13 Aralık 2018 Perşembe

Prelude

“When you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth - Olanaksızı ayırdıktan sonra geriye kalan, her ne kadar düşük olasılıklı görünse de, gerçek olmalıdır"

Bu sözler Sherlock Holmes'e aittir. Holmes, Londra'da, 221B Baker Street'de ikamet eden hayali bir roman kahramanıdır. Buradan başlayan öykülerinde, yaveri Dr. Watson ile birlikte kriminal olayları başarıyla çözer, suçluları bulur.

Biz romanlarda, Holmes'un öykülerini Dr. Watson'un ağızından dinlesek de, bunların asıl yazarı Sir Arthur Conan Doyle'dı.

—-

Japonlar Pearl Harbor limanına demirli Amerikan donanmasına savaş ilan etmeden saldırmış, Amerikalılar da bu saldırıdan sonra o güne kadar dışında durmayı tercih ettiği İkinci Dünya Savaşına fiilen katılmışlardı.

Ancak Amerikan ordusu ve halkının Pearl Harbor'da verdikleri kayıplar sonrası moralleri bozulmuştu. Başkan Roosevelt hem moralleri düzeltmek, hem de Japonlara bir mesaj göndermek için o güne kadar benzeri görülmemiş bir askeri harekat emrini verdi.

Japon adaları o günkü bombardıman uçaklarının menzili dışında kaldığı için Japonlar kendilerini güvencede hissediyorlardı. Amerikalılar bir uçak gemisine, normalde sadece karadadaki üslerden kullanılabilen orta menzilli bombardıman uçaklarını doldurdu. Uçak gemileri Japon adalarına yaklaştılar ve bu uçaklar kalkıp, Japonya'nın başkenti Tokyo'yu bombaladılar.

Menzilleri, bu çakların geri gemilere dönmelerine yetmiyordu. Zaten dönseler de uçak gemilerine inebilecek donanımları yoktu. Hareket planları çerçevesinde Çin'e yöneldiler ve zorunlu iniş yaptılar.

Bu dahiyane planın sahibi Yarbay James Harold Doolittle'dı.

—-

Edward Kennedy Ellington cazı bir sanat haline dönüştüren kişi olarak bilinir.

Gerçek bir müzik efsanesidir, yedi yaşında piyano çalmaya başlamış, elli yıl boyunca müzik yapmıştır.

Bir keresinde caz müziği için şunları söylemiştir.:

"Caz müziği, hemen her zaman, kızınızın birlikte olmasını istemediğiniz bir adama benzer."

Cenazesine on iki bin kişi katılmıştı. Son sözleri "Müzik benim yaşam tarzım, yaşam nedenim ve insanların beni nasıl hatırlayacaklarıdır." olmuştu.

Bu efsanenin sahne adı Duke Ellington'dı.

—-

Göreceli olarak kısa sayılabilecek Amerikan tarihinin en çok bilinen olaylarından biri, bir gurup Amerikalı göçmenin, Teksas'da bulunan Alamo kalesini Meksika ordusuna karşı savunmasıdır. General Santa Anna komutasındaki Meksika ordusu bu savunmayı kırmış, sonunda kaleyi ele geçirerek sağ kalan Amerikalıları kılıçtan geçirmiştir.

Bu savaşın en ikonik figürü ise, Meksikalılar kaleye girdiklerinde, kurşunu bitmesine rağmen tüfeğinin namlusundan tutup, kabzasını bir topuz gibi sallayarak mücadeleye devam eden, ancak daha sonra öldürülen David “Davy” Crockett'ti.

—-

İşleri o güne kadar çok iyi gitmemiş olsa da, Amerika-Meksika savaşı esnasında Teksas Ranger'ları 1000 adet tabanca siparişi verdiler. Bu tabancaların yapımcısı değiştirilebilir parçaları etkin bir biçimde kullanarak bir imalat hattı kurdu ve burada üreteceği silahların patentini aldı.

Amerikan iç savaşı esnasında hem güneyliler, hem de kuzeyliler müşterisiydiler.

Gerçek bir iş adamıydı, ürettiği silahların bir bölümünü hediye olarak dağıtıyor, ünlülerin bu silahlarla görünerek etkili bir biçimde reklamını yapıyordu.

Her kovboya lazım, Western’lerin vaz geçilmez aksesuarı başta .45 kalibrelik Colt tabancalarının imalatçısı Samuel Colt'du.

—-

Endüstri devriminin kalbi üretim hattı olmuştu. Üretim hattı, değişebilir parçalar ve üretim sürecini hatta çalışan bir kişinin mekanik olarak tamamlayabileceği parçalara bölerek karmaşık ürünler hızlı bir biçimde üretilebiliyordu.

Samuel Colt'un ateşli silahlarda yaptığının benzeri şekilde bir arabayı montaj hattında üretip, orta sınıfın satın alabileceği kadar düşük bir fiyatta satmayı başarmıştı.

Henry Ford, Ford Motor Company’i kurdu ve tarihe otomobilcilerin kralı olarak geçti.

—-

Manhattan’ın en güzel gökdeleni ne Empire States, ne de eski ikiz kulelerdir. Bana sorarsanız bu ünvan tartışmasız Chrysler binasına aittir.

Bu binanın ilk sahibi hem bir demiryolu mühendisi, hem de tren makinistiydi.

İlk arabasını otuz beş yaşında almıştı. Arabasına ilgisi o kadar büyüktü ki, daha bir kez bile kullanmadan, nasıl çalıştığını anlamak için her parçasını söküp, yeniden bir araya getirmişti.

İki yıl sonra Buick'de çalışmaya başlamış, 1917 yılında da Buick'in genel müdürü ve CEO'su olmuştu.

Henry Ford'un izinden gidip, kendi otomobil fabrikasını kurdu.

Kahramanımızı her halde tanıdınız. Chrysler imparatorluğunun kurucusu Walter Chrysler.

—-

Amerikan otomobil üreticilerin üç büyükleri diye adlandırılanlardan ikisi, Ford ve Chrysler'dan söz ettik. Sıradaki Amerikalı girişimci, bunların üçüncüsü olan General Motors'un daha General Motors olmadan ilk seri üretim otomobilini imal eden kişi.

İlk buharlı arabasını 1894'te, ilk benzinli arabasını da 1894'te imal etmişti. Bir tane de elektrikli araba yapıp satmıştı.

Olds Motor Vehicle Company İsimli bir şirket kurdu. Bu şirket daha sonra bir demirci tarafımdan satın alındı bile ancak o genel müdür olarak eski şirketinde çalışmaya devam etti.

Henry Ford, bir otomobili üretim hattında seri üretim teknikleri kullanarak en başarılı şekilde üreten kişi olsa da, bunu ilk olarak başaran kişi Oldsmobile markasının adına çıkarıldığı Ransom Eli Olds olmuştu.

1904 yılında çalıştığı şirketten ayrılıp, isminin baş harflerinden oluşan REO Motor Company'i kurdu. Bu marka da dünyaca üne kavuştu. Müzik gurubu REO Speedwagon'ın ismi REO'nun ürettiği Speed Wagon isimli kamyonetten gelir.

Oldsmobile daha sonra General Motors'a katıldı ve 96 yıl üretildikten sonra 2000'li yılların başında üretimi durduruldu.

—-

Annesi Polonya, Babası Hollandalı Yahudilerdi. 1800’lü yılların sonlarında Varşova’dan Paris'e taşınmışlardı.

Eyfel Kulesi’nin yapımına tanık olmuş, bu olaydan sonra da mühendis olmaya karar vermişti. Manav olan dedesinin soyadı Limoenman’i yine limoncu anlamına gelen Citroën’e çevirdi.

Bu ünlü kişi, tahmin edeceğiniz üzere Citroën marka arabaların tasarımcısı ve yapımcısı André-Gustave Citroën’di.

—-

Sahneye ilk kez dört yaşında çıkmıştı. Daha çocukken evden kaçar, kulüplerde Louis Armstrong, Earl Hines ve Jimmie Noone gibi ünlüleri dinlerdi.

Hem filmlerde, hem televizyon şovlarında, hem de Broadway müzikallerinde oynadı. Tarihte bir televizyon şovunu sunan ilk siyahi sunucu olarak geçti, ancak dünya onu unutulmaz piyanosu ve sesiyle tanıdı.

Siyah bir sanatçı olmasının sıkıntısını yaşadı. Çok sık ırkçılığa maruz kaldı. Televizyona çıktığımda çok siyah görünmesin diye beyaz pudrayla teninin rengini açarlarmış. Birmingham'da sahnedeyken bir saldırıya uğramış, sonrasında da bir daha siyah düşmanlığının çok yüksek olduğu ABD'nin güneyine gitmeyeceğini söylemişti. Gerçekten de bir daha güneye gitmedi.

Alabama’lı bu sanatçı Nathaniel Adams Cole, ya da bilinen ismiyle Nat King Cole'du.

—-

Annesi Amerikalıydı. Dersleri o kadar kötüydü ki, neredeyse hayali olan askeri akademiye almayacaklardı.

Güney Afrikaya gitmiş, orada hem savaş muhabirliği, hem de subaylık yapıyordu. İngilizlerle savaşan bir gurup onu yakalamış, bir esir kampına kapatmıştı. Bu kamptan kaçmayı başardı ve ülkesinde bir kahraman olarak tanındı.

Birinci dünya savaşında Ingiltere ve müttefiklerine en büyük yenilgiyi, planlayıp yönettiği Çanakkale savaşlarıyla yaşattı.

İkinci Dünya Savaşı'nın tartışmasız en bilinen politikacılarından biriydi.

Ne Adolf Hitler'in tehditlerinden korktu, ne de barış ve ittifak için verdiği rüşvetlerini kabul etti. Bütün Avrupa elden gitmişken inadına adasını korudu. Unutulmaz konuşmasında söylediği gibi hem sahillerde, hem tepelerde mücadele etti ve savaştan galip çıktı.

Kim olduğunu elbette tahmin ettiniz. Zamanın İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill.

—-

William Frederick Cody babasını 11 yaşında kaybettiğinde çalışmaya başlamıştı. On dört yaşına geldiğinde de vahşi batının posta servisi olan Pony Express'de at koşturuyordu. Sonrasında, orduda sivil kılavuz olarak çalışmış, Kızılderili Savaşlarındaki başarılarıyla şeref madalyasına hak kazanmıştı.

Amerikan İç Savaşı sonrası Kansan Pasifik Demiryolları, işçilerinin yemek ihtiyacını karşılamak için Cody ile et tedariki kapsamımda bir anlaşma yapmıştı. Cody de bu anlaşma çerçevesinde tek başına on sekiz ayda 4,282 tane bizon avlayıp getirmişti. William Frederick Cody bu performansımdan sonra da herkesin bildiği Buffalo Bill ismini aldı.

—-

Kazananların başarısız sayılamayacağı bir savaşta ister istemez bir kahraman olmuştu.

Elbette ki Amerikan askeri tarihinin namlı tüm generalleri gibi West Point akademisi mezunuydu. İkinci Dünya Savaşı esnasında General Patton'ın altında görev yapmış, sonra da Normandiya Çıkarması'nı idare etmişti. Avrupa'daki Nazilere karşı ilerleme esnasında ise eski komutanı Patton'a komutanlık yapmıştı.

Bu ünlü askeri figürün ismi Omar Bradley'di.

—-

Korsika'da doğmuştu. Ana dili İtalyancaydı ve Fransızcayı bir aksanla konuşuyordu, bu yüzden de çocukluğunda herkes onla alay etmişti. Ailesine ekonomik olarak yardımcı olmak için askeri akademiden erken mezun olmuştu. Fransız ordusunda muvazzaf bir subay olduğunda daha henüz ın altı yaşındaydı.

Karısının ilk kocası Fransız İhtilali sırasında giyotine gönderilmiş, karısı canını kıl payı kurtarmıştı.

Karısına tam anlamıyla aşıktı. Sefere çıktığında her gün karısına yazardı. Karısı ise bu esnada başka erkeklerle işi pişirmişti. Bu evliliğinden hiç çocuğu olmadı.

Herkes onu boyu çok kısa olarak hatırlar ancak çağına göre normal bir boyu vardı. 1.68 metre!

1800'lü yıllarda imparatorken İspanya'dan Mısır'a kadar bir çok ülke doğrudan ya da dolaylı olarak Fransız Egemenliğine girdi. Katolisizmi yeniden Fransa'nın resmi dini yaptı, ancak özellikle İslam, diğer dinlere hep yakın durdu, sempatik davrandı. İlk karısını boşadı, 18 yaşındaki Avusturya prensesi ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu.

Sonra Rusya'ya saldırdı, yenildi. Elba adasına sürüldü. Oradan kaçıp, yüz günlüğüne de olsa, yeniden Fransa İmparatoru oldu. Waterloo'da yenildi. Bu kes Saint Helena adasına sürüldü ve burada öldü.

Yakın tarihin en ünlü İmparatorlarından biri olan bu kişiyi tanıdınız herhalde. Napoléon Bonaparte.



İtalyanın en önlü medya baronlarından biridir. A. C. Milan spor kulübünün 31 yıl boyunca sahipliğini yapmıştı.

Dört ayrı hükümette başbakan olmuş, bu süre içinde birden çok rüşvet, yolsuzluk gibi suçlardan hüküm giymişti.

Milano'da bir saldırı sonucunda burnu ve birkaç dişi kırılmıştı.

Vergi yolsuzluğundan suçlu bulunmuş, cezasını bir yıl boyunca bir huzur evinde yaşlılara hizmet ederek çekmişti.

18 yaşından küçük bir kızla seks yapmaktan yedi yıl hapse mahkum olmuş, ancak temyiz mahkemesi bu hükmü bozmuştu.

Ülkemize de başbakanlığı esnasında sık sık gelip giden bu liderin ismi Silvio Berlusconi'ydi.

—-

1600'lü yılların sonunda Bonn'da doğmuş, yirmili yaşlarında da Viyana'ya yerleşmişti. Otuzuna yaklaştığında ise duyma yeteneğini tamamen kaybetmişti.

Hayatının son on beş yılını tamamen sağır bir halde geçiren bu sanatçı, bu dönemde yazdığı klasik müzik eserleriyle dünyanın belki de en iyi, en çok bilinen bestecisi olmuştu.

