları, tiyatroları, sinemaları ile ile daha renkli bir yer.

Üçümüz de sıcakta yürümekten yorulmuştuk. Trafalgar’da tipik bir Ingiliz Pub’ına oturduk.

Birleşik Krallık pub’ları ile ünlüdür sevgili arkadaşlar. Bu sadece günümüze özgü bir fenomen değildir, bayağı eskilere dayanır.

Pub kelimesi “Public House”, yani “Umumi Ev” ‘in kısaltılmış halidir. Umumi ev deyince aklınız başka yerlere gitmesin. Umumi denmesinin sebebi buralara herkesin gidip, bir üyelik, bir davet olmadan içki içebilmesi.

Eh, ne demişler, Roma’dayken Romalıların yaptıklarını yap. Biz de Londra’dayken birer Cin-Tonik, yada lokal kısaltmasıyla “G&T” içelim dedik. Ancak menüde Cin-Tonik bölümü yarım sayfa. Hem Londra işi, hem de iyice avam olsun diye kendimize iki Tanqueray söyledik. Tanqueray hem tatlı, rahat içilebilir, hem de çok güzel kokulu bir cin. Late Amy Winehouse’dan bir alıntı ile:

    Meet you downstairs in the bar and hurt
    Your rolled up sleeves in your skull T-shirt
    You say “what did you do it with him today?”
    And sniffed me out like I was Tanqueray

Cini ilk kez Hollanda’da yapmışlar. Hollanda cini bugün bildiğimizden çok farklı. Ancak yolunuz düşerse mutlaka bir Genièvre deneyin. Toprağı bol olsun Dutch bir patronum vardı, onla zamanında çok sıkı Genièvre içmişliğimiz vardır. KLM’den milenyum sonu özel yapım Genièvre sipariş etmişti, bu yüzden çalıştığımız şirkette Operasyon Finans aktiviteleri bir süre boyunca ciddi olarak aksamıştı!

Tanqueray
Sonrasında cin kendisine Ingiltere’de güçlü bir yer buldu. Bir kere şaraptan çok daha ucuzdu ve şaraba göre neredeyse dört kat fazla alkol içerdiği için cin ile kafayı bulmak çok daha çabuk ve kolay oluyordu.

Ancak cinin popülerleşmesi, neredeyse üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun sonunu getirecekti. Uzun seyahatlerde şarap yerine cin içmeye başlayan denizciler seyahatin sonuna doğru patır patır ölüyorlardı. Cinin yüksek alkol içeriği içindeki bütün C vitaminini yok ediyor, Scurvy denilen vitamin eksikliğine yol açıyordu. Neyse ki buna uyandılar ve denize açılan gemilere bolca limon koymaya başladılar. Günümüzde sadece cin değil, diğer bir çok sert alkolün servis edildiği bardakların kenarına bir dilim limon konması bu eski korkudan kaynaklı geleneğe dayanır.

İçkilerimizi bitirip, yeniden yola koyulduk.

221B Baker Street’e ulaştığımızda, kapıdaki yoğun kalabalığın içinde kaldık. 221B Baker Street tarihin belki de en ünlü özel dedektifinin bürosu ve eviydi sevgili arkadaşlar. Sherlock Holmes’den bahsettiğimi anladınız herhalde.

Holmes, 221B Baker Street’te yaşar dedik de, gelin bunu biraz açalım, çünkü hayatta bir çok şey gibi bu da o kadar basit ve kolay şekilde geçiştirilecek gibi değil.

Öncelikle Holmes hayali bir karekter, yani gerçekte yaşamamış. O yüzden ne Baker Street’te, ne de başka bir yerde fiilen oturmuş.

İkincisi, Holmes karekterini yaratan yazar Sir Arthur Conan Doyle, Holmes hikayelerini yayımladığında Baker Street’teki numaralar 221’e kadar gelmiyormuş. Sonrasında tabii ki cadde genişlemiş ve numaralar da 221’i içine alacak şekilde büyümüş. 221 numara, 219 ile 239 arasına inşa edilen bina kompleksinin içinde kalmış, buraya da Abbey Road Building Society isimli bir şirket yerleşmiş. Şirket buraya yerleşir yerleşmez de Sherlock Holmes’e yazılmış binlerce mektup almaya başlamış. Sadece bu mektuplarla ilgilenmesi için full-time bir sekreter tutmuşlar.

1990 yılında 239 Baker Street'de, 1815 yılında yapılmış Georgian tarzında bir ev içerisinde bir Sherlock Holmes Müzesi açılmış. Bu ev görünüm itibarıyla Sir Arthur Conan Doyle'ın Holmes hikayelerinde tasvir ettiği 221B Baker Street'deki büroya tam olarak uyuyormuş. Westminster Valiliği özel bir izinle bu müzeye 221B numarasını tahsis etmiş.

