12 Ağustos 2018 Pazar

Arizona

Las Vegas'tan çıkmış, Henderson'ı geçmiş ve artık çölün kahverengi-kırmızı renklerini görmeye başlamıştık.

Sonra Boulder City çıktı karşımıza. Hoover Dam'in inşaatı esnasındaki işçi barınağı hali çoktan kaybolmuş, modern bir yer haline dönüşmüş. İçine girmedik ama arkadaşım çok düzgün, çok güzel bir şehir olmuş dedi.

Sonra da Hoover Dam'in yanından geçtik. Ama bir tepenin ardında kaldığı için, "Gitmesek de görmesekte o bizim barajımızdır" olduk. Hoover Dam'i helikopterden görmüştüm, bu gelişimizde de uçakla inerken de bir kez daha gördük.

Hoover Dam, Colorado nehri üzerinde, büyük ve etkileyici bir baraj, ama sonuçta bir baraj işte sevgili arkadaşlar. Beton yani.

Yapıldığı zaman çok kişi görmek için gelmiş. Bunda biraz benim neslimin Keban Barajını ziyaret etmesindeki motifler var tabi. Zamanın en büyük barajı, bilmem kaç eyalete elektrik sağlıyor, çölün ortasında sulama yapıyor falan.

Hoover Dam'ı ilginç kılan bir başka özelliği ise yapılışı esnasındaki efsaneler.

Bu barajın yapımında beş küsür bin işçi çalışmış, bunlardan yüz civarı inşaat sırasında hayatını kaybetmiş. Amerika'da hala baraj yapılırken, kazayla betona düşen işçilerin, çıkarılması vakit alacağı için orada bırakılıp, üstlerine beton dökülmeye devam edildiğine inananlar var.

Hoover Dam bir beton yığını olsa da oluşturduğu Lake Mead gölü gerçekten görmeğe değer bir güzellik.

Gün ışığının durumuna göre doğal yeşilin ötesinde çok ilginç bir yeşil tonu, ya da mavi tonu rengi alabiliyor. Yine kıyıları çok ilginç, beyazımsı bir renkte. Bu kıyılar aslen alttaki kanyon tepelerinin zirveleri olduğu için de zig-zag'lar halinde gölü çevreliyor. O yüzden bu manzarayı havadan görmek çok daha ilginç.

Lake Mead'ı havadan görmek
Lake Mead'ı havadan görmek için, bir helikopter ya da uçak turuna alternatif olarak, Las Vegas'a gelmek için bindiğiniz yolcu uçağını kullanabilirsiniz. Biz gelirken Lake Mead sol taraftaki pencereden görülebiliyordu. İnerken dönüp, McCarran'ın pistlerini aksi istikametten almadığımızı düşünürsek, bunun hava alanının olağan operasyonlarında tekrarlayacağımı varsayabiliriz. Sözün kısası, Lake Mead'i görmek için Las Vegas'a gelirken uçağın sol tarafına oturun 😛. Los Angeles, San Francisco gibi batımsı bir yerden geliyorsanız da sağ tarafına oturun.

Hoover Dam tam Nevada ve Arizona eyaletlerinin sınırında sevgili arkadaşlar. Biz de Colorado nehrini geçtik ve 🐝Mezzy🐝'cik ilk defa Arizona topraklarına ayak basmış oldu.

Arizona her halde insanın kafasındaki Vahşi Batı resmine en çok uyan yerlerden biri sevgili arkadaşlar.

Bir kere uçsuz, bucaksız bir çöl. Ancak Arizona'yı özel yapan şeylerden biri, bu çölün bir kum çölü olmaması. Başka bir deyişle, çölde bol bol dağ, tepe ve kayalıklar var. Bu resmi bir de kahverenginin her tonuyla boyayın, ortaya dünyanın başka hiç bir yerinde göremeyeceğiniz manzaralar çıkıyor.

Hepimiz yeşil'i severiz tabi. Üstüne biz dünyanın en yeşil ülkelerinden birinde yaşama şansına sahibiz. Ancak Arizona'yı görmeden kahverengiyi o kadar küçümsemeyin derim. Her dağ, her kaya, her düzlük başka bir güzellik.

Arizona'nın kahverengisine bir de Colorado nehrini eklediğinizde ise ortaya gerçek mucizeler çıkmış. Grand Canyon bunlardan sadece biri, ki sonra ona geleceğiz zaten. Bu nehir Arizona kayalarını bin yıllar boyunca oyup, ortaya ressamların hayal güçleriyle bile çizip, boyayamayacakları manzaralar çıkarmış.

Nehir, bir de çölün ortasına su getirdiği için çöl yaşama kavuşmuş, kaktüsleri, çakalları, tilkileri, çıngıraklı yılanları ile ortaya tam bir Vahşi Batı geri planı çıkarmış.

Tommiks'in kızılderililer ile savaştığı, kervanları koruduğu, posta arabalarına refakat ettiği, haydutları kovaladığı mekanlar hep buraları işte.

Güneş yavaş yavaş yükselmiş, arabanın camları yine sıcaktan dokunulamaz hale gelmişti.

Willow Beach
Colorado nehrinin üzerinde, Willow Beach isimli bir parkta durduk. Hava öyle bir sıcaktı ki, sevgili kardeşim, arabanın motorunu durdurmadı ve 🐝Mezzy🐝'yi başında birimiz nöbetçi, arabanın içinde tuttuk.

Nehir burada bir dirsek yapıp dönüyordu ve bir sahil sayılabilecek kadar da genişlemişti. Etraftaki tepelerin ve suyun oluşturduğu ilginç bitki örtüsünün altında ortaya mükemmel bir manzara çıkmıştı.

Yeniden yola koyulduk. Bu kez hedef Kingman kentiydi.

Kingman önemli bir Route 66 konaklama noktasıymış. Zaten şehre girer girmez hemen sağda bir müze, orijinal bir de Route 66 tabelası vardı, yanında ise eski bir at arabası, bahçede de de eski model arabalar ve tren vagonları...

Western kokusu
Kingman'ın içinden geçen yol da zaten Route 66, bu yüzden yol boyu Historic Route 66 işaretlerini görmek mümkün.

Müze ise küçük olmasına rağmen oldukça ilginçti. Route 66 zamanlarından kalma benzin pompaları, arabalar, trafik işaretleri, araba plakaları gibi bol bol anı malzemesi gördük. Müzenin bir köşesinde de zamanın binalarını canlandırmışlardı.

Gezdiğimiz ikinci bir müzede de bol bol kızılderili-kovboy malzemesi vardı. Totemler, halılar, kilimler, battaniyeler, silahlar, eyerler, vesaire.

Dönüş yolunda hedeflerimizden birini daha gerçekleştirdik. Gerçek bir kaktüsle resim çektirmek!

Joshua Tree
Kaktüs yoğun bir alan bulup durduk. Oldukça ilginç kaktüslerin saysinde, çok ilginç resimler çektik. Ancak bu kaktüslerin isminin "Joshua Tree" olduğunu akşam yemekte sevgili kardeşlerimin kızından öğrenecektim.

Joshua Tree'yi U2'dan hatırlarsınız herhalde. Bu isim, ağaç ellerin açıp dua eden bir figüre benzediği için, Incil'de Joshua Peygamberin bir dua esnasında ellerini gökyüzüne kaldırdığı olaydan esinlenilip, Mormonlar tarafından verilmiş.

Güneş, gök yüzğnde alçalmaya başlarken Las Vegas'a doğru yola koyulduk. Hedefimiz Grand Canyon'ın arabadan bir manzarasını yakalamaktı. Yine yol üzerinde sevgili arkadaşım, Vegas'ın en ucuz Grand Canyon helikopter turlarının yerini gösterdi. Adam başı 39 dolar! Yürüyerek gezseniz daha pahalıya gelecektir! Biz İnternetten adam başı 300 dolara bulmuş, pahalı diye vazgeçmiştik.

Biraz daha ilerlediğimizde Grand Canyon'vari kaya yapılanmalarını görmeye başladık. Daha ileride ise South Rim dedikleri devasa kaya bloğunu gördük.

Aslen planımız içeri girmemek olsa da, hadi gidelim dedik, bastık gaza.

Arabayı park ettik ve bizi kanyonun içine götürecek otobüse bindik. On dakika sonra otobüs şoförü kadın beklenen anonsu yaptı.

"Ladies and gentlemen, the one and only Grand Canyon!"

Grand Canyon'u en kıse şekilde bir doğa harikası olarak tanımlayabiliriz, sevgili arkadaşlar.

En azından benim kayıtlarımda, bir doğa harikası, dünyanın başka bir yerinde göremeyeceğiniz bir güzelliktir. Rio Negro ve Rio Solimões nehirleri Brezilya'nın Manaus kenti yakınlarında birleşip, Amazon nehrini oluştururlar. Rio Negro'nun karanlık suları, Rio Solimões'un sarı suları ile karışmadan yüzlerce kilometre akar. Bu bir doğa harikasıdır. Arjantin, Brezilya ve Paraguay sınırındaki Iguaçu şelaleleri bir doğa harikasıdır. Kapadokya bir doğa harikasıdır. Çünkü böyle yerlerin bir ikincisi yoktur.

Grand Canyon'da böyle bir yer işte sevgili arkadaşlar. İnsan gördüğünde kendisinin doğa karşısında ne kadar küçük olduğunu idrak ediyor.

Colorado nehri milyonlarca yıl boyunca, çok daha önce bir iç deniz olan bu alanı, oymuş, oymuş ve ortaya dört yüz elli kilometre uzunluğunda, ama en etkileyicisi, iki kilometre derinliğinde bu inanılması güç sanat eserini çıkarmış.

Grand Canyon
Kanyonun duvarları bir ressamın fırçasından çıkmışcasına, değişik renkleri ve şekilleriyle akla ziyan bir manzara oluşturmuş.

Grand Canyon çoğunlukla Kızılderililere ait bölgelerden oluşmuş. Otobüsümüz de bizi Hualapai yerlilerinin arazisinde ilk durağımızda bıraktı. Hualapai Yerlileri Skywalk isimli, altı cam bir platform yaparak bu doğa harikasının ırzına geçmişler. Bu güzelliği akvaryum gibi, bir camın ardından görmek bence saçmalık. Yine bir iki noktaya Las Vegas kılıklı modern binalar dikmişler ki, ırza geçme, toplu tecavüze dönüşmüş.

Bu zırvalara kafanızı çevirdiğinizde ise dünyanın en görülmeye değer manzaralarından biri var tabi.

Yamaçları çok doğal, kendi haline bırakmışlar. Yükseklik korkunuz varsa yaklaşmayın. İki bin metre aşağıda akan Colorado nehrini görmek için bayağı kenara yaklaşmanız gerekiyor.

İyice alçalan güneş, içlerindeki demir cevherinin paslanmasından kırmızıya çalan kayaların rengini daha bir güzel açığa çıkarmış.

Grand Canyon
Kanyon'un içinde olmasa da çok yakınında çöl kumlarının taşlaşarak oluşturduğu bir vadi var. İsmi Valley of Fire. Yine inanmak için görülmesi gerekli bir yer. Bütün kayalar portakaldan vişne rengine kırmızının tonları. Total Recall, Star Trek gibi bir çok Mars filmleri burada çekilmiş. Ben yine havadan görmüştüm, ama bir gün kamerayı alıp gitmek isterim.

Bölgede başka ziyaret noktaları da var. Horseshoe Bent isimli bir kanyon örneğin, hiç görmesem de görmüş kadar olduğum bir yer. Fotoğrafı en çok çekilen kanyondur herhalde. Colorado nehri, burada bir tepenin etrafını at nalı şeklinde çevrelemiş.