İsmini bilmeyeniniz yoktur herhalde. Ludwig van Beethoven.

—-

Hamburgda doğmuştu. Müzisyen bir ailenin çocuğuydu. Daha çocukken dans salonlarında, mali olarak çok zor durumda olan ailesine yardım için piyano çalıyordu.

İlk bestelerini on bir yaşında yapmaya başlamıştı, ancak yaşı ilerlediğinde bunları beğenmeyip, bir çoğunu ortadan kaldırmıştı.

Weimar Dükünün süzenlediği oldukça ışıltılı bir ortamda başka bir sanatçı, onun C Minör Sonatını çalıyordu. Bizzat kendinin bestelediği bu eser çalarken o, yol yorgunluğunu bahane edip uyuya kalmıştı.

1850 yıllarında Macar göçmeni bir çingene kemancı ile tanışmıştı. Kemancı ona Çigan müziğinin bir çok inceliğini tanıttı. Bundan sonraki bestelerinde çingene ezgileri hep belirgin olmuştur.

İlk senfonisini 1854 yılında yazmıştı ancak 1876 yılına kadar hiç bir yerde çalınmasına izin vermedi. Yirmi iki sene boyunca orasını, burasını düzeltti ve sonra iyi olduğuna karar verip, premierini yaptırdı.

Onun reklamını yapan ve üne kavuşmasını sağlayan Schumann öldüğünde dul karısını teselli etmek için Düsseldorf'a gitti, burada da uzun sayılabilecek bir süre kaldı. Schumann'In karısı ile arasında ne geçti bilinmez ama birbirlerine yazdıkları mektupların çoğunu yaktıkları düşünülürse insanın aklı başka yerlere gidiyor tabi.

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerinden biri olan bu sanatçının ismi Johannes Brahms'dı.

—-

Bir insan düşünelim. İdeolojisi Fransız Devriminin bütün süreçlerini etkilemiş, fikirleri hem milliyetçilik hem de sosyalizmin temel taşlarından biri olmuş.

Avrupa'da aydınlanma hareketi, herkesin ismini çok iyi bildiği, ama çoğunlukla İsviçreli olduğunu gözden kaçırdığı, Cenevre doğumlu bir filozofa borçludur.

İnsan doğası, politika, cumhuriyet, eğitim gibi modern dünyanın temel kavramlarının bu günkü hallerine gelmesinde bir kaç satıra sığamayacak kadar önemli katkıları olmuştu.

Düşününce hak verirsiniz, bu filozof insanın doğduğumda masum ve iyi olduğuna inanır. Hayat ve toplumsal ilişkilerden edinen deneyimler üzüntü ve bozulmayı getirir. Hatta bir adım ileri giderek der ki, eğer toplum olmasaydı, kötülük de olmazdı.

Bu değerli filozofun ismi Jean-Jacques Rousseau idi.

—-

İngilizlerle yapılan bağımsızlık savaşında orduların başkomutanıydı. Zafer kazanıldıktan sonra cumhuriyetin kurulabilmesi için gönüllü olarak bu görevini bıraktı.

Bu günkü Amerika Birleşik Devletlerinin kurucularından biri ve seçilmiş ilk başkanıydı.

İsmi George Washington.

—-

Normalde uzay yürüyüşlerinde kapsülden dışarı ilk olarak genç ve tecrübesiz astronotlar çıkar, çünkü bir sorun yaşanırsa, kapsülde kalan tecrübeli astronotun durumu düzeltmesi daha garantili olur.

Apollo 11 Ay'a ilk kez insanları götürürken de Ay modülündeki iki astronottan daha genç olanının Ay'a ilk ayak basan insan olması gerekiyordu. Ancak kader bile sayılmaz, basit bir ayrıntı, bu genç astronotun Ay'a ilk ayak basan insan unvanını almasını önledi.

Ay modülünün dışarı açılan kapağı yaşlı astronotun yanındaydı ve Nasa görev komutanları genç astronotun sırtımdaki yaşam destek cihazı ve koca astronot elbisesiyle yaşlı astronotun üzerinden atlayarak dışarı çıkmasının güvenli olmayacağına karar vermişti. Genç astronot da Ay'a ayak basan ikinci insan unvanı ile yetinmek zorunda kaldı.

Bütün dünyanın tanıdığı bu fazlasıyla renkli kişiliğin ismi Edwin Eugene Aldrin Jr., ya da bilinen hali ile "Buzz" Aldrin'di.

—-

Yaş olarak belki benim bir önceki neslime hitab etse de, çocuk aklımızla çok western filmini izlemiştik.

Ayakta dururken hafif bacaklarını açar, bir eli hemen beline asılı silahının yakınında dururdu.

Fazlasıyla "Amerikan" bir Amerikalıydı, ne var ki filmlerinin önemli bir bölümünde bir savaş kahramanı olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşına isteyerek katılmamıştı.

İspanyolcayı çok iyi konuşurdu, evlendiği kadınların üçü de Latin kökenliydi.

Stalin, bir aktör olarak sevmesine rağmen anti kominist söylemlerinden ötürü onun öldürülmesini emretmiş, iki KGB ajanını bu iş için görevlendirmişti. Olayı farkeden FBI bu ajanları durdurmuş, suikasti önlemişti. Stalin öldüğünde yerine geçen Khrushchev ile karşılaştıklarında, Khrushchev olanlar için özür dilemiş, bunların Stalin'in aklını yitirdiği günlerde verdiği bir emirden kaynaklandığını ve kendisinin bu emiri yürütmeden kaldırdığını söylemiştir.

İsmi Marion Mitchell Morrison'dı, ama çoğu kimse onu lakabı The Duke, ya da sahne ismi John Wayne olarak tanır.

—-

Norveç'te doğmuştu. Annesinin isteği üzerine tıp eğitimine başlamış, annesini kaybedince de okulu bırakıp, kaşif olmaya karar vermişti.

1880'lerde Kuzey kutbuna yapılan seferlere katılmıştı. Bunlardan birinde, tarihte ilk kez olmak üzere kış mevsimi kutupda geçirilmişti.

Burada tanıştığı Eskimolar ona zorlu kutup koşullarında hayatta kalmayı sağlayan, örneğin kalın kürkler yerine hayvan derisi giymek, ya da köpeklerin çektikleri kızaklarla yolculuk yapmak gibi çok önemli becerileri öğretmişlerdi.

O güne kadar Kuzey kutbuna kendisi de dahil bir çok kişi, bir çok kez ulaşabilmiş olsa da Güney kutbuna hala gidilememişti.

Güney kutbunun keşfi Norveçli ve İngiliz iki ekibin rekabetine sahne oldu. Soğuğa uygun giysileri, kayakları ve köpeklerin çektiği hafif kızakları ile kutba ilk ulaşan ekip Norveçliler olmuştu,

İngiliz gurup kutba bir ay sonra ulaşabilmiş, ancak dönüş yolunda donarak ölmüşlerdi.

Güney kutbunu ilk keşfeden Norveçli kaşifin ismi Roald Amundsen'di.

—-

On dokuzuncu yüzyılın sonumda Rusya, Polonyanın Krasnosielc kentinin de içinde bulunduğu bölgeyi topraklarına katmış, Yahudi bir aile olan Wonskolaser'lar Harry, Albert, Sam, ve Jack isimli çocuklarıyla birlikte Kanada'ya göç etmişlerdi.

Sam ve Albert kardeşler eski bir projektör satın almış, Pennsylvania ve Ohio'daki madencilere film oynatıyorlardı. 150 dolar vermiş, Life of an American Fireman ve The Great Train Robbery isimli filmlerin gösterim hakkını almışlardı. 1903 yılında ilk sinema salonları The Cascade'i, New Castle, Pennsylvania'da açtılar.

Wonskolaser kardeşler 1904 yılımda Duquesne Amusement & Supply şirketini kurdular. Birinci Dünya Savaşı günlerinde artık kendi filmlerini yapıyorlardı. 1918 yılımda ise Hollywood'da, Sunset Bulvarının üstğnde ilk Warner Bros stüdyolarını açmışlardı.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Amerikalı bir askerin Fransa'dan getirdiği bir köpek olan Rin Tin Tin sayesinde üne kavuştular. Bu köpek ilk olarak Where the North Begins filminde oynadı. Sonradan haftada 1000 dolar maaşla yirmi yedi filmde daha de rol aldı.

Warner Bros için bundan sonrası yavaş yavaş bir büyüme şeklinde gerçekleşti.

Warner biraderlerden Jack Warner fazlasıyla renkli bir kişilikti, Bir gün Albert Einstein’la karşılaştıklarında ona "Benim de bir rölativite teorim var." demişti, "Asla onları işe alma!" Rölativite'nin kökü 'relative' aynı zamanda akraba demektir.

Jack Warner kardeşlerini ikna ederek sahip oldukları Warner Bros'un bütün hisselerinin bir yatırımcı konsorsiyumuna sattırmıştı. Sonrasında bu hisseleri tek başına geri aldı. Diğer kardeşler o günden sonra Jack ile bir daha konuşmadılar.

Warner Bros günümüzden en geniş film koleksiyonuna sahip stüdyodur. Tam 6800 film! Bu filmleri ve aktörlerini yazmak sayfalar alır. Kadrosunda Superman ve Batman olan DC Comics de Warner Bros'un bir alt şirketidir.

—-

Samuel Langhorne Clemens 1835 yılında, yedi aylıkken dünyaya gelmişti. Kimse onun hayatta kalacağını düşünmüyordu ama o yedi kardeşin arasında ergenliğe ulaşabilen üçünden biri oldu.

Çocukluğunu babasının işi dolayısıyla yerleştikleri Missouri'nin Hannibal kentinde geçirmiş, hayatının bir bölümünde Mississippi nehrinin üzerinde çalışan gemilerde kaptanlık yapmıştı.

Pennsylvania İsimli bir gemide çalışırken, küçük kardeşini de aynı gemide işe almıştı. Ancak Pennsylvania'nın kazanı patladı ve kardeşi bu kazada hayatını kaybetti.

Kaptanlık ehliyetini almış, Mississippi üzerindeki gemi trafiği iç savaş yüzünden durana kadar bu işte çalışmaya devam etmişti.

İşini kaybedince de yazmaya başladı. Kitaplarında gemilerin güvenli bir biçimde hareket edebileceği iki fatoma (12 feet ya da 4 metre) derinlik anlamına gelen Mark Twain ismini kullanmıştı.

Mark Twain, Amerikan edebiyatının en bilinen yazarlarından biridir. Yine çocuk aklımla Tom Sawyer, Huckleberry Finn gibi kitaplarını defalarca okumuştum. Bu kitaplardaki öykülerin çoğu zaten Missouri'de geçer ve Twain bunları Hannibal günlerine dayanarak yazmıştır.

—-

Paris'e gittiğinizde kuşkusuz görülecek yerler listesinde ön sıralarda bir yerde Eyfel Kulesi bulunur. Kuleye de ismini veren mimar Gustave Eiffel'di.

Ancak Eyfel kulesinin tasarımını aslen Gustave değil, yanında çalışan Maurice Koechlin isimli bir mühendis yapmıştı. Hatta Gustave tasarımın ilk halini beğenmemiş, Maurice'den biraz daha göz dolduran bir yapı planlamasını istemiştir. Projenin son halini beğenip, onaylamış, sonra da bunu hayata geçirmek için temaslara başlamıştır.

Gustave, kuleyi aslen İspanya'da, Barselona kentinde yapmayı istemiştir, ancak Barselonalılar bu boyutta bir demir yığınının gözlerini rahatsız edeceğini söyleyip, reddetmişlerdi.

Neyse ki Fransız Devriminin yüzüncü yılı kutlamaları için fuar alanına girişte archway dedikleri bir çemberli kapı düşünmüşlerdi, Gustave'ın projesi seçildi de Eyfel kulesi Paris'e yapıldı.

Eyfel kulesi, Gustave'ın ilk eseri değildi. Ne York'daki özgürlük heykelinin içini tasarımlayan sanatçı ölünce yerine Gustave'ı almışlardı. Bu heykelin hatrı sayılır bir bölümü Gustave'ın eseridir.

Kule daha yapılmadan birçok Parisli şikayet etmeye başlamış, bittiğinde ise bu şikayetler tavan yapmıştı. Birçok kişi bu kuleyi amaçsız, işe yaramayan, estetiği olmayan bir demir yığını olarak tanımlamıştı. Guy de Maupassant, her gün Eyfel Kulesinin dibimdeki bir restoranda yemek yiyiyordu. Bunun sebebi olarak da kulenin altındaki bu restoranın, Paris'te Eyfel'i görmeden oturabileceği tek yer olmasını gösteriyordu.

Tamamlandığında 300 metrelik boyu ile dünyanın en yüksek binası olma rekoruna sahip oldu. Bu onuru 1930 yılında 319 metre yüksekliği ile New York'daki Chrysler binasının yapımına kadar 41 yıl korudu. 1957 yılında tepesine takılan 20 metrelik bir anten ile Chrysler binasının boyunu 2 metre ile geçmişti ama o günlerde yine New York'daki Empire State binası hem Eyfel'e hem de Chrysler'a çoktan fark atıp, rekoru eline geçirmişti.

Eyfel Kulesi, güneşli bir günde yapıldığı metalin ısınarak genişlemesiyle 15 santim uzar, bir kaç santim de güneşin aksi yönüne doğru eğilir.

Normalde fuar alanı için geçici bir yapı olarak düşünülen bu kule planlandığı üzere 20 yıl sonra yıkılacaktı. Ama Parisliler savaşta gözlem ve radyo kulesi olarak kullanılsın diye dokunmadılar.

İkinci dünya savaşı esnasında Almanlar Paris'e girdiklerinde Fransız direnişi asansörleri sabote etmişti. Böylece eğer Naziler kuleye bir Nazi Svastika'sı asmak isteselerdi binlerce basamak merdiven çıkmak zorunda kalacaklardı.

Naziler her şeye rağmen bir Svastikalı bayrağı Eyfel'in tepesine astılar, ancak rüzgar o kadar kuvvetliydi ki, bayrak uçup, gitti.