Ancak, Holmes’e gelen mektupların bu müzeye mi, yoksa teorik olarak 221 numarayı içinde bulunduran bina kompleksindeki şirkete mi gideceği hususunda bir husumet çıkmış. Neyse ki 2002 yılında şirket başka bir adrese taşınmış da, müze rahat etmiş.

Sherlock Holmes karekteri itibarıyla ters, geçimsiz biri. Kokain çeken, pipo içen, Farsi terlikleriyle gezen snob-ish bir İngiliz centilmeni.

Ancak çok zeki biri. Deductive reasoning - siz Türkler nasıl diyor, ben bilmiyor, yöntemiyle suçluları şakkadanak bulur.

Bir keresinde şöyle der: “When you have eliminated all which is impossible, then whatever remains, however improbable, must be the truth." Yani, "İmkansız tüm seçenekleri elediğinizde geri kalan, her ne kadar olasılık dışı görünse de gerçektir."

Asilzadeler, tanınmış kişiler, hatta Scotland Yard, suçluların bulunması için Holmes'ün yardımını isterler.

Yanında çoğunlukla, hikayeleri ağızından dinlediğimiz, Dr. Watson isimli bir sidekick'i bulunur. Holmes'ün belki de en çok bilinen sözü Watson'a hitaben "Elementary, my dear Watson!" 'dır. Ne var ki, "Çok basit, sevgili Watson!" anlamına gelen bu sözü aslen hiç bir öyküsünde söylememiştir. Bol bol "Elementary" yada "My dear Watson" demiş olsa da, bunların ikisini aynı cümle içerisinde hiç kullanmamıştır.

Her ne olursa olsun, Sherlock Holmes, 'forensic' bilminin işlendiği ilk kurgu karekterlerden biridir. Günümüzün Gil Grissom'ları, Mac Taylor'ları ve tabii ki Horatio Cane'leri, Holmes'ün birer spin-off'u sayılabilirler.

Elementary, My dear Mezzy
221B Baker Street'deki Holmes Müzesi'nin önünde sevgili kızımla bir resim çektirdik. Müzeye girmedik, ancak okuduklarıma göre, içeride Holmes'ün çalışma odasının bire bir canlandırılmış hali var.

Size ilginç gelebilir, Holmes'ün çalışma odasının bire bir canlandırıldığı başka bir müze, İsviçre'de, Lucens kentinde var. Lucens, bizim oturduğumuz yere beş dakika uzaklıkta. Hatta neredeyse evimizi oradan alacaktık, ancak Jelena son anda fikir değiştirdi.

Herneyse, Lucens'da şimdiye kadar gördüğüm şatoların en güzellerinden biri bulunmakta. Bu şatonun geçmiş zamandaki mukimlerinden biri de Adrian Conan Doyle, Sir Arthur Conan Doyle'un oğlu. Babasından edindiği Holmes’ün zamanına mahsus eşyalarla bu müzeyi kurmuş.

İsviçre'de yine Meiringen kentinde başka bir Sherlock Holmes Müzesi var. Meiringen, Holmes’un baş düşmanı Profesör Moriarty ile son kez hesaplaştığı Reichenbach Şelaleleri'nin bulunduğu kent. Gerçi öyküde her ikisi de ölür ama Doyle, Holmes’ü ilerki maceralarında geri getirir. Reichenbach Şelaleleri de çok güzeldir. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Elementary, sevgili arkadaşlar 😀

Londra gezimiz sürüyor. Bizi izlemeye devam edin…

29 Eylül 2022 Perşembe

Kemoya Mektup

Sevgili Kemocum,

Uzun süredir sana yazamadım. Küskün değilim, sadece bırak dağınık kalsın dediğim için seni ihmal ettim. Bu mektubumdan sonra da bir daha sana yazmayı düşünmüyorum.

Ama senle bir helalleşelim dedim, ondan bir kereye mahsus mesaimi harcıyorum.

Bak sevgili kardeşim, siyasette "hak ettim" diye bir şey olmaz. Siyasette hak edenin değil, kazananın lafı geçer. O yüzden bu söylemi bırakmanı tavsiye ederim. Mansur ve İmam abiler senden daha fazla oy alıyorlar. Bu da demektir ki aday onlardan biri olmalı. Senin bu tabloda işin yok.

Siyasi hayatını Cumhurbaşkanlığı gibi bir "blaze of glory" ile sonlandırmak istiyorsun, biliyorum. Ama sen de, ben de seni gayet iyi tanıyoruz. Bırak bunca zamandır CHP genel başkanlığı yapmayı, CHP’nin Haymana ilçe sekreteri bile olamayacağını gayet iyi biliyoruz. Yıldızlar öyle bir sıralanmıştı ki, buralara kadar gelebildin. Bırak, zorlama. Senin için diyorum, yanlış anlama.