Yine görmediğim ancak ününü duyduğum bir Zion park'ı da listemize ekleyelim.

İkinci durağımıza gitmek üzere otobüsü beklerken sıradan bir Amerikalı kız sordu.

"Neredensiniz?"

Bazı Amerikan hatunlarının vardır bu huyu. Sırada sessizce bekleyemezler, kendilerini konuşmak zorunda hissederler. Genelde niyetleri iyidir, ama çoğunluğunun, nasıl söyleyeyim, sizle konuşmayı sürdürecek birikimi yoktur. Bir noktadan sonra bir şey söyleyip, sinirinizi kaldırırlar genelde.

Grand Canyon
Arkadaşım "Las Vegas'tan" dedi.

"Ama sizin aksanınız var!"

Adam yirmi küsür senedir Vegasta yaşıyor, ve evet Las Vegas'tan geldik buraya. Soru nerelisiniz değil, hangi diyardan buralara geldiniz gibiydi zaten. Sana da yalan söylemek gibi bir zorunluluğumuz yok. Üstüne, Vegas'ta yaşayanların yüzde sekseni Ingilizceyi ikinci dil olarak konuşur, hepsinin aksanı var. Aksanımız varsa da var, what's your point?

Arkadaşım, "Haklısın, ben Nijeryalıyım." dedi.

Kız da bize küstü, iyi mi?

İkinci durağımız biraz daha yüksekteydi. Jelena korktu ve 🐝Mezzy🐝 ile yamaca inmedi. Biz yine manzaranın tadını çıkarıp, bol bol resim çektik. Ben bütün gün yaptığım gibi kafama su dökerek dolaşmaya devam ettim.

🎶 I'm a poor lonesome cowboy 🎶
Geri dönüş için yola koyulduğumuzda güneş artık batıyordu. Çok güzel bir bulut batan güneşi kapamış, ortaya inanılmaz güzel renkler saçıyordu. Sevgili kardeşime rica ettim, otoyolda kenara çekti.

Arizona'nın uçsuz, bucaksız çölünde, başı, sonu olmayan bir otoyolda, güneş batımında bir "🎶 I'm a poor lonesome cowboy 🎶" resmi çektik.

Çok güzel bir gün geçirmiştik, ancak bu gün gezimizin belki de en yorucu günü olmuştu. Outbeck's et restoranında birer dinozor bifteği yedik ve şarabımızı içtik. Geldikten sonra başka bir garsonun onayıyla masa değiştirip, bunun kapsama alanına girdiğimiz için bize küsen eşek garsonun ukalalığı bile et ve şarabın güzelliğini bozamadı.

Otele gittik ve kendimizden geçtik.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Get Your Kicks

Bobby Troup Pennsylvania'da yaşayan bir besteciymiş. 1941 yılının kim bilir hangi gününde, Hollywood'da film müzikleri yapabilir miyim demiş ve karısı Cynthia ile Buick marka arabalarına atlayıp, batıya doğru yola düşmüşler.

Önce 40 numaralı otoyolu alıp Chicago’ya, oradan da 66 numaralı otoyolu alıp on gün sonra Kaliforniya’ya ulaşmışlar. Los Angeles'a vardıklarında Bobby Boy bu yolculukları için bir şarkı yazayım demiş. 40 numaralı otoyolu anlatan bir şarkıya başlamış ki, karısı Cynthia ona 66 numaralı otoyolla kafiye yapan başka bir şarkı ismi önermiş.

"Get Your Kicks on Route 66”

Dünyanın İngilizce konuşulan kısmında bu şarkıyı bilmeyen yoktur. Dünyanın geri kalanında ise müziğe biraz meraklı herkes bu efsanevi şarkıyı duymuştur. Nat King Cole, Chuck Berry, The Rolling Stones, Depeche Mode ve yüzlerce başka gurup bu şarkıya cover atmışlardır.

Sadece ünlü değil, çok da güzel bir şarkıdır.

If you ever plan to motor west,
Travel my way, take the highway that is best.
Get your kicks on Route sixty-six.

Birgün batıya araba ile gideyim dersen,
Benim gibi git, en güzel otoyolu al,
66 numaralı otoyolda eğlen, mutlu ol.

Sevgili kardeşim Las Vegas'a geldiğimizde nereleri görmek istersiniz diye sormuştu, ben de bir Route 66 tabelası bulabilir misin, altında bir resmim olsun demiştim. Bırakın Route 66 tabelasını, bizi Route 66'in dangadanak tam kalbine götürdü.

Neresi derseniz, cevabi yine "Get Your Kicks" 'in sözleri içinde geçiyor....

Flagstaff, Arizona.
Don’t forget Winona,
KINGMAN, Barstow, San Bernandino.
Won’t you get hip to this timely tip:
When you make that California trip
Get your kicks on Route sixty-six.

Berry söylerken "Kingsman" diyor, külliyen yanlış. Doğrusu "Kingman", nokta 😛

Biz de 'got our kicks on Route 66' yaptık (teknik olarak Route I-93 South, çünkü artık Route 66 isimli bir otoyol yok, ama bu konuya daha sonra geleceğiz), ve yine mahşeri bir sıcakta rotamızı yüz mil kadar ötedeki Kingman'a çevirdik.

Kingman Arizona
Bu Route 66 meselesi biraz karışıktır, okuduğum ve dinlediklerim ışığında dilimin döndüğünce anlatayım.

Beyaz adam Kuzey Amerika'ya, doğu sahillerinden yerleşmeye başlamış. Kuzey Amerika'nın batısı sonradan, altın, petrol tarımı zorlaştıran iklim koşulları gibi nedenlerle şehirleşmiş.

New York, Boston, Philadelphia gibi doğu kıyısı şehirleri "modern" sayılırken, batının "vahşi batı" olarak isimlendirilmesi bundandır. Doğu kıyılarında Fransız ve İngilizlerin koloni zamanlarından kalma, iyi kötü bir polis gücü, yargı ve ordu varken batı çok daha bakir, eline silahı alanın dayılık yaptığı bir yer halindeymiş.

Bunun sayesinde de bizler Tommiks (aslen Captain Miki), Tom Braks (aslen Alan Mistero), ya da Tex (bunun ismini değiştirmemişiz, Teks yapmışız ama o sayılmaz) gibi Western kahramanlarla tamışma fırsatı bulduk. 'Western' sözcüğünün kendisi zaten 'Batılı' demektir.

Konumuzla çok fazla ilgisi yok ama tamamlamak bakımından söyleyelim, Amerikan Bağımsızlık Savaşı kahramanları, hani şu Kırmızı Urbalı, Red Coat dedikleri Ingilizlerle savaşan patriotlar, yukardakilerin aksine hep doğu kıyısından gelmedir. Captain Swing (aslen Captain Mark), Teksas'daki Çelik Bilek (aslen Blek) hepsi batıya binlerce mil uzaktandır.

Bu arada 'Blek' isimli birine 'Çelik Bilek' diye bir isim uydurabilen yaratıcılığın önünde saygı ile eğiliyorum. İşin daha da komiği, çizgi roman'a ismini veren ancak romanın içinde haliyle bir kere bile adı geçmeyen Teksas eyaleti, hem binlerce mil güneydedir, hem de o sıralar Amerika sınırları içinde bile değildir. Meksika'nın bir parçasıdır.

İşte böyle.

Vahşi Batı, altın arayıcıların, kanun kaçaklarının, çiftçilerin, yeni bir hayata başlamak isteyen ailelerin akın ettiği bir bölge olmuş o zamanlar.

Ancak bu insanların doğudan batıya gidişleri biraz problem olmuş. Hak verirsiniz ki tarifeli JFK-LAX uçak seferleri yoksa, aralarında üç saatlik saat farkı - dikkat üç saatlik yol demiyorum, olan iki kıyı arasında yolculuk 'biraz' uzun sürebilir.

Bu yolculuğu bırakın kolaylaştırmayı, olası kılabilmek için onlarca yıl düşünüp çalışmış Amarikalılar.

İlkin 1857'de 35'inci parelel boyu, topraktan bir wagon yolu yapmışlar. Bu 'wagon' dedikleri, filmlerden, resimli romanlardan bildiğimiz posta arabaları - hani şu kızılderililerin etrafında dönüp, ok attıkları arabalar.

Sonraları, bazen eyaletler, bazen özel teşebbüs bu doğu-batı yolunun parçalarını yapmaya başlamışlar. O aralar her parçanın kendine ait bir yol numarası değil "Yalnız Yıldız", "Eski Patikalar" falan gibi birer ismi varmış.

1925 yılında federal hükümet, halka açık ulusal otoyolları düzenleyen bir yasa çıkarmış. Yine bu yıllarda Chicago'yu Los Angeles'a bağlayacak bir otoyolun ilk planları yapılmış.

Aynı yasa kapsamında, bu yeni yola her eyalette geçerli olacak 66 numarası 1926 yılında verilmiş.

Route 66 ile ilgili özel kanun 1927'de çıkarılmış ve bu yolun asfaltlanıp tamamlanması 1938'i bulmuş.

O zamanın teknolojisi ile çok ciddi bir mühendislik çalışması yapmış Amarikalılar. Kazılar, köprüler, ve herşeyden önemlisi asfalt. O yıllarda diğer otoyollar genelde çakıl ya da tozla kaplıymış,

Dört bin kilometre uzunluğundaki bu yol üstünde tahmin edeceğiniz üzere sayısız otel, motel, benzin istasyonu, restoran, mağaza, eğlence yeri, sinema, kumarhane ve kerhane açılmış.

Bu otoyol yine tahmin edeceğiniz üzere yapıldığı gibi kalmamış. Bazı yerleri değiştirilmiş, bazı yerleri uzatılmış, yeni şeritler eklenmiş, şehirliler etrafımda transit hale getirilmiş, vesaire. Bunun bir zararlı etkisi ileride karşımıza çıkacak.

Route 66 optimize edilmiş bir otoyol değilmiş. Yani iki nokta arasındaki en kısa güzergaha yapılmamış. Eyaletler de, özellikle ilerleyen inşaat ve mühendislik tekniklerini kullanarak, Route 66'dan ayrılıp, yolculuğu kısaltan Parkway, Turnpike, Expressway falan diye isimlendirdikleri 'korsan' otoyollar yapmaya başlamışlar.

1956 yılımda ise otoyollarla ilgili yeni bir yasa çıkmış, Eyaletlerarası Otoyollar Yasası, ya da orijinal ismiyle 'Interstate Highway Act'. Bunu çıkaran da savaş sırası ve sonrasında Almanya'daki 'autobahn', yani otoban sistemini görüp, etkilenen Eisenhower.

Bu yeni yasa otoyollar için bol bol fonlama ile birlikte yeni bir çok standard getirmiş. Örneğin hız limitleri, trafik ışıklarının sadece ücret gişelerinin ya da çıkış rampalarımı önünde olması, vesaire.

Ancak bu yeni sistemin bence en işe yarar yeniliklerinden biri otoyolların numaralandırma sistemi olmuş.

Bu sisteme göre, tek ve iki basamaklı Interstate otoyollar asıl, üç basamaklılar da tali otoyollardır.

Asli otoyollarda çift numaralılar doğu-batı, tek numaralılar kuzey-güney doğrultusunda giderler. Bu numaralar batıdan doğuya, güneyden kuzeye artarlar. Böylece bir otoyolun numarasına bakıp, ne yöne gittiğinizi anlayabilirsiniz.