Savaşı. Sonlarında müttefikler Paris'i geri almak üzereyken Hitler, General Dietrich von Choltitz'e kuleyi yıkma emrini verdi. Ancak General Dietrich von Choltitz Paris'e karşı bir yakınlık geliştirdiğinden ve biraz da Hitler'in delirdiğine inandığından bu emri yerine getirmedi.

Eyfel kulesi, Parisli bir Sülün Osman - olasılıkla Piyer dö Sülün, tarafından iki kez 'satıldı'. Ancak kuleyi satan açıkgöze hiç bir şey olmadı. Parayı veren akıllı yaptığından o kadar utanmıştı ki, şikayetçi olmadı.

Erika Labrie İsimli Amerikalı bir kadın, Eyfel kulesi ile 'evlendiğini' ilan etti ve ismini Erika Eiffel olarak değiştirdi. İnsanlar bunu duyduğunda onla alay edip, küçük düşürmeye başlayınca kule ile ilişkisini bitirip, bu kez Berlin Duvarı'yla evlilik dışı bir aşk yaşamaya başladı.

Bu anıtsal yapının Fransız mimarı sadece Eyfel Kulesiyle anılsa da başka önemli eserlere de imza atmıştır. Örneğin Porto kentindeki Douro nehri üzerindeki Maria Pia köprüsü. Muhteşem bir köprüdür.

—-

Üç yaşında piyano çalmaya, beş yaşında müzik bestelemeye başlamıştı. Bu yaşımda harp ve kemanı bir profesyonel kadar iyi çalıyordu. Neste yapmaya yani müzik notaları yazmaya başladığımda henüz harflerle okuma ve yazma bilmiyordu.

Altı yaşımda kraliyet ailesi için çalmaya başladı.

İlk senfonisini sekiz yaşında yazdı.

Senfonilerinin yarısını sekiz ila on dokuz yaşları arasında yazmıştı.

On beş yaşlarında, Sistin Şapelinde Vatikan’ın notalarını kimseye vermediği Allegri’nin Miserere'sini dinleyip, eve gittiğinde bütün notalarını kafasından eksiksiz ve yanlışsız yazmıştı.

Yine hala çocukken Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa için çalıyordu. Bu esnada İmparatoriçenin kızlarından birini çok beğenmiş, ona kendisiyle evlenmek isteyip, istemediğini sormuştu. Bu küçük kız büyüdüğünde Fransa Kraliçesi olup, ekmek yoksa pasta yesinler diyecek ve kafasını giyotinde kaybedecek olan Marie Antoinette'ti.

Hayatının geri kalanında vücuda getirdiği eserleriyle ismi dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenleri arasına yazıldı.

Biraz eksantrik bir kişiliği vardı. Salzburg Arcbişopu Kont Hieronymus von Colloredo, için çalıyordu, ancak Kont onun habersiz ortadan kaybolmalarından, gecikmelerinden şikayetçiydi. Klasik müzik tarihçileri için bir klasik haline gelen şu cümleyle işine son verdi “Soll er doch gehen, ich brauche ihn nicht! - Söyleyin gitsin, artık ona ihtiyacım yok!".

İnanması zor ama bu müzik dahisinin kulaklarında duyma bozukluğu vardı,

Çocukken bir yıldız, gençken ise döneminin en iyi müzisyeni sayılan bu deha, yaşamının büyük bir bölümünü parasız, iş arayarak geçirdi.

Otuz altı yalında öldüğünde beş parası yoktu. Bugün mezarı nerede kimse bilmiyor. Öldüğünde bir tören falan yapılmamış, hatta bir mezar taşı bile konmamıştı.

Herkesin bildiği bu bestecinin adı Wolfgang Amadeus Mozart'dı.

Eddie Van Halen, çocuğunun ismini Mozart'a ithafen Wolfgang (Van Halen) koymuştu. Eddie Hollandalıdır ve bilenleriniz bilir, bu iki Jermen halk birbirlerini 'çok' da fazla sevmezler.

—-

Büyük büyükbabası Etiyopya,da doğmuş, sekiz yaşında kaçırılıp İstanbula getirilmişti. Padişah onu haremde bir odaya kitlemişti. İstanbul'daki Rus konsolosu onu her nasılsa bulup, kurtarmış, Çar Büyük (Deli) Petro'ya hediye olarak Rusya'ta göndermişti.

Çar Petro bu çocuğa çok bağlanmış, onu vaftiz edip dini babası olmuştu.

İki nesil sonra bile büyük büyük babasının Afrikalı görüntüsünün izlerini taşıyordu.

Yazdığı şiirlerden birinde Çar'ı zalim, kaba bir adam olarak betimlemiş, Çar da ceza olarak onu güneye, onun gibi bir asil için ceza sayılabilecek memurluk yapmaya sürmüştü.

Hayatı boyunca 29 kez düello yapmıştı. Ölümü de karısını baştan çıkarmakla suçladığı bacanağı ile yaptığı bir düellonun sonrasında oldu.

Bir çok kişi tarafından modern Rus edebiyatının kurucusu ve Rusya'nın en büyük ozanı olarak kabul edilir. Tüm dünyaca bilinen Boris Godunov, Yüzbaşının Kızı gibi eserleri vardır.

Bu ünlü Rus şair ve yazarının ismi Alexander Sergeyevich Pushkin'di.

—-

Birinci Dünya Savaşı dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğunu yöneten üç paşadan biriydi.

Jöntürkler devrimine liderlerinden biri olarak bilfiili katılmıştı.

Devlet yönetiminde önce Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı, sonra da Vezir-i Azam, yani Başbakan olmuştu.

Dünya onu çıkardığı tehcir kanunu sonrası Ermeni olaylarının müsebbibi olarak tanır.

İsmi Mehmet Talat Paşa.

—-

Babası da kendisi gibi yetenekli bir askerdi. Baba oğul şeref madalyasına sahip olan ilk aileydiler.

West Point Akademisini toplam 2470 puan üzerinden 2424 puan alarak bitirmişti. 100 üzerinden 98 anlamına gelen bu skor akademinin tarihinde sadece iki kez daha tekrarlanabilmiş ya da geçilebilmişti.

Başkan Roosevelt ordu harcamalarında önemli bir kısıtlamaya gitmeyi düşünüyordu. Onu Beyaz Saraya çağırdı ve bu fikrini açıkladı. Amerikan ordusunun bir generali olarak elbette başkanla aynı fikirde değildi. Tartışma alevlendi ve bir noktada başkana şunları söyledi.

"Bir gün Amerika bir savaşı kaybettiğinde, karnında düşman süngüsü, boğazında düşman askerinin bastırdığı botu ile çamurda yatar askerin ölmeden önceki son küfrü bana değil sana olsun."

Biraz sakinleşince, Başkana karşı bu şekilde konuştuğu için özür diledi ve hemen istifasını verdi. Roosevelt istifayı kabul etmedi, o da Beyaz Saray'dan ayrıldı.

Ana kapıdan çıkıp, merdivenlerden inerken de tartışmanın sinirinden basamaklara kustu!

İkinci Dünya Savaşı esnasında, Pasifik,deki Amerikan kuvvetlerinin komutanıydı. Japonlar Pearl Harbor'a saldırdıktan sonra Filipinlere yönelmişler, o da karısı ve çocuğu ile küçük bir tekneye binip, canını zor kurtarmıştı.

Sonrasında bir kaç sene boyunca hiç durmadan ada ada savaşarak Filipinleri Japonlardan geri aldı. Bir sonraki görevi Japonya'nın işgaliydi ama Amerikan yönetimi bu işi kısa yoldan iki nükleer bombayla halletti.

Kore savaşı sırasında yine müttefik kuvvetlerin komutanıydı. Çinliler Kuzey Kore'nin yanında savaşa girdiğinde o doğrudan Çinlilere saldırmak istedi, ancak Başkan Truman daha temkinli bir strateji izleme taraftarıydı. Bu anlaşmazlık yüzünden Truman onun görevine son verdi, yani uygun deyimiyle onu kovdu.

Ülkeye döndüğünde görevinden azledilmiş bir asker değil, muzaffer bir komutan gibi karşılandı. Halk onu Başkan Truman'dan daha çok seviyordu.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa cephesi George Patton, Omar Bradley, Bernard Montgomery gibi bir çok general gördü, ancak o, Pasifik’teki tek isimdi. Douglas MacArthur.

—-

Sessiz sinema günlerini yaşayacak kadar yaşlı olmasak da, bu dönemin unutulmaz iki karekterini hatırlayacak kadar yaşlı sayılırız. Kendisi oldukça şişman olmasına rağmen, incecik partneri Stan Laurel ile unutulmaz komedi filmlerine imza atan bu aktörün adı Oliver Hardy'ydi.

—-

Frankfurt'da doğmuştu. Yedi kardeştiler ama hayatta ancak sadece kendisiyle birlikte bir kardeşi daha hayatta kalabilmişti.

Ailesi çok varlıklıydı. Özel hocalar sayesinde çocuk yaşta Latince, Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, İbranice, İtalyanca ve İspanyolca konuşabiliyordu. Bunlara ek, dans, eskrim, atçılık, piyano ve çello öğrenmişti.

Bir Alman şair ve filozofu olmasına rağmen ilk şiirlerinden birini Ingilizce yazmıştı.

Bir kaç kez nişanlanmış, arada da çok çam devşirmişti ancak evlendiğinde yaşı elli yediydi. Evlendiklerinde zaten on yedi yaşında bir çocukları vardı.

1776 yılında adına adaleti temsilen bir "von" eklenmiş ve maliye bakanı olmuştu, ama aklı hala yazarlıktaydı. 1786 yılında ise ünlü İtalya gezisini yaptı. Görevinden istifa etmemiş, dönüş tarihini açık bırakmıştı, böylece maaşını hala alabiliyordu. Bu gezisinde bol bol bilimsel çalışma yapmış, insanlar en karmaşık organizmadır tezini burada vücuda getirmişti.

Bilinen on binden fazla bilimsel yada edebi makale, mektup ve çizimleri vardır.

Almanya'da başlayan Sturm und Drang, yani Fırtına ve Baskı hareketinin öncülerindendi. Bu hareket, işin çok felsefesine girmeden, mantığa rağmen duyguların serbestçe ifade edilmesini savunmaktaydı.

İsmi doğru olarak telaffuz edildiğinde hepimizin yüzünden bir gülümseme geçer. Bu dünyaca ünlü Alman yazar, filozof ve devlet adamının ismi Johann Wolfgang von Goethe'dir.

—-

Bu programa katılmadan önce bile Amerika'da çok tanınan bir kişiydi. İkinci Dünya Savaşında ve Kore'de savaştıktan sonra ilk kıtalar arası süpersonik uçuşu gerçekleştirmiş, bundan ötürü de NASA'nın dikkatini çekmiş, bu çok ışıltılı uzay programına çağrılmıştı.

Bir Atlas roketi Mercury kapsülünü uzaya çıkaracaktı. Astronotların barındığı bu kapsüllere takma birer isim koymak adettendi. Ailesine sordu ve onlardan gelen istek üzerine kapsülün ismini Friendship-7, yani Arkadaşlık-7 koydu.

Her şey hazırlanıp, roket ateşlenecekken aksilikler başladı. Yakıt sızıntıları, mekanik sorunlar, kötü hava koşulları gibi farklı nedenlerle görev aylarca ertelendi.

Roket ateşlendiği anda kontrolle görevli personelden bir dua ile karışık bir temennide bulundu. Görevin yedek astronotu ise herkesin bu görevle hatırladığı o ünlü dileğini yüksek sesle söyledi. "Godspeed!" Ya da tanrı yolunu açık etsin. Ancak tarihe geçen bu dileği bir tek o duyamamıştı. Yedek astronot ve kendisinin telsizi farklı frekanslardaydı.

Görev dört saat kadar sürmüştü, ancak bir esnada yerdeki görev kontrol birimine kapsülün etrafında ateş böcekleri gördüğünü bildirdi. Yerdekilerin bir bölümü astronotun akıl sağlığını kaybettiğini, diğer bölümü de ciddi bir mekanik problem yaşandığını düşündüler. İşin sırrı başka bir Mercury görevinde çözüldü. Bu kez de astronot ateş böcekleri değil, kar taneleri gördüğünü söylemişti. Sonradan anlaşıldı ki ısı farklılıklarından dolayı, kapsülün yüzeyinde donmadan dolayı yoğuşarak oluşan parçacıklar bu fenomene neden oluyormuş.

Görevini tamamladı ve dünya çevresinde yörüngede dolanan ilk Amerikalı astronot ünvanını kazandı. Görevi süresince dünya etrafında üç kez dönmüştü. Bu cesur havacının ismi John Glenn'di.

Glenn 77 yaşında, uzay mekiği Discovery ile bir kez daha dünya yörüngesine çıkmıştı.

—-

Fransa'da bulunan Nice kentinde doğmuştu, ancak o günlerde bu kent birinin kendisinin olduğu iki İtalyan aileye bağlanmıştı.

Ulusal birlikçi ve cumhuriyetçi bir harekete karışmış, gıyabında ölüm cezası verilince de önce Tunus'a, oradan da Brezilya'ya kaçmıştı. Brezilya,da yine yönetime karşı bir gurupta yerel bir savaşa karıştı.

Sonra Uruguay'a gidip, evlendi ve bu kez de bir İtalyan lejyonu kurup, Uruguay iç savaşına karıştı.

Palermo'da başlayan bir devrimci harekatı öğrendiğinde, lejyonunun bir kısmını alarak yurduna, İtalya'ya döndü.

O günlerde İtalya, Çoğunluğu Avusturya'nın etkisinde, küçük sayılabilecek, İtalyanın güneyi ve Sicilya adasında Sicilya Krallığı, Orta İtalya'da Papa'ya bağlı şehirler, kuzeyde Lombardiya-Venedik Krallığı, Parma, Toskana ve Modena düklükleri ve içine Sardunya Adası, Piemonte'nin anakaradaki bölgeleri, Cenova ile Nice'i alan Sardunya Krallığı gibi şehir devletlerinden oluşmuştu.

Bu monarşilere karşı ilk kıpırdanma Roma'da gerçekleşmiş, yeni seçilen ve göreceli olarak daha lilerici bir yaşam görüşüne sahip bir Papa, bu şehirde yaşayanlara bazı özgürlükçü ve liberal haklar tanımıştı.