Bir vizyonun, bir liderlik kapasiten yok. Olayları okuyamıyorsun. Bu güne kadar doğru tek bir karar veremedin.

Önce Başkanlık sistemi referandumumda bütün kampanyanı Cumhurbaşkanı'nın partili olması üzerine kurdun. Halbuki halka bu sistemin güçler ayrılığını çöpe attığını, kontrol ve dengelerin eksikliği yüzünden her şeye bir tek adamın karar vereceğini anlatman gerekirdi. Eski sistemde partili Başbakan'ın muadili, sadece makamın ismi Bahçeli istedi diye Cumhurbaşkanı olan iktidarın başının partili olup olmamasının beş kuruşluk farkı yok. Ama sen bunu göremedin.

Mühürsüz oylar Anayasa'ya aykırı biçimde geçerli sayıldı, ağızını açmadın, fare gibi ortadan kaybolup, saklandın.

Gittin, Ekmeleddin'i aday gösterdin. Ülke senin yüzünden beş yıl kaybetti.

Ankara'da ayan beyan Mansur Yavaş'ın başkanlığı elinden alındı, yine fare gibi korkup, kaçtın.

Daha sonra gittin, Anayasa'ya aykırı ama hayır dersek bizi tefe koyarlar diye dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet dedin, insanlar hapislerde çürüyor.

Muharrem İnce’yi aday gösterdin ama partiye destekletmedin. Beş yıl daha kaybettik.

Her yerde İstanbul ve Ankara yerel seçimlerinde doğru aday gösterip, kazandım diye geziyorsun. Etme. Eğer yolundan çekilsin diye İBB adaylığını teklif ettiğin Muharrem İnce bunu kabul etseydi, İmamoğlu isimsiz bir ilçede makbuz imzalıyor olacaktı. Mansur Yavaş'ı da önceki seçimde öksüz bıraktığını unutmadık. Bu seçimi İyi Parti ve HDP sayesinde kazandın. Biz birbirimizi biliyoruz. Bırak bu ayakları…

Kemocum, seni severim. Salaksın, malaksın ama gerçekten iyi dürüst birisin. Ancak birinin Türkiye gibi bir ülkede, böyle bir dönemde Cumhurbaşkanı olması için iyi, dürüst bir adam olması yeterli değil maalesef.

Kazanamazsın demiyorum, böyle kuku bir ortamda kazanma şansın var tabi. Ancak beni korkutan kazanman.

Bir karar verme kabiliyetin yok, kafan karışık, olayların başını, sonunu göremiyorsun. Enflasyona bulduğun çare marketlere acil gıda maddeleri için para almayın demek, işsizliğe bulduğun çare de her muhtara bir yardımcı bulmak.

Kazanırsan bunları mı yapacaksın?

Senin gibi ağzına laikliği alamayan biri devletin kılcal damarlarına sızmış tarikatçılara, hacılara, hocalara ne yapacak? Tarikat yurtlarında yanarak can veren küçücük kızlar, hacıların, hocaların tecavüz ettiği erkek çocuklar, dövülen, ezilen kadınlar, vs. için bir kelime etmeye korkan senin gibi bir fare, bu ülkeyi eski ayarlarına nasıl getirecek?

Atatürk'ün partisinin başında, Mustafa Kemal'in Askerleriyiz sloganını yasaklayan birinden bu memlekete ne hayır gelecek?

Şakşakçıların "Sadece Kemal Bey bu altı partiyi bir arada tutabilirdi" diyorlar. Haklılar. Sedece senin gibi biri onlarca toplantıdan sonra hiç bir önemli konuyu tartışmadan, bomboş, anlamsız demeçlerle vakit geçirip, bunları "bir arada" tutabilir. Kemocum, daha adayınızı bile konuşmamışsınız. Bunca zaman ne yaptınız? Fasulyenin sağlığa faydalarını mı tartıştınız?

Zevzek Meral kitabımda güvendiğim biri olarak geçmez. Ama kadının en azından zihni açık, ne söylediğini biliyor. Kadın haklı. Masada konuşmadığın adaylığını şakşakçılarınla emrivakiyle getiremezsin.

Kemocum, hayalini bile kuramadığın yerlere hasbelkader geldin. Ama tadında bırak.

Siktir git!