Neyse, Amarika'da ağır vasıta ehliyeti almayacağınıza göre çok detayına girmeyelim, tali yolların da işe yarar bir kodlama sistemi var yoksa 😛 Yine de bir gün otoyolda kaybolup, yolun numarasının tek mi, çift mi olduğuna bakarak yolunuzu bulursanız, bana bir email atın 😛

Bu yeni Interstate otoyollar ya bazen doğrudan Route 66'in bir parçası olmuş, ya da Route 66'in bir parçasını kısalttığı için onu işe yaramaz hale getirmiş.

Route 66'in ortadan kalkmasının her eyalette hayli melodramatik bir öyküsü var, çok başınızı ağrıtmayayım. Sözün kısası, en sonunda resmi olarak Route 66 yürürlükten kalkmış, yerini Interstate Otoyollara bırakmış.

1986 yılımda, ilk Arizona'da başlayıp, diğer eyaletlerde de kısmen tekrarlanmış bir Route 66'i canlandırma projesi çerçevesinde, Route 66'in geçtiği yollara "Historic Route 66", yani "Tarihi Route 66" tabelaları konmuş.

Ancak Route 66 anmalarının pirim yaptığını anlayan her eyalet, zart zurt her yere bir Route 66 tabelası, bir Route 66 müzesi açmış. Orijinal Route 66 olmayan bazı yerler de böylece Route 66 şeklinde turistlere pazarlanmış.

Biz orada yaşayıp, ilgisinden dolayı bilgisi olan arkadaşım sayesinde bilinçli olarak yaptık gezimizi. Eğer aynı imkanınız yoksa, önceden biraz okuyup "doğru" Route 66'e gitmenizi tavsiye ederim.

Şimdilik bu kadar. Sonraki yazımızda başta Kingman, Arizona’ya gidiyoruz...

10 Ağustos 2018 Cuma

Viva Las Vegas!

Las Vegas, İspanyolca bir isim. İngilizcesi The Meadows, yani Çayırlar. Gidenleriniz bilir, Las Vegas, Mojave çölünde kurulu bir kenttir. Mojave çölü, de dünya çöllerinin en çetinlerinden biridir. İnsan sormadan edemiyor, ne arar böyle bir yerde çayır?

Cevabı bölgenin çok ilginç bir özelliğinde gizli. Mojave Çölü yaşayan bir çöl sevgili arkadaşlar. Örneğin Sahara çölü yaşamsız bir çöldür. İçine girdiğinizde sadece kum görürsünüz. Mojave'de ise hayat vardır. Kaktüsler, benzeri bir kaç bitki ve yılan, çakal, tilki gibi çöl hayvanları bulunur.

Bu farkın nedeni ise Mojave'de suyun bulunması.

Başta Colorado nehri, ve az da olsa düzenli olarak bulunan yerel su kaynakları, ve yağmur, dünyanın koşulları en zor bölgelerinden biri olan Mojave çölünde yaşam için gerekli suyu sağlıyor.

Çölün ortasında biraz su bulunduğundan Las Vegas civarı binlerce yıl boyunca Kızılderililerin yaşadığı bir bölge olmuş. Beyaz adam ilk kez 1829 yılında bu bölgeye gelmiş ve Las Vegas ismi de bu sıralarda verilmiş.

1844 yılında ise görevi vahşi batıyı gezip, Meksika ile potansiyel bir savaş halinde kullanmak üzere, bu bölge hakkında rapor yazmak olan John C. Frémont'un (bu ismi unutmayın) sağladığı bilgilerin ardından ilk göçmenler Amerika'nın doğusundan bu bölgeye gelmeye başlamışlar.

Kısa bir süre sonra da Mormonlar burada bir kale kurmuşlar. Asıl amacı Mormon"ların mekanı Utah eyaletindeki Salt Lake City'e giden kervanlar için bir durak ve kumanya sağlama noktası olsa da, zamanın her Hristiyan komünitesi gibi kızılderilileri Mormon inancına döndürme gibi bir misyon da üstlenmiş, bu kalenin rahipleri. Ama bir kaç yıl sonra kaleyi bırakıp, gitmişler.

Bu yerleşim yerinin bir kente dönüşmesi 1900'lü yılların başına rastlar.

Kentte yerel bazda, o zaman yasal olmayan bir iki kumar mekanı, minik bir iki kerhane ve yine ufak çapta illegal içki satan bir iki mağaza/salon bulunuyormuş.

1930'lu yıllarda, Amerika büyük depresyon döneminin içindeyken Colorado nehrinin üzerine büyük bir baraj yapma projesi devreye girmiş. O zamandaki adı Boulder Dam olan bu barajı yapmaya gelen işçilerin yaşaması için de Boulder City isimli bir kent kurmuşlar. İşin aslı Boulder City, o ana kadar Las Vegas'ta barınan işçilerin bazılarının, önemli bir yetkilinin ziyareti esnasında sarhoş yakalanmalarından dolayı, daha sıkı federal kontrol altında tasarlanmış ve kurulmuş. Boulder Dam sonrasında Hoover Dam ismini alsa da, Boulder City, Boulder City olarak kalmış.

Nevada eyaleti bu sıralar kumarı yasal hale getirmiş ve ilk yasal casinolar Downtown Las Vegasta, Fremont Caddesinde (ismi hatırladınız mı?) açılmış. Bu casinoların kendileri yasal da olsa sahipleri lokal gangsterlermiş tabi.

Dört-beş yıl sonra Hoover Dam bitmiş ve işçiler ayrılmış. Ancak zamanın devasa bir projesi olan bu baraj, bir de Lake Mead isimli baraj gölünü oluşturunca, bu kez baraj ve göl bir turistik cazibe merkezi haline dönmüş ve Las Vegas da bunları görmeye gelen turistlere hizmet vermeye başlamış.

Baraja bağlı santrallerin çalışmasıyla da Las Vegas elektriğe kavuşmuş, Fremont Caddesi geceleri daha bir aydınlık olmuş.

1941 yılında Strip üzerinde ilk otel açılmış. Sonrasında da bütün gangsterler buraya üşüşmüş. Downtown Vegas gelişmeye devam etse de, Mafia ya da LCN dedikleri La Cosa Nostra ilgisini hep Strip üzerinde yoğunlaştırmış.

Strip'te casino-otel açan bu namlı gangsterlerin ilki Bugsy Siegel olmuş. Mekanın ismi Flamingo imiş ve Siegel bir kaç ortağı ile birlikte bu işe girmiş.

Çok enteresan bir gangstermiş Bugsy Siegel. Genel kabul görmüş gangster standardlarına pek uyan bir CV'si yokmuş. Örneğin Cosa Nostra'nın değil, Kosher Nostra dedikleri cemaatin üyesiymiş, yani Yahudiymiş. Yine resmine bakınca da göreceğiniz üzere, Al Capone, Scarface falan gibi suratsız biri değil, hayli yakışıklı, düzgün, karizmatik bir adammış.

Genelde bu eski. gangsterlere bir sempati elbisesi giydirilmeye çalışılır. İzlediğim film ve dizilerden sonra çocukken Lucky Luciano'ya hayran olmuştum mesela. Ancak bu adamlar acımasız gangsterlermiş. Cart curt insanları öldürür, onlara eziyet ederler, hatta rakiplerinin karılarının, çocuklarının canlarına kast ederlermiş.

Siegel de kökeni, görünüşü ne olursa olsun, sonuçta acımasız bir gangstermiş. 41 yaşında, Beverly Hills'de dokuz M-1 kurşunuyla kariyerini tamamlamış.

Ancak Flamingo Hotel'i "devralan" ortak ve finansörleri buradan kar etmeye başlamışlar, gerisi de gelmiş. Bu gangsterlerin orijinleri genelde New York ve Chicago’dur, hepsi buralardan Las Vegas's üşüşmüş.

İş sadece kumarla da kalmamış. Bir çok ünlü yıldız kumar oynanan bu mekanlarda çalışmaya başlamış, ve bu iki kumar arası bir şov uygulaması daha da fazla ziyaretçiyi Las Vegas'a çekmiş.

Bu arada Amerikan ordusu da Las Vegas'ın hemen dibinde dan, dun nükleer bombaları deneme amaçlı patlatıyormuş. Internet'e bir bakın, arada arkada mantar bulutlu Las Vegas manzaraları bulabilirsiniz. Neyse ki bu denemeler yer altına alınmış da ahali radyasyon altında kalmaktan kurtulmuş. Şimdilerde pek konuşulmuyor ama bu denemeler sonucunda çok fazla sayıda insanın hayatı sönmüş.

Benim de doğduğum 1966 yılında Las Vegas'ın hayatını değiştirecek başka önemli bir olay gerçekleşmiş.

Ünlü girişimci Howard Hughes Las Vegas'a gelip, Desert Inn oteline yerleşmiş.

Eğer bilmeyeniniz varsa Howard Hughes'un hayatını okumalarını tavsiye ederim. Benim görüşüm, eğer Howard Hughes diye biri yaşamasaydı, ne bugünkü Hollywood, yani Amerikan Film endüstrisi, ne Amerikan havacılığı ve ne de konumuz Las Vegas bu günkü haliyle hayata geçebilirdi. Bildiğimiz Amerikan uygarlığı bir çok şeyini Howard Hughes'a borçludur.

Bunu derken, Howard Hughes öyle engin, ulvi biriydi anlamında söylemiyorum. Adam en hafifiyle manyağın biriymiş. Bir kaç kaynaktan, fiction ve non fiction olarak okuduklarımı birleştirip rahatlıkla söyleyebilirim ki adam zaten doğuştan hafif sıyırmış kafayı. Üstüne birden fazla kendi kullandığı otomobil ve uçaklarla geçirdiği kazalar sonunda, vücudunun da dağılmasını eklediğinizde, çektiği acılardan dolayı sonlara doğru tamamen tırlatmış.

Kendisini bir film stüdyosuna kapayıp, dört ay boyunca kimseyle konuşmadan, çırılçıplak soyunup, sadece film izlemiş. Bu süre boyunca da sadece çikolata ve tavuk yemiş. Çok nadir banyo yapmış, saçları, tırnakları falan hep uzamış.

Bu film izleme işi Beverly Hills'da bir otel odasında devam etmiş. Yine çıplakmış ama pipisinin üstüne pembe bir peçete örtüyormuş.

Bir temizlik obsesyonuna kapılıp, her şeyi kağıt mendillerle tutmaya başlamış. Sonra da ağrı kesicilerin müptelası olmuş. En son çişini şişelere doldurup, biriktiriyormuş.

İşte böyle bir adammış Howie!

1966 yılında Desert Inn oteline yerleşmiş ve 1967 yılına kadar da odasından çıkmamış. Otel sahipleri caz yapınca Howard da oteli satın almış. Aylar sonra yardımcıları odasına girdiklerinde kapalı perdelerinin çürüdüğünü farketmişler çünkü Howard odada kaldığı süre boyunca bu perdeleri hiç açmamış.

Sonrasında bir, bir Strip üzerindeki otelleri satın almış.

Hughes bir manyak olabilirdi ama bir gangster değildi. Satın aldığı bu casino ve oteller, Las Vegas'ın gangsterlerin elinden çıkıp şirketlerin eline geçişini başlatmış.

İlk defa The Mirage 1989 yılında, doğrudan finansal yatırımcıların parasıyla yapılmış. Sevgili karımla balayımızın bir bölümünü bu otelde geçirmiştik. Çok güzel bir yerdir, burada çok güzel anılarımız vardır.

The Mirage gerçek anlamda megaresort dedikleri ilk temalı casino hotelmiş. Sonrasında adlarını çok iyi bildiğimiz diğerleri gelmiş.

Et voila, sonunda Las Vegas bu günkü haline dönüşmüş.