Bunun hemen ardından Sicilya'da bağımsız bir hükümet kurmak için ciddi boyutta bir devrim başladı. Bunu Salerno ve Napoli izledi. Avusturya Kralı Ferdinand'ın güçleri Güney İtalya'dan püskürtülmüştü.

Birinci İtalyan Bağımsızlık Savaşı,na yol açan bu olaylar esnasında Milano,da, Roma'da bağımsızlıkçıların saflarında mücadele etti, ancak bu ilk deneme başarısız olmuş, Avusturya ve Fransa İmparatorluklarının orduları kontrolu sağlamışlardı.

Roma Fransız ordusu tarafından kuşatılmış, galipler Roma'da direnen cumhuriyetçilere üç seçenek sunmuşlardı. Teslim olun, ya da caddelerde savaşmaya devam edin ya da Roma,dan çıkın. Duvarları hala kanlı konsey salonuna girdiğimde şu tarihi sözünü söylemişti "Ovunque noi saremo, sarà Roma - Biz nereye gidersek gidelim, Roma orada olacaktır."

Roma,dan çekilmiş, İtalya içerisinde hala direnen guruplara yardım etmeye çalışmış, ancak sonunda etrafında kalan 250 askeriyle İtalya'dan ayrılıp, Amerika'ya, New York'a gitmek zorunda kalmıştı. Oradan Nikaragua,ya, oradan da Peru'ya geçti. İnanması zor, oradan da Çine...

Hayat onu bir kaptan olarak geri Avrupa'ya, bu kez İngiltere'te getirdi. Sonrasında kardeşi ölmüş, ondan kalan mirasla Sardunya'nın kuzeyinde bir adanın yarısını almış, çiftçiliğe dönmüştü.

Bu esnada İkinci Italyan Bağımsızlık Savaşı patladı. Sardunyalılar ona general rütbesi verdi ve o da yeniden Avusturyalılarla savaşa başladı.

Bu esnada on sekiz yaşında bir kadınla evlenmişti. Nikah günü kız ona başka birisinin çocuğunu taşıdığını söyledi. O da aynı gün kızı bıraktı.

Messina ve Palermo'da ayaklanmalar olduğu haberini alır almaz 4000 askerle bu bölgeye geldi.

İlk önce Sicilya adasını, sonrasında da Napoli'yi ele geçirdi. Sonrasında ise Vittorio Emanuell ile Teano'da modern İtalyan tarihinin en önemli toplantısını yaptı.

26 Ekim 1860,da Vittorio Emmanuel'i birleşik İtalya'nın kralı olarak karşıladı.

Amerikan İç Savaşında Abraham Lincoln'ın tarafında kaldı ve ona desteğini sundu. Bu çağrısı karşılık buldu ve Amerikan ordusunda tümgeneral rütbesi ile görev aldı.

Sonrasında ise İtalya'nın tam bağımsızlığı için yeniden harekete geçti. Bu kez hedef Papa'nın kontrolündeki şehirlerdi. Roma'ya saldırdı, yaralandı ve esir alındı. Arkasındaki uluslar arası desteğin sayesinde serbest bırakıldı. Bu kez Londra'ya sürüldü.

Üçüncü İtalyan Bağımsızlık Savaşı başlamıştı. İtalyanlar Prusyalılarla birlik olup, Avusturyalılara saldırmışlardı. Hedef Venedik’i kurtarmaktı. Neyse ki Venedik’i kurtardılar ama o sonrasında yine esir düştü, sonra bir kez daha serbest bırakıldı.

Sonra Fransa iç savaşı çıktı. O Fransa'ya gidip, yine Monarşiye karşı savaştı.

Kahramanımızın hayli uzun be karışık öyküsü böyle. Ancak bugünki İtalya bağımsızlığının önemli bir bölümünü ona borçludur.

George Washington Amerikalılar için, ya da İnönü Türkler için neyse Giuseppe Garibaldi de İtalyanlar için hemen hemen odur.

Bir not. İtalya'nın bağımsızlık öyküsü şimdiye kadar duyduğum en uzun, en karmaşık ve en ilginçlerinden biridir. Fırsatınız olursa okumanızı öneririm.

—-

Zamanının en yetkin bilim adamı olmasına rağmen sadece iki yıl okula gidebilmişti. Eğitiminindeki eksikliği tek başına, çalışarak kazandığı küçük miktarda parayla aldığı kitapları okuyarak tamamlamıştı.

Kardeşinin çıkardığı gazetede bir kadın ismiyle kadın hakları gibi konularda yazılar yazıyordu. Bu yazıları o kadar tutulmuştu ki Boston'ın bekar erkeklerinden evlenme teklifleri almaya başlamıştı. Kimliğini açıkladığında özellikle erkekler ciddi bir hayal kırıklığına uğramış, kıskanç kardeji de bu duruma çok sinirlenmişti.

Kardeşinin yanında çalışırken devamlı yediği dayağa ve maruz kaldığı aşağılanmaya dayanamamış, Boston'u bırakıp, hayatının gerisini geçireceği Philadelphia'ya taşınmıştı.

Beş parasız geldiği Philadelphia'da bir matbaa açmış, maddi durumunu ciddi biçimde düzeltmişti.

Kırk iki yaşına geldiğinde ise matbaada çalışmayı tamamen bırakıp, bilimsel araştırmalarına yönelmişti. Yağmurlu bir günde uçurduğu uçurtmasıyla bulutlardaki elektriklenmeyi ve paratoneri bulmuştu. Yine bu günlerde çift odaklı gözlüğü ve yakıtını zamanın örneklerine göre çok daha verimli yakabilen sonayı icat etmişti.

Islak parmakla çalınan, camdan bir harmonika icat etmişti. Bu müzikal enstrümandan binlercesi imal edilmiş, Mozart, Beethoven ve Strauss bu ilginç enstrüman için özel besteler yazmıştı.

Amerika'nın İngiltereden tamamen ayrılıp bağımsızlığını elde etmesine o kadar sıcak bakmıyordu. İngiltere ile daha bir uzlaşmacı, orta yolcu bir politika izlemek istiyordu. Ğnlü Boston Çay Partisinden sonra denize dökülen çayların bedellerinin ödenmesi ve şirketin kayıplarının karşılanmasını önermişti.

Etrafındakiler onun bir İngiliz casusu olmasından şüphe etmeye başlamışlardı.

Ancak ne olursa olsun, Amerika'nın bağımsızlığında çok önemli bir rol oynamıştı. İngilizlere karşı uluslararası desteği neredeyse tek başına oluşturmuştu.

Amerika'nın kuruluşunda aslan payı, askeri başarılarından dolayı George Washington'a verilse de onun payı en az Washington'ınki kadar büyük ve önemlidir.

Bugün her yüz dolarlık banknota baktığımızda onun portresini görürüz.

İsmini her halde tahmin ettiniz! Benjamin Franklin.

—-

Macaristan'da doğmuş, ailesiyle birlikte Amerika'ya göç etmişti.

Çok ilginç ve az rastlanır bir kariyeri vardı.

Kaçmak!

İhtisası kapalı hücrelerden, sandıklardan, zincirlerden, kelepçelersen kurtulup, kaçabilmekti.

Bunun için genellikle vücudunun bir yerinde sakladığı maymuncuğu kullanıyordu. Eğer bu mümkün değilse onu hücreye uğurlayan yardımcısı elini sıkarken gizlice ona bir maymuncuk veriyor, gideceği hücreyi önceden biliyorsa, orada bir maymuncuk saklıyordu.

Ama sonunda hep kaçıyordu...

Dünyanın en iyi illüzyonisti, ya da eski tabiriyle sihirbazı herhalde Harry Houdini'ydi.

—-

Doğduğunda, nüfus kağıdına cinsiyeti kız olarak yazılmıştı. Daha bir yaşına bile gelmeden annesini kaybetmişti.

Otuzlu yaşlarının başında ağızında bir tek doğal dişi kalmamıştı. Diş etlerindeki bie enfeksiyon yüzünden bütün dişlerini kaybetmiş, takma diş kullanıyordu.

Bir temizlik delisiydi. Günde bir kaç kez duş alır, hiç bir zaman banyo yapmazdı. Kirli suyun içinde oturuyor olmak fikri aklını başından alırdı.

Bir film yapımı esnasında kadın karekterle bir ilişkiye girmişti. Kadın bir süre ortadan kaybolmuş, sonra da bir bebekle geri dönmüştü. Kadın herkese bebeği evlat edindiğini söylese de bebek biraz büyüdüğünde kimsenin babasının kim olduğu hakkında bir şüphesi kalmamıştı. Büyük kulakları dahil tartışmasız babasının bir kopyasıydı.

Ona Hollywood'un kralı derlerdi. Red Dust, Manhattan Melodrama, San Francisco, Saratoga, Test Pilot, Boom Town, The Hucksters, Homecoming, ve The Misfits gibi unutulmaz filmlerde oynadı.

Bu unutulmaz aktörün ismi Clark Gable'dı.

—-

Suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunu ilk o önermişti. Suyu 100 derecede kaynarken, sıcaklığı yükseltmeden sıvıdan buhara çeviren gizli ısı kuramı da ona aittir. İlk fotokopi makinasını da o icat etmiştir.

İskoçya'da doğmuş, bir süre Londra’ya gidip, geri Glasgow üniversitesine dönmüştü.

Endüstri devrimini buhar motoru başlatmıştı. O zamana kadar konsept bir kaç buhar motoru yapılmış olsa da gerçek anlamda işe yarar ilk buhar motorunu tasarımlayıp, yapmıştı. Bugünkü modern hayatımızın önemli bir bölümünü başlamasına önayak olduğu endüstri devrimine borçlu olduğumuzu düşünürsek, bu bilim adamının önemini daha iyi anlarız.

İşe yarar ilk buhar motorunu da İskoçyalı bir bilim adamı olan James Watt tasarlamıştı. Tahmin edeceğiniz üzere bir güç birimi olan Watt da James Watt'a ithafen isimlendirilmiştir.

—-

Türkiye Cumhuriyetinin dokuzuncu Cumhurbaşkanlığını ve yedi kez de Başbakanlığını yapmıştı. Türk siyasi tarihinin en çok bilinen, en önemli ve en çok sevilen figürlerinden biri olan bu politikacının ismi Sami Süleyman Gündoğdu Demirel'di.

—-

Yukardaki tarihi şahsiyetlerin tümünün ortak bir özelliği vardı.

Hepsi birer Mason'du.

22 Kasım 2018 Perşembe

Tapınak Şövalyeleri VII

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'te yetmiş beş yıl kalmışlardı. Bunun ilk on yılında hem sayıları çok azdı, hem de hiç paraları yoktu. On yılın sonunda ise kurucuları Avrupa'ya gitmiş ve kimsenin beklemediği bir biçimde, bol bol para, yüzlerce şövalye ve bunların lojistiğini sağlayacak personelle dönmüştü.

Komplo teoristleri, bu ani değişimi, şövalyelerin Solomon tapınağında buldukları hazinelere bağlarlar.

Bu iddanın savunucuları ilk on yıl boyunca dokuz kişilik kuvvetle, şövalyelerin her hangi bir hacı kafilesinin korunmasının imkansız olduğuna dikkat çekiyorlar. Benzeri bir şekilde, bu süre boyunca Hristiyan hacılar ya da Kudüs'teki Haçlı ordusunun kayıtlarında Tapınak Şövalyeleri ile ilgili hiç bir referans bulunamamış.

Peki şövalyeler bu on yıllık süre boyunca ne yapmışlardı?

İngilizlerin 1917 yılımda Kudüs'ü Osmanlılardan almasından kısa bir süre sonra, Mescid-i Aksa'nın altında, yerin diklemesine yirmi beş metre kadar altına giden tüneller bulundu. Bu tüneller daha sonra yüzeye parelel olarak yön değiştirip, Kubbet-ü Sahra'nın altına kadar ilerliyorlardı.

Bu tünellerden de Tapınak Şövalyelerine aidiyetleri tartışma götürmeyecek mızrak uçları, zırh parçaları gibi kalıntılar bulunmuştu.

Demek şövalyeler buralarda kazı yapmışlardı, hem de yerin önce 25 metre altına inip, sonra da metrelerce yatay ilerleyecek kadar uzun bir zaman ve ciddi bir lojistik gerektiren bir kazı.

Ancak ne bulduklarını elbette ki bilemiyoruz.

Haçlı seferinden sağ dönmüş bir askerin mektubunda, şövalyelerin kazılar esnasında Hz. İsa'nın gerildiği çarmıhın, yanı hacın bir parçasını bulduklarını yazmış. Başka söylentilere göre de, bazılarına daha önce değindiğimiz üzere - şövalyeler kutsal kaseyi, kutsal sandukayı, kutsal mızrağı ya da John The Baptist'in kesik kafasını bulmuşlardır.

Bunlar elbette ki doğruluğu çok şüpheli varsayımlardır.

Hz. İsa çarmıhtayken, Romalı askerler ölümünü hızlandırmak için normalde uygulanan bir yöntem olan bacaklarını kırmayı düşünmüşler. Askerlerin biri Hz. İsa'nın hayatta olup, olmadığını anlamak için mızrağını vücuduna batırmış. Sonuçta da Hz. İsa'nın zaten yaşamadığı anlaşılmış ve bacaklarının kırılmasına gerek kalmamış.

İnanca göre de Romalı askerin Hz. İsa'ya sapladığı bu mızrak kutsal sayılmış.

Ancak sorun bu mızrağı diğer mızraklardan ayırmakta. Sıradan Romalı bir askerin, üzerinde ayrıştırıcı bir özelliği bulunmayan yine sıradan bir mızrağının bin küsür yıl sonra kutsal mızrak olduğu nasıl anlaşılır? Ya da tünel kazıp bulunan bir tahta parçasının Hz. İsa'nın gerildiği haç'a ait olduğu neye dayanarak söylenebilir?

Söylenemez.

Söylenemediği için de yerli, yersiz her yerde ortaya kutsal olduğu idda esilen birer mızrak çıkmış, hatta bunlardan birini Sultan Beyazıt, Cem Sultan'ı hapiste tutması karşılığında Papa'ya bile göndermiştir.