Seni seven Bülent

26 Eylül 2022 Pazartesi

Londra IV - Westminster

İngiltere, anayasal bir monarşi ve parlementer bir demokrasi ile yönetiliyor sevgili arkadaşlar. Monarşi falan desek de demokrasinin en ileri düzeylerde işlediği bir ülkedir Birleşik Krallık. Demokrasi, hattızatında Yunanca bir kelimedir ve eski çağlardan beridir bir yönetim şekli olarak şurada, burada kullanılmıştır, ancak bugünkü anlamıyla ilk olarak İngiltere'de, Magna Carta ile uygulanmaya başlamıştır.

İngilizler her nasılsa monarşilerini demokratik örgütleriyle bir arada götürmeyi başarmışlar.

İngiliz devletinin yürütme işlevini başımda Başbakan'ın olduğu hükümet yürütüyor. Yargı işlevi uygar her ülkede olduğu gibi bağımsız mahkemeler tarafından yerine getiriliyor. Yasama ise parlemento tarafından yürütülüyor.

Parlementonun üç organı var. Kral yada Kraliçe - bunlara kısaca Monark diyelim, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası. Yasama konularında resmi olarak Monark tam yetkili, ancak bu yetkisini kullanmıyor, sadece bir danışman pozisyonu alıyor. Lordlar Kamarası'nın ise sadece kanun önerilerini geciktirme yetkisi var. Bu da pratikte bütün yasama gücünü Avam Kamarası'nda kalmasını sağlıyor. Ha, birgün Kral kafasına göre bir kanun yazıp, geçirebilir mi? Anladığım kadarıyla evet, ama pratikte olmuyor işte.

Hükümeti kurma görevi Monark'ın belirlediği bir parlementere veriliyor ancak Kurulan hükümet Avam Kamarası'ndan güvenoyu almak zorunda.

Avam kamarası son sözü söyleyen merci, çünkü parlementonun bu üç organından sadece Avam Kamarası halk tarafından seçiliyor.

Kral yada Kraliçe malumunuz, anadan/babadan kıza/oğlana geçen bir ünvan. Lordlar kamarasını ise İngiliz kilisesinin piskoposları ve Monark'ın atadığı yada aynı grubun seçtiği asilzadeler oluşturuyor. Lordlar Kamarası hükümete bakan verebiliyor ancak bunlar yukarda belirttiğimiz üzere hükümet Avam Kamarası'nın güvenoyuna tabi. Lordlar Kamarası kanun teklifl de verebiliyor, ancak bu teklifler de da Avam Kamarası'nın kabulüne bağlı.

TV'de haberlerde gördüğünüz cart yeşil koltukları olan salon Avam Kamarası. Lordlar Kamarası'nın koltukları kırmızı renkli.

İşte böyle.

Bunların işleri o kadar karışık ki, içine biraz daha girersek, bir daha çıkamayız.

İngiltere, Ingiltere deyip duruyoruz da, bu bağımsız ülkenin ismi aslında Birleşik Krallık. Birleşik Krallık içinde dört farklı ulus yada halk var, İngilizler, Galler, İskoçlar ve İrlandalılar. Birleşik Krallık'ta yaşayan İrlandalılar'ın ülkesinin adı Kuzey İrlanda, bunu Birleşik Krallık'tan tamamen bağımsız İrlanda (Cumhuriyeti) ile karıştırmayalım. İrlanda'nın başkenti Dublin, ve Birleşik Krallığın aksine bir EU üyesi. Kuzey İrlanda'nın başkenti ise Belfast ve bütün bu İngiltere'yi kırıp döken ayrılıkçı terör işleri bu ülkede vuku buluyor.

İki cümle ile özetlersek, İrlandalılar koyu Katoliklerdir. Katolikler koyu dindar, bolca da yobazdırlar. Protestanlar ise daha aydın, ilerici, açık görüşlüdürler. Çoğunluğu Protestan olan İngilizler bunlar gitsin de nereye giderlerse gitsin deyip, önce bir batımda Katoliklerin çoğunluğunun bulunduğu İrlanda'yı ayırarak bağımsız yapmışlar. Kuzey İrlanda'da kalanlar ise İngiltere'ye bağlılığı destekleyen Protestanlar ile bağımsızlığı ve sonunda elbette ki İrlanda'ya katılmayı isteyen Katolikler. Hır buradan çıkıyor işte.

Bu Brexit işinden sonra bu kez İskoçya bağımsızlık ilan edip, EU'ya katılmak istiyor. Referandum falan yapacağız diyorlar da, İskoç bir arkadaşla biraz alkol yoğunken yaptığımız geyikten anladığım doğruysa, bir Birleşik Krallık vatandaşının İskoç mu, Ingiliz mi, vesaire olduğu resmi olarak kayıtlı değil. Kimin İskoç ulduğunu bilmeden nasıl sağlıklı bir referandum yapacaklar, anlamış değilim. İskoç olup da Ingiltere’de, İngiliz olup da İskoçya'da yaşayan bir sürü tanıdığım var.

