7 Ağustos 2018 Salı

Washington

Greyhound otobüsü hesaplarıma göre New Jersey, Pensilvanya ve Maryland eyaletlerinden geçip, District of Columbia'ya, yani DC'ye ulaşmıştı. Yol boyunca kayda değer bir olay olmadı. İşin aslı, ben otobüs şoföründen bir iki hamle daha bekliyordum ama yolcular uslu olduğundandır herhalde, o da sesini çıkarmadı.

Saat sabahın biri gibi otobüsten Washington'un Union Station'ında inmiş, bir taksi ile otelimize ulaşmıştık. Bu otelde sadece bir gece kalacak, uçağımız bir sonraki gün sabah çok erken bir saatte kalkacağı için, ertesi akşamı Dulles hava alanı yakınında başka bir otelde geçirecektik.

Hemen uyuduk ve sabah kahvaltı için aşağıya indik. Geleneksel bir American kahvaltısı vardı. Bagel dedikleri yuvarlak poğaçalar, krem peynir, peanut butter, yani fıstık kreması, pancake ve maple şurubu, waffles ve olmazsa olmaz omlet, ve tabi ki içinde yarım kilo peynir!

Lezzetine çok lafım yok ancak bir insan her gün bunları yerse patlar bence.

Melissa kahvaltıda
Valizlerimizi aldık ve Union Station'a gitmek üzere otelin servisine bindik. Jelena'nın elinde kahvaltıdan kalma bir kağıt peçete vardı, onu da şoförün koltuğunun dibinde duran, ağzı açık bir kağıt torbanın içine attı.

Şoför, "Ama o benim yemeğim!" diye parladı. Jelena gerçekten çok üzüldü, özür diledi, ama yüzelli kiloluk zenci şoför adam yerine kondu ya, başladı yol boyunca mızmızlanmaya. "Ama o benim yemeğimdi...."

Kızcağız çöp zannetti işte. Niye yemeğini ağızı açık bir kağıt torbada, yerde, koltuğunun dibinde tutuyorsun? Kız özür de diledi. Bozuk plak gibi "Ama o benim yemeğim..." diye sızlanmanın kime faydası var?

Bir ara eline yirmi doları verip, git dışarda ye diyecektim, bu sefer olay daha da dramatize olacak diye sustum.

Union Station
Union Station'a ulaştık neyse ki, adamın sızlanmasını dinlemekten de kurtulduk.

Union Station 1908'de açılmış, çok eski ve çok güzel bir bina. Tarz olarak hiç de Amerika'nın gerisine benzemiyor. Aslında bunu Washington'da sık sık tekrarlayacağım gibi sevgili arkadaşlar. Çünkü Washington, Amerika'nın diğer şehirleri gibi downtown'ında gökdelenleri, banliyölerinde tek katlı evleri olan bir grid city değil.

Merkezinde gezerken sanki antik Yunan şehirlerinde geziyor gibi oluyor insan. Her yer klasik Yunan tapınağı mimarisi. Beyaz Saray dahil her idari binadan birer Apollo, Zeus, Afrodit falan fırlayacak gibi. Kongre binası, kütüphane, Supreme Court gibi yönetim binalarının dışında kalan her bina da bir müze.

Bu haliyle sanki Amerika'da değil, Rusya'da gezer gibi oluyorsunuz.

Union Station da bu Yunan mimarisinden nasibini fazlasıyla almış. Zaten içinde hep Seres'in, Arşimet'in, Apollo'nun falan heykelleri var.

1912 yılında Uniun Station'ın önüne Kolomb'un ismi ile bir anıt havuz yapmışlar. Yanında da aslı Philadelphia'da bulunan Liberty Bell'in, yani Özgürlük Çanı'nın bir modelini koymuşlar. Bu çanı, eğer izlediyseniz Nicholas Cage'in National Treasıre'ından hatırlarsınız.

Columbus Çeşmesi
Bu noktadan Beyaz Saray dışında neredeyse tüm yönetim binaların bulunduğu Capitol Hill yürüme mesafesi kadar yakın. Zaten Union Station'dan Kongre binasının kubbesini görebiliyorsunuz.

Capitol Hill'e doğru yürümeye başladık ve bir kaç sincapla arkadaşlık kurduğumuz bir parkı geçtik. Kongre binasını - Kongre binası deyip duruyorum ama asıl adı Capitol Building, yani Başkent binası - çevreleyen bu park yine bir çok filmde yer alır. Aklıma ilk gelenler The Sum Of All Fears ve yine National Treasure.

Sonunda kongre binasına ulaştık. Tabi ki Yunan tarzı bir bina ve çok güzel bir görüntüsü var. Sabah saatlerinde de gittiğimiz için etraf çok kalabalık değildi, çok güzel resimler çektik.

Bu binanın ortadaki kubbeli bölümüyle birleşen iki kanadı var. Kuzey kanadında Senato, güney kanadında da House of Representatives isimli Temsilciler Meclisi bulunuyor.

ABD hükümet sistemini anladığım gibi bir iddada bulunmak istemiyorum, gerçekten çok karışık.

Ancak bir iki kelimeyle, yasama yukarda bahsettiğim iki farklı meclisle yapılıyor. Senatörler ve Temsilcilerin seçim yöntem ve dönemleri farklı. Bir çok kanun önce Senato'da, sonra da Temsilciler Meclisinde ayrı ayrı onanıyor. Bu ikisinin kendi başına yaptığı işler de var. Örneğin Senato uluslararası anlaşmaları onarken, Temsilciler Meclisi görevlileri azletme yetkisine sahip.

Kongre Binası
Yürütme, bildiğiniz gibi Başkan'ın görevi, ancak çok belirgin bir kuvvetler ayrılığı var.

Bana sorarsanız, bildiğim kadarıyla tabi, bu hükümet sisteminin acilen bugünün koşullarına adapte edilmesi gerekli. Hala iki yüz küsür sene öncesinin hantallığını taşıyor.

Örneğin Başkan'ı halk değil, halkın seçtiği Electoral College adlı bir gurup seçiyor. Bu seçici gurubun kime oy vereceği hakkında kanuni bir zorunluluk yok. Ben Obama'ya oy vereceğim diyerek seçmenlerin oylarını toplayabilir, sonra da gidip Trump'a oy verebilirler mesela.

Yine eyaletler arası kanuni ve mali farklar zaman zaman insana aynı ülkede yaşadığını unutturabiliyor.

Boşverin, Amerikanın derdini Amerikalılara bırakalım. Gücüm yetse kendi ülkemin derdine çare olacağım da, yetmiyor işte. Neyse ki kendi ülkemde yaşayan herkes her şeyi bildiği için gerek de kalmıyor zaten 😛

Kongre Binası
Kongre binasından sonra bizdeki Anayasa Mahkemesi'ne benzeyen Supreme Court binasını gördük. Bura da Zeus tapınağı gibi, bembeyaz, çok güzel bir yapı.

Biraz ilerisinde ise dünyanın en büyük kütüphanesi olan Kongre Kütüphanesi yer alıyor. Yine National Treasure'den hatırlayabilirsiniz, Ben Gates buradan Declaration of Independence yani Bağımsızlık Bildirisi'ni çalmıştı. Bu belge hala orada. Gutenberg'in basıp dağıttığı İncilin de en sağlam orijinallerinden biri de bu binada korunuyor. Ha içeride bir de otuz iki milyon basılı, altmış milyon da el yazması kitap var.

Supreme Court
Yolda yine Kızılderili Ayakkabıları Müzesi, Amerikan Pipoları Müzesi, Country Gitar Telleri Müzesi, Donald Trump'ın Tweetleri Müzesi, Obama'nın Golf Topları Müzesi gibi bir kaç yüz müzeyi geçip asıl benim için bu seyahatin en heyecan veren müzesine geldik.

National Air and Space Museum (Bu gerçek bir müze, yukardakiler gibi uydurma değil).

Smithsonian Institution isimli bir enstitünün müzesi bu. İki ayrı lokasyonu var. Biri Washington'ın merkezinde, diğeri de Dulles havaalanının yanında. Uçak saatlerinin bir azizliği sonucu sadece bir lokasyonu görme imkanım olacaktı. İçim kan ağlayarak merkezdeki lokasyonu seçtim.

National Air and Space Museum
Bir Katolik için Vatikan ne ise, bir havacılık hayranı için bu müze de o işte, sevgili arkadaşlar. İçinde Wright kardeşlerin uçtuğu dünyanın ilk uçağından, aya giden Apollo 11'in dünyaya dönen komuta modülüne kadar herşey var. UAV'ler, dünyanın en hızlı uçağı roket motorlu X-15, Chuck Yeager'ın ilk kez ses hızını aştığı X-1, Howard Hughes'un kendi imalatı yarış uçağı, ikinci dünya savaşının uçakları, V-2 dahil balistik füzeler, vs, vs.