Ne var ki, inanç bireyin ortaya koyduğu kişisel bir tercihtir, yani kimin neye inananacağına karışamayız. Eğer birileri, ellerindeki mızrağın kutsal mızrak olduğuna inanmışsa, biz kimiz ki öyle olamayabileceğine onu ikna etmeye çalışalım.

Birinci Haçlı Seferinde ele geçirdikleri Hatay'ı koruyan Haçlı ordusu Musul Atabeyi Kürboğa tarafından kuşatılmıştı. Açlıktan bitap askerler tam kenti teslim edecekken, Bartholomew isimli bir papaz, rüyasında Saint Andrew'nun ona kutsal mızrağı şehrin kilisesinde bulacağını söylediğini idda etti. Biraz kazınca da etrafındakilerin gözlerinin önünde, olasılıkla önceki gece kendisinin oraya yerleştirdiği bir mızrağa ulaştı.

Askerler kutsal mızrağı bulduklarına inandılar ve bunun sağladığı moralle Kürboğa'nın ordusunu geri püskürttüler.

Şimdi bulunan mızrak kutsal mı derseniz, bence değildi tabi, ama kenti savunan askerler onun gerçek mızrak olduğuna inandılar ve bu mücadeleyi kazandılar.

Tapınak Şövalyelerinin ahreti hazineleri rivayete göre bunlar.

Ancak yavaş yavaş inançları, dinleri ve efsaneleri bırakıp, sıcak, sevgi dolu kapitalist dünyamıza dönelim.

Tapınak Şövalyelerinin dünyevi varlıkları, zamanın Avrupa’sının en büyük zenginliğiydi.

Peki bu zenginliğe ne oldu?

Tam iki yüz yıl boyunca kazandıkları, biriktirdikleri para, pul, altın ve mücevherat nerede?

Kral Philip'in şövalyeleri hapsetmesinin ardından bir kuruş bile bulamadığını düşünürsek, şövalyelerin bu parayı başarıyla kaçırdığı sonucuna ulaşırız.

Para harcanırsa güzeldir. Ben şahsen bu paranın bir milenium boyunca toprak altında, ya da bir mağarada, başında bir şövalye nöbet beklerken çürüyeceğine inanmıyorum. Bu arkadaşlar birinci sınıf birer tüccardılar ve parayı Ben Gates ya da Indiana Jones bir gün gelip bulsun diye obliviona gömmemişlerdir.

Ancak gözünü para hırsı bürümüş hazine avcıları hala saklı bir yerde bu hazineyi bulacaklarına inanmakta.

İskoçya'da, Midlothian isimli bir bölgede Sinclair ailesi tarafından yaptırılmış Roslyn isimli bir kilise var - The Da Vinci Code'dan hatırlayabilirsiniz. Bir gün oralara yolum düşerse ziyaret edeceğim ilk yerlerden biri olacak burası.

Bu kilise Tapınak Şövalyeleri ortadan kalktıktan bir asır sonra yapılmış, ancak içi Tapınak Şövalyelerinin sembolleriyle dolu. Buranın sahibi Sinclair ailesi de zaten soylarını Tapınak Şövalyelerine dayandırıyor.

Tapınak Şövalyelerinin kaçıp, dağıldıkları zamanlar İskoç kralının Papa ile arasının açık olduğu düşünülürse şövalyelerin İskoçya'ya sığınmaları da kulağa oldukça mantıklı geliyor.

Define avcıları, tabi ki bu kiliseyi duyunca hemen kazma kürek buraya üşüşmüşler, İskoç hükümeti bunları zor durdurmuş ve kilise çökmeden etrafındaki her türlü kazıyı yasaklamış.

Eğer bir Tapınak Şövalyesinin torunu, İskoçya'nın göbeğine, her yeri "Burası Tapınak Şövalyelerinin kilisesidir!" diye bağıran bir mabed yapmış, ardından da muazzam değerde hazinesini bunun altına gömmüşse, her halde ona en hafif tabiriyle şövalyelerin en avanağı demek gerekecektir.

Ama para hırsı böyle bir şey işte, mantık dinlemiyor.

Başka define avcıları, şövalyelerin izini takip ederek Kanada'ya kadar gidip, Nova Scotia'da sağı solu kazmaya başlamışlar. Hatta bir kaç tanesi bu uğurda hayatını bile kaybetmiş.

Ama sonuç hep sıfır olmuş. Filmler haricinde kimse Tapınak Şövalyelerinin hazinesini bulamamış.

Bana sorarsanız, bu paraya ne olduğunu anlamak için şövalyelerden ziyade parayı takip etmek gerekir.

Tapınak Şovalyeleri’nin Kral Philip tarafından yakalandıkları gün birkaç gemi ve yükü belirsiz birkaç at arabası Paris'ten ayrıldı.

Haritaya baktığımızda kaçabilen şövalyelerin nereye gitmiş olabileceklerini tahmin etmek çok zor olmayacaktır.

Fransa’nın güney doğusunda Alp dağlarının oluşturduğu, ulaşması zor, orduların hareket yeteneklerinin çok kısıtlı olduğu bir alan bulunur. Bu bölgede yaşayan insanlar o zamanlar sadece tarımla uğraşıyordu.

Ancak çok kısa bir süre içerisinde, bölge halkı Avusturya kralının gönderdiği bir orduyu pusuya düşürüp yenilgiye uğratacak kadar üst düzeyde bir askeri deneyim ve disiplin geliştirdiler. Bu günkü ismi İsviçre olan bölgede söylentilere göre beyazlar giyinmiş şövalyeler halkı eğitmiş, onları yetkin bir askeri güç haline getirmişlerdi.

Yine İsviçre'de çok kısa bir zaman içerisinde, dünyanın gerisinden farklı, gizliliğe ve anonimiteye dayalı bir bankacılık sektörü gelişmişti.

Bu komplo teorisi doğrumudur bilmem, ama eğer İsviçre bankacılık sisteminin arkasında Tapınak Şövalyeleri varsa iyi bir iş başarmışlar demektir.

Tapınak Şövalyeleri ve hazineleriyle ilgili çok daha akla yakın ve benim de gerçek olabileceğine ihtimal verdiğim başka bir teori var ki, hem ortadan kaybolan şövalyeleri, hem de kayıp parayı açıklayabiliyor.

Bu teoriye göre tapınak Şövalyeleri lağvedildikten sonra Mason ismi altında varlıklarını sürdürdüler.

Bu teorinin devamında, intikam için Fransız devrimini bile Masonların başlattığı gibi biraz uçuk önermeler olsa da, temeli bana sorarsanız hala akla yakın.

Masonluk başlı başına bir yazı dizisi konusu, o yüzden burada çok detaylarına girerek konumuzu dağıtmayalım. Bizim genellikle Mason dediğimiz, aslen Freemasons diye isimlendirilen ve free stone isimli bir taş ile çalışan duvarcı ustalarının oluşturduğu bu topluluk, Ortaçağ'daki Templars, Hospitallers gibi şövalye guruplarının isimleri ve motiflerini kullanan alt localar oluşturmuştur. Ancak Masonlar'ın köklerini doğrudan Tapınak Şövalyelerine dayandıran her idda bugün Masonlar tarafından ısrarla reddedilmektedir.

İşin aslı, Masonlar bu iddayı zaten her hal ve karda reddedeceklerdi - idda doğruysa gizlilikten, yanlışsa da zaten yanlış olduğundan.

Tapınak Şövalyeleri görünüşe göre gizemlerini korumaya devam edecek.

Biz de böylece de hepimize hiç bitmeyecekmiş gibi gelen, eski deyimiyle 'otuz iki kısım tekmili birden' Tapınak Şövalyeleri yazımızın sonuna gelmiş olduk

Konumuz gereği biraz Ortaçağ Avrupasına, biraz da farklı dinlere ve bunların geçmişlerine değindik. Bunu yaparken ki amacım sadece konumuzun tarihi kontekstini oluşturmaktı, yoksa her hangi bir dinin deyimi uygunsa reklamını yapmak değil.

Her türlü inanca ve inançsızlığa sonsuz saygı duyarım, yeter ki kimse de benim inancıma ya da inançsızlığıma karışmasın.

Uzun sayılabilecek bir süredir Hristiyan ağırlıklı bir ülkede ve ortamda yaşıyorum. Bu toplumun, Müslüman ağırlıklı Türk toplumuna bakışı ve anlama şifrelerinin bir çoğu bence hep Ortaçağ tarihinde ve Haçlı seferlerinde gizli.

Eğer Avrupalıları, ve uzantıları olan Amerikalıları anlayıp, Müslümanlarla ilişkilerindeki bir çok "Niçin" sorusuna cevap bulmak isterseniz, size Haçlı seferlerini tarafsız bir kaynaktan okumanızı öneririm. İngilizce ile aranız iyiyse BBC'nin dört küsür saatlik bir belgeselini Youtube'dan bulup izleyebilirsiniz. Olayları tarafsıza yakın bir perspektiften çok güzel anlatmış.

Sağlıcakla kalın...

18 Kasım 2018 Pazar

Tapınak Şövalyeleri VI

Zekeriya yıllar boyu tanrıya bir çocuğu olsun diye yakarmış, dua etmişti. Tanrı bir gün ona bir oğlan çocuğu olacağını müjdeledi. Çocuğun ismi Yahya olacak diye buyurdu. Tanrı bu çocuğa, aynı isimli başka kimseye tanımadığı ayrıcalıkları gösterecekti. Zekeriya şaşırmıştı. Nasıl bir çocuğum olabilir diye sordu. Karısı kısır, kendisi de yaşlılıktan yorgun düşmüştü. Tanrı Zekeriya'ya bunun çok kolay olduğunu, kendisini de bir hiçten yarattığını unutmamasını söyledi.

Tanrı Yahya'yı daha çocukken bilge kılmıştı. Yahya okumayı yaşıtlarından çok daha önce öğrenmiş, zamanın bilginlerinin bile anlayamadıklarını okuyup anlayabilmişti. Temiz ve inançlı bir çocuktu. Annesine, babasına karşı itaatkardır, ukalalık ve asilik yapmazdı.

Kuran, Meryem Suresinde Hz. Yahya'yı yukarda mealini özetlediğim şekilde anlatır. Hem Hz. Zekeriya, hem de Hz. Yahya, İslam'ın gözümde saygın peygamberlerdir.

Hz. Muhammed, Miraç'a erdiğinde Hz. İsa ile birlikte Hz. Yahya ile konuşmuştur.

Hristiyan inancı, Hz. Yahya'yı çok özel bir yere koyar. Hristiyanlığın şartı ve başlangıcı olan Vaftiz ibadeti, Hz. Yahya'nın Şeria nehrinde Hz. İsa'yı vaftiz etmesiyle başlamıştır. Bundan dolayı Hz. Yahya'nın Hristiyan dünyasındaki ismi John The Baptist, yani Vaftizci Yahya'dır.

John The Baptist, İncil'in Yeni Ahit kitabında, belki de Hz. İsa'dan sonra en çok bahsi geçen azizdir.

İncil'e göre John The Baptist, kendinden daha kudretli bir mesih beklemektedir. Önermeyi tersinden okursak, John The Baptist, Hz. İsa gibi bir mesihtir, sadece Hz. İsa ondan daha kudretlidir.

Bunu da zaten kendisi Şeria nehri kıyısında, Hz. İsa ile karşılaştığında söylemiştir.

John, deve tüyü giysileri ve deri kemeri ile nehirde kendisine inananları vaftiz ediyordu. Matthew Gospel'ine göre Hz. İsa vaftiz olmak için geldiğinde, "Benim seni değil, senin beni vaftiz etmen gerekir" deyip, Hz. İsa'nın kudretini kabul etmiştir. Öyküyü tamamlamak bakımından, Tanrı Hz. İsa'ya oğlum diye seslenmiş, Kutsal Ruh da bir kuğu gibi gökyüzünden alçalmıştır.

O günlerde Filistin'i Herod Antipas isimli bir kral yönetiyordu. Herod Antipas, Hz. İsa'yı olgunlaşmadan öldürmek için zamanının bütün bebeklerini katletmiş kral Herod the Great'in oğluydu.

Herod Antipas, Nabatean kralı Aretas'ın kızı Phasaelis ile evliydı. Herod, Roma'ya yaptığı yolculuklarından birinde Kardeşi Philp"e konuk oldu. Philp'in karısı Herodias'ı gördüğümde ona tutuldu ve Herodias'ı kocasını bırakıp, kendisiyle Filistin'e dönmeye ikna etti. Döndüğünde de karısı Phasaelis'i boşadı ve Herodias ile isminin evlilik olduğu tartışmalı bir ilişkiye girdi.

John bu ilişkinin doğru olmadığını, kişilerin kardeşlerinin karılarıyla evlenmemeleri gerektiğini söylüyordu.

Herod, John'ı yakalatıp, hapsetti. John'ın takipçilerinden sakındığı için onu öldürtmemişti.

John'ın bu ilişkiyi onaylamamasından en çok kraliçeliği tartışılır hale gelen Herodias rahatsızdı. Herodias'ın önceki kocasından Salome isimli bir kızı vardı. Herod'ın doğum gününde Herodias akıl almaz bir planı uygulamaya koydu ve kızından Herod için dans etmesini istedi.

Salome'un dansı fazlasıyla erotik anlamda etkileyici olmuştu. Kaynaklar Herod'ın "mutlu edildiğini" söyler, bunun nereye kadar gitmiş olabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum.

Herod, Salome'a imparatorluğunun yarısı dahil, ne isterse vereceğini söyler. Annesine danışan Salome, John'ın kafasının bir tepsi üzerinde kendisine getirilmesini ister. Herod, Salome'u kırmaz, emir verir ve hapisteki John'ın kafası kesilip, bir tepsiye konur ve eğlencenin yapıldığı salona getirilir.

John The Baptist'in başsız vücudu havarileri tarafında alınıp, gömülür. Kesik başını ise Salome annesi Herodias'a verir. Herodias, John'ın dilini bir iğne ile deler ve pis bir yere gömülmesi için hizmetçisine verir. Hizmetçisinin karısı John'ın gizli bir takipçisidir. Kesik başı kil bir kaba koyar ve Zeytin Tepesi isimli bir tepeye gömer.

Bu olaydan kısa bir zaman sonra Salome, dunmuş bir nehre düşerek hayatını kaybeder. Buzlar içinde cansız bedeni hala dans eder gibi görünmüştür.