Parlementolara dönersek, Birleşik Krallığın birer parçası olan İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın yetkileri sınırlı ve bir ülkeden diğerine farklılık gösteren yerel parlementoları var ama Krallığın en büyük parçası olan İngilizlerin yerel parlementoları yok. Önceki üç ülkede sözünü ettiğim yerel parlementoların yetkilerini İngiltere için Birleşik Krallık Parlementosu kullanıyor.

Dedim ya çok karışık.

İşi daha da karıştırmak babında, Birleşik Krallığın üstüne bir de Commonwealth dedikleri - galiba bizimkiler İngiliz Devletler Topluluğu diyorlar, içlerinde Kanada, Avustralya hatta Hindistan'ın, Pakistan'ın falan da bulunduğu bir üst topluluk var ama pratikte bunların birbirleri üzerinde bir hükümranlık yetkileri yok.

Westminster Palace
Birleşik Krallığın hemen dibinde üç beş küçük ada devleti bulunur - mesela Man Adası, Kemocum çok sever bunu. Sanılanın aksine bunlar Birleşik Krallığın birer parçası değillerdir. Sadece korumalarını Birleşik Krallık üstlenmiştir.

Terminolojiyi toparlamak adına bir konuya daha değinip, gereğinden fazla uzattığım bu sosyo-politik geyiği sonlandıralım.

Çoğu kimse Great Britain yada Büyük Britanya'yı, ülkenin resmi adı olan United Kingdom Of Great Britain and Northern Ireland'ın içinde geçtiği için devletin kısa ismi zanneder. Halbuki Büyük Britanya, üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçyanın bulunduğu adanın ismidir. Zaten bu nedenle devletin resmi adında ayrı bir adada bulunan Northern Ireland ayrıca belirtilmiştir.

Size bütün bunları niye yazıyorum diye sorarsanız, cevabı Londra gezimizdeki bir sonraki durağımızla ilgili.

Westminster Palace.

Westminster Palace, artık uzun uzun Birleşik Krallık diye yazmıyorum, dünyanın geri kalanının da söylediği gibi İngiliz Parlementosunun toplandığı saray. Yani meclis.

Thames nehri kıyısında güzelim Gotik tarzda yapılmış bir bina kompleksi. Üç tane kulesi var. Bu kulelerin en bilineni ise üzerinde bir saatin de bulunduğu Big Ben.

Westminster Köprüsünde yürüyerek saraya doğru yola koyulduk. Bu bölgede semtin kendisi de dahil, her şeyin adı Westminster.

Binlerce turistin arasında itile, kakıla sarayı tavaf eyledik. College Garden dedikleri bir bahçeyi görmek istiyordum. TV'de gördüğünüz röportajların çoğunluğu bu bahçede yapılır. Ancak kalabalıktan bırakın gezmeyi, yaklaşamadık bile.

🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur
🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur, çünkü sevgili kızım açısından Big Ben demek Peter Pan demektir. Bol bol fotoğrafını çektik sevgili kızımın bu güzelim saray ve kule ile. Hepimiz için görülmesi gerekli yerler listesinde bir kalem daha tamamlanmıştı.

Tinker Bell üzerimize peri tozu serpmediğinden, uçmak yerine yürüyerek yola koyulduk.

Sarayın hemen yanında, en az saray kadar ünlü Westminster Abbey bulunmakta.

Abbey nedir derseniz, basit anlamda hem ibadet yapılan, hem de rahip ve rahibelerin yaşam alanı olan bir bina yada binalar kompleksi diyebiliriz. Abbey'lerin başındaki din adamına da Abbot derler.

Özellikle Polonya günlerimde biraz biraz bu dini yapıların isimlerini ve fonksiyonlarını öğrenmiştim. Monastery, Convent, Refuge, Abbey, Church (Kilise), Chapel (Şapel, Mabet), Cathedral (Katedral), Basilica, Oratory, vs. Üzerine Sırbistan'da da biraz Ortadoks terminolojisi ekleyince kafam iyice karıştı.

Bu binaların arasındaki ayrımı anlayabilmek için çoğunlukla, özellikle de Katolik kilisesinin din adamlarına verdiği ünvanları bilmek gerekiyor sevgili arkadaşlar. Mesela bir Kilisenin Katedral sayılması için başında blr Piskopos (Bishop) olması gerekiyor. Yine bir piskopos Papa'ya danışmanlık yapıyorsa adı Kardinal oluyor. Ancak Piskopos olmayan Kardinaller de var. Dar anlamıyla bir kilisenin başındaki din adamının ünvanı Papaz (Priest, Minister), bir chappel'ınki ise Chaplin. Rahip (Monk) sözcüğü aslen kendisini tamamen, sadece Hristiyanlığa değil, herhangi bir dine adamış din adamı anlamına gelir. Hristiyan bir Rahip'e ise doğru biçimde Papaz demek gerekir.