Las Vegas'ta çekilmiş, ya da plotlarının Las Vegas'ta geçtiği yüzlerce film, binlerce kitap vardır arkadaşlar. Ancak bu ilginç yerin gerçeğe yakın bir öyküsünü eğer henüz yapmadıysanız, okumanızı kuvvetle öneririm. Amerika'yı anlamak için gerçekten önemli bir deneyim.

Las Vegas'taki ikinci günümüz arkadaşlarımızın evinde bir kahvaltı ile başladı.

Şimdi bakalım Amerikada kahvaltı nasıl olur...

Önce bol bol sucuk olur. Hem de öyle endüstriyel, vakumlu sucuk değil. Hakiki el yapımı Kayseri sucuğu! Ermeni kökenli, Türk asıllı bir sucuk ustası Los Angeles'da, eliyle yapıyormuş.

Sonra yine hakiki Kayseri pastırması! O da sucukla aynı kaynaktan. Ancak sevgili arkadaşım meraklıdır bu işlere, deposundan koca bir kalıp pastırmayı çıkarıp, kasap gibi eliyle kesmeye başlayınca çok güldüm tabi 😛

İnce belli bardaklarda çay, Jelena için Türk kahvesi, zeytin, peynir, yağ, bal...

Kemerleri bir diş daha gevşettik tabi...

Mahşeri sıcak
Dışardaki mahşeri sıcak bizi eve bağlamıştı. Elli dereceye yakın bir sıcak. Üstüne bir de Las Vegas için normal olmayan, yüksek bir nem de eklenince nefes almak bile zorlaşmıştı.

🐝Mezzy🐝 evdeki kuşla oynuyor, biz de şarap içip geyiğimize devam ediyorduk.

Bir ara evden kısa bir süreliğine çıktık. Tam Nellis hava üssünün yanından geçerken sevgili kardeşim işaret etti, ben de baktım.

Başka bir efsane sekiz motoruyla havayı simsiyaha boyayarak önümüzden uçtu. Sonra da bir ikincisi...

Boeing B-52'lerin en yenisi 1962'de yapılmış sevgili arkadaşlar. Yani bu gördüğümüz iki uçak en iyi ihtimalle elli altı yıldır uçuyordu. Hem de öyle oyuncak görevler için değil, çatır çatır muharebe görevleri için. Bu uçaklar hala dünyanın yarısını geçip, bombalarını bırakıp, geri evlerine dönebiliyorlar.

Şimdilerde tabi ki "Bome' dedikleri B-1 ler ve 'Hayalet' B-2'ler kulağa çok daha funky geliyor ancak B-52'ler de, halen B-52 işte.

B-52'lerin de bir nickname'i var, 'BUFF'. "Big Ugly Fat...". ...bu son "F" biraz şaibeli. Sağda solda "Fella" diye geçse de herkes onun "F.cker" olduğunu biliyor 😛

Çocukluğumun hayaliydi, dünya gözüyle de görmüş oldum.

Akşam yemeği için bir Meksika restoranındaydık
Öğleden sonra ise Las Vegas'taki ikinci duygu bombam patladı. Toplam elli küsür yıllık bir gecikme ile iki sevgili kardeşimle daha karşılaştık. İkisini de son gördüğüm gibi bir arada buldum. İçim daha da ısındı.

Akşama doğru sıcaklık kırklı derecelere düştü, biz de burnumuzu dışarı çıkarabildik.

Akşam yemeği için bir Meksika restoranındaydık. Yine patlayıncaya kadar yedik. Ancak gecenin sürprizi 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününü bir daha kutlamak oldu.

Garsonlar hem 🐝Mezzy🐝'ye, hem de "velisi" olarak Jelena'ya birer sombrero giydirdiler.

Ve iki shot tekilayı Jeleena'nın boğazından içeri döktüler
Ve iki shot tekilayı zorla Jeleena'nın boğazından içeri döktüler!

Sevgili karım Normalde bir gece boyunca bir kadeh şarap alır, yemek bitene kadar o bir bardağın yarısını zar zor içer, kalan yarısını da benim bardağıma boşaltıp yatmaya gider. O yüzden iki shot tekiladan sonra gecemiz biraz daha "yumuşak" ilerledi 😛

Bu kardeşlerimden biri yıllar önce Ankara'da Stüdyo 49 muydu, Kebap 54 müydü, öyle bir diskoda, beni tekila ile öyle bir sarhoş etmişti ki, detayları ne siz sorun, ne ben söyleyeyim 🍸Bu kez biraz da ondan Jelena'yı tekilaya kurban edip, ben şarapta kaldım 🍷

Yemekten sonra her halde bu böyle gitmeyecek, düdüklü tencerenin emniyet supapı gibi bir yerden patlayacağım dedim, kendi kendime. Amerikan porsiyonları gerçekten adil değil!

Yeniden yola koyulduk...

Hedefimiz Fremont Street, yani Downtown Vegas'dı. Hummer'in kliması tam kuvvet çalışıyordu ama Jelena kazayla kolunu cama dokundurduğunda, cam dışardan ısındığı için "ciyak" oluyordu.

Arabayı park edip, yürümeye başladık.

🎶 Viva Downtown Vegas 🎶
Binaların birinin tepesinde bir tarafı saat, bir tarafı termometre olan bir ışıklı tabela vardı. Saat 21:30'ken, sıcaklık 41 dereceydi! Yani hava "serinlemiş", sıcaklık, dışarda yürünecek insani seviyelere düşmüştü.

Downtown Las Vegas, Strip kadar havalı otel ve casinoları olmasa da, Strip'e göre kat kat renkli, kat kat eğlenceli bir yer. Unutmayın, Las Vegas burada başlamış. Elvis'in Las Vegası burası.

🎶 Viva Downtown Vegas 🎶!

Downtown Las Vegas'ın da en renkli bölgesi Fremont Caddesi. Buraya Fremont Street Experience diyorlar.

Fremont Street Experience
Adamlar caddenin yarım kilometrelik bölümünü bir kanopi ile kapamışlar. Bu kanopinin oluşturduğu tavan dev bir ekran, her daim o ekranda bir şeyler olmakta.

Bu tavanı bir baştan, bir başa geçen zip line dedikleri teller üzerinde insanlar Superman misali uçarak, tepenizden geçiyor.

Her köşede Elvis'ten tavşan kızlara, palyaçolardan, üstsüz hatunlara değişik karekterler yolunuzu kesiyor. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Elvisle, ben de üstsüzlerle birer resim çektirdik.

Bir Motley Crue clone'u...
Yine her köşede bir gurup müzik çalıyor. Çoğunlukla yummy Hard Rock. Bir Motley Crue clone'u Same ol' Situation'u, en az Motley Crue kadar güzel çalıyordu.

Downtown Vegas'ın ünlü casinoları da hep burada. Çocukken kafama kazınmış Las Vegas, bir Golden Nugget Casino tabelasıydı, o casino hala burada ama Fremont'un tavanı yüzünden o eski yüksek tabelasını değiştirmişler.. Four Queens, Fremont, Binion's (Horsshoe) gibi olağan şüpheliler de hep burada.

Yine sevgili arkadaşım anlattığında öğrendim, eski Horsshoe casinosunun sahibi Benny Binion isimli Las Vegas'ın eski topraklarından, ve tabi ki bir mobster, öldüğünde evinden bir tondan fazla gümüş çıkmış!

 Binion's (Horsshoe)
İsmi değişip, Binion's olan casinoya girdiğinizde, bir camekanın arkasında gerçek kağıt paralarla bir milyon doların yanında bir resim çektirebiliyorsunuz.

Heart Attack Grill İsimli bir başka restoranda size Amerika'nın en zararlı, yağ ve kolestrol bombası burgerlerini servis ediyorlar. Zaten adı ondan Kalp Krizi Izgara. Ancak kalp krizi geçiririm diye endişelenmeyin, garsonların tümü hemşire kıyafetinde. Aslında kalp krizi geçirirseniz, burgerlerden değil, bu garsonlardan geçirirsiniz 😛 Unutmadan, eğer 350 pound, yani 175 kilonun üstündeyseniz burada bedava yiyebiliyorsunuz.

Downtown Vegas başka bir dünya işte.

Hem 🐝Mezzy🐝, hem de tekilalardan sonra Jelena günü dönüş yolunda arabada kapattılar. Ben de itiraz etmedim.

Ancak ne olursa olsun, hala "🎶 Viva Las Vegas 🎶"

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Welcome to Fabulous Las Vegas

Jelena valizimizi bulmuş, 🐝Mezzy🐝 ile bana doğru geliyordu ki, şöyle bir durdu. Sonra kulağıma yaklaşıp:

"Bugi, bu sen olabilir misin?" diye sordu.

Anlamadım önce, ne ben olabilirmişim? Sonra Jelena, elinde iPad, sicim gibi giyinmiş bir zenciyi işaret etti.

Adam "Airport Pickup" dedikleri, uçaktan inenleri karşılamaya gelen şoförlerden. Adamla aynı yöne bakıyoruz, iPad'in üzerinde ne yazıyor, göremiyorum. Bir yarım daire yapıp iPad'ın karşısına geçtim.

Üzerinde "Bulent Nalbı" yazıyor!

Yirmi sene bir Fortune 100 şirketinde finans yaptım, genlerime işlemiş. "Nalcı" değil de "Nalbı" yazıyor ya, ben olmayabilirim diye geçti içimden. Bir de öyle pick-up falan da çağırmamıştık.

Gittim, sordum adama.

"Benim adım 'Bülent Nalcı', beni bekliyor olabilir misiniz."

Adam:

"Evet sizi bekliyorum." Dedi.

Şaşırdım, "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?" diye sordum.

Adam güldü, "Hard Rock Hotel'e gideceğiz, değil mi?" dedi.

"Evet" dedim.

"Hadi gidelim o zaman." dedi, Jelena'ya "M'am..." diye yol gösterdi. Sonra da bana dönüp:

"Believe me sir, there are not many couples with their daughters on the Dulles flight, who have a reservation at the Hard Rock Hotel!" dedi.

Yani "İnan bana, Dulles uçağında kızlarıyla Hard Rock Hotel'e giden o kadar fazla çift yoktur." diyor.

Güldüm, "It kind of narrows it down, doesn't it?", yani haklısın, olasılıklar o kadar fazla değil anlamında bir şeyler söyledim.

Adamın bekledikleri bizdik, işin o tarafını anlamıştık. Sonraki soru ise niye bizi beklediğiydi. Acaba Jelena farkımda olmadan bileti alırken pick-up mı istemişti, ya da McCarran hava alanının piyangosunu mu kazanmıştık?

"Arkadaşlarım bizi karşılayacaktı, onlara bir bakayım." dedim ama bu beni duymamazlıktan gelip yürüdü. Jelena ile 🐝Mezzy🐝 de önümüzde, ben de ister istemez yürümeye devam ettim. Bir taraftan da sağa, sola bakıyorum, bizi karşılayacak arkadaşları görür müyüm diye.

Dışarı çıktık, caddeyi geçtik, adam kelimenin tam sözlük anlamı ile dev gibi bir limuzinin önünde durdu. Kapıyı açtı, Jelena ve 🐝Mezzy🐝 'ye binmeleri için yardım etti.

Dev gibi bir limuzinin
Arabanın içi yuvarlak koltukları, loş elegant ışıklandırması ile arabadan çok bir otel odasını andırıyordu. Şoför gizli buzdolabını açıp bize şampanya ikram etti. Ben arsızlık yapıp, kırmızı şarap var mı diye sordum. O da gülüp, "Sizde varsa açın, beraber içelim sir!" dedi.