Son olarak da aydan getirilmiş, parmağınızla dokunabileceğiniz bir Ay taşı!

Hepsini ağızımdan sular aka aka izledim, Ay taşına da hep beraber dokunduk.

Ama ikinci lokasyona da gidebilseydi, etiyle, kemiğiyle Enola Gay'i, yanl dünyanın ilk atom bombasını Hiroşima'ya atan uçağı, ve eskisinden yenisine bir dolu diğer tipte uçağı da görebilecektim.

Melissa Ay'a dokunuyor...
Belki başka bir zamana...

Bu arada "Enola Gay" ismi bazı farklı cinsel tercihleri canlandırabilir gözünüzde, "Gay" sözcüğü aslen neşeli, umursamaz falan demektir, nasıl "Ass" sözcüğü aslen eşek demekse. "Ass" aynı haliyle İncil'de bile geçer:

“And the Lord opened the mouth of the ass, and she said unto Balaam, What have I done unto thee, that thou hast smitten me these three times?”

İngilizce sevenler "unto" 'ları "to", "thee" ve "thou" 'ları "you", "hast" 'i "have" (aslen "has", çünkü gerçekte çoğul "you" 'nun aksine aynı kökten gelen Fransızca'daki "tu/toi" gibi "thou/thee" de tekildir), "smitten" 'i de "hit" ya da "whacked" yapıp manasını da anlayabilirler...

Gerçek Oxford Ingilizcesinde ise "kıç" aslen "ars" ya da "arse" dır. Almanca bilen arkadaşlar biraz da hayal güçlerini çalıştırmak suretiyle onaylayacaklardır her halde 😛 Amarikalılar her nedense "r" 'yi atmışlar.

Bu arada bu konuya nereden girdik, niye bu kadar kaldık, ben de bilmiyorum...

Kalbimin yarısı gördüğüm, aklımın yarısı da göremediğim lokasyonda kalmış bir şekilde ayrıldık müzeden.

Sırada Washington'un görülmezse görülmezi Beyaz Saray vardı. Rotamızı çevirdik ve sağda, solda yine bir kaç yüz müze geçerek Beyaz Saray mahallesine girdik.

İlk belirti Washington Monement'i oldu.

Washingtom Monument
Devasa bir dikilitaş. Dünyadakilerin en büyüğü. Hem de mesela Paris'teki Concorde meydanındaki dikilitaşın aksine çalıntı değil. Made in USA!

Paris'teki dikilitaş tam üç bin yıllık bir tarihi eser. Aslen Luxor tapınağının kapısındaymış, n"apalım biz çanak çömleği demişler, vermişler Fransızlara, alın götürün diye.

Veren de bizim Mehmet Ali Paşa!

Mütekabiliyet hesabı, Fransa Kralı da karşılığında buna bir şey vermiş olmak için bir duvar saati vermiş. Üç bin yıllık koca dikilitaşa karşı kıytırık bir duvar saati. Osmanlı bundan yıkıldı zaten 😛

Dahası da var. Luxor Tapınağında aynı dikilitaştan iki tane varmış. Mehmet Ali, aslında ikisini de Fransızlara vermiş ama Fransızlar ancak birini kaçırabilmişler. Yakın zamana kadar Fransızlar Mısırlılardan ikincisini de istiyorlarmış da Mitterand tamam, kalsın sizde ikincisi deyince hak idda etmeyi bırakmışlar.

İşte böyle. Amerikalılar Mehmet Ali Paşa'ya yetişemedikleri için, kendi dikilitaşlarını kendileri yapmışlar 😍

Yönümüzü teyit etmek için karşıdan gelen bir çifte "Beyaz Saray bu tarafta değil mi?" diye sorduk. Adam "Bu tarafta ama 'cop cars' Beyaz Saray'a giden bütün yolları kapamış, göremezsiniz." dedi.

Adam bir Sırp'a, bir Türk'e ve en önemlisi üçüncümüz Serbo-Türk'e "Göremezsin" diyor... Sorry Jose! Buraya kadar gelmişken görürüz anam biz... Hem Don Amca'nın da geleceğimizden haberi var, bekliyordur bizi.

Biraz daha yürüdük ve karşımızda Pensilvanya Avenue!

Murder At 1600'ı hatırlar mısınız? Wes Snipes'dı hafızam yanıltmıyorsa. Beyaz Sarayda bir cinayet işlenmiş, ihbarı da "Pensilvanya Avenue 1600'da Cinayet" şeklinde yapmışlardı. İnsanlar da "Emin misiniz? Orası Beyaz Saray!" olmuşlardı.

Yalnız helal olsun adamlara, nasıl kültürlerini damardan bizlere aşılamışlar! Elli iki yaşımda, Washington'u ilk kez gören ben, Beyaz Saray'ın posta adresini kafadan biliyorum...

Bilmesine biliyorum da Pensilvanya Avenue olmuş size Majino Hattı! Önce barikatlar, sonra arabalar, en sonunda da Polisler.

İçimden "Abi, uzaktan geldik, bir resim çekip gidicez" diye ağlamak geldi ama sonra vazgeçtim. Barikatları geçip, bırakın Polislerle konuşabilmeyi, daha arabaları gelmeden tabanca, tüfek, top, lazer, fazer, delik deşik olurdum her halde.

Yürümeye devam ettik ama Pensilvanya Avenue'ya parelel her caddede bir barikat!

Bir durum değerlendirmesi yapmak için durduk. Tam Jelena ile konuşmaya başlayacaktım ki, yanımda zenci bir çocuk su satıyor, onu gördüm.

"Ooooaaaaaddırrrr, tu dolla!"

Anasını sattığımın Amerikasında iki kelime vardır ki, ne yaparsam yapayım söylediğimde kimse beni anlamaz. Birincisi çeyrek anlamına gelen "Quarter", ikincisi de "Water", yani su. Bundandır, su isteyeceğim zaman bir Cockney Brit olur, Amerikalıların "wuaddırrr" şeklinde telaffuzu yerine "wooltta" derim.

Ancak desperate times, desperate measures, hemen bir aksan ayarlaması yaptım ve çocuğa dönüp bütün sempatikliğimle:

"One wuaddırr bro!' dedim.

Suyu alınca da açıp içtim. Oğlan para bekliyor, bir tane daha ver dedim, yine doğruya yakın bir aksanla tabi 😛

O şişeyi de Jelena'ya verdim.

Oğlan hala para bekliyor, bu sefer eğilip sessizce sordum.

"Is there absolutely no way that we can take a picture of the White House?" Yani "Gerçekten Beyaz Sarayın resmini çekmemizin hiç bir yolu yok mu?"

Bu bana baktı ve:

"Go all the way, at the end of the street, make a left, two blocks, another left bro!"

Güldüm, "Bir su daha ver dedim"

Bu kez şişeyi Jelena'ya vermedim. Garip kızcağız önceki su stoklarıyla birlikte Washington İtfaiyesi gibi olmuştu zaten. Yine de uzattı elini ver gibisinden.

Hava öyle bir sıcak ki zaten kilometrelerce güneşin altında yürümüşüz, kavruluyoruz anlayacağınız. Açtım şişeyi, boşalttım kafamdan aşağı.

Sevgili karım da fırsatı kaçırmadı tabi

"O su iki dolar, biliyorsun değil mi 😍"

"Yok" dedim, "İki dolar olan Beyaz Saray biletimiz 😍"

Beyaz Saray
Sucu cocuğun tarifi bizi Beyaz sarayın şöyle bir üç yüz metre kadar yakınına getirdi. Net, her şeyiyle eksiksiz Beyaz Saray!. Kapıdan Don Amca çıksa tanırsınız, o kadar yakın.

Yanımızdaki bizim gibi kader kurbanı elli küsür turist ile birlikte resimlerimizi çektik, görevimizi başarıyla tamamladık.

Union Station'a dönüp, valizleri aldık. Bir metro - Washington’da her nedense Subway "out", Metro "in" olmuş - bizi Dulles havaalanına giden otobüslerin durağında bıraktı. Biz de yukarı çıkıp, otobüsümüzü beklemeye başladık.

Bir beş dakika geçti, adamın biri sallana sallana geldi.

"Otobüs mü bekliyorsunuz?"

Geçmişten bir anıya ithafen, "Yok bayrak töreni yapıyoruz" diyecektim de bıraktım, "Yes" dedim. Bir pazar akşamı, otobüs durağında, ellerinde valizleriyle üç insan başka ne yapıyor olabilirse...

"Havaalanına mı gideceksiniz?"

"Yok" dedik, "Hemen yanındaki Crown Plaza Hotel'e..."

"Ben götüreyim sizi."

"Sen kimsin?"

"Taksi" dedi.