Yüzlerce yılın getirdiği karmaşıklıklar bunlar.

Westminster Abbey
Westminster Abbey'e geri dönelim.

Westminster Abbey, İngiliz Kraliçe ve Kralların taç giydikleri mekandır. Bu Monarklar'ın çoğu da öldüklerinde buraya gömülüyor. Bir de kraliyet nikahları bu kilisede kıyılıyor.

Örneğin Prenses Liz - sonrası zamanımızın kraliçesi ve Prens Phil burada evlenmişler. İlginçtir, Lady Di ve Prens Chuck burada evlenmemişler ama Lady Di'nin cenaze töreni burada yapılmış. Prens Billy ve Lady Cathy de burada evlenmişler, keza Prens Andy ve Lady Sally. En son da Kraliçe Liz'in cenazesi buradan kalkmış. En tazesi Kral Chuck III, 1066 yılından bu yana bütün Kraliçe ve Krallar burada taç giymişler.

Westminster'da Westminster Bridge, Westminster Palace ve Westminster Abbey'den sonraki durağımız Westminster Arms oldu.

Westminster Arms

Westminster Arms bir pub, yani bar. Westminster Palace'a yakınlığı yüzünden parlementerlerin çok sevdiği bir mekan. İçinde de Division Bell dedikleri bir çan var. Bu çan, pub'da içen parlementerler için oy verme zamanının geldiğini duyurmak amacıyla çalınıyor. Kalabalıktan içeri giremedik ama bir sonraki Londra ziyaretimizde kesin bir "pint" atacağım.

Kısa bir yürüyüşten sonra Whitehall'a ulaştık. Burası İngiliz hükümetinin çalışma ofislerinin bulunduğu bir bölge.

Whitehall'ın en bilinen noktası ise 10 Downing Street adresindeki başbakanlık. Boris abinin başının sıkışık olduğu zamanlar, rahatsız etmeyeyim dedim, yoksa çalardım kapısını.

Whitehall'da Ministty Of Defence yani Savunma Bakanlığı, bizdeki Genelkurmay Başkanlığı muadili War Office gibi resmi binalar var. Scotland Yard da hayatına burada başlamış.

Scotland Yard bildiğiniz üzere Metropolitan Police Service isimli, Londra polis teşkilatının, halk tarafından kullanılan gayri resmi adı. Bu lakabı ise önceleri Whitehall'da bulunan merkez binasının girişinin Great Scotland Yard isimli bir caddeye bakması nedeniyle almış.

Westminster işte böyle.

Emin adımlarla Londra'da ilerliyoruz.

Bizi izlemeye devam edin…

23 Eylül 2022 Cuma

Ressama Versen

Off bir ressama tarif etsem, hayalimdeki eti bu kadar güzel çizemezdi. Etrafı kıtır, kıtırın içi açık kahverengi, ortası kırmızı-pembe. Üzeri taze değirmenlenmiş ve ateşte hafifçe yanmış karabiber, yanında Paris mantarı ve gratin. 2019’dan bir Cru Bourgeois ile tatlandırıyoruz.

Mevsimin son bbq’sü. Yarın olacaktı, hava muhalefeti nedeniyle bu akşama aldık.

Hafta sonunuz güzel olsun 🥩🍷😋😍❤️



Londra III - Southwark

Sir Francis Drake Hiç de iyi huylu, geçimli biri sayılmazdı sevgili arkadaşlar.

1500'lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir İngiliz denizciydi. İngilizler onu Kraliçe I. Elizabeth'in arzusu ve mali desteği ile gerçekleştirdiği dünya etrafındaki yolculuğundan dolayı öne çıkarırlar ancak Drake aynı zamanda bir köle tüccarıydı ve kadın çocuk demeden İspanyolları, İrlandalıları ve Güney Amerikalı yerlileri acımasızca katletmişti. Papazlar dahil kendi komutanlarını da öldürmüşlüğü vardır. Kraliçe ise Bu 'başarılarından' ötürü onu Şövalye ünvanı ile onurlandırmıştır.