Arabanın içine biraz dikkatli bakınca bir çocuk koltuğu ve 🐝Mezzy🐝 için koca bir Prenses Elsa bebeği gördüm.

Şoför, kardeşimin ismini söyleyip, "Mr. Xxx, sizi otelden alacak" dedi.

Gözümden bir damla yaş geldi. Canım kardeşim bizi otele götürmek için bir presidential limuzin göndermiş, 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için hediyesini ve bizle arabada gezebilmesi için koltuğunu bile düşünmüştü.

Bize odamıza yerleşmemiz, bir duş alabilmemiz için zaman bırakmıştı.

Eh, öyle iddalı konuşmamak için yumuşatarak söyleyeyim, çok az kişinin böyle arkadaşları vardır...

Terminal binasından çıkar çıkmaz öyle bir sıcak vurdu ki yüzümüze, bir an nefes alamadım. Sahara, Arabistan çölleri, Mısır çölleri gibi sıcaklıkta iddalı yerlerde bulunmuşluğum vardır ama böylesini görmedim desem yeri. Neyse ki arabada biraz soğuyabilmiştik.

McCarren hava alanı zaten Las Vegas'ın atar damarı Strip'e çok yakındır. Bizim otelimiz de, Strip'in hava alanına en yakın noktasında. O yüzden limuzin yolculuğumuz çok uzun sürmedi. Şoförle vedalaşıp, içeri girdik.

Strip üzerindeki otellerin genelde kendilerine özgü birer temaları vardır.

Statosphere otelinin sizi neredeyse adı gibi stratosfere çıkaran 350 metre yüksekliğinde bir kulesi vardır! Bu kulenin tepesinde de akla ziyan atraksiyonlar. 350 metre yükseklikte sizi boşluğa atıp, çeken kayaklar, Las Vegas ayağınızın altında, sizi fırıl fırıl döndüren salıncaklar, roller coaster'lar, hatta belinize bir kablo bağlayıp sizi aşağı bile atıyorlar.

Treasure Island, yani Define Adası otelinde korsanları, The Mirage’da yarım saatte bir patlayan volkanı, beyaz kaplanları ve yunusları, Mandalay Bay'da köpek balıkları ile dolu dev akvaryumu, Hotel Paris'de Eyfel kulesi dahil Paris sokaklarını, Venetian'da saat kaç olursa olsun, zamanjn hiç değişmediği Venedik, Grand Canal ve San Marco meydanını, Caesar's Palace'da eski Roma'yı, Belagio'da tonlarca suyun metrelerce yükseğe fışkırtılıp, sizin için dansetmesini, Luxor'da bir Mısır piramitinin içini, Excalibur'da King Arthur'un kalesi Camelot'ı, New York, New York'da Manhattan sokaklarını, MGM'de de canlı aslanları ve film stüdyolarını görebilirsiniz.

Dahası da var da, başınızı ağrıtmayayım.

Bizim bu kez kalacağımız otelin teması zaten isminden anlaşılıyor. Hard Rock Otel!

Daha check in yaparken gülümsemekten alamadım kendimi. Las Vegas standardı, birinci sınıf lüks, devasa bir casino-otele giriyorsunuz ve bangır bangır AC/DC çalıyor.

"🎶 I'm on a hıghway to Hell! 🎶"

Yalnız kumar oynarken hard rock dinlemek gibi bir fanteziniz varsa biraz çabuk davranın, çünkü gelecek sene bunu yapabilecek bir yer bulamayabilirsiniz. Her şey gibi hard rock da eskiyor. Otel seneye hem isim, hem de tema değiştirecek.

Zaten biraz da onun için bu oteli seçmiştik. 🐝Mezzy🐝'cik ilerde Hard Rock Cafe anılarına ek olarak, Hard Rock Hotel'de de kaldım diyebilsin diye 😍

İki sevgili kardeşimle burada buluştuk. Otelden ayrıldık ve Strip'e çıktık. 🐝Mezzy🐝'cik bir kaç saat önceki limuzin sefasından sonra kapkara, devasa bir Hummer'ın içerisinde Las Vegas'ı turlamaya başladı 😛😍

İlk durağımız Strip'in başındaki ünlü "Welcome to Fabulous Las Vegas” tabelası oldu. 1959 yılında yapılmış, Las Vegas'ın alameti farikası. Mutlak filmlerde falan görmüşsünüzdür.

Welcome to Fabulous Las Vegas
Sonrasında ise Hard Rock Cafe'ye geçip, 🐝Mezzy🐝'nin resmi doğum günü kutlamalarını gerçekleştirdik.

İki sevgili kardeşimle uzun, uzun catch-up yaptık. Sanki hiç ayrılmamış gibiydik. Dostluğumuz, odadaki elektrik lambası misali, anahtara basıp yakınca, kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı.

Birbirimizi ta ortaokul, lise zamanlarından beri tanırız. İlk tanıştığımızda daha karı koca değillerdi tabi. Bunca sene sonra onları hala, hem de aynı eskisi gibi bir arada görmek içimi ısıtmıştı.

Elmanın hemcinsim yarısıyla yemediğimiz halt, başımıza gelmemiş iş kalmamıştı. Bir çoğu burada yazamayacağım şeyler, ama unutulmaz günler geçirmiştik. Hayat bizi de böyle pişirmişti işte.

Ama en güzeli, Ankara, Gaziosmanpaşa'da başlayıp, Las Vegas'ta hiç bir şey değişmemiş gibi devam etmekti tabi, daha doğrusu edebilmek. Yer, zaman, mekan, ortam, bunlar hep dekor. Baki olan dostluk işte.

Hard Rock Cafe Las Vegas
Akşam yemeği için bizleri bir Brezilya restoranına götürdüler. Brezilya lezzetini, Amerikan porsiyonlarında hayal edin.

Gece boyunca net bir kilo aldığıma eminim.

Yemekte iki dünya güzeli kızları da bize katıldı. Biri yönünü tıbba, diğeri de hukuğa çevirmiş. Güzellikleri, kusursuz Ingilizceleri, sosyal hayatları ve altlarında son model arabaları ile kararlı, ne istediklerini bilen, pırıl pırıl iki dünya insanı. Ne mutlu anne ve babalarına. Gurur duydum, koltuklarım kabardı onları görüp, tanıdığım için.

Elim istemeye istemeye masada, yanımda duran işareti "No Meat", yani yeter, artık et getirme konumuna getirdi. Yoksa patlayacaktım.

Evden çıktığımızdan beri üç zaman dilimi değiştirmiştik. Lizbon, bir saat, New York ve Washington altı saat, Las Vegas da dokuz saat.

Vücudum lokal saat ne olursa olsun, artık saatin kaç olduğunu idrak edemez hale gelmişti.

Otele döndük ve birbirimize iyi geceler diyemeden uyuya kaldık.

7 Ağustos 2018 Salı

Duygular

Bizi takip ediyorsanız biliyorsunuzdur. Sevgili kızımız Melissa'nın doğum günlerini gücümüz yettiğince, onun ileride hatırlayıp, gülümseyeceği, biraz funky, biraz ışıltılı bir yerde kutlamaya çalışırız. Melissa da Hard Rock Cafe'leri sevdiği için doğum gününde buralara gitmek adet oldu artık.

Melissa diye yazınca sanki başka birinin kızından bahsediyor muşum gibi geldi. O bizim 🐝Mezzy🐝'miz ❤️ sevgili arkadaşlar.
İlk doğum gününde Venedik'teydi canım balarım. Venedik Hard Rock Cafe'de sahneye çıkmış, dans etmişti o haliyle.

İkinci doğum gününde ise Hard Rock Ibiza'daydı 🐝Mezzy🐝'cik. Orada da garsonlarla şarkı söylemiş, minik pastasının mumunu söndürmüştü.

🐝Mezzy🐝'nin üçüncü doğum gününde Amerikadaydık, ve bu kutlama için de Las Vegas'tan daha uygun bir yer olamazdı.

Sabahın erken bir saatinde Dulles havaalanına gelmiş, güvenlikten geçtikten sonra da uçağınamızı beklerken kötü haberi almıştık.

Amcamı kaybetmiştik.

Bir baba olarak en mutlu günümü yaşarken, bir yeğen olarak içimi parça parçaydı. Ancak doğa çok fazla şans tanımıyor insana. Yeğen kalbimi içime gömüp, baba kalbimle yola devam ettim.

Annemin ve babamın doğum günleri aynıydı sevgili arkadaşlar. Aynı gün de Anneannemi kaybetmişler. Ömürleri boyunca yılın bu gününü bir buruk geçirdiler. Onların buruk olma lüksleri vardı, çünkü sonunda kendi doğum günleriydi. Ben onu bile yapamayacağım çünkü söz konusu gün sevgili kızımın doğum günü.

Hayat bazen böyle oyunlar oynayıp, bizleri test ediyor işte.

Üç yıl önce bu gün sevgili kızımı ilk kez dünya gözüyle görmüştüm.

Daha o günden belliydi ne kadar nevi şahsına münhasır bir karekteri olduğu. Üç gün boyunca hastanede, Jelenanın yatağının yanındaki bir koltukta uyumuştum.

Sevgili kızımın doğumunu iki hafta öne almaları gerekmişti.

Apar topar Hastaneye gittik.

Ayın 21'i idi. Jelena'nın hamileliği boyunca kendimi Melissa'nın Aslan burcundan olacağına inanarak geçirmiştim. Tanıyanlarınız bikir, astrolojiyle uzaktan, yakından en ufak bir ilgim yoktur. Ama kendimin de Aslan burcundan olduğum için, kızımın Aslan olması fikri hoşuma gitmişti.

Ancak bu doğumu öne alma işi, sevgili kızımın hangi burçtan olacağını da etkilemişti.

Çünkü Aslan burcu Temmuz'un 22'sinde başlıyordu.

Hastaneye geldiğimizde saat akşam dokuz falandı. Doktorların bana bebeği induce edeceğiz dedikleri anda hayalimdeki senaryo, Jelena'ya bir hap verecekleri, pat, aşağıdan da Melissa'nın geleceği şeklindeydi

Bu yüzden nöbetçi doktorla pazarlık yapmaya başladım.

"Saat on ikiyi bekleyebilir miyiz, prosedürü uygulamak için?"

Adam niye diye sorup da ben nedenini söyleyince gülmüştü bana. "Belli olmaz onun ne zaman geleceği" demişti.

Jelena'nın admisyonunun tamamlanması, odasına çıkması, orasına, burasına kabloların, hortumların, sensörlerin bağlanması falan, saat on biri bulmuştu. Ben devamlı saate bakıyor, "Hadi canım kızım, bir saat daha dayan, sonra gelirsin" diye içimden 🐝Mezzy🐝 ile konuşuyordum.

Ne bileyim benim sözümü bu kadar ciddiye alıp dinleyeceğini...

Bizi endüksiyon odasına götürdüler. Vaud kantonunun en büyük hastanesinin endüksiyon odasında sadece iki yatak vardı. "Niye?" diye sorduğumda, "Bizim müşterilerimiz çok kalmazlar burada" demişlerdi.

Gerçekten de ikinci yatağa bir kadın geliyor, iki saat sonra da "aaah", "oooh" diye sızlanıp, hemen doğum odasına götürülüyordu. Gece boyunca üç dört bebeği induce etmişlerdi.

Jelena'da ise hiç hareket yoktu. Gazete, kitap okuyor, arkadaşlarıyla sohbet ediyor, iPad'i ile oynuyordu.

