23 Eylül 2022 Cuma

Londra III - Southwark

Sir Francis Drake Hiç de iyi huylu, geçimli biri sayılmazdı sevgili arkadaşlar.

1500'lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir İngiliz denizciydi. İngilizler onu Kraliçe I. Elizabeth'in arzusu ve mali desteği ile gerçekleştirdiği dünya etrafındaki yolculuğundan dolayı öne çıkarırlar ancak Drake aynı zamanda bir köle tüccarıydı ve kadın çocuk demeden İspanyolları, İrlandalıları ve Güney Amerikalı yerlileri acımasızca katletmişti. Papazlar dahil kendi komutanlarını da öldürmüşlüğü vardır. Kraliçe ise Bu 'başarılarından' ötürü onu Şövalye ünvanı ile onurlandırmıştır.

Drake'nin kendisi kadar ünlü Golden Hind isimli bir de gemisi vardı. Drake'in dünyayı dolaşmasının ardından bu gemi Londra'nın hemen dibindeki Deptford'da demirlemiş, bir müze gibi halkın ziyaretine açılmış (Deptford'a başka bir vesile ile ilerde yine geleceğiz). Gemi bu limanda yüz yıla yakın demirli kalmış, sonrasında da çürüyerek yavaş yavaş dağılmış. Deptford'da limancılardan biri, geminin yapıldığı kütüklerden en işe yararını alıp, ondan bir sandalye yapmış. Bu sandalye bugün Oxford Üniversitesi'nde saklanmakta.

Golden Hind

Golden Hind'den kala kala bir sandalye kalmış olsa da İngilizler bu efsanevi geminin denizde yüzebilir bir replikasını yapıp, Thames nehrinin kıyısına koymuşlar.

London Bridge köprüsünü geride bırakıp, Southwark içerisinde ilerlerken biz de Golden Hinde isimli bu replikayı gördük. İmla hatası yapmadım. İngilizler her nedense Golden Hind'in bu kopyasına, orijinal isminin sonuna bir 'e' ekleyip, Golden Hinde demişler. Vardır bir bildikleri mutlaka…

Southwark bölgesi pub'ları, restoranları ve yaya yolları ile çok cazibeli bir yer sevgili arkadaşlar. Londra'da biraz vakit geçirdiyseniz, bilerek yada bilmeyerek mutlaka Southwark'ı görmüşsünüzdür.

Londra'nın bu güzel semtinde uzunca bir süre yaşamış çok ünlü bir şahsiyet bulunur sevgili arkadaşlar, William Shakespeare.

Shakespeare için İngiliz edebiyatının en büyük yazarı demek herhalde çok yanlış olmayacaktır. O da, Drake gibi Elizabeth Döneminde yaşamış. Zamanın ozanlarının çoğunluğu gibi şiir, sonat, ancak en önemlisi tiyatro oyunları yazmış.

Bu tiyatro oyunlarının en önemlileri ise Southwark'daki Globe Theatre (yada The Globe) isimli tiyatroda sahnelenmiş. Bu tiyatro binası, Shakespeare yazmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra yanıp, kül olmuş. Ardından hemen bir yenisini yapmışlar, o da Protestan'ların Katolik'lere hırsından dolayı zamanın diğer tiyatroları gibi önce kapatılmış, sonra da yıkılmış.

Shakespeare’s Globe

Bu iki binadan kalan döküman ve tasvirler çerçevesinde, eski tiyatronun bulunduğu yerin iki yüz elli metre uzağına, üçüncü bir Globe tiyatro binası yapmışlar, ismini de, Shakespeare'i de dahil ederek, Shakespeare’s Globe koymuşlar. Thames nehri kıyısında bütün cazibesiyle durmakta.

Bugün bu tiyatroda bir Shakespeare oyunu izlemek ister miyim, bilmiyorum sevgili arkadaşlar. Shakespeare’i orijinal İngilizcesiyle okudum. Anlaşılması pek öyle kolay değil.

İngilizce ile biraz aranız varsa bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Ünlü Hamlet oyununda, Horatio, Marcellus'a aşağıdaki gibi dertlenir:

What art thou that usurp’st this time of night,
Together with that fair and warlike form
In which the majesty of buried Denmark
Did sometimes march?
By heaven, I charge thee, speak.