Şöyle bir on metre ilerde arabasını işaret etti. Sonra da niye yayan müşteri topladığını anlamadığımızı anladı ve açıklama getirdi.

"Burası taksi durağı değil, 'cop' lar ceza keser, ondan arabayı karşıya bıraktım" dedi.

"Kaç paraya götürürsün bizi?" diye sorduk, 40 dolar mı, öyle bir şey istedi.

Sevgili karımda rahmetli annemin inatı vardır. İş pazarlığa bir dökülsün, bir dolar için yarım saat kavga eder.

"Yirmi dolar" dedi Jelena.

Adam da "Sorry" deyip gitti.

Biz oturmaya devam ettik, bizimki yine geldi.

"Bugün günlerden Pazar, biliyorsun değil mi? Bir sonraki otobüs kırk beş dakika sonra gelecek. Halbuki yirmi dakika sonra 🛌odanızda🛌 olursunuz."

Nasıl tahrik ediyor eşşolueşşek!

"Çok istiyorsun ama" dedim, biraz da good cop, bad cop olsun diye. Aslında bad cop, yorgun cop'ız da, neyse...

"Çok değil, zaten cocuğa da bilet alacaksınız, bana beş dolar fazla ödüyorsunuz."

Jelena iPad'ini adamın gözüne soktu. Otobüste çocuklar bedava!

"Öylemiymiş? dedi, geri arabasına gitti.

Bu kez Jelena beni dürttü.

"Bugi, hadi git, otuz dolar öner, bakalım me diyecek..."

Ben gittim, "Karım otuz dolar diyor, ne diyorsun?" diye sordum.

Adam da "Bak 'bro', ben seni otele götüreceğim, otobüs ise havaalanına. Oradan otele yine taksiye gideceksin. Otuz beş dolara götüreyim." dedi.

Ben tekrar Jelena'ya gittim, "Otuz beş dolar diyor ama otobüse binersek otele kadar taksiye bineceğimizi unutma" dedim.

Sevgili karımın aklına yattı, "tamam" dedi, biz bindik arabaya.

Yüz metre gittik, taksici "Otoyol ücretini siz ödeyeceksiniz, biliyorsunuz değil mi?" dedi.

Jelena "Çek kenara iniyoruz" diye bağırdı.

Taksici "Yahu sadece iki buçuk dolar" falan diyor ama iş paranın miktarını çoktan geçmiş, inata dökülmüş durumda, Jelena'nın gözünü kan bürümüş, "Çek kenara" diye bağırıyor.

Adam tamam, ödemeyeceksiniz demeye başladı ama Jelena hala çek kenara diye bağırıyor.

Az sonra Jelena biraz sakinleşti. Şoför de benle ben Hintliyim, sen nerelisin muhabbeti yapıyor.

Jelena'nın sakinleştiğini görünce dönüp:

"Ne kadar tip vereceksiniz" diye sordu.

Jelena öyle bir "Miyavvvvv! Tıssssss!" oldu ki, taksici, "şaka, şaka" diyerek canını zor kurtardı.

Bize döndü,

"You guys are tough cookies!" dedi.

Ben de dönüp,

"I am a Teddy bear, she is the tough cookie" dedim.

Bu anda, yukarda bir yerden sevgili annemin bize bakarak gülümsediğini ve geliniyle gurur duyduğunu hissediyordum 😍❤️

5 Ağustos 2018 Pazar

Ahmet

İkinci sabah "Joe" kahvelerimizi içmiş, lobide oturuyorduk. Kasvetli lobideki müşteri ve personelin yapmacık sessizliği, kapıdan içeri girip, kimsenin anlamadığı bir dilde bağıran biri tarafından bozuldu.

"Oğlum, bundan daha ucuz otel bulamadın mı kalacak? Yarım saattir arıyoruz lan!"

Canım kardeşim Ahmet gelmişti.

Lobide de üç beş müşteri her halde anam gangsterler bastı oteli diye zıplamıştı.

"Bundan güzel otel mi bulacaksın oğlum? Churchill bile burada kalmış!" diye cevap verdim.

Sarıldık kardeşimle birbirimize. Kim bilir kaç yıl geçmişti. Ama günün ilerleyen saatlerinde de birbirimize tekrarlayacağımız üzere sanki dün gece king oynamış, ertesi gün de uyuya kalıp akşam yeniden görüşmüş gibi olmuştuk. Bazı dostluklar böyle oluyor işte. Hadi mekanımız New York, onların diliyle söyleyelim, bizim dostluğumuz işte böyle "timeless".

Normalde benim bu öykülerinin kahramanları isimsiz olur ama sevgili Ahmet önceki bir-iki yazıda deşifre olduğu için ismini kullanabiliyorum 😛

Manhattan'dayız
Yukarıda da söyledim, bazı insanlar ve duygular değişmiyor sevgili arkadaşlar. Sevgili Ahmet'le dekorumuz bazen Orman Bakanlığının kim bilir Ankaranın neresindeki binasının boş bir ofisi ve boya fırçaları, bazen özgürlük heykelinin kafasının içi, bazen Boztepe isimli, nerede olduğunu bile bilmediğim bir kasaba, bazen de Upper Midtown Manhattan'da Amerika Başkanı Trump'ın oteline bir kaç yüz metre uzaklıkta bir otel lobisi olsa da, tiyatromuzun teması da, sevgimiz de hep aynı kalıyor. Yalnızken çok sorun değil de, bazen bir double-date üstüne kızlar dahil hepimiz araba itmeye başlayınca tema komediden trajediye evrilebiliyor tabi 😛

Otobüse bindik, sağımızdan solumuzdan Madison Square Garden, Empire State, Grand Central falan geçiyor, biz hala kocakarılar gibi gevezelik ediyoruz. Türkiyede bir arkadaşımızı aradık, iPad ile otobüsün tepesinden canlı bir New York reality show yaptık, üçümüz de eski günleri yad ettik.

Before/After
New York'a gelmeden bir plan yapmıştık. Ahmet'le birlikte, 1990 yılında çekilmiş, Özgürlük heykeline gemi ile giderken, arkamızda o zaman hala var olan Twin Towers ile falan bir resmimiz vardı. Hadi aynı resmi yirmi sekiz sene sonra çekelim, before/after yaparız dedik.

Liberty Cruise isimli bir tur için biletlerimizi daha biz yola çıkmadan almıştık. Tur zamanı gelince de aynı şirketin otobüsüyle limana gittik. Rezervasyonumuz 1:15 içindi ama vardığımızda zaten saat bir buçuk olmuştu. Nasılsa geciktik deyip, biraz da biz oyalandık yolda.

Sıraya girerken bilet adamına söyledik, "Bak bizim rezervasyon daha önceydi ama otobüs gecikti" diye. O da girin sıraya önemli değil dedi.

Bir buçuk saat bekledik, sonra bir Mehikano fırlayıp, maymun gibi elini kolunu sallaya sallaya bağırmaya başladı.

"Back off! Back off!"

Anlamadık. Back off da, nereye back off? Denize mi atlayalım?

"No reservation. No boat!"

Rezervasyon yoksa, gemi de yok! Böyle diyerek yüz kişilik sırayı dağıttı herif.

Madem no reservation, no boat, niye bizi burada saatlerdir tuttun öyleyse be adam?

O sinirle yakındaki bir Meksika restoranına gittik. Yemeği beklerken Ahmet önce bankasını arayıp, bilet için charge'ı iptal ettirdi, sonra da tur şirketini aradı. Telefondakine olanı biteni anlattı ama muhtemelen tamamen işe yaramaz, klasik bir müşteri temsilcisi cevabı aldı.

Müdürünü ver bana diye bağırdı. Kadın da herhalde biz sizi arayalım falan dedi ki, Ahmet "Tamam bekliyorum" deyip, kapadı telefonu.

Beş dakika sonra telefon çaldı. Ahmet:

"Yeeelooo this is Ahmet KAVAS" diye açtı telefonu. Ben o anda yıkıldım tabi 😛

Kadın bir şeyler anlatıyor, Ahmet dinledikçe kızarıyordu. Sonunda patladı,

"But this is not good. You f•cked my whole day eeeeee!"

Ben artık gülmekten masanın altına girdim.

Tatsızlığı atmak beş dakikamızı aldı. Sonrasında halis Meksika Taco'su ile mükemmel iki bardak şarabımız geldi.

Jelena, Ahmet'le benim bir resmimizi çekti. Otuz sene önceki resmin yanına bu resmi koyduk. Daha da güzel oldu. Araya onca sene, biraz açılmış saç renkleri, bir kaç da fazla kilo girmiş olsa da, hala gençtik anasını satayım. Bende ilk resimdeki bıyıklar yoktu ama Ahmet hala Tarkan gibiydi 😛

Tarihe gömdük bu resmimizi...