Hastanedeki yatağım
Gecenin üçünde bir hasta bakıcı bana yatar bir koltuk getirdi ve üzerine tünediğim ufak sandalyeyi aldı götürdü. Artık biraz uyuyabilirdim bile. Ancak arada bir uyanıyor, kontraksiyonları gösteren ekrana bakıyordum. Ne var ki gösterge konya ovası gibi dümdüzdü.

Sabah bizi başka bir odaya aldılar. Koltuğumu da tabi. Jelena'da yine bir hareket yoktu, ama en azından 🐝Mezzy🐝'nin Aslan olacağı kesinleşmişti.

Bir gün daha geçti, hala 🐝Mezzy🐝 yoktu ortalıkta. Bana artık hastanede yemek vermeye başlamışlardı. Jelena ise normal hayatını sürdürüyor, yataktan işlerini takip ediyordu.

23'ünün sabahı doktorlar da artık bu böyle olmayacak, bir şeyler yapalım demeye başladılar.

İkinci gün
Neyse ki akşamın ilk saatlerinde kontraksiyonlar, saat on'da da 🐝Mezzy🐝 geldi. Doğum esnasında odadaydım. Şef hemşire Yunanlıydı, kocası da Türkmüş. Aksansız Türkçe konuşuyordu ve beni bir hemşireden daha fazla çalıştırdı. Git havluyu ıslat, başının altına koy, bunu götür, onu getir diye. 🐝Mezzy🐝'nin o anda bile inadı tutmuştu ve hala gelmek istemiyordu. Sonradan düşünüyorum da zamanında doktorları çağırarak kızımın hayatını o kadın kurtarmıştı.

Canım kızımı annesinden önce ben görmüştüm. Ekşi bir suratla gelmişti, bir süre sonra da ağlamaya başladı. O günden bu yana canım kızım çok değişti ama hala ağlarken o ilk doğduğu günkü yüz ifadesini takınır. Sadece bu ağlayışı sayesinde onu yıllar boyu görmesem de şüpheye yer bırakmadan tanıyabilirim.

Mezzy!
İşte böyle, o gün, bu gün hayatımızın tümü oldu sevgili kızım.onla geçen bir saniyemi, hayatımın onsuz geçen tüm kısmına değişmem. İyi ki doğmuş benim bal arım, maymunum.

Hem de babası gibi Aslan olmuş 😍

Las Vegas'ta yine uzun yıllardır görmediğim dört kardeşimi görecektim. En son gördüğümde her halde avucuma sığacak kadar küçük kızları ve daha önce hiç görmediğim ikinci kızları ile de tanışacaktım.

Hayatımızın uzun sayılabilecek bir bölümünü beraber geçirmiştik. Başımızdan birlikte çok şeyler geçmişti.

Neşesiyle, üzüntüsüyle çok şeyler paylaştık, bunların bir çoğu da normal, sakin bir hayat yaşamayı tercih edenlerin hayatlarında başına gelemeyecek şeylerdi.

Sonrasında hayat aldı, bizi dünyanın farklı yerlerine serpiştirdi.

Bu güzel insanlarla seneler sonra bir arada olacak olmanın heyecanı içerisindeydim.

Frontier Airlines’ın A-321 uçağı Las Vegas’ın McCarran Havaalanına indiğinde işte bu karmakarışık duygular içindeydim.

Uçaktan indik, valizlerin geldiği karoselin etrafında çantamızı aramaya başladık.

Bundan sonra olacakları o anda hayal bile edemiyorduk.

Washington

Greyhound otobüsü hesaplarıma göre New Jersey, Pensilvanya ve Maryland eyaletlerinden geçip, District of Columbia'ya, yani DC'ye ulaşmıştı. Yol boyunca kayda değer bir olay olmadı. İşin aslı, ben otobüs şoföründen bir iki hamle daha bekliyordum ama yolcular uslu olduğundandır herhalde, o da sesini çıkarmadı.

Saat sabahın biri gibi otobüsten Washington'un Union Station'ında inmiş, bir taksi ile otelimize ulaşmıştık. Bu otelde sadece bir gece kalacak, uçağımız bir sonraki gün sabah çok erken bir saatte kalkacağı için, ertesi akşamı Dulles hava alanı yakınında başka bir otelde geçirecektik.

Hemen uyuduk ve sabah kahvaltı için aşağıya indik. Geleneksel bir American kahvaltısı vardı. Bagel dedikleri yuvarlak poğaçalar, krem peynir, peanut butter, yani fıstık kreması, pancake ve maple şurubu, waffles ve olmazsa olmaz omlet, ve tabi ki içinde yarım kilo peynir!

Lezzetine çok lafım yok ancak bir insan her gün bunları yerse patlar bence.

Melissa kahvaltıda
Valizlerimizi aldık ve Union Station'a gitmek üzere otelin servisine bindik. Jelena'nın elinde kahvaltıdan kalma bir kağıt peçete vardı, onu da şoförün koltuğunun dibinde duran, ağzı açık bir kağıt torbanın içine attı.

Şoför, "Ama o benim yemeğim!" diye parladı. Jelena gerçekten çok üzüldü, özür diledi, ama yüzelli kiloluk zenci şoför adam yerine kondu ya, başladı yol boyunca mızmızlanmaya. "Ama o benim yemeğimdi...."

Kızcağız çöp zannetti işte. Niye yemeğini ağızı açık bir kağıt torbada, yerde, koltuğunun dibinde tutuyorsun? Kız özür de diledi. Bozuk plak gibi "Ama o benim yemeğim..." diye sızlanmanın kime faydası var?

Bir ara eline yirmi doları verip, git dışarda ye diyecektim, bu sefer olay daha da dramatize olacak diye sustum.

Union Station
Union Station'a ulaştık neyse ki, adamın sızlanmasını dinlemekten de kurtulduk.

Union Station 1908'de açılmış, çok eski ve çok güzel bir bina. Tarz olarak hiç de Amerika'nın gerisine benzemiyor. Aslında bunu Washington'da sık sık tekrarlayacağım gibi sevgili arkadaşlar. Çünkü Washington, Amerika'nın diğer şehirleri gibi downtown'ında gökdelenleri, banliyölerinde tek katlı evleri olan bir grid city değil.

Merkezinde gezerken sanki antik Yunan şehirlerinde geziyor gibi oluyor insan. Her yer klasik Yunan tapınağı mimarisi. Beyaz Saray dahil her idari binadan birer Apollo, Zeus, Afrodit falan fırlayacak gibi. Kongre binası, kütüphane, Supreme Court gibi yönetim binalarının dışında kalan her bina da bir müze.

Bu haliyle sanki Amerika'da değil, Rusya'da gezer gibi oluyorsunuz.

Union Station da bu Yunan mimarisinden nasibini fazlasıyla almış. Zaten içinde hep Seres'in, Arşimet'in, Apollo'nun falan heykelleri var.

1912 yılında Uniun Station'ın önüne Kolomb'un ismi ile bir anıt havuz yapmışlar. Yanında da aslı Philadelphia'da bulunan Liberty Bell'in, yani Özgürlük Çanı'nın bir modelini koymuşlar. Bu çanı, eğer izlediyseniz Nicholas Cage'in National Treasıre'ından hatırlarsınız.

Columbus Çeşmesi
Bu noktadan Beyaz Saray dışında neredeyse tüm yönetim binaların bulunduğu Capitol Hill yürüme mesafesi kadar yakın. Zaten Union Station'dan Kongre binasının kubbesini görebiliyorsunuz.

Capitol Hill'e doğru yürümeye başladık ve bir kaç sincapla arkadaşlık kurduğumuz bir parkı geçtik. Kongre binasını - Kongre binası deyip duruyorum ama asıl adı Capitol Building, yani Başkent binası - çevreleyen bu park yine bir çok filmde yer alır. Aklıma ilk gelenler The Sum Of All Fears ve yine National Treasure.

Sonunda kongre binasına ulaştık. Tabi ki Yunan tarzı bir bina ve çok güzel bir görüntüsü var. Sabah saatlerinde de gittiğimiz için etraf çok kalabalık değildi, çok güzel resimler çektik.

Bu binanın ortadaki kubbeli bölümüyle birleşen iki kanadı var. Kuzey kanadında Senato, güney kanadında da House of Representatives isimli Temsilciler Meclisi bulunuyor.

ABD hükümet sistemini anladığım gibi bir iddada bulunmak istemiyorum, gerçekten çok karışık.

Ancak bir iki kelimeyle, yasama yukarda bahsettiğim iki farklı meclisle yapılıyor. Senatörler ve Temsilcilerin seçim yöntem ve dönemleri farklı. Bir çok kanun önce Senato'da, sonra da Temsilciler Meclisinde ayrı ayrı onanıyor. Bu ikisinin kendi başına yaptığı işler de var. Örneğin Senato uluslararası anlaşmaları onarken, Temsilciler Meclisi görevlileri azletme yetkisine sahip.

Kongre Binası
Yürütme, bildiğiniz gibi Başkan'ın görevi, ancak çok belirgin bir kuvvetler ayrılığı var.

Bana sorarsanız, bildiğim kadarıyla tabi, bu hükümet sisteminin acilen bugünün koşullarına adapte edilmesi gerekli. Hala iki yüz küsür sene öncesinin hantallığını taşıyor.

Örneğin Başkan'ı halk değil, halkın seçtiği Electoral College adlı bir gurup seçiyor. Bu seçici gurubun kime oy vereceği hakkında kanuni bir zorunluluk yok. Ben Obama'ya oy vereceğim diyerek seçmenlerin oylarını toplayabilir, sonra da gidip Trump'a oy verebilirler mesela.

Yine eyaletler arası kanuni ve mali farklar zaman zaman insana aynı ülkede yaşadığını unutturabiliyor.

Boşverin, Amerikanın derdini Amerikalılara bırakalım. Gücüm yetse kendi ülkemin derdine çare olacağım da, yetmiyor işte. Neyse ki kendi ülkemde yaşayan herkes her şeyi bildiği için gerek de kalmıyor zaten 😛

Kongre Binası
Kongre binasından sonra bizdeki Anayasa Mahkemesi'ne benzeyen Supreme Court binasını gördük. Bura da Zeus tapınağı gibi, bembeyaz, çok güzel bir yapı.

Biraz ilerisinde ise dünyanın en büyük kütüphanesi olan Kongre Kütüphanesi yer alıyor. Yine National Treasure'den hatırlayabilirsiniz, Ben Gates buradan Declaration of Independence yani Bağımsızlık Bildirisi'ni çalmıştı. Bu belge hala orada. Gutenberg'in basıp dağıttığı İncilin de en sağlam orijinallerinden biri de bu binada korunuyor. Ha içeride bir de otuz iki milyon basılı, altmış milyon da el yazması kitap var.

Supreme Court
Yolda yine Kızılderili Ayakkabıları Müzesi, Amerikan Pipoları Müzesi, Country Gitar Telleri Müzesi, Donald Trump'ın Tweetleri Müzesi, Obama'nın Golf Topları Müzesi gibi bir kaç yüz müzeyi geçip asıl benim için bu seyahatin en heyecan veren müzesine geldik.

National Air and Space Museum (Bu gerçek bir müze, yukardakiler gibi uydurma değil).

Smithsonian Institution isimli bir enstitünün müzesi bu. İki ayrı lokasyonu var. Biri Washington'ın merkezinde, diğeri de Dulles havaalanının yanında. Uçak saatlerinin bir azizliği sonucu sadece bir lokasyonu görme imkanım olacaktı. İçim kan ağlayarak merkezdeki lokasyonu seçtim.