Sonrasında Herod'un eski karısının yine kral olan babası Herod'a saldırır. Herod yenilir ve karısı ile İspanya'ya kaçar, Herodias ile birlikte burada bir depremde ölürler.

İnanışa göre Bizans'ın bölgeyi yönettiği dönemlerde kesik baş gömüldüğü yerden çıkarılıp, İstanbul'a getirilmiştir.

Dördüncü Haçlı seferinde, Haçlı ordusu İstanbul'a saldırmış, Aya Sofya dahil her yeri yağmalamıştır. Azizlerin kemikleri türbelerden çıkarılmış, değerli ne varsa çalınmıştır.

Rivayete göre bu esnada bir Tapınak Şövalyesi, yağmalanan kemikler arasında John the Baptist'in kafatasını tanımış - nasıl olduğunu sormayın, ve onu Fransa'ya, Amiens’e götürmüş, kentin katedraline saklamıştır..

Hristiyan dünyasında John The Baptist ile Hz. İsa arasında çok dile getirilmese de bir kıyas, bir rekabet oluşmuştur. Tartışmaları ortadan kaldırmak için John'ın Hz. İsa'nın kudretini kabul ettiği sık sık, üzerine basarak tekrarlanır. Hatta Gospel'ların birinde John'ın Hz. İsa'nın kuzeni olduğu bile yazılıdır.

Ancak bu, John The Baptist’in çok fazla etkili, çok fazla kudretli bir figür olduğu gerçeğini değiştirmez. Hz. İsa yerine, John The Baptist’e inanıp, ibadet eden tarikatlar vardır. Bunlar da doğal olarak dinden ayrılmış sapkınlar olarak görülür.

Tapınak Şövalyelerinin topluca yakalanıp, hapsedildiklerinde, onlara isnat edilen suçlardan biri Baphomet isimli, kesik bir başa tapınmaktı.

Bir baş figürü Tapınak Şövalyelerinin mekanlarında bulunmaktaydı.

İddalara göre, özellikle kıdemli şövalyelerin katıldığı törenlerde bir kafatası getirilir, şövalyeler de bunu öperek saygılarını belirtirlerdi.

Baphomet'in kimin kesik başı olduğu hakkımda akıl almaz söylentiler vardır ancak en akla yakını, bunun İstanbul'dan getirdikleri John The Baptist'in başı olduğudur.

John The Baptist'in vücuduna ne olduğu ise ayrı ve uzun bir tartışma konusudur. Topkapı Sarayı dahil, değişik yerlerde, vücudun değişik parçalarının bulunduğu idda edilir. Genel kabul gören kuram ise vücudunun Suriye'de bir camide gömülü olduğudur.

—-

Devam edeceğiz...

16 Kasım 2018 Cuma

Tapınak Şövalyeleri V

İtalya'nın Milano kentinde Santa Maria delle Grazie isimli bir kilise vardır. Aslen bir convent, yani, sadece rahibelerin kaldığı bir manastır olan bu yerleşke, belki de Hristiyan dünyasının en önemli sanat eserlerinden birisine ev sahipliği yapar.

Bu eser kiliseyle o kadar iç içe geçmiştir ki, büyük bir olasılıkla var olduğu süre boyunca da bu kilisenin içinde kalacaktır. Bunun nedeni ise, eserin yaratıcısı Leonardo da Vinci'nin tuval olarak manastırın yemek odasının duvarlarından birini kullanmış olmasıdır.

Leonardo'nun duvarın üzerine yaptığı resimin teması ise The Last Supper, yani Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki akşam, havarileri ile bir araya geldiği yemektir.

Muhteşem bir sanat eseridir bu. Duvarlara yapılan resimlere normalde Fresk derler. Freskler ıslak sıvanın üzerine boyanır ve boya sıva ile birlikte kuruyup, katılaşır.

Bir sanatçıdan çok daha fazla bir bilim adamı olan Leonardo, geleneksel fresk teknikleri ile istediği parlaklığı elde edemeyeceği ve sıvanın bu resimi bitirmek için harcamayı düşündüğü zamandan daha önce kuruyacağının farkındaydı. Bu yüzden o zamana kadar hiç kullanılmamış özel bir yöntem geliştirdi.

Detaylarına çok fazla girmeden, ıslak sıva yerine iki kat kuru sıva kullandı, boya tutsun ve parlasın diye diye de araya kurşun kaplama başka bir katman koydu ve resmin üzerinde istediği kadar, uzun uzun çalışarak bu şaheseri bitirdi.

Resmin konusu olan yemekte, Hz. İsa ve havarileri, uzun bir masanın sadece bir tarafında oturmuşlardır. Hz. İsa, yemeğin sonunda içlerinden birinin ona ihanet edeceğini söyler.

Leonardo, Hz. İsa’nın tam sözünün bittiği bu noktada, yemektekilerin ifadelerini canlandırmaya çalışmıştır.

Ortak ifade elbette ki şaşkınlık, öfke ve üzüntüdür. Sadece ertesi gün ihanet edecek olan Judas Iscariot'da biraz telaş ve suçluluk görülür.

Hz. İsa, bu son yemekte eline bir parça ekmek alıp, havarilere "Bu benim etim", sonra da şarabından bir yudum alıp, "Bu da benim kanımdır" der.

Hz. İsa'nın son yemeğinde şarap içtiği bu kap bir çok Hristiyan tarafımdan kutsal kabul edilir ve bu kaptan içildiğinde ölümsüzlüğe, sonsuz bir gençlik ve sağlığa ulaşılacağına inanılır.

Hatırlarsanız, Indiana Jones, The Last Crusade filminde, yaralı babasını bu kaptan su içirerek iyileştirmişti.

Yine başka bir inanışa göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde akan kanı bu kap içinde toplamıştır.

Bu kabın ismi eski Fransızca'dan gelme "San Gréal", ya da "San Graal" dır. Ingilizcede Holy Grail şeklinde geçer. "San" Kutsal, "Greal" da Kase anlamına gelir. San Gréal, çoğunlukla Sangréal diye birleştirilir. Bu sözcüğün etimolojisine biraz fazlaca daldım ama bu ileride önemli olacak.

Bu kap, inananlar için dünyadaki hazinelerin en değerlisidir.

Ve bir çok kişi Tapınak Şövalyelerinin Solomon Tapınağının kalıntılarımda bu kabı bulduklarına inanır. Bundan dolayı, öykülerde ve filmlerde, Kutsal Kase peşinde koşan her hazine avcısı, çoğunlukla Kutsal Kase'yi bulabilmek için Tapınak Şövalyelerinin izlerini takip eder.

Öykülerde Kutsal Kase, Tapınak Şövalyelerinin iki yüz yıl boyunca elde ettikleri zenginliklerle birlikte bir hazine biçiminde anlatılır. Bu tasvir hazine avcılarının iştahını daha da kabartır.

Gelin, The Last Supper'a geri dönelim.

Resimde Hz. İsa masanın tam ortasındadır. Havariler ise üçer kişilik dört gurup halinde yarısı Hz. İsa'nın solunda, diğer yarısı da sağında otururlar.

Üç sayısı Hristiyanlıkta çok önemlidir. Holy Trinity, yani Kutsal Üçlem diye tanımlanan Tanrı, Oğul be Kutsal Ruh'u temsil eder.

Üç sayısı, resimde havarilerin oluşturduğu üçer kişilik guruplardan başka yerlerde de bulunur. Örneğin üç tane pencere vardır, ya da Hz. İsa'nın duruşu bir üçgen şeklindedir.

İşin aslı, bu resim üzerinde 1-1–2-3-5-8-13 şeklinde giden, bir sonraki sayının önceki iki sayının toplamı olduğu Fibonacci serisi bile bulunmuştur. 1 asıl figür, yani Hz. İsa, 1 masa, sağlı, sollu 2 duvar, 3 sayısına zaten değinmiştik, Hz. İsa ile birlikte toplam 5 gurup, duvarlarda 8 panel, 13 kişi, vs.

Fibonacci serisinin sayıları The Last Supper'da istemli olarak mı sembolize edilmiştir, yoksa bu tamamen bir tesadüf müdür, bilinmez, ama unutmayalım, Leonardo bir bilim adamıydı ve bu sayıları bilerek kullanmış olması beni şaşırtmaz.

Resimdeki havarilerin kim olduklarını bulmak da kolay olmamıştı. Hz. İsa'yı tanımlamak elbette en kolayıydı. İslam tarihinde kullanılan Petreus, Yohannis gibi Yunanca ve Latince yerine bugün bildiğimiz İngilizce isimleri kullanırsak, en kıdemli havari Saint Peter, en genç Saint John ve elbette Hz. İsa'ya ihanet eden Judas da resimde hemen tanınmıştı.

Judas, resimde Hz. İsa ile aynı anda, aynı ekmek parçasına uzanır. Judas'ın yüzünde, planının ortaya çıkmasından dolayı biraz telaşlı, biraz pişman, biraz da suçlu bir ifade vardır.

Leonardo, Judas'ın yüz ifadesini doğru olarak yansıtabilmek için gerçek bir suçluyu model olarak kullanmıştır. Doğru modeli bulmak oldukça uzun bir süre almış, bu esnada manastırın kıdemli bir rahibi gecikme yüzünden Leonardo'ya kızmıştır. Leonardo da Judas için henüz uygun bir model bulamadığını, ve eğer şikayete devam ederse Judas için rahibin kendi yüzünü model olarak kullanacağını söylemiştir.

Diğer havariler ise Leonardo’nun çok sonraları bulunan el yazması bir notu kullanılarak tanımlanabilmiştir.

Resme dikkatli baktığınızda masada Hz. İsa'nın hemen sağında, tabloya bakarken soldan altıncı havari olan Saint John, yani Aziz Yahya, bir erkekten çok bir kadını andırır.

The Da Vinci Code romanının yazarı Dan Brown dahil bir gurup, bu figürün Saint John değil, Mary Magdalene, (ya da Maria Magdalena) olabileceğini ortaya atmışlardır.

Mary Magdalene, tövbekar bir fahişedir ve İncil'in öğretisinde Hz. İsa'ya çok yakın bir kişiliktir. Bir çok kişi Hz. İsa ile Mary Magdalene arasında bir aşk yaşanmış olabileceğini düşünür.

Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln isimli üç Amerikalı yazar, 1982 yılında yayımladıkları The Holy Blood and the Holy Grail kitabımda ilginç bir önermede bulunurlar.

Buna göre, Hz. İsa ile Mary Magdalene evlenmiş, birden fazla çocukları olmuştur.

Sangréal aslında Kutsal Kase anlamına gelen San Gréal değil, Asil Kan anlamına gelen Sang Real sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur ve Hz. İsa'nın soyunun ismidir.

Birinci Haçlı Seferinden sonra kurulan Kudüs Krallığının ilk hükümdarı Godfrey of Bouillon, Priory of Sion isimli gizli bir topluluk kurmuştur. Leonardo da Vinci, hatta Isaac Newton gibi bilinen isimler bu topluluğun liderleri olmuştur. Leonardo, The Last Suppar'da, Sang Rail'in bir işareti olarak Saint John yerine Mary Magdelene'i tasvirlemiştir.

Priory of Sion, askeri ve finansal gereksinimlerinin karşılanması için de Tapınak Şövalyelerini kurmuştur.

Priory of Sion'ın himayesinde Hz. İsa'nın çocukları ve bunların devamı, bu günkü Güney Fransa'ya yerleşmiş, Fransız kraliyet ailesiyle yaptıkları evliliklerin sonucu Fransa'yı uzun süre yöneten Merovingian hanedanlığı oluşmuştur.

Sang Real, yani Hz. İsa'nın torunları, Priory of Sion ve Tapınak Şövalyelerinin korumasında bugün hala hayatlarını sürdürmektedirler.

Elbette bu iddaları doğrulamak olanaksız. Tapınak Şövalyeleri bugün hala var mıdır, Hz. İsa'nın torunlarını korumaya devam ediyorlar mıdır, bilemeyiz. Ancak bunların sayesinde bize çok renkli öyküler, kitaplar, filmler kalmıştır, buna kuşku yok.

The Last Supper'a bir daha dönersek, bu şaheserin bugün hala görülebilir olması bile bir mucizedir.

Resim, zamanla duvardaki rutubetten ötürü solmuş, renkler akmaya başlamış. Üstüne de 1600'lü yıllarda akıllının biri, tam Hz. İsa'nın ayaklarının bulunduğu yere bir kapı yapmıştır. Bunu yapan her halde mezarında rahat uyuyamıyordur.

1700'lü yıllarda birden fazla restorasyon çalışması yapılmış, ancak bunlar resmi acıklı biçimde, daha da kötü bir hale getirmişlerdir.

İkinci Dünya Savaşı esnasında, müttefik bombardımanından korunması için duvar önce tahtalarla, sonra da kum torbalarıyla korunmuş. Resmin içinde bulunduğu odanın duvarlarından bir diğeri, bir bombanın isabet etmesiyle yıkılsa da, The Last Supper'ın bulunduğu duvara bir şey olmamıştır.

Ancak bu noktada resim o kadar zarar görmüştür ki, yüzlerin hiç biri tanınmayacak durumdadır.

Mikroskobik örnekler ve infra-red taramayla resmin orijinal renkleri tespit edilmiş, kağıda çizilmiş ya da yağlı boya ile yapılmış kopyelere bakılarak da resmin orijinal hali belirlenmiştir. Sonrasında uzun ve titiz bir restorasyon çalışmasıyla neyse ki resim neredeyse tam olarak eski haline getirilmiş durumdadır.

Bugün, resimde Leonardo'nun orijinal fırçasından çok azı kalmıştır. Az da olsa bazı bölgeler ise tam olarak eski haline getirilemediğinden, orijinal olmadığı belli olsun diye farklı bir tarzda boyanmıştır.

Rutubetten dolayı olabilecek kayıpları önlemek için yemek salonunun pencereleri tuğlalarla kapanmış ve bugünkü teknolojinin yardımıyla sıfır nemli bir ortam oluşturulmuştur. Bugün, resmi görebilmek için başka bir salonda on beş, yirmi dakika kadar bekleyip, nemden arındırılmanız gerekmekte.