Rockefeller Plaza'da üç devasa dondurma
Sonrasında Times Square'e gidip bir şeyler içtik. Ardından da Rockefeller Plaza'ya gidip Ahmetin nereden bulduysa (böyle diyorum çünkü en az beş kişi nereden buldunuz diye sordu) bize aldığı üç American size, devasa dondurmayı yedik. Dondurmalar öyle büyüktü ki, akşam yemeğini iptal etmek zorunda kaldık.

Kardeşimi ağır bir kalple New Jersey'e uğurladım. Çok kısaydı ama en azından olmuştu. Sonrası gelecekti tabi.

Ertesi sabah tur şirketine gittik. Liberty Cruise için bir extension/uzatma aldık, çünkü bir hafta sonra New York'a geri dönecektik ve 🐝Mezzy🐝'ye Özgürlük Heykelini görme sözü vermiştik. Tabi ki Ahmet'i tanıdığımızı söylemedik 😛

Frozen'a doğru...
34 Cadde civarında bir Taco Bell bulduk. 🐝Mezzy🐝 de dahil bol bol Taco, Quesadilla, vesaire yedik.

Günümüzün sonraki bölümü 🐝Mezzy🐝'ye aitti.

Yemeğin ardından Times'da, St. James tiyatrosuna doğru yürümeye başladık. Bu tiyatroda Disney'in Frozen müzikali sahneleniyordu. Sevgili kızımın ilk Broadway müzikali, kısa hayatında en çok sevdiği ve izlediği Frozen olsun istemiştik. Jelena biletleri aylar önce almıştı.

Prenses Elsa
St. James Tiyatrosu ilk 1927'de açılmış. 2017 yılında ise Frozen müzikali için sahnesi sokağa doğru üç metre daha genişletilmiş. Frozen müzikali St. james Tiyatrosu için bir rekora da imza atmış. Bir haftada iki milyon üç yüz bin dolarlık ciro yapmış.

Bir Broadway müzikali izlemedinizse mutlaka izleyin derim sevgili arkadaşlar. Bu müzikalleri de sadece gösterildikleri tiyatrolarda tam anlamıyla tadına vararak izleyebilirsiniz. Televizyon, Youtube falan o zevk ve tatminin yüzde doksanını alıyor, götürüyor. Öyle Cats falan diye de kasmayın. Hepsi çok güzel.

1920'lerin kısıtlı teknoloji ve olanakları altında şovları izlenebilir kılabilmek için yönetmenler bütün yaratıcılıklarını kullanıp koreografi, sahne, müzik ama en önemlisi ışıklandırma ile birer harika yaratmışlar. Sahne aslında bütün tiyatro olmuş.

Tarzan müzikalinin başında sahnenin duvarı, olayı yukardan izlediğiniz bir düzlem haline gelmişti. Peter Pan ve Tinker Bell tavana asılı ipler sayesinde uçuyorlardı, Frozen Sing Along'da patlama efektleri ve şov dumanları içinde üzerinize efektlerle kar yağmıştı.

Tiyatroda
Ama her şeyden önemlisi o ışıklandırmanın muhteşemliği. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmam olanaklı değil. Müzik için zaten çok reklama gerek yok, oyunların kendileri birer müzikal.

Birgün sinema ölecek, yerini VR cihazlar alacak. Konserler de ölecek, yerini on sekiz kanal kulaklıklar alacak. Ama müzikaller, ya da geniş anlamıyla tiyatro hiç bir zaman ölmeyecek, çünkü o salona girip, müzikle, dekorla, ışıklandırmayla ve aktörlerle bütünleşmeden tiyatro, tiyatro olmuyor. Boşuna değil, yüz senedir bu müzikaller aynı salonlarda oynanıyor.

Broadway tiyatrolarının oturma alanları alışılmadık derecede dik, o yüzden önünüzde oturana rağmen sahnenin tümünü rahatlıkla görüyorsunuz. Yine de çocuklar için booster seat dedikleri yükseltici minderler var. 🐝Mezzy🐝'cik Kraliçe Elsa elbisesi içinde bunlardan birine oturup şovun ilk yarısını, özellikle favori şarkısı Let It Go'yu soluksuz izledi.

Şovun sonu
İkinci yarıda ise jetlag ve üç günlük koşuşturma bedelini aldı. Sevgili kızım dayanamayıp minderi üzerinde uyuya kaldı. Yanımızdaki bir kadın, "Herhalde prensesin en pahalı uykusu bu oldu." dedi, haklı olarak.

Şov bittiğinde yeni bir koşuşturma başladı. Washington'a otobüsümüz iki saat sonra kalkıyordu. Bir subway ile otele, ikincisi ile de Uptown'a geçtik. Bir shuttle otobüsü bizi Manhattan'ı New Jersey'e bağlayan George Washington köprüsünün ayağındaki Greyhound otobüs terminaline getirdi.

Manhattan'ın bu bölümü Times Square ya da Upper Midtown kadar ışıltılı değildi. Resmi dil İspanyolca'ya dönmüş, hijyen hissedilebilir derecede azalmıştı. Yiyecek bir şeyler almak için terminalden çıkmıştım. Tanıyanlarınız bilir, midem temizlik derecesi düşük bir çok şeyi kaldırabilir. Ancak bu kez yiyecek bir şey almadan döndüm geri. Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi de uzun süre yalnız bırakmak istemedim.

Sonrasında otobüsümüz geldi. Zenci kadın şoför el frenini çekti, merdivenlerden indi, ellerini beline koydu ve başladı bağırmaya...

4 Ağustos 2018 Cumartesi

New York, New York!

New York, New York'tur sevgili arkadaşlar. Caddelerdeki binlerce insanla, kameralarıyla turistlerle, beş dakikada bir duyduğunuz ambulans, itfaiye ve polis sirenleriyle, metrosuyla, showlarıyla, mağazalarıyla dünyada bir işte.

New York'da kaybolmak...
Nasıl severim bu şehirle birleşip, içinde erimeyi...

Evinizin ya da otelinizin özelinden çıkıp, biraz yürüdüğünüzde o kalabalığın, o enerjinin içinde kaybolursunuz. Kısacası New York hayatının bir parçası haline gelirsiniz.

Kırmızı ışıkta ya da yaya geçidi olmayan yerlerde caddeyi yürüyerek geçmenin bir ismi vardır İngilizce'de, ya da daha doğru bir deyişle Amerikanca'da.

"Jaywalking"

Bu terim New York'da ortaya çıkmış. Kırklı, ellili yıllarda New York'daki turistlere "Jay" derlermiş. Kafaları devamlı havada, gökdelenleri seyrederek yürüdükleri için de trafiğe dikkat etmezler, yolların üzerinde, olmamamaları gereken yerlerde olup, New York'lu sürücüleri çıldırtırlarmış. Ondandır, yolun üzerinde kuralsız gezen yayalara "Jaywalker" demek adetten olmuş.

Sabah otelden çıkıp, hemen karşıdaki Starbucks'a giderken baktım yol boş, yaya geçidine gitmeden zart diye karşıya geçtim.

Tam yanda bir NYPD polis arabası. Polis, yani "Cop" da arabanın dışında, arabasına dayanmış, etrafa bakınıyor.

Beni Jaywalking esnasında gördü. Bana dik dik baktı ve sakızı ile bir balon yapmaya başladı. O balon büyüdü, büyüdü, neredeyse kafası kadar oldu ve bana doğru bakarak puf diye patlattı. Kendi usulüyle "Bak ben burdayım, ne yaptığını gördüm" gibisinden.

Ben de güldüm, sağ elimi kaldırıp kusura bakma gibisinden avucumu kapayıp, açtım. O da bana gülümseyip baş parmağıyla "okey" yaptı.

Starbucks'a girdim, kahvelerimizi söyledim. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 odada, beni bekliyorlar.

Starbucks'da adettir, isminizi sorup, kahveniz hazır olduğunda sizi isminizde çağırırlar.

Özellikle Amerika'da gerçek ismimi vermem. Çünkü beş dakika, harf harf yazdırmam gerekir. Doğru yazsalarda, doğru söyleyemezler. Ancak bu kez sabah mahmurluğu, boş bulundum, ağızımdan "Nalcı" çıktı. "En", "ey", "el", "si", "ay" diye heceleyip, yazdırdım.

İki dakika sonra garson kız ısrarla bağırmaya başladı. "Nancy!", "Nancy!". Son anda ayıldım beni aradığına. Kırk yıllık Nalci, bir zenci kızın ağızında olmuş Neensiii!

Gerçek adımı son kez burada kullandım. O andan itibaren her Starbucks'da "Joe" ismi ile yürüdü namım.