National Air and Space Museum
Bir Katolik için Vatikan ne ise, bir havacılık hayranı için bu müze de o işte, sevgili arkadaşlar. İçinde Wright kardeşlerin uçtuğu dünyanın ilk uçağından, aya giden Apollo 11'in dünyaya dönen komuta modülüne kadar herşey var. UAV'ler, dünyanın en hızlı uçağı roket motorlu X-15, Chuck Yeager'ın ilk kez ses hızını aştığı X-1, Howard Hughes'un kendi imalatı yarış uçağı, ikinci dünya savaşının uçakları, V-2 dahil balistik füzeler, vs, vs.

Son olarak da aydan getirilmiş, parmağınızla dokunabileceğiniz bir Ay taşı!

Hepsini ağızımdan sular aka aka izledim, Ay taşına da hep beraber dokunduk.

Ama ikinci lokasyona da gidebilseydi, etiyle, kemiğiyle Enola Gay'i, yanl dünyanın ilk atom bombasını Hiroşima'ya atan uçağı, ve eskisinden yenisine bir dolu diğer tipte uçağı da görebilecektim.

Melissa Ay'a dokunuyor...
Belki başka bir zamana...

Bu arada "Enola Gay" ismi bazı farklı cinsel tercihleri canlandırabilir gözünüzde, "Gay" sözcüğü aslen neşeli, umursamaz falan demektir, nasıl "Ass" sözcüğü aslen eşek demekse. "Ass" aynı haliyle İncil'de bile geçer:

“And the Lord opened the mouth of the ass, and she said unto Balaam, What have I done unto thee, that thou hast smitten me these three times?”

İngilizce sevenler "unto" 'ları "to", "thee" ve "thou" 'ları "you", "hast" 'i "have" (aslen "has", çünkü gerçekte çoğul "you" 'nun aksine aynı kökten gelen Fransızca'daki "tu/toi" gibi "thou/thee" de tekildir), "smitten" 'i de "hit" ya da "whacked" yapıp manasını da anlayabilirler...

Gerçek Oxford Ingilizcesinde ise "kıç" aslen "ars" ya da "arse" dır. Almanca bilen arkadaşlar biraz da hayal güçlerini çalıştırmak suretiyle onaylayacaklardır her halde 😛 Amarikalılar her nedense "r" 'yi atmışlar.

Bu arada bu konuya nereden girdik, niye bu kadar kaldık, ben de bilmiyorum...

Kalbimin yarısı gördüğüm, aklımın yarısı da göremediğim lokasyonda kalmış bir şekilde ayrıldık müzeden.

Sırada Washington'un görülmezse görülmezi Beyaz Saray vardı. Rotamızı çevirdik ve sağda, solda yine bir kaç yüz müze geçerek Beyaz Saray mahallesine girdik.

İlk belirti Washington Monement'i oldu.

Washingtom Monument
Devasa bir dikilitaş. Dünyadakilerin en büyüğü. Hem de mesela Paris'teki Concorde meydanındaki dikilitaşın aksine çalıntı değil. Made in USA!

Paris'teki dikilitaş tam üç bin yıllık bir tarihi eser. Aslen Luxor tapınağının kapısındaymış, n"apalım biz çanak çömleği demişler, vermişler Fransızlara, alın götürün diye.

Veren de bizim Mehmet Ali Paşa!

Mütekabiliyet hesabı, Fransa Kralı da karşılığında buna bir şey vermiş olmak için bir duvar saati vermiş. Üç bin yıllık koca dikilitaşa karşı kıytırık bir duvar saati. Osmanlı bundan yıkıldı zaten 😛

Dahası da var. Luxor Tapınağında aynı dikilitaştan iki tane varmış. Mehmet Ali, aslında ikisini de Fransızlara vermiş ama Fransızlar ancak birini kaçırabilmişler. Yakın zamana kadar Fransızlar Mısırlılardan ikincisini de istiyorlarmış da Mitterand tamam, kalsın sizde ikincisi deyince hak idda etmeyi bırakmışlar.

İşte böyle. Amerikalılar Mehmet Ali Paşa'ya yetişemedikleri için, kendi dikilitaşlarını kendileri yapmışlar 😍

Yönümüzü teyit etmek için karşıdan gelen bir çifte "Beyaz Saray bu tarafta değil mi?" diye sorduk. Adam "Bu tarafta ama 'cop cars' Beyaz Saray'a giden bütün yolları kapamış, göremezsiniz." dedi.

Adam bir Sırp'a, bir Türk'e ve en önemlisi üçüncümüz Serbo-Türk'e "Göremezsin" diyor... Sorry Jose! Buraya kadar gelmişken görürüz anam biz... Hem Don Amca'nın da geleceğimizden haberi var, bekliyordur bizi.

Biraz daha yürüdük ve karşımızda Pensilvanya Avenue!

Murder At 1600'ı hatırlar mısınız? Wes Snipes'dı hafızam yanıltmıyorsa. Beyaz Sarayda bir cinayet işlenmiş, ihbarı da "Pensilvanya Avenue 1600'da Cinayet" şeklinde yapmışlardı. İnsanlar da "Emin misiniz? Orası Beyaz Saray!" olmuşlardı.

Yalnız helal olsun adamlara, nasıl kültürlerini damardan bizlere aşılamışlar! Elli iki yaşımda, Washington'u ilk kez gören ben, Beyaz Saray'ın posta adresini kafadan biliyorum...

Bilmesine biliyorum da Pensilvanya Avenue olmuş size Majino Hattı! Önce barikatlar, sonra arabalar, en sonunda da Polisler.

İçimden "Abi, uzaktan geldik, bir resim çekip gidicez" diye ağlamak geldi ama sonra vazgeçtim. Barikatları geçip, bırakın Polislerle konuşabilmeyi, daha arabaları gelmeden tabanca, tüfek, top, lazer, fazer, delik deşik olurdum her halde.

Yürümeye devam ettik ama Pensilvanya Avenue'ya parelel her caddede bir barikat!

Bir durum değerlendirmesi yapmak için durduk. Tam Jelena ile konuşmaya başlayacaktım ki, yanımda zenci bir çocuk su satıyor, onu gördüm.

"Ooooaaaaaddırrrr, tu dolla!"

Anasını sattığımın Amerikasında iki kelime vardır ki, ne yaparsam yapayım söylediğimde kimse beni anlamaz. Birincisi çeyrek anlamına gelen "Quarter", ikincisi de "Water", yani su. Bundandır, su isteyeceğim zaman bir Cockney Brit olur, Amerikalıların "wuaddırrr" şeklinde telaffuzu yerine "wooltta" derim.

Ancak desperate times, desperate measures, hemen bir aksan ayarlaması yaptım ve çocuğa dönüp bütün sempatikliğimle:

"One wuaddırr bro!' dedim.

Suyu alınca da açıp içtim. Oğlan para bekliyor, bir tane daha ver dedim, yine doğruya yakın bir aksanla tabi 😛

O şişeyi de Jelena'ya verdim.

Oğlan hala para bekliyor, bu sefer eğilip sessizce sordum.

"Is there absolutely no way that we can take a picture of the White House?" Yani "Gerçekten Beyaz Sarayın resmini çekmemizin hiç bir yolu yok mu?"

Bu bana baktı ve:

"Go all the way, at the end of the street, make a left, two blocks, another left bro!"

Güldüm, "Bir su daha ver dedim"

Bu kez şişeyi Jelena'ya vermedim. Garip kızcağız önceki su stoklarıyla birlikte Washington İtfaiyesi gibi olmuştu zaten. Yine de uzattı elini ver gibisinden.

Hava öyle bir sıcak ki zaten kilometrelerce güneşin altında yürümüşüz, kavruluyoruz anlayacağınız. Açtım şişeyi, boşalttım kafamdan aşağı.

Sevgili karım da fırsatı kaçırmadı tabi

"O su iki dolar, biliyorsun değil mi 😍"

"Yok" dedim, "İki dolar olan Beyaz Saray biletimiz 😍"

Beyaz Saray
Sucu cocuğun tarifi bizi Beyaz sarayın şöyle bir üç yüz metre kadar yakınına getirdi. Net, her şeyiyle eksiksiz Beyaz Saray!. Kapıdan Don Amca çıksa tanırsınız, o kadar yakın.

Yanımızdaki bizim gibi kader kurbanı elli küsür turist ile birlikte resimlerimizi çektik, görevimizi başarıyla tamamladık.

Union Station'a dönüp, valizleri aldık. Bir metro - Washington’da her nedense Subway "out", Metro "in" olmuş - bizi Dulles havaalanına giden otobüslerin durağında bıraktı. Biz de yukarı çıkıp, otobüsümüzü beklemeye başladık.

Bir beş dakika geçti, adamın biri sallana sallana geldi.

"Otobüs mü bekliyorsunuz?"

Geçmişten bir anıya ithafen, "Yok bayrak töreni yapıyoruz" diyecektim de bıraktım, "Yes" dedim. Bir pazar akşamı, otobüs durağında, ellerinde valizleriyle üç insan başka ne yapıyor olabilirse...

"Havaalanına mı gideceksiniz?"

"Yok" dedik, "Hemen yanındaki Crown Plaza Hotel'e..."

"Ben götüreyim sizi."

"Sen kimsin?"

"Taksi" dedi.

Şöyle bir on metre ilerde arabasını işaret etti. Sonra da niye yayan müşteri topladığını anlamadığımızı anladı ve açıklama getirdi.

"Burası taksi durağı değil, 'cop' lar ceza keser, ondan arabayı karşıya bıraktım" dedi.

"Kaç paraya götürürsün bizi?" diye sorduk, 40 dolar mı, öyle bir şey istedi.

Sevgili karımda rahmetli annemin inatı vardır. İş pazarlığa bir dökülsün, bir dolar için yarım saat kavga eder.

"Yirmi dolar" dedi Jelena.

Adam da "Sorry" deyip gitti.

Biz oturmaya devam ettik, bizimki yine geldi.

"Bugün günlerden Pazar, biliyorsun değil mi? Bir sonraki otobüs kırk beş dakika sonra gelecek. Halbuki yirmi dakika sonra 🛌odanızda🛌 olursunuz."

Nasıl tahrik ediyor eşşolueşşek!

"Çok istiyorsun ama" dedim, biraz da good cop, bad cop olsun diye. Aslında bad cop, yorgun cop'ız da, neyse...

"Çok değil, zaten cocuğa da bilet alacaksınız, bana beş dolar fazla ödüyorsunuz."

Jelena iPad'ini adamın gözüne soktu. Otobüste çocuklar bedava!

"Öylemiymiş? dedi, geri arabasına gitti.

Bu kez Jelena beni dürttü.

"Bugi, hadi git, otuz dolar öner, bakalım me diyecek..."

Ben gittim, "Karım otuz dolar diyor, ne diyorsun?" diye sordum.

Adam da "Bak 'bro', ben seni otele götüreceğim, otobüs ise havaalanına. Oradan otele yine taksiye gideceksin. Otuz beş dolara götüreyim." dedi.

Ben tekrar Jelena'ya gittim, "Otuz beş dolar diyor ama otobüse binersek otele kadar taksiye bineceğimizi unutma" dedim.

Sevgili karımın aklına yattı, "tamam" dedi, biz bindik arabaya.

Yüz metre gittik, taksici "Otoyol ücretini siz ödeyeceksiniz, biliyorsunuz değil mi?" dedi.

Jelena "Çek kenara iniyoruz" diye bağırdı.

Taksici "Yahu sadece iki buçuk dolar" falan diyor ama iş paranın miktarını çoktan geçmiş, inata dökülmüş durumda, Jelena'nın gözünü kan bürümüş, "Çek kenara" diye bağırıyor.

Adam tamam, ödemeyeceksiniz demeye başladı ama Jelena hala çek kenara diye bağırıyor.