Drake'nin kendisi kadar ünlü Golden Hind isimli bir de gemisi vardı. Drake'in dünyayı dolaşmasının ardından bu gemi Londra'nın hemen dibindeki Deptford'da demirlemiş, bir müze gibi halkın ziyaretine açılmış (Deptford'a başka bir vesile ile ilerde yine geleceğiz). Gemi bu limanda yüz yıla yakın demirli kalmış, sonrasında da çürüyerek yavaş yavaş dağılmış. Deptford'da limancılardan biri, geminin yapıldığı kütüklerden en işe yararını alıp, ondan bir sandalye yapmış. Bu sandalye bugün Oxford Üniversitesi'nde saklanmakta.

Golden Hind

Golden Hind'den kala kala bir sandalye kalmış olsa da İngilizler bu efsanevi geminin denizde yüzebilir bir replikasını yapıp, Thames nehrinin kıyısına koymuşlar.

London Bridge köprüsünü geride bırakıp, Southwark içerisinde ilerlerken biz de Golden Hinde isimli bu replikayı gördük. İmla hatası yapmadım. İngilizler her nedense Golden Hind'in bu kopyasına, orijinal isminin sonuna bir 'e' ekleyip, Golden Hinde demişler. Vardır bir bildikleri mutlaka…

Southwark bölgesi pub'ları, restoranları ve yaya yolları ile çok cazibeli bir yer sevgili arkadaşlar. Londra'da biraz vakit geçirdiyseniz, bilerek yada bilmeyerek mutlaka Southwark'ı görmüşsünüzdür.

Londra'nın bu güzel semtinde uzunca bir süre yaşamış çok ünlü bir şahsiyet bulunur sevgili arkadaşlar, William Shakespeare.

Shakespeare için İngiliz edebiyatının en büyük yazarı demek herhalde çok yanlış olmayacaktır. O da, Drake gibi Elizabeth Döneminde yaşamış. Zamanın ozanlarının çoğunluğu gibi şiir, sonat, ancak en önemlisi tiyatro oyunları yazmış.

Bu tiyatro oyunlarının en önemlileri ise Southwark'daki Globe Theatre (yada The Globe) isimli tiyatroda sahnelenmiş. Bu tiyatro binası, Shakespeare yazmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra yanıp, kül olmuş. Ardından hemen bir yenisini yapmışlar, o da Protestan'ların Katolik'lere hırsından dolayı zamanın diğer tiyatroları gibi önce kapatılmış, sonra da yıkılmış.

Shakespeare’s Globe

Bu iki binadan kalan döküman ve tasvirler çerçevesinde, eski tiyatronun bulunduğu yerin iki yüz elli metre uzağına, üçüncü bir Globe tiyatro binası yapmışlar, ismini de, Shakespeare'i de dahil ederek, Shakespeare’s Globe koymuşlar. Thames nehri kıyısında bütün cazibesiyle durmakta.

Bugün bu tiyatroda bir Shakespeare oyunu izlemek ister miyim, bilmiyorum sevgili arkadaşlar. Shakespeare’i orijinal İngilizcesiyle okudum. Anlaşılması pek öyle kolay değil.

İngilizce ile biraz aranız varsa bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Ünlü Hamlet oyununda, Horatio, Marcellus'a aşağıdaki gibi dertlenir:

What art thou that usurp’st this time of night,
Together with that fair and warlike form
In which the majesty of buried Denmark
Did sometimes march?
By heaven, I charge thee, speak.

Master Yoda gibi geliyor insanın kulağına, değil mi? Şaka bir kenara, insan bir süre sonra thee'lere, thou'lara alışıyor da, bugünkü İngilizce'de kullanılmayan bazı arkaik sözcükler zaman zaman kanırtıyor insanı…

Halbuki aynı oyunun unutulmaz repliğinin geçtiği sahne gayet rahat anlaşılabilir durumdadır:

To be, or not to be, that is the question:
Whether ‘tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take Arms against a Sea of troubles,
And by opposing end them: to die, to sleep

Hadi çok başınızı ağrıtmayayım, yeter dediğinizi duyar gibiyim. Thy will be done! Konumuza dönelim.

Shakespeare’den bir tiyatro oyununu izlemek dilin eskiliği bakımından güç olsa da, bu tiyatronun içini dünya gözüyle bir görmek isterim tabii.

Shakespeare’s Globe gezimize başka önemli bir katkıda bulundu. Dibindeki Starbucks'da ağız tadıyla birer kahve içtik. Kahve İngiltere'de çok güzel bu arada.

Kahveden sonra yola koyulduk. Yürürken de Waterloo'dan geçtik.

İlkokulun sonu yada ortaokulun ilk yıllarıydı, o zamanın popüler çocuk kitaplarından birinde okumuştum. Romanın kahramanı Fransız gizli servisinden genç bir teğmen, İngiltere’de, olasılıkla MI6'den bir meslektaşına "Ya, siz İngilizler niye Londra'daki meydanlara Fransızlar'ın kaybettiği savaşların ismini veriyorsunuz?" diye dert yanıyordu.