Melissa New York'da
Bu arada yukarda bahsi geçti, argoda polis anlamına gelen "cop" kelimesi nereden gelmiş onu da anlatayım, siz de bu hayati bilgiyi nesiller boyu çocuklarınıza aktarırsınız artık...

"Cop", bakır anlamına gelen "Copper" 'in kısaltması. İlk kez Londra'da kullanılmış. Bir rivayete göre Polis kimliklerinin bakır olmasından, başka bir rivayete göre de 1 Cent'lik bozuk paralara copper dendiği için ortaya çıkmış. Her iki kullanımda da bakır madeninin değersizliği öne çıkarılarak polislere yapılan bir küçümseme var. Ama yıllar boyu kullanımdan sonra o kadar yaygınlaşmış ki, bu küçümseme ve hakaret anlamı unutulmuş. Bugün Amerika'da polisler bile kendilerine "Cop" diyorlar.

New York demek Times Square demektir
Kahveleri aldıktan sonra 🐝Mezzy🐝'nin sabah sütünü almak için yakındaki bir deli'ye (şarküteri) geçtim. Dükkanın ismi "Parisien", bir Çinli işletiyor, ve New York'dayız. Dünya nasıl küçülüyor, anlayın işte...

Kahvelerimizi odamızda içtik ve otelden çıktık. Sevgili kızımın New York macerası başlamıştı.

Manhattan demek benim için büyük oranda Times Square demektir sevgili arkadaşlar. Günün her saati gidip, görülebilesi bir yer burası. Gökdelenleri, neonları ve sokaktaki aktiviteleriyle yirmi dört saat hayat dolu bir bölge. Dünyada da en çok fotoğrafı çekilen meydan. Geceleri de muhteşem olur Times Square, ancak o kadar kalabalıklaşır ki, yürümek neredeyse imkansız hale gelir.

Rockefeller Center'da subway'den çıktık
Rockefeller Center'da subway'den çıkmış, Times'a kadar yürümüştük.on iki yıl önce sevgili karımla bir Nisan gününde buradaydık, şimdi sevgili kızımız da bize katılmıştı. 🐝Mezzy🐝'ye biraz o günleri anlattık, bol bol fotoğraf çektik ve bizi Downtown'da gezdirecek Hop-on, hop-off otobüsümüze bindik.

Manhattan, ilk kez bir Hollanda ticaret kolonisi olarak var olmuş. Arazinin o günlerdeki sahibi kızılderililerden, 60 Guilder (±25 dolar) değerinde ıvır zıvır malzeme karşılığımda alınmış. İsmi de Yeni Amsterdam olmuş. Sonrasında İngilizler Hollandalıları atıp burayı York Düküne bağlamışlar, o da Yeni Amsterdam ismini kaldırıp, Yeni York, yanı New York yapmış.

Bugün, New York'da bir çok semt hala Felemenkçe ismini taşır. Örneğin The Bronx (Bronck), Brooklyn (Breukelen), Broadway (Breede Wegh), Harlem (Haarlem), vs. Daha çok var da, başınızı ağrıtmamak için sadece çok bilinenleri yazdım.

Wall Street, yani Duvar Caddesi ise ismini Hollandalıların koloniyi korumak için etrafına ördükleri duvardan almış. Yanı bu günkü Wall Street'de eskiden gerçekten de bir duvar varmış.

Manhattan ismi ise kızılderililerin bu adayı "Manna Hata" diye çağırmasından gelmiş.

Times Square
Otobüsümüz biraz Times Square'in etrafında dolaşıp, yönünü Manhattan'ın SoHo bölgesine yöneldi. Burası alış veriş için çok güzel bir yer. Biraz sonrasında Little Italy ve Chinatown. Chinatown'da bir Çin yemeği yedik ve yolumuza devam ettik. Sonrasında Wall Street'in gökdelenleri, New York Stock Exchange, World Trade Center, Battery Park ve yine Times Square.

Yazıyı Trip Advisor'a çevirmemek için her birinin ayrı ayrı detaylarına girmiyorum. Zaten çoğunuzun bildiği yerler bunlar.

Öğleden sonra ise bir Uptown turu aldık. Bu tur bizi önce otelimizin de bulunduğu Central Park'ın başından alıp, bir kaç yüz metre ilerisindeki Trump Oteline, oradan da Uptown'ın batısındaki milyonluk suitlere götürdü. Bu bölgede Spielberg'den, Lucky Luciano'ya, John Lennon'dan Denzel Washington'a, daha da isterseniz on sekiz delik Obama, Al Pacino, Cyndi Lauper gibi bir çok ünlü yaşamış ya da yaşamakta. Yine burada bir bina var ki, Madonna'nın bir kat alıp, oturmak için yaptığı teklifi reddetmiş.

Times Square
Biraz ilerideki Columbia Üniversitesini de görüp, rotamızı yine çok ilginç bir bölgeye çevirdik.

Harlem!

Harlem'den otuz sene önce şöyle bir geçmişliğim vardır. Arabanın camını açamamıştım. Şimdi üstü açık bir otobüste, ferah ferah gezebiliyoruz.

Harlem elbette ki eski zamanlara göre çok daha sakin ve ÇOK daha temiz ama bence hala John McClane gibi üzerinde "I Hate Niggers" yazılı bir işaretle gezemezsiniz. Şakası bir kenara, bırakın Harlem'i, hiç bir yerde siyahi insanları "nigger" diye çağırmamak gerekir. Hem fazlasıyla ırkçı, hem de bu güzel insanlara reva değil.

Herşey bir kenara, Harlem gerçekten ilginç bir yer. Bu ilginç yerin daha da ilginç bir noktası ise Apollo Theater. Bu eski, gösterişsiz müzikholün tezgahından geçen bir kaç ismi saysam herhalde önemini biraz da olsa anlatmayı becerebilirim.

Louis Armstrong, Ray Charles, Aretha Franklin, Art Blackey, Duke Ellington, Dizzy Gillespie, vesaire, vesaire.

Harlem
Örneğin bir Madison Square Garden ile karşılaştırıldığında David-Goliath gibi duran Apollo, yukardaki efsanelerle, işin betonda değil, insanda olduğunu kanıtlamış böylece.

Dönüşte ise Manhattan'ın doğu tarafından aşağıya geldik. Burada da yine çok farklı bir ambians var. Şöyle bir-iki kilometre karelik bir alanda dünyanın en güçlü kültür bombalarından biri patlamış. Metropolitan Museum of Art Ya da New York'luların deyişi ile Met, dünyanın en büyük sanat müzelerinden biri. Daha bir dolu müze var. Eğer sanata meraklıysanız sadece bu müzeleri gezebilmek için New york'a bir hafta ayırın derim.

Artık dinlenmenin zamanı gelmişti. Yolumuzu, otuz senedir görmediğim bir kardeşimle buluşmak için 42nd Street ve 5th Avenue üzerindeki Bryant Parka çevirdik.

Güzel karısı ve oğlu ile birlikte mükemmel bir akşam geçirdik. Sıfırdan başlayıp, İtalya'ya, oradan Paris'e, oradan Los Angeles'a, oradan da New York'un sanat ve show dünyasına uzanan, dişle, tırnakla kazılmış bir başarı öyküsü dinledim.

Times Square
Böyle durumlarda duyguları sözcüklere dökmekte çok zorlanırım. Duygular o kadar yoğunlaşır ki, insana ne yazsa yetmeyecek gibi gelir. Fazlasını yazmaya kalkınca da iş Dumlupınar destanına döner.

O yüzden yoğunluk düzeyleri bende saklı, hem gururlandım, hem de duygulandım demekle yetiniyorum. Bravo benim canım kardeşim 😍

Bu güzel aileyi uğurlayıp, New York'un, herkese almasını önerdiğim akşam turuna başladık.

Artık tesadüf mü, bilmiyorum, turun zamanlaması, hele fotoğraf çekmeyi sevenler için bir harika. Golden Hours dedikleri, tam güneşin batma vaktinde bizi aldı, Manhattan Bridge'den Brooklyn'e götürdü. Tam köprüden geçerken, hemen yanındaki tarihi Brooklyn Bridge'in batan güneş altındaki inanılmaz görüntüsüne de tanık olduk. 🐝Mezzy🐝'cik de bir kaç dakikalığına bile olsa Brooklyn'e ayak basmış oldu.

Brooklyn'e doğru
Yine otuz sene öncesine döndüm. Brooklyn. Bridge'den karşıya geçip, BQE'yi, yani Brooklyn Queens Expressway'i almıştım. Benzin almak için gidişle gelişin tam ortasındaki bir istasyona girdim. Kurşun geçirmez camın arkasındaki benzin adamına kredi kartını verirken, gözüm camın altındaki beton duvara takıldı.

Üzerinde kurşun delikleri vardı!

Hem de yan yana, bir kaç tane. Kesin otomatik bir silahla ateş etmişlerdi.