Az sonra Jelena biraz sakinleşti. Şoför de benle ben Hintliyim, sen nerelisin muhabbeti yapıyor.

Jelena'nın sakinleştiğini görünce dönüp:

"Ne kadar tip vereceksiniz" diye sordu.

Jelena öyle bir "Miyavvvvv! Tıssssss!" oldu ki, taksici, "şaka, şaka" diyerek canını zor kurtardı.

Bize döndü,

"You guys are tough cookies!" dedi.

Ben de dönüp,

"I am a Teddy bear, she is the tough cookie" dedim.

Bu anda, yukarda bir yerden sevgili annemin bize bakarak gülümsediğini ve geliniyle gurur duyduğunu hissediyordum 😍❤️

5 Ağustos 2018 Pazar

Ahmet

İkinci sabah "Joe" kahvelerimizi içmiş, lobide oturuyorduk. Kasvetli lobideki müşteri ve personelin yapmacık sessizliği, kapıdan içeri girip, kimsenin anlamadığı bir dilde bağıran biri tarafından bozuldu.

"Oğlum, bundan daha ucuz otel bulamadın mı kalacak? Yarım saattir arıyoruz lan!"

Canım kardeşim Ahmet gelmişti.

Lobide de üç beş müşteri her halde anam gangsterler bastı oteli diye zıplamıştı.

"Bundan güzel otel mi bulacaksın oğlum? Churchill bile burada kalmış!" diye cevap verdim.

Sarıldık kardeşimle birbirimize. Kim bilir kaç yıl geçmişti. Ama günün ilerleyen saatlerinde de birbirimize tekrarlayacağımız üzere sanki dün gece king oynamış, ertesi gün de uyuya kalıp akşam yeniden görüşmüş gibi olmuştuk. Bazı dostluklar böyle oluyor işte. Hadi mekanımız New York, onların diliyle söyleyelim, bizim dostluğumuz işte böyle "timeless".

Normalde benim bu öykülerinin kahramanları isimsiz olur ama sevgili Ahmet önceki bir-iki yazıda deşifre olduğu için ismini kullanabiliyorum 😛

Manhattan'dayız
Yukarıda da söyledim, bazı insanlar ve duygular değişmiyor sevgili arkadaşlar. Sevgili Ahmet'le dekorumuz bazen Orman Bakanlığının kim bilir Ankaranın neresindeki binasının boş bir ofisi ve boya fırçaları, bazen özgürlük heykelinin kafasının içi, bazen Boztepe isimli, nerede olduğunu bile bilmediğim bir kasaba, bazen de Upper Midtown Manhattan'da Amerika Başkanı Trump'ın oteline bir kaç yüz metre uzaklıkta bir otel lobisi olsa da, tiyatromuzun teması da, sevgimiz de hep aynı kalıyor. Yalnızken çok sorun değil de, bazen bir double-date üstüne kızlar dahil hepimiz araba itmeye başlayınca tema komediden trajediye evrilebiliyor tabi 😛

Otobüse bindik, sağımızdan solumuzdan Madison Square Garden, Empire State, Grand Central falan geçiyor, biz hala kocakarılar gibi gevezelik ediyoruz. Türkiyede bir arkadaşımızı aradık, iPad ile otobüsün tepesinden canlı bir New York reality show yaptık, üçümüz de eski günleri yad ettik.

Before/After
New York'a gelmeden bir plan yapmıştık. Ahmet'le birlikte, 1990 yılında çekilmiş, Özgürlük heykeline gemi ile giderken, arkamızda o zaman hala var olan Twin Towers ile falan bir resmimiz vardı. Hadi aynı resmi yirmi sekiz sene sonra çekelim, before/after yaparız dedik.

Liberty Cruise isimli bir tur için biletlerimizi daha biz yola çıkmadan almıştık. Tur zamanı gelince de aynı şirketin otobüsüyle limana gittik. Rezervasyonumuz 1:15 içindi ama vardığımızda zaten saat bir buçuk olmuştu. Nasılsa geciktik deyip, biraz da biz oyalandık yolda.

Sıraya girerken bilet adamına söyledik, "Bak bizim rezervasyon daha önceydi ama otobüs gecikti" diye. O da girin sıraya önemli değil dedi.

Bir buçuk saat bekledik, sonra bir Mehikano fırlayıp, maymun gibi elini kolunu sallaya sallaya bağırmaya başladı.

"Back off! Back off!"

Anlamadık. Back off da, nereye back off? Denize mi atlayalım?

"No reservation. No boat!"

Rezervasyon yoksa, gemi de yok! Böyle diyerek yüz kişilik sırayı dağıttı herif.

Madem no reservation, no boat, niye bizi burada saatlerdir tuttun öyleyse be adam?

O sinirle yakındaki bir Meksika restoranına gittik. Yemeği beklerken Ahmet önce bankasını arayıp, bilet için charge'ı iptal ettirdi, sonra da tur şirketini aradı. Telefondakine olanı biteni anlattı ama muhtemelen tamamen işe yaramaz, klasik bir müşteri temsilcisi cevabı aldı.

Müdürünü ver bana diye bağırdı. Kadın da herhalde biz sizi arayalım falan dedi ki, Ahmet "Tamam bekliyorum" deyip, kapadı telefonu.

Beş dakika sonra telefon çaldı. Ahmet:

"Yeeelooo this is Ahmet KAVAS" diye açtı telefonu. Ben o anda yıkıldım tabi 😛

Kadın bir şeyler anlatıyor, Ahmet dinledikçe kızarıyordu. Sonunda patladı,

"But this is not good. You f•cked my whole day eeeeee!"

Ben artık gülmekten masanın altına girdim.

Tatsızlığı atmak beş dakikamızı aldı. Sonrasında halis Meksika Taco'su ile mükemmel iki bardak şarabımız geldi.

Jelena, Ahmet'le benim bir resmimizi çekti. Otuz sene önceki resmin yanına bu resmi koyduk. Daha da güzel oldu. Araya onca sene, biraz açılmış saç renkleri, bir kaç da fazla kilo girmiş olsa da, hala gençtik anasını satayım. Bende ilk resimdeki bıyıklar yoktu ama Ahmet hala Tarkan gibiydi 😛

Tarihe gömdük bu resmimizi...

Rockefeller Plaza'da üç devasa dondurma
Sonrasında Times Square'e gidip bir şeyler içtik. Ardından da Rockefeller Plaza'ya gidip Ahmetin nereden bulduysa (böyle diyorum çünkü en az beş kişi nereden buldunuz diye sordu) bize aldığı üç American size, devasa dondurmayı yedik. Dondurmalar öyle büyüktü ki, akşam yemeğini iptal etmek zorunda kaldık.

Kardeşimi ağır bir kalple New Jersey'e uğurladım. Çok kısaydı ama en azından olmuştu. Sonrası gelecekti tabi.

Ertesi sabah tur şirketine gittik. Liberty Cruise için bir extension/uzatma aldık, çünkü bir hafta sonra New York'a geri dönecektik ve 🐝Mezzy🐝'ye Özgürlük Heykelini görme sözü vermiştik. Tabi ki Ahmet'i tanıdığımızı söylemedik 😛

Frozen'a doğru...
34 Cadde civarında bir Taco Bell bulduk. 🐝Mezzy🐝 de dahil bol bol Taco, Quesadilla, vesaire yedik.

Günümüzün sonraki bölümü 🐝Mezzy🐝'ye aitti.

Yemeğin ardından Times'da, St. James tiyatrosuna doğru yürümeye başladık. Bu tiyatroda Disney'in Frozen müzikali sahneleniyordu. Sevgili kızımın ilk Broadway müzikali, kısa hayatında en çok sevdiği ve izlediği Frozen olsun istemiştik. Jelena biletleri aylar önce almıştı.

Prenses Elsa
St. James Tiyatrosu ilk 1927'de açılmış. 2017 yılında ise Frozen müzikali için sahnesi sokağa doğru üç metre daha genişletilmiş. Frozen müzikali St. james Tiyatrosu için bir rekora da imza atmış. Bir haftada iki milyon üç yüz bin dolarlık ciro yapmış.

Bir Broadway müzikali izlemedinizse mutlaka izleyin derim sevgili arkadaşlar. Bu müzikalleri de sadece gösterildikleri tiyatrolarda tam anlamıyla tadına vararak izleyebilirsiniz. Televizyon, Youtube falan o zevk ve tatminin yüzde doksanını alıyor, götürüyor. Öyle Cats falan diye de kasmayın. Hepsi çok güzel.

1920'lerin kısıtlı teknoloji ve olanakları altında şovları izlenebilir kılabilmek için yönetmenler bütün yaratıcılıklarını kullanıp koreografi, sahne, müzik ama en önemlisi ışıklandırma ile birer harika yaratmışlar. Sahne aslında bütün tiyatro olmuş.

Tarzan müzikalinin başında sahnenin duvarı, olayı yukardan izlediğiniz bir düzlem haline gelmişti. Peter Pan ve Tinker Bell tavana asılı ipler sayesinde uçuyorlardı, Frozen Sing Along'da patlama efektleri ve şov dumanları içinde üzerinize efektlerle kar yağmıştı.

Tiyatroda
Ama her şeyden önemlisi o ışıklandırmanın muhteşemliği. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmam olanaklı değil. Müzik için zaten çok reklama gerek yok, oyunların kendileri birer müzikal.

Birgün sinema ölecek, yerini VR cihazlar alacak. Konserler de ölecek, yerini on sekiz kanal kulaklıklar alacak. Ama müzikaller, ya da geniş anlamıyla tiyatro hiç bir zaman ölmeyecek, çünkü o salona girip, müzikle, dekorla, ışıklandırmayla ve aktörlerle bütünleşmeden tiyatro, tiyatro olmuyor. Boşuna değil, yüz senedir bu müzikaller aynı salonlarda oynanıyor.

Broadway tiyatrolarının oturma alanları alışılmadık derecede dik, o yüzden önünüzde oturana rağmen sahnenin tümünü rahatlıkla görüyorsunuz. Yine de çocuklar için booster seat dedikleri yükseltici minderler var. 🐝Mezzy🐝'cik Kraliçe Elsa elbisesi içinde bunlardan birine oturup şovun ilk yarısını, özellikle favori şarkısı Let It Go'yu soluksuz izledi.

Şovun sonu
İkinci yarıda ise jetlag ve üç günlük koşuşturma bedelini aldı. Sevgili kızım dayanamayıp minderi üzerinde uyuya kaldı. Yanımızdaki bir kadın, "Herhalde prensesin en pahalı uykusu bu oldu." dedi, haklı olarak.

Şov bittiğinde yeni bir koşuşturma başladı. Washington'a otobüsümüz iki saat sonra kalkıyordu. Bir subway ile otele, ikincisi ile de Uptown'a geçtik. Bir shuttle otobüsü bizi Manhattan'ı New Jersey'e bağlayan George Washington köprüsünün ayağındaki Greyhound otobüs terminaline getirdi.

Manhattan'ın bu bölümü Times Square ya da Upper Midtown kadar ışıltılı değildi. Resmi dil İspanyolca'ya dönmüş, hijyen hissedilebilir derecede azalmıştı. Yiyecek bir şeyler almak için terminalden çıkmıştım. Tanıyanlarınız bilir, midem temizlik derecesi düşük bir çok şeyi kaldırabilir. Ancak bu kez yiyecek bir şey almadan döndüm geri. Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi de uzun süre yalnız bırakmak istemedim.

Sonrasında otobüsümüz geldi. Zenci kadın şoför el frenini çekti, merdivenlerden indi, ellerini beline koydu ve başladı bağırmaya...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...