Waterloo

Waterloo, bu meydanlardan biri. Bildiğiniz üzere Waterloo savaşında ünlü Napolyon, bir İngiliz, bir de Alman (daha doğrusu Prusyan), iki ordu tarafından mağlup edilmişti. Avrupa tarihinde önemli sonuçları olan bir savaştır bu, ama başınızı çok ağrıtmayayım. Detaylar için Abba'nın aynı isimli şarkısına başvurabilirsiniz 😜

Londra'nın başka bir güzelliği, önemli ziyaret noktalarının çoğunun bir bölgede toplanmış olması. Belki bir kere metroya binerek, bir gün içerisinde sadece yürümek suretiyle Londra'nın neredeyse tüm alamet-i farika mekanlarını görebilirsiniz. Ahmet Haşim gibi yazdım anasını satayım, yarısı Arapça, yarısı Türkçe. Ama siz anladınız herhalde…

İşte böyle, böyle, Waterloo'dan kısa bir yürüyüşle London Eye dedikleri, devasa dönme dolap'a ulaştık.

Ben şahsen bu şehrin ruhundan kopuk, şehrin uyumuna ters icatlara çok sıcak bakmıyorum sevgili arkadaşlar. Tamam, tepeye çıkınca manzara güzel de, dünyanın en eski, en cazibeli şehirlerinden birini Gençlik Parkı'na çevirmenin mantığını kafam almıyor.

Paris'e gidenleriniz bilir. Avrupa'nın en tarihi, en bozulmamış kentlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı'nda Fransızlar, Paris'e bir şey olmasın diye teslim olmuşlardı. Bütün Avrupa dümdüz olmuşken, Paris gerçekten de pırıl pırıl, tip-top kaldı.

London Eye

Sonra o soktum akıllılar gitti ve Paris'e La Défense isimli o wannabe Manhattan mahalleyi yaptılar. Ark'dan, Eyfel'den kabak gibi görünüyor. O güzelim tarihi şehrin bir yerinde alakasız, uyumsuz, sözde ultra-modern salakça yapılar. Etmeyin!…

Yine Paris'te, ünlü Louvre müzesinin bahçesine diktikleri o salakça piramit! O müzenin geleneksel, canım tarihi binalarının ortasından pipi gibi fırlamış, salakça camdan bir yapı. Yapanın da, onaylayanın da kıçına girsin…

Berlin'de Reichtag'ın tepesine geçirdikleri sözde modern cam kubbe, Kolezyum'u yıkıp, Roma'ya diktikleri kilise, Budapeşte'de, o güzelim nehir kıyısına diktikleri sözde modern Hilton oteli, tamamen ters perspektiften, Manhattan'ın ortasına yaptıkları Ortaçağ katedrali, hep şehrin karekteriyle uyumsuz, anlamsız çabalar. Bir de İstanbul diye başlayayım, boşlukları siz doldurursunuz artık…

London Eye böyle. Londra'nın kuşkusuz bir simgesi ama bana sorarsanız bir ucube.

But it's nobody's business but the Brits'!

Londra'da yavaş ama emin adımlarla ilerliyoruz sevgili arkadaşlar. Stay tuned!

20 Eylül 2022 Salı

İsviçre Ve Enerji Krizi

Sevgili arkadaşlar, sağda solda İsviçre, evleri 19 dereceden fazla ısıtmayı "yasakladı", duşa iki kişi beraber girmeyi "zorunlu kıldı", enerji bitti falan gibi zırvalar duyuyorum.

Olayı açıklayayım.

İsviçre yönetimi an itibarıyla herhangi bir enerji yoksunluğu olmadığının altını çizdi.

Ancak olası bir enerji eksikliği için sadece tavsiye olarak evleri çok fazla ısıtmama benzeri bir bildirimde bulundu.

İsviçre halkını biraz tanıyorsam, tavsiye bile olsa bu istenilenlere fazlasıyla uyacaklardır. Ancak konuyu Türkiye'deki aklıevvellerin çizmeye çalıştığı felaket senaryolarına getirirsek, saçmalamayı bırakmalarını öneririm.

Ülkede hatrı sayılır miktarda evler çoktan güneş enerjisi panellerini kurdu zaten. Ekim itibarıyla biz örneğin başta Rusya kaynaklı karbon bazlı enerjiden yüzde seksene kadar bağımsız olacağız.

O yüzden bu herbokubilen felaket tellallerine çok itibar etmeyin.

Almanya başta, Avrupa'nın parası var. Bir kışı biraz zor geçirir, sonraki yıla laylaylom girerler.

Bilginiz olsun…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...