Dönüşte yine gün batımında Birleşmiş Milletler'i, Empire State Building'i ve Chrysler Building'i gördük. Times'a geri döndüğümüzde güneş batmış, o neonlar bütün meydanı aklınıza gelebilecek bütün renklerle aydınlatıyordu.

Brooklyn Köprüsü
Hard Rock Cafe'de bir şeyler içtik, biraz daha gezindik ve subway'i alıp, otele döndük. Aşağıda "A" treni de geldi tabi, ama babayı binerim artık ona. Bir gün öncekindeki punk ablamın sayesinde biliyorum o akşam saat on bire kadar "express", ve 82'de durmaz!

Geceniz güzel olsun ❤️

Uptown, Midtown, Downtown

New York'a her gelişim farklı bir dekor içerisinde olmuştur. Özel bir planlama yapmadığım halde, kentin üç hava alanına gün içerisinde, gün batımında ve gece vakti inmişliğim ya da kalkmışlığım vardır. New York, dünyanın en cazibeli, en renkli kentlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Bundandır, gündüz ve gece uçağın penceresinden baktığınızda karşınıza ayrı bir güzellik çıkar.

Bu kez güneş batımına az kala JFK hava alanına inmiştik. JFK, yani Kennedy havaalanına eski günlerde indiğimde deli olur, kafamı bir sağa, bir sola çevirip, başka hiç bir yerde göremeyeceğim uçaklara bakardım. Dev Jumbo Jetler, Concorde'lar, MD-11'ler, Tristar'lar hep bu hava alanının sadık müşterileriydiler.

Bu günlerde hava alanları, uçak çeşitleri bakımından çok sıkıcı yerler haline dönüştüler. Varsa yoksa hepsi neredeyse bir birinin aynı Airbus'lar ya da Boeing-737'ler. Arada bir "triple-seven" dedikleri, altı üstü iki motorlu bir B-777 gördüğünüzde "wow" oluyorsunuz.

Bildiğim kadarıyla hiç bir Amerikan hava yolunun dört motorlu uçağı kalmadı, inanabiliyor musunuz? Şanslıysanız ancak Lufthansa'nın falan bir Jumbosunu, ya da fellahların A-380'lerini görebiliyorsunuz.

Neyse ki, şansıma Quantas'ın bir A-380'i yanımızdan hır-hır geçti. İki katlı, dev gibi bir uçak ama hayatımda gördüğüm en çirkin uçaklardan biri. Nerede o kız gibi güzel Jumbolar, nerede bu hamile kalmış balina gibi hantal Airbus...

Almayın yani eve... 😛

Pasaport işlemleri çok uzun sürmedi. Valizimizi alıp Air Train dedikleri, hava alanını metro hattına bağlayan trene bindik. Ancak inmemiz gereken istasyonun adını öğrenince şöyle biraz ürperdim.

Bundan 28 sene önce Jamaica dediğinizde akla Queens'in en kötü yeri gelirdi.
Jamaica İstasyonu
Kırmızı ışıkta durduğumuzda kapıları kitlerdik. Orada yaşayan bir tanıdığım, sabah uyandığında arabasını lastikleri gitmiş bir halde, dört tane tuğlanın üzerinde bulduğundan beri, lastiklerine bildiğiniz anahtarla kitlenen bijon taktırmıştı.

Yine bu bölgede, önde ben, arkamda beni kovalayan bir gurup Hispanik, hayatımın en hızlı koşusunu yapmıştım. O zamanlar gencecik çocuğum, formumdayım da tabi. Biraz da can korkusu eklenince Hüseyin Bolt olmuştum böyle.

Jamaica, New York'un Kasımpaşası, sizin anlayacağınız.

Bu yüzden de Jamaica'ya Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ile gitmek çok hoş gelmemişti kulağıma.

Ancak hiç bir tatsızlık yaşamadan trene binip, Manhattan'ın yolunu tuttuk. İşin aslı, sadece Jamaica değil, New York'un hemen her tarafı eskiye göre çok daha güvenli bir hale gelmiş. New York'lular, bu başarıyı eski valileri Giuliani'nin hanesine yazmışlar.

Manhattan'ı biraz bilirim. Bilmeyecek bir şey yok zaten.

New York bir state, yani eyalet. Baş kenti Albany. Normalde New York dediğimizde anladığımız ise New York City, yani New York Şehri. Bazı adreslerde New York, New York ya da New York, NY yazmasının sebebi de budur. İlk New York şehri, ikincisi de eyaleti belirtir.

New York City'nin de beş tane borıugh'u, yani semti var. En doğuda Queens, güney doğuda Brooklyn, kuzeyde Bronx, batıda da Manhattan adası. Bir de aşağıda bir yerde beşinci olarak Staten Island vardır.

Manhattan küçücük bir adadır. Yukardan aşağı 20, soldan sağa da 4 kilometre. Bu ufacık yerde 1.5 milyon insan yerleşiktir, her gün de 2.5 milyon insan girer ve çıkar. Yani nüfus 4 milyonu bulur. Bunca insan da gökdelenlerde, dikine istifli bir halde yaşar.

Manhattan, bir çok Amerika kenti gibi bir grid şehirdir. Satranç tahtası gibi, caddeler hep düz giderler ve birbirine dik bloklar oluştururlar. Ondandır, bir yeri tarif ederken, iki blok aşağı, üç blok yukarı git falan derler.

Kentlerin hepsi yeni kurulduklarından böyle düzenli yapabilmişler. Avrupa'daki binlerce yıllık eski kentlere dümdüz giden cadde ve sokak yapmak imkansızdır. Gözünü sevdiğimin İzmir'inde mesela, denizi arkanıza alıp, bir sokağa girersiniz, hiç bir yere sapmadan tekrar deniz önünüze çıkar.

Buralara "Ben Manhattan'ı bilirim" 'den geldik, beni tanıyanlarınız yön duygumun sıfır olduğunu bildiklerinden şaşırmış olacaklarını düşünerek açıklama gereğini hissettim, nasıl "bilebildiğimi".

Şöyle...

Manhattan'ı yukardan aşağıya üçe bölmüşler. Yukarısına Uptown, ortasına Midtown, altına da Downtown derler.

Bürün adayı, yukardan aşağı "avenue" 'lar, soldan sağa da "street" 'ler keser. Bu avenue'lar ve özellikle street'lerin çoğunluğu numaralıdır. Avenue numaraları doğudan batıya, street numaraları da güneyden kuzeye artarak gider. Bütün adresler de avenue ve street olarak verildiğinden mesela aradığınız cadde numarası bulunduğunuz caddeden büyükse yukarı gidersiniz. Avenue'lar da tabi aynı şekilde.

Manhattan'da dik olmayan sadece bir avenue vardır, o da şu ünlü Broadway. Broadway bütün adayı çaprazlamasına keser, yani her avenue ve street'i geçer. İyice kaybolduğumda Broadway'e atardım kendimi ve bir noktada mutlaka aradığım adresi bulurdum.

Uzattım biraz, kusuruma bakmayın ama bunları size New York trafik komisyonunda iş bulasınız diye değil, bir sonraki öykümüze geri plan olması bakımından uzun uzun anlatıyorum.

Uptown'a
New York'taki otelimiz Upper Midtown'da, Central Park West'de, 82. cadde üzerinde. Biz de Midtown'da, 34. caddede, Penn istasyonundayız. Hemen Central Park West üzerinde, Uptown yönüne bir trene bindik.

Uptown'a, yani kuzeye doğru gittikçe cadde numaraları artar dedik ya, metro istasyonlarındaki cadde numaraları da da üçer beşer artarak gidiyor. Atıyorum, 40, 53, 67, vesaire...

Ancak yetmişlerde tren bir hızlandı, 82. Cadde gözümüzün önünden vızzz diye geçti, gitti.

Tren ta 125. caddede mi ne durdu.

Vagonda yüzünü maviye, sarıya boyamış, palyaço kılıklı bir kadın var. Ona gittim, sordum.

"Ablacım, 82'ye nasıl döneriz?"

Golden American girl, taş devrinden gelme iki turist buldu ya, yavaaaş, yavaaaş, kelimelerin üstüne basa basa, bir aptalla konuşur gibi cevap verdi.

"Eyyyyyyyytiiiiii.... seeeeeekkkkıııımnnnd.... iiiiiiiiizzz..... iiiiinnnnn..... MIDTOWN!.... Yuuuuuuuuu...... aaaaaaaar....... naaaaaavvvv.... iiiiiiiiiinnnnn UPTOWN!"

Elimdeki fotoğraf makinesini kaldırıp, çatır diye kafasına vurasım geldi. 82. cadde Midtown'da, burası Uptown diyor. 82'nin nerede olduğunu biz de biliyoruz, az önce önünden geçtik zaten, ama durmadı anasını sattığımın treni, ondan Uptown'dayız ya...