Bu şaheseri dünya gözüyle görme şansını bulmuş biri olarak yolu düşen herkese görmesini kuvvetle öneriyorum. Ancak lütfen dikkat, biletlerinizi en az iki ay öncesinden almanız gerekiyor.

Tapınak Şövalyelerinin ilham verdiği efsaneler bu kadar değil.

Devam edeceğiz...

14 Kasım 2018 Çarşamba

Tapınak Şövalyeleri IV

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'ün Selahaddin Eyyubi tarafından alınmasından sonra bir kıyı kenti olan Akka'ya taşımdılar ve yüz yıl kadar burada kaldılar. 1291 yılında burayı da kaptırınca, merkezlerini sırasıyla elde kalan kentlere taşımaya başladılar.

Anakaradaki son kentlerini kaybettiklerinde ise merkezlerini Limasol'a taşıyıp, Suriye yakınlarındaki Ruad adasını kullanarak, askeri bir rol üstlenmeye çalıştılar, hatta bunun için Moğollarla bile anlaştılar. Ancak 1303 yılında Memluklar bu adayı ele geçirince artık Kutsal Topraklarda bir garnizonları kalmadı ve Avrupa'ya geri döndüler.

Tapınak Şövalyelerinin ticari işleri hiç bir aksaklık göstermeden, tüm hızıyla devam ediyordu, ancak ortada hiç bir misyonu olmayan bir ordu kalmış, halen Papa'nın tanıdığı ayrıcalıklar sayesinde de kimseye hesap vermeden, Avrupa'da serbestçe dolaşmaktaydı.

Hemen yakınlarındaki bu güç, Avrupa'daki Monarkları çok huzursuz etmişti. Şövalyelerin yavaş yavaş, daha sesli bir biçimde dillendirdikleri bağımsızlık konusu da bu huzursuzluğu artırmıştı.

Bütün bunların dışında herkesin Tapınak Şövalyelerine dişlerini gıcırdattığı bir başka mesele vardı ki, geri kalan her şeyi gölgede bırakıyordu.

Avrupa'daki bir çok kral, kraliçe, prens ve prenses Tapınak Şövalyelerinden kredi almıştı, yani onlara borçluydu.

En çok da Fransa Kralı Philip IV!

Philip IV, İngilizlerle savaşa tutuşmuş ve bu savaşı da Şövalyelerden aldığı borçla finanse etmişti. Bu parayı geri ödeyecek durumu ise hiç yoktu.

Philip, işi kestirmeden halletmeye karar verdi.

Papa Clement V, Philip'in hem akrabası, hem de arkadaşıydı. Philip, Papa'ya biraz da baskı kurarak Tapınak Şövalyelerinin başefendisi ve CEO'su Jacques de Molay'yi Paris'e çağırttı. Papa sözde Knights Templar ile Knights Hospitaller'in birleşmesini konuşacaktı.

13 Ekim 1307 bir Cuma gününe denk geliyordu. Bu gün olacaklar, bir teoriye göre Hristiyan dünyasında ayın 13'üne denk gelen Cuma'ların uğursuz sayılmasına neden olacaktı.

Philip, verdiği bir emirle de Molay ve Fransa'da yerleşik bir gurup Tapınak Şövalyesini inançsızlık gerekçesiyle tutuklattırdı.

"Defenders of the faith", bir anda 'Enemies of the faith' olmuştu.

Philip'in niyeti hem borçlarını sıfırlamak, hem de şövalyelerin servetine çökmekti.

Şövalyelere yüklenen inançsızlık suçu putlara tapmak, kabul törenleri esnasında üç kere kutsal haç'a tükürmek, Hz. İsa'yı reddetmek, erkekler arasında uygunsuz öpüşmek, homoseksüel ilişkide bulunmak, sahtekarlık, dolandırıcılık yapmak gibi ithamlarla detaylandırılmıştı.

Inquisition, yani dilimize çok kötü bir okumayla çevrilmiş Engezisyon, mahkemeleri hemen devreye girdi.

Bu mahkemelerin temel ilkesi, sanıklar 'sorgulanırken' onları kesip, kan getirmemekti. Zamanından önce gelebilecek ölümleri engellemek amacıyla bu yönde bir karar alınmıştı. Bu nedenle de sorgulamanın en çok kullanılan tekniği, sanığın ellerini ve ayaklarını iplerle bağlayıp germekti. Germenin ardından kollar ve bacaklar çıkıyor, acıya rağmen kan ve ölüm gibi istenmeyen durumlar önleniyordu.

Bir başka sıklıkla kullanılan yöntem ise sanığın ayaklarını bağlayıp, altında yaktıkları ateşle onları kavurmaktı.

Devamlı kırbaçlama ve dövme ile de aralar dolduruluyordu.

Şövalyeler elbette ki bütün isnat edilen suçları 'itiraf ettiler'.

Papa Clement V, yayımladığı Papal bir kararnameyle Avrupa'daki bütün krallıklardan Tapınak Şövalyelerinin tutuklanmasını ve mallarına el konmasını istedi. Papa, sonrasında bir mahkeme kurarak şövalyelerin yargılanmasını başlattı.

Şövalyelerin hepsi Inquisition esnasında işkence altında verdikleri ifadeleri geri çektiler ve adil bir savunma hazırlamaya başladılar, ancak 1310 yılında, Papa'nın soruşturmayı yürütmekle görevlendirdiği Piskopos, Inquisition'ın aldığı ifadeleri geçerli sayıp, şövalyelerin bir çoğunu diri diri yakılma cezasına çarptırdı.

Kral Philip, Papa'yı askeri bir girişimde bulunmakla tehdit ederek, onu resmi olarak Tapınak Şövalyelerini lağvetmeye zorladı. Papa da 1312 yılında Viyana Konseyinde kurumu sonlandırarak, Avrupa'daki mal varlıklarının bir çoğunu Knights Hospitaller'a devretti.

Şövalyelerin son başefendisi Jacques de Moley ve üst düzey diğer bir şövalye Paris'te, Sen nehri kıyısına, öykümüzün başladığı noktaya, diri diri yakılmak üzer getirildiler.

De Molay ellerinin dua eder biçimde bağlanmasında ve Notre Damme Katedralini görecek bir biçimde konumlandırılmasında ısrar etti. Cellatlar bu isteğini yerine getirdiler.

Alevler arasındaki son sözleri “Tanrı kim haksız, kim günahkar biliyor. Çok yakında bizi ölümümüze gönderenlerin başına felaketleri gelecek” olmuştu.

Papa Clement V, hemen bir ay sonra öldü.

Kral Philip IV ise aynı sene içerisinde bir av kazasında hayatını kaybetti.

Ne var ki Tapınak Şövalyelerinin servetinden bir kuruş bile nakit para bulunamamıştı. Tutuklamaların olduğu gece bir kaç at arabası Paris'i terketmiş, Avrupa'daki diğer Tapınak Şövalyelerine ait yerleşim merkezleri boşaltılmış, şövalyelerin gemileri denize açılmış ve bir daha görülememiş, geride ise sadece taşıyamadıkları bağ, bahçe tarla ve çoğunluğu boş depolar kalmıştı.

Kral Philip borcunu sıfırlamıştı, ancak, özellikle Inquisition giderlerini düştükten sonra - malumunuz işkence yapmak masraflı iş, umduğu kârı gerçekleştirememişti.

Avrupa'nın gerisindeki Tapınak Şövalyelerinin çoğu Papa'nın emri çerçevesinde yakalanıp, yargılandı, ancak hemen hiç biri suçlu bulunmadı. Bunların çoğu başka şövalye topluluklarında hayatlarını sürdürdüler.

Papa Clement V'in Kral Philip'e yazdığı bir mektupta, günahlarını itiraf etmiş tüm şövalyelerin onur ve haklarını geri verdiğini söylemişti.

Yakın zamanda, 2001 yılında, Vatikan arşivlerinde yanlış bir yere koyulduğu için gözden kaçmış başka bir belgede ise Papa Clement'un şövalyelerini isnat edilen suçların tümünden beraat ettirdiği yazılıydı.

Vatikan bugün Papa Clement V'in Kral Philip'in baskısıyla bu kararları verdiğini ve şövalyelerin suçsuz olduklarını kabul etmektedir.

Bankacılık, kredi, faiz, çek, kar payı gibi kapitalizmin abece'si sayılan finansal enstrümanların ilk mucitleri Tapınak Şövalyeleri olmuştur. Başka bir deyişle kapitalizmin temelleri bu organizasyon tarafından atılmıştır.

Ancak Tapınak Şövalyelerinin kapitalizme katkısı şüphesiz aşağıdaki ilkeyi getirmiş olmalarıdır.

"Kafanı kopartmaya yerkisi ve gücü olan birine asla borç verme!"

Günümüzde para bundan üzerine çökebilecek birinin olduğu yerlere gitmez.

—-

Tapınak şövalyelerinin öyküsü burada bitiyor gibi görünse de asıl burada başlar sevgili arkadaşlar. Dünya hayli geçerli sebeplerden ötürü, bu ilginç topluluğun varken değil, ortadan kalktıktan sonra ne olduğuyla ilgilenir. Bu mistik konuya girmeden önce dilimin döndüğünce sizlere Tapınak Şövalyelerinin öyküsünü tarafsız ve mistisizmden arınmış bir biçimde anlatmak istedim. Çünkü buradan sonrası hep efsane.

Bu arada Tapınak Şövalyeleri gibi bir konunun beni niye gerdiğini, merak edeniniz varsa, onu da kısaca anlatayım.

Geçenlerde Fransızca bir kitap okumaya başlayayım dedim. Öyle Les Misérables falan gibi iç bayıltıcı bir kitap yerine eğlenceli olsun diye Chevaliers Templiers, yani Tapınak Şövalyelerini okumaya başladım.

Öyle bir sardı ki, Fransızcasını bıraktım, hızlı olsun İngilizcesiyle devam ettim.

Sonra da kim bilir kaç dökümanter seyrettim, başta Wikipedia, kaç makale okudum.

Sonra da bunları sizle paylaşayım istedim.

Devam edeceğiz...

11 Kasım 2018 Pazar

Tapınak Şövalyeleri III

Haçlı seferleri, genelde düşündüğümüz gibi örneğin Kosova ya da Mohaç muharebeleri gibi başı sonu belli, kazanan ve kaybedenin açıkça bilindiği savaşlar değildi.

Batıdan yola çıkan ve başlarımda farklı komutanların olduğu, askerlerinin kiminin gerçek asker, kiminin esnaf ya da çiftçi, kiminin de kanun kaçakları ve suçlulardan oluştuğu çok fazla bir bütünlüğü olmayan topluluklardı.

Örneğin Kudüs'e giderken yolda karısını kaybeden bir komutan, zamanın kanunları gereği, karısının sahibi olduğu mallar üzerindeki haklarını da kaybetmişti. Kısacası beş parasız kalmıştı. O da emrinin altındaki askerlerini ordudan ayırıp, doğuda bazı kentlere saldırmış, bunları yağmalayarak mali durumunu düzeltmiş, sonra da geri dönerek Haçlı ordusuna yeniden katılmıştı.

Haçlı ordularının Batı Avrupa’dan Anadolu'ya ve sonrasında da Kudüs'e ulaşması yıllar alıyordu. Bu süre içinde de gereken yemek, su vesaire gibi ihtiyaçlarını yanlarında taşımaları mümkün değildi. Bu ihtiyaçlarını da geçtikleri yerlerden sağlıyorlardı. Zaman zaman yiyeceklerini para ile satın alsalar da, çoğunlukla kısa ve kolay yolu seçip, doğrudan köyleri, kentleri yağmalıyorlardı.

Yine Macaristan’dan geçerken yaptıkları yüzünden, Macar ordusu Haçlılara saldırmıştı. Birinci Haçlı seferleri esnasında Bizans Kralı Haçlıları İstanbul'a sokmamıştı bile.

Yine çok fazlasıyla tipik bir Avrupa fenomeni olan kendinden olmayanı nefret sırasına dizip sınıflama da bu seferlerin en belirgin özelliklerinden biriydi.

Örneğin Haçlı Seferlerinin birinci hedefi Müslümanlardı. Ancak sanmayın ki Haçlılar sadece Müslümanlarla savaşmışlardı. Fırsat buldukça Katolik olmayan diğerlerine de hatrı sayılır derecede zarar veriyorlardı.

Örneğin Yahudiler.

Hristiyan inancı Yahudileri özel bir yere koyar, çünkü Hz. İsa ve Havarileri hep Yahudiydi. Ancak Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden de Yahudileri sorumlu tutarlar. Ne olursa olsun, İncil'in yarısı Tevrattır (hoş, Kuran'ın bir bölümü de Tevratta geçen ama bunu başka bir yazıya bırakalım). Bu yüzde de bu iki din arasında önemli bir yakınlık vardır.

Buna rağmen Haçlı seferleri sırasında önemli bir Yahudi katliamı yaşanmıştır. Katoliklerin hiç biri Kudüs'ü ilk sahipleri olan Yahudilere bırakmayı düşünmemiştir bile.

Hristiyan olmalarına rağmen Katolik olmayan Ortadoks Bizanslılar da bir çok farklı olayda Haçlılardan nasiplerini almışlardır. Çok dillendirmeseler de, Ortadokslar, Katolikler için dinden sapmış heretikler sayılır. Bu biraz İslam'daki Sünni-Alevi ilişkisine benzer.

Haçlılar, biraz da bu motifle, Bizans'a ait toprakları ele geçirdiklerinde bunları tekrar Bizans İmparatorluğuna vereceklerine dair ant içmiş olsalar da, eski Bizans topraklarının birçoğunu kendilerine saklamışlardır.

İşin derinine inersek, Katolikler kendi aralarında da sen Fransızsın, ben Almanım, o İngiliz diye birbirlerine girmişlerdir.

Benzeri koşullar içerisinde Tapınak Şövalyeleri de yavaş yavaş göze batmaya başlamışlardı.

Bir kere rakip oluşumlar ile aralarında git gide büyüyen bir sürtüşme oluşmuştu.

Tapınak Şövalyelerine rakip sayılabilecek iki önemli gurup vardı.