Master Yoda gibi geliyor insanın kulağına, değil mi? Şaka bir kenara, insan bir süre sonra thee'lere, thou'lara alışıyor da, bugünkü İngilizce'de kullanılmayan bazı arkaik sözcükler zaman zaman kanırtıyor insanı…

Halbuki aynı oyunun unutulmaz repliğinin geçtiği sahne gayet rahat anlaşılabilir durumdadır:

To be, or not to be, that is the question:
Whether ‘tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take Arms against a Sea of troubles,
And by opposing end them: to die, to sleep

Hadi çok başınızı ağrıtmayayım, yeter dediğinizi duyar gibiyim. Thy will be done! Konumuza dönelim.

Shakespeare’den bir tiyatro oyununu izlemek dilin eskiliği bakımından güç olsa da, bu tiyatronun içini dünya gözüyle bir görmek isterim tabii.

Shakespeare’s Globe gezimize başka önemli bir katkıda bulundu. Dibindeki Starbucks'da ağız tadıyla birer kahve içtik. Kahve İngiltere'de çok güzel bu arada.

Kahveden sonra yola koyulduk. Yürürken de Waterloo'dan geçtik.

İlkokulun sonu yada ortaokulun ilk yıllarıydı, o zamanın popüler çocuk kitaplarından birinde okumuştum. Romanın kahramanı Fransız gizli servisinden genç bir teğmen, İngiltere’de, olasılıkla MI6'den bir meslektaşına "Ya, siz İngilizler niye Londra'daki meydanlara Fransızlar'ın kaybettiği savaşların ismini veriyorsunuz?" diye dert yanıyordu.

Waterloo

Waterloo, bu meydanlardan biri. Bildiğiniz üzere Waterloo savaşında ünlü Napolyon, bir İngiliz, bir de Alman (daha doğrusu Prusyan), iki ordu tarafından mağlup edilmişti. Avrupa tarihinde önemli sonuçları olan bir savaştır bu, ama başınızı çok ağrıtmayayım. Detaylar için Abba'nın aynı isimli şarkısına başvurabilirsiniz 😜

Londra'nın başka bir güzelliği, önemli ziyaret noktalarının çoğunun bir bölgede toplanmış olması. Belki bir kere metroya binerek, bir gün içerisinde sadece yürümek suretiyle Londra'nın neredeyse tüm alamet-i farika mekanlarını görebilirsiniz. Ahmet Haşim gibi yazdım anasını satayım, yarısı Arapça, yarısı Türkçe. Ama siz anladınız herhalde…

İşte böyle, böyle, Waterloo'dan kısa bir yürüyüşle London Eye dedikleri, devasa dönme dolap'a ulaştık.

Ben şahsen bu şehrin ruhundan kopuk, şehrin uyumuna ters icatlara çok sıcak bakmıyorum sevgili arkadaşlar. Tamam, tepeye çıkınca manzara güzel de, dünyanın en eski, en cazibeli şehirlerinden birini Gençlik Parkı'na çevirmenin mantığını kafam almıyor.

Paris'e gidenleriniz bilir. Avrupa'nın en tarihi, en bozulmamış kentlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı'nda Fransızlar, Paris'e bir şey olmasın diye teslim olmuşlardı. Bütün Avrupa dümdüz olmuşken, Paris gerçekten de pırıl pırıl, tip-top kaldı.

London Eye

Sonra o soktum akıllılar gitti ve Paris'e La Défense isimli o wannabe Manhattan mahalleyi yaptılar. Ark'dan, Eyfel'den kabak gibi görünüyor. O güzelim tarihi şehrin bir yerinde alakasız, uyumsuz, sözde ultra-modern salakça yapılar. Etmeyin!…

Yine Paris'te, ünlü Louvre müzesinin bahçesine diktikleri o salakça piramit! O müzenin geleneksel, canım tarihi binalarının ortasından pipi gibi fırlamış, salakça camdan bir yapı. Yapanın da, onaylayanın da kıçına girsin…

Berlin'de Reichtag'ın tepesine geçirdikleri sözde modern cam kubbe, Kolezyum'u yıkıp, Roma'ya diktikleri kilise, Budapeşte'de, o güzelim nehir kıyısına diktikleri sözde modern Hilton oteli, tamamen ters perspektiften, Manhattan'ın ortasına yaptıkları Ortaçağ katedrali, hep şehrin karekteriyle uyumsuz, anlamsız çabalar. Bir de İstanbul diye başlayayım, boşlukları siz doldurursunuz artık…

London Eye böyle. Londra'nın kuşkusuz bir simgesi ama bana sorarsanız bir ucube.

But it's nobody's business but the Brits'!

Londra'da yavaş ama emin adımlarla ilerliyoruz sevgili arkadaşlar. Stay tuned!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...