Hadi... dedim içimden, bir daha deneyelim.

"Anladım ablacım, peki Midtown'daki 82'ye nasıl gideriz?"

Bu yine yavaş yavaş, kelime kelime anlatmaya başladı.

"Şimdi bu istasyonda in, merdivenlerden karşıya geç (bu anda parmakları ile yürüyen adam yapıyor), oradan trene bin."

Bak bu bilgi hayat kurtarır işte. Demek aksi tarafa gidebilmek için karşıya geçip, diğer yöne giden trene binmek gerekiyormuş...

"Anladım ablacım, peki o tren 82'de durur mu? Bu durmadı mesela..."

Böyle kompleks bir soru beklemiyordu herhalde. Biraz zeka kırıntısı görmüş olacak ki, beni taş devrinden bronz çağına terfi ettirdi. Konuşması biraz hızlandı, el işaretleri azaldı.

"Bu tren ekspres, ondan durmadı. Karşıdan 'C' trenine bin, o lokal trendir, durur muhtemelen"

Tamam dedim, yerime döndüm. Çinli bir çocuk, belli ki bizi dinliyormuş, "Bu saatte C bulamazsın. Saat on bire beş var. On birde bütün trenler lokal olur, bu trene binsen de 82'de durur." dedi.

Çok sever Amarikalılar bu istisnaları. Bazı trafik işaretlerinin altında yarım sayfa kompozisyon yazarlar.

"Sola dönülmez ama hafta sonları ve hafta içi akşam yedi ile sabah altı arası ve belediye otobüsleri hariç"

Bunların en ilginçini Miami-Orlando otoyolunda görmüştüm. Otoyolun en sol şeridi sadece içinde birden fazla insan olan arabalara açıkmış. Arabada tek başınaysan, o şeridi kullanamıyorsun!

Böyle işte...

Biz de karşıya geçtik, ve aslen ekspres ama saat on biri geçtiği için lokal olmuş A trenine bindik, 82. caddede inip, otelimize ulaştık.

Otel Amerika standardlarında tarihi bir otel. Lobisi karanlık ve kasvetli, döner kapısı ve general üniformalı kapıcısı olan, o filmlerden aşina olduğumuz ellili yılların bir klasiği.

Amerika'da oteller hala otel. Avrupa’daKi benzerleri gibi sadece dört duvar, bir yatak değil. Minibar'ı, oda servisi, 24 saat resepsiyonisti ile çok güzel servis veriyorlar. Hala çın-çın bellboy geliyor, valizleri odaya götürüyor falan.

Hem erken kalkmış, üstüne Lizbon'da gezinmiş, altı saat uçakta kasılmış, bir de New York metrosunda - pardon Subway'inde, oraya buraya koşuşturmuş olmamızın sonucu, üçümüz de perişan bir haldeydik.

Hemen uyuduk.

2 Ağustos 2018 Perşembe

Amerika - Prelüd

Otobüs şoförü zenci kadın, koridorun başına geçmiş, elleri belinde bağırıyordu.

"Benim otobüsemde mesele... çıkmaz! Benim otobüsümde sigara... içilmez! Benim otobüsümde keyif verici şeyler... kullanılmaz! Müziğinizi kendiniz dinleyin! Otobüsü kullanırken ben dans... edemem! (Kulaklık takın diyor)"

Tiz de bir sesi vardı, ama söylediğini dinlettiriyordu. Beş dakika önce Jelena şapkasını düşürmüş, yolculardan biri de şapkayı yerden alıp, Jelena'ya vermek için sıradan çıkmış, geri sıraya döndüğünde yine aynı kadından nasibini almıştı.

"Sıradan ne için çıktığın beni ilgilendirmez! Bana gelip, özür dilerim hanımefendi, ben sıradan çıkmak zorunda kaldım, yeniden dönebilir miyim diye soracaksın!"

Yerimize oturduk. Şoför hareket etmeden önce Mezzy'e dönüp, sanki beş dakika önce herkese şarlayan o değilmiş gibi, yumuşacık bir sesle "Bu ekspres seyahat, normalde durmayacağız ama prenses bir şey isterse söyleyin, hemen durayım" dedi.

Amerika'nın Kamil Koç'u diyebileceğimiz bu Greyhound otobüslerinin çok severim. Bunlara bindiğimde kendimi gerçek Amerika'da, bir Wells Fargo posta arabasının içindeymiş gibi hissederim.

New York'tan Washington'a uçmak yerine otobüsü tercih etmiştik. Yol dört saat sürse de, Manhattan'dan JFK'e gidiş, güvenlik kontrolleri, uçağa biniş, uçuş, bavulları toplama, Dulles'tan Washington merkezine geliş falan, bu dört saatin çok çok üstünde olacaktı. Üstüne otobüsün konforunu, wi-fi, hatta iPad'leri şarj etmek için 110 Volt pirizleri de eklediğinizde Greyhound otobüsleri sıralamada tartışmasız birinci geliyordu.

Bir çok kişi New York'dan genellikle ekstra bir enerji ile ayrılır. Manhattan'ın gökdelenleri, sınırsız alış veriş imkanları, hızlı, ışıltılı New York hayatı, insana bir neşe, fazladan bir yaşam gücü verir.

Bu New York gezisi ise benim için bu kez biraz daha farklı geçmişti. Duygu dolu bir kalple ayrılıyordum bu güzel şehirden. İşin aslı, sadece New York değil, tüm Amerika gezimiz, ışıltılı Amerika günleri yerine duygu yoğun bir iki haftaya evrilmişti.

Gezi boyunca yirmi beş küsür senedir görmediğim arkadaşlarımıla, dostlarımla, yetmeyecek kadar kısa süreli olsa da, beraber olma fırsatım olmuştu. Bu insanlar aynı binada yaşadık diye her gün zoraki yüzlerini gördüğüm kişiler değil, isteyerek birlikte olduğum, ömrümün uzun bir bölümünü bir arada geçirdiğim, beraber başımıza gelmemiş iş kalmamış, kardeşlerim kadar yakın arkadaşlarımdı.

Görüşemediğimiz yılları basit bir hesapla toplarsam, iki asırlık bir duygu yoğunluğu ediyor, anlayın işte...

Ancak Amerika yine de heyecan, macera, ışıltı ve büyüklük.

Gelin, filmimizi geriye sarıp, öykümüzün başına dönelim ve size Amerika gezimizi detaylarıyla anlatayım.

Uçağımız Cenevre'den saat sabah altı gibi kalacağı için, bir önceki akşam saat sekizde yatmış, sabah iki buçuk gibi de uyanmıştık. Saat dört gibi arabayı bırakmış, saat beşte de hava alanında hazır bekliyorduk.

Lizbon'da bir stop-over'ımız vardı.

Jelena ve Melissa Lizbon'da
Yıllar önce sevgili karımla Lizbon'da bir kaç gün geçirmiş, çok da mutlu ayrılmıştık.

Bu kez öyle uzun boylu olmasa da, şehir merkezinde bir kaç saat geçirebilecektik. 🐝Mezzy🐝'de ilk kez Lizbonu görmüş olacaktı. Annesinin karnındayken Porto'da bir kaç gün geçirdiği için, ilk kez Portekiz'e gelişi diyemiyorum ancak ilk kez Portekiz'i görüşü olacağı kesindi.

Havaalanına el bagajlarını bırakıp, metro ile şehir merkezine geçtik.

Lizbonun çok cazibeli bir merkezi vardır sevgili arkadaşlar.

Bugün İspanya'nın içinde kaybolmuş küçücük bir ülke olsa da, unutmayın, Portekiz dev bir imparatorluktu. Güney Amerika'nın neredeyse yarısı olan Brezilya ve Afrika'nın hatrı sayılır bir bölgesi hep Portekiz kolonileriydi. Ancak her imparatorluk gibi onlar da duralayıp, gerileyip, çöktüler.

Lizbon
Başkent Lizbonda, bu imparatorluğun izlerine bol bol rastlamak mümkün.

Rua Augusta caddesinden deniz kıyısındaki Praça do Comércio meydanına doğru yürürken hem bu ihtişamı izliyor, hem de içimden biraz gülümsüyordum.

Yedi yıl önce, karımın elimden tutmuş, yine bu caddede yürüyor, aptal turist misali gözüm havada, bir sağdaki binalara, bir soldaki binalara bakıyordum.

Biri beni dürttü. "Amigo..."

Kafamı çevirip baktım. Giysileri sefil durumda, ufacık bir adam bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ağızında görünen sadece bir ön dişi kalmış, yüzü siyaha yakın koyu bir renk, derisi de güneşten öyle bir çatlamıştı ki, bana Bolivya'nın tuz ovalarını hatırlatmıştı.