Bunlardan ilki Knights Hospitaller isimli şövalyelerdi. Bunlar yine Kudüs'te konuşlu, Papa'ya bağlı çalışan dinsel bir askeri güçtü. Finansal olarak Tapınak Şövalyelerin ticari yetkinliğine sahip olmasalar da, askeri olarak yine çok güçlü bir topluluktular. Knights Hospitaller, Türk tarihinde Malta Şövalyeleri ve Rodos Şövalyeleri olarak geçer.

İkinci rakip oluşum ise yine Kudüs'te kurulmuş, Teutonic Order ya da orijinal dillerimde Deutschherrenorden denilen, Alman, Katolik şövalye gücüydü.

Tapınak Şövalyeleri her iki gurupla da doğrudan askeri bir mücadeleye girmemişti, ama üç topluluk da özellikle kilise katlarında birbirlerinin kuyusunu kazmaktaydı.

Rekabetin getirdiği zararın üzerine, bir de Tapınak Şövalyelerinin, özellikle finansal olarak çok fazla güçlenmeleri, Avrupa Monarkları arasında bir endişe konusu olmaya başlamıştı. Şövalyeler iyice güçlendiğinde Rodos Şövalyeleri benzeri, bağımsız bir devlet kurmaktan söz etmeye başlamışlardı ki, Avrupa'daki Krallar bu sözlerden sonra soğuk ürpertiler geçirmeye başladılar.

Bu esnada, Kudüs'ü kaybeden Müslümanlar da boş durmuyordu.

Kudüs'ün Haçlıların eline geçtiği 1099 yılından itibaren başta Selçuklular, bütün Müslümanlar Haçlıları bölgeden çıkarıp, kaybettikleri toprakları geri almayı planlıyorlardı.

Birinci Haçlı Seferi esnasında, tarihimizin bizlere çok çok yumuşatarak anlattığı, Kılıçarslanın kabul edilemez sarsaklığı yüzünden başkent İznik dahil, Anadolunun yarısı ve Suriyenin neredeyse tamamı kaybedilmişti.

Selçukluların toparlanmaları yarım yüz yıl aldı. Musul Atabeyi Zengi, 1144 yılında saldırıp, Urfa'yı geri aldı.

Durumlarının zayıfladığını gören Haçlılar bir ordu daha toplayıp, 1149 yılında Anadolu'ya ulaştılar. Zengi'nin oğlu Nureddin bu ikinci Haçlı seferine başarıyla direndi. Haçlılar hiçbir sonuç alamadan ya ortadan kaldırıldılar, ya da geri evlerine döndüler.

1180'li yıllar Selahaddin Eyyubi'nin güçlenmesine tanık oldu. Selçuklu Sultanı Nureddin'in görevlendirmesiyle Mısıra giden ve sonrasında burada Eyyubi devletini kuran Selahaddin Eyyubi, Nureddin'in ölmesiyle önce onun dul karısıyla evlendi, sonra da Nureddin'in çocuk yaşta oğluna saldırdı. Sonra Selçuklulara saldırmaktan vaz geçip, bu kez güçlerini Kudüs'deki haçlılara yöneltti.

Tapınak Şövalyelerinin önemli katkısıyla 1177 yılında, Montgisard savaşında Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’yi ağır bir yenilgiye uğrattılar.

Eyyubi, bir sonraki on yılı Suriye'deki dağınık Müslümanları bir araya getirmek için harcadı.

Eyyubi, 1187 yılında Kudüs Krallığının ordularını Hıttin bölgesine kadar çekti. Uzun bir takipten sonra Haçlı ordusu açlık ve susuzluktan bitap düşmüşken, Hıttin'deki tek su kaynağı olan kuyuları tuttu ve çaresizce saldıran Haçlıların karşısında önemli bir zafer elde etti.

Sonrasında doğu Akdeniz'deki diğer Haçlı devletçiklerini ele geçirdi. 1187 yılının sonuna doğru da Kudüs kentini savaşmadan teslim aldı.

Avrupa, Kudüs’ü geri almak için üçüncü Haçlı Seferini başlattı.

Haçlı ordusunun başında İngiliz Kral I. Richard, ya da bilinen ismiyle Aslan Yürekli Richard bulunuyordu.

Richard 100 bin kişilik ordusuyla Kudüs'ün kırk kilometre yakınına kadar gelip, eğer Kudüs'ü alırsam Müslümanlar nasılsa bizden geri alacaklar dedi, ve kutsal şehri Eyyubi'ye bırakıp, geri İngiltere'ye döndü. Kimse de ona, madem Kudüsü alsan bile Müslümanlar geri alacaktı, niye 100 bin kişiyi Kudüsü alacağım diye ta Orta Doğu'ya getirdin diye sormadı.

Aynı bizim Kılıçarslan'ı, Kürtlerin de Eyyubi'yi efsaneleştirdiği gibi, Katolikler de Richard'ı Aslan yürekli yapıp, arkasından efsaneler yazdılar. Tarihin bu bölümü de böylece üç yeteneksiz, basiretsiz komutanı allayıp, pullayıp geleceğe sattı.

Kudüs kentinin yeniden Müslümanların eline geçmesi Tapınak Şövalyelerini işsiz bırakmıştı. Kudüs yoksa Hristiyan hacılar da yoktu ve olmayan hacılara koruma da gerekmiyordu.

Rekabetin aşındırdığı konumları ve Avrupa'daki soyluların endişeleri üzerine, bir de varlıklarının kaynağı Kudüs kaybedilmişti.

Tapınak Şövalyelerinin yeni bir görev tanımı yapmaları gerekiyordu.

—-

Devam edeceğiz...

10 Kasım 2018 Cumartesi

Tapınak Şövalyeleri II

Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri ortaçağın en gizemli topluluklarından biriydi. Bu gizemleri yizünden de geçmişten bu güne bir çok kişinin merak konusu olmuşlardır. Bu merakın kaynağı aslında Tapınak Şövalyelerinin kim oldukları ya da ne yaptıklarından değil, daha ziyade kim olmuş ya da ne yapmış olabileceklerindendir.

Gerçekten de Tapınak Şövalyeleri hakkında bilinmeyen bir çok şey vardır. Bu bilinmeyenler de, biraz tahmin , biraz da mistisizmle karıştırılıp öykülere dökülür, kitaplarda, filmlerde anlatılır.

Birçok kişinin ilgisini çeken bu öyküler çoğunlukla kayıp hazineleri, kutsal emanetleri, doğaüstü olayları konu alır, ki bunlara elbette geleceğiz. Ancak başlangıç olarak fantastik olmayan tarihin bu ilginç topluluk için ne dediğine balalım.

Tapınak Şövalyeleri ilk kurulduklarında dokuz kişilerdi. Kuruluş amaçları olan Hristiyan hacıları koruma misyonları göz önüne alındığında, dokuz kişi ile kimi ya da neyi koruyabilmişler, o biraz tartışılır tabi.

Kuruldukları günlerde tek gelir kaynakları yerel bağışlardı. Oldukça kısıtlı olan bu finansman, topluluğun büyümesini engelliyordu, hatta bu kadar az bir gelirle bu organizasyonun yaşayabileceği bile şüpheliydi.

Yardıma kurucu dokuz şövalyeden birinin de akrabası olan Saint Bernard de Clairvaux isimli Fransız bir papaz koştu. Zamanın en etkili din adamlarından biri olan Bernard de Clairvaux, bıkmadan, usanmadan, Katolik yönetiminin her kademesine, Tapınak Şövalyelerinin yaptığı işin önemini anlatan mektuplar yazdı, bu gurup için bol bol lobi yaptı.

Bu emekler karşılığını buldu. Üyeleri üst düzey Katolik papazları olan Troyes Konseyi, 1129 yılında Tapınak Şövalyelerinin kilise tarafından tanınıp, desteklenen bir topluluk olduğuna dair bir kararı onayladı. Bu karardan sonra Tapınak Şövalyeleri, Hristiyan dünyasında ayrıcalıklı bir gurup haline geldi ve tüm Avrupa ülkelerinden para, arazi ve ticaret fırsatları gelmeye başladı. Soylu aileler, erkek çocuklarını bu kutsal davada görev alabilmeleri için Kudüs'e göndermeye başladılar.

Başka önemli bir dönemeç de 1139 yılında geçildi. Papa Innocent II, imzaladığı Papal bir kararname ile Tapınak Şövalyelerini her türlü yerel kanundan muaf saydı. Tapınak Şövalyeleri hiç bir ülkenin kanunlarına değil, sadece Papa'ya karşı sorumlu olacaklardı. Böylece şövalyeler vergi ödemeyecek, istedikleri ülkeye hiç bir kısıtlama olmaksızın girebilecek ve burada kanuni hiç bir sonucu olmadan istedikleri her şeyi yapabileceklerdi.

Tapınak Şövalyelerinin sayıları hızlı bir biçimde arttı. Zamanın korkulan, etkili bir askeri gücü oldular.

Şövalyeler asker oldukları kadar birer din adamıydılar. Bunlar, dünyevi zevkleri ve zenginlikleri reddetmiş, Hz. İsa'nın öğretisini takip eden keşişlerdi. Bu özellikleriyle zamanın yağmalayıp öldüren sonra da içip zaferlerinin tadını eğlenerek çıkaran klasik asker tipinden önemli bir biçimde farklılaşıyorlardı.

Kendilerine amblem olarak fakirliği sembolize eden, bir at üzerine binmiş iki şövalyeyi seçmişlerdi.

Topluluğa katılırken normal bir rahibin ettiği yeminin aynısını ediyorlardı. Ancak diğer rahiplerin aksine, şövalyeler için insan öldürmek serbestti. Bu Katolik kilisesinin tarihinde bir ilkti.

Hem bir asker, hem de birer din adamı olmaları, beraber savaştıkları Haçlı ordusunun diğer askerleri tarafından bile tuhaf karşılanmıştı. Bazıları Tapınak Şövalyelerinin kimsenin bilmediği farklı bir görevleri olduğuna inanıyordu.

Yemek için çok basit yiyecekler seçer, ve bunları tek başlarına, kimseyle konuşmadan yerlerdi.

Hepsi çok iyi eğitim görmüş usta askerlerdi. Hem kendileri, hem de atları üzerinde kırmızı haçlar bulunan beyaz mantolar giyerlerdi. Savaşta en ön saflarda yer alır, çok hızlı bir biçimde saldırıp, düşman hatlarını yarar, ferideki asıl kuvvetin saldırması için uygun bir zemin hazırlarlardı.

Kendi koydukları kurallar gereği, hiç bir Tapınak Şövalyesi, savaştıkları gücün sayısı kendilerinin üç katından fazlası değilse geri çekilemezdi.

Tarihçiler, Selahattin Eyyubi'nin 25 bin askerine karşı üç bin küsür askerle karşılaştıkları Montgisard savaşında, zaferin kazanılmasını Haçlı ordusundaki 500 tapınak şövalyesine bağlarlar.

Özetle şövalyeler gerçekten güçlü, yerkin askerlerdi.

Ancak bu askerler toplam Tapınak Şövalyeleri personelinin sadece yüzde onunu oluşturuyordu!

Geriye kalan yüzde doksan, bugünün değişiyle masa başı işlerle meşguldü.

Vergiden muaf ve savaşan gücü dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş olan bu organizasyon bağışlar ve ticari faliyetleri sonucu çok büyük bir gelir elde ediyordu.

Tapınak Şövalyelerinin çiftlikleri, üzüm bağları, şaraphaneleri, tarlaları, atölyeleri, depoları vardı. Bunlarla birlikte Avrupa'nın hemen her noktasında kaleler, barınaklar, kiliseler, manastırlar yapmışlardı ve bunların tümü organizasyon için birer şube, birer temsilcilik biçiminde çalışıyordu.

Papa dışında kimseye de karşı sorumlu olmadıklarımdan serbestçe ticaret, ithalat ve ihracat yapıyorlardı.

Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk çek uygulamasını gerçekleştirmişlerdi.

Öncelikle Kudüs'e giden hacılar, sonrasında da Avrupa'nı her yerine seyahat eden yolcular, Tapınak Şövalyelerinin bürolarından birine gidiyor, nakit paralarını buraya yatırıp, karşılığında yazılı bir döküman alıyorlardı. Kudüs ya da Avrupa'daki gidecekleri yerlere vardıklarında da, bu kağıdı Tapınak Şövalyelerinin oradaki bürosuna götürüp, yatırdıkları parayı geri alabiliyorlardı.

Yüzde on gibi 'ufak' bir komisyon düşülerek tabi...

Bu hizmetin oldukça fazla müşterisi vardı. Bu, tam tanımıyla bir seyahat çeki olan sistem, yolculuk boyunca paranın çalınması ya da kaybını engelliyor, bu uygulamanın farkında olan haydutlar da bir şey alamayacaklarını bildiklerinden bu yolculara saldırmıyorlardı. Kısacası yolcular paralarını korumakla kalmayıp, canlarını da kurtarıyorlardı.

Gelir bu kadar fazla olunca bu paranın da değerlendirilmesi gerekiyordu tabi.

Tapınak Şövalyeleri Kazandıkları bu parayı Avrupa'daki monarklara, yani kral ve soylulara borç olarak veriyorlardı. Faiz o zamanlarda günah sayıldığı için de karşılığında kar payı istiyorlardı.

Kısacası Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk bankasını kurmakla kalmamış, tarihin ilk çok uluslu şirketini de yönetiyorlardı.

Toplam personelin savaşla ilgisi olmayan yüzde doksanlık bölümü de bu ticari işlemler için çalışıyordu.

Tapınak Şövalyelerine militarist, teolojik ve mistik bir anlam yükleyen birçok kişiyi üzme pahasına, bu organizasyon askeri değil, ticari bir organizasyondu. Şövalyeler de birer tüccardı.

Şövalyelerin bir de diplomatik tarafları vardı.

Hem Musevi, hem de İslam kültürüne yakınlaşmışlardı. Arapça ve İbranice öğrenip, Müslüman ve Yahudi din adamlarıyla etkileşimde bulunmuşlar, onların kültürlerini, inançlarını öğrenmişlerdi.

Tapınak Tepesindeki karargahları Mescid-i Aksa'nın bir parçasıydı. Burada bir köşeyi diplomatik görevlerle arada bir gelen Müslüman ziyaretçilerin namaz kılıp, dua etmesi için ayırmışlardı.

Tapınak şövalyeleri alışılagelmişten çok farklı bir topluluktu.

—-

Devam edeceğiz...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...