Rua Augusta
Ancak adamın yüzünün en göze çarpan özelliği, tek gözünün olmamasıydı. İkinci gözünün olması gereken yerindeki derisi acemi bir terzi tarafından iğne-iplikle lalettayin dikilmiş gibi duruyordu.

Bozuk plak misali çatlak sesiyle fısıldadı:

"Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!"

O taraklarda hiç bezim yoktur ama olsaydı bile her halde böyle bir adamdan almazdım. Eğer bunun sattıklarını kullansaydınız, olasılıkla çok yaşamazdınız.

"No amigo" dedim, bu da üstelemedi. Jelena ile yürüdük, uzaklaştık.

Biraz daha yürümüştük ki, yine bu adam, o bozuk plak gibi hırıltılı sesi ile geldi yanıma.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!”

Kendi sattıklarını kullandığından olsa gerek, az önce benle konuştuğunu bile hatırlamıyordu.

Yine "No" dedim, o da yine üstelemedi, uzaklaştı.

Aradan beş dakika geçti, geçmedi, yine aynı çatlak ses.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş...”

Jelena bir kaç gün, "Sende keş tipi var demek ki!" diye dalga geçmişti benle 😍

Neyse ki bu kez o adamı görmemiştik. Aslında sürpriz de olmamıştı. Ya hapisteydi, ya da daha da kötüsü...

Neyse.

Etrafı sütunlu binalarla çevrili bir meydan
Praça do Comércio, etrafı sütunlu binalarla çevrili, oldukça büyük bir meydan. Meydanın bir ucu, artık deniz mi, nehir mi, siz gözünüzde canlandırın, su ile sıfır konumda birleşmiş. Eğimli bir rampadan aşağı doğru yürüyüp, elinizi suya bile sokabilirsiniz.

Bu noktadan, Lisbon'un gerçekten güzel iki asma köprüsünden biri olan 25 Nisan'ı da görebilirsiniz.

Meydanın diğer ucunda ise Lizbon'a özgü, güzelim renklerdeki eski tramvayların durakları var.

Meydanın ortasında da Portekiz kralı Jose I'in bir heykeli...

Jelena ile eski günleri yad ettik, 🐝Mezzy🐝'ye Lizbon anılarımızı anlattık. Sonrasında yine Rua Augusta caddesinden yukarı, Restoradaros meydanına doğru yürümeye başladık.

Tepeye çıkan tramvay
Cadde üzerindeki pastanelerden birinde durduk. Jelena ve 🐝Mezzy🐝, Lizbon'un olmazsa olmaz, Pastel de Nata (birisi söylediğinde ben hep "Paştel di Nada" gibi duyuyorum, belki de ünlü Mas Que Nada ile karıştırıyorum 😛) isimli kurabiyelerinden yediler. Fırsatınız olursa deneyin, gerçekten çok güzeldir.

Yine yol üzerinde Lizbon'un ünlü asansörünü - burada İzmirliler rekabete girer diye düşünüyorum, ve Restoradores meydanının hemen yanındaki tepeye çıkan yine çok ünlü tramvayını gördük.

Çeşmeleri, heykelleri ve siyahlı, beyazlı dalga desenli kaldırımları ile Restoradores gerçekten güzel bir meydan.

Bu meydanın bir başka tarihi noktası ise Hard Rock Cafe - en azından bizim için tabi 😍😛. Lizbon gibi gourmet bir kentte, hele hele zaten burger ve fajita'ların anavatanı sayılabilecek Amerika'ya giderken, Hard Rock Cafe Lisbon'da ne işiniz vardı diye sorarsanız... Sormayın.

Artık 🐝Mezzy🐝'yi Hard Rock Cafe'lere götürmek neredeyse adet oldu. 🐝Mezzy🐝 de çok seviyor buraları. Sevgili karımın da katkısıyla zaten yarı yarıya köçek oldu sayılır 🐝Mezzy🐝'cik. Hard Rock Cafe'lere gittiğimizde, müzik eşliğimde dans ediyor, müşterilere, garsonlara sataşıyor sevgili kızım ❤️ Biz de götürüyoruz onu işte bu yüzden.

Restoradaros
Kombinasyonun acayipliğinin tamamen farkında olarak söylüyorum, mükemmel bir Portekiz şarabı ile çedarlı naço cipslerimizi yedik 😛 Sevgili kızım da sahneye çıkıp, şovunu tamamladı.

Hava alanına doğru yola koyulduk.

Ne yazık ki Lizbon'un Belem bölgesine gidecek vaktimiz yoktu. Halbuki ne güzeldir Belem... Devasa katedrali ve Lizbon'un simgesi sayılabilecek kulesi ile gerçekten görülmeye değer bir yerdir burası. Yine Parque das Nações ve civarı, Vasco de Gama köprüsü ve São Jorge kalesi de Lizbon'a yolunuz düşerse kaçırmamanız gerekli yerler.

Ben yiyemesem de yiyenlerin yalancısıyım, Lizbon'da deniz mahsulleri de çok güzelmiş. Ancak ister deniz mahsulü, ister benim gibi bir dinozor bifteği yiyin, yanında mükemmel şarabı ve hüzünlü Fado müziği ile Lizbon'da bir akşam, ölmeden yapılması gerekli şeyler listenize eklemeniz gerekli bir deneyimdir sevgili arkadaşlar.

TAP hava yollarının devasa Airbus A-330 uçağı, Avrupa anakarasının en batı noktasını geride bırakmış, ucu, bucağı görünmeyen Atlantik okyanusu üzerinden Amerika"ya doğru yola koyulmuştu.

Sevgili kızım Amerika'yı ilk kez görecekti. Coğrafik olarak Amerika'yı ilk kez görecek olsa da, jeolojik olarak Amerika'ya çok da yabancı sayılmazdı 🐝Mezzy🐝'cik.

Sevgili kızım Aurora'ların, Kuzey Işıklarının çocuğudur. Amerika kıtasını Avrasya'dan ayıran Kuzey Atlantik Sırtı'nın ikiye böldüğü İzlanda'da var olmaya başladı benim canım bal arım. Belki de bu dünyada ilk bulunduğu yer Amerika kıtasıydı, bilinmez. Ne olursa olsun, 🐝Mezzy🐝'cik kısa hayatının ilk günlerini geçirdiği kıtayı bu kez dünya gözü ile görecekti. Bunun düşüncesi her nedense beni biraz heyecanlandırmıştı.

Hafızam yanıltmıyorsa ilk kez TAP ile uçuyordum. Beklediğimden iyi bulmuştum Portekiz'in ulusal havayolunu. Hele bu günlerde hapşırsanız para verdiğiniz, ancak hapşırmayı bir öksürükle combi yaparak $.99 save edebildiğiniz low-cost hava yollarını düşündüğümde, TAP'ın servisi ziyafet gibi geldi. Üzerine bir kaç bardak da Portekiz şarabı eklenince bu uzun yolculuk oldukça çekilebilir bir hale dönüşmüştü.

Bu uçuş, canım kızımın ilk uzun mesafeli yolculuğuydu. Doğrusunu isterseniz uçakta başımıza ne işler gelecek, başta pek emin değildik. Ancak 🐝Mezzy🐝 bizim çocuğumuz olduğunu kanıtladı ve neredeyse hiç sayılabilecek bir iki vaka dışında, hiç sorun çıkarmadan, güle oynaya bu uzun yolculuğu bitirdi.

Saat akşam beşte yatıp, "jetlag" dedikleri bu zaman farkına alışamama fenomeninin sonucu, sabahın birinde hortlayıp, daha fazla saçmalamadan bu günlük burada bırakalım sevgili arkadaşlar.

Bir sonraki yazımızda "Hello America!" diyeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Viva Las Vegas

Sevgili arkadaşlar, bir süredir Amarika modumdayım, fark etmişsinizdir (bu arada AmArika yazdığımın da farkındayım, bilerek yapıyorum bunu, anlamışsınızdır umarım) Yakın bir zamanda size biraz daha uzun, biraz daha detaylı yazacağım bu ilginç ülkeyi. Şimdilik ısınma halinde bırakalım.

Bugün size biraz Las Vegas yazayım istedim.

Las Vegas, Amarika'nın en nevi şahsına münhasır yeridir desem yeri olur herhalde.

Tarihi, Lucky Luciano (Şanslı Luciano) gibi, Cosa Nostra dedikleri, kısa ismi ile Mafya'dan başlar, bir tutam Elvis Presley ille tatlanıp, Howard Hughes dahil bir çok namlı girişimciyle palazlanır, Oceans Eleven ile birlikte, bugünkü şirketleşmiş halini alır. Burada çok başınızı ağrıtmayayım, ilginizi çekerse Harold Robbins'in Sin City kitabını okuyun. Edebi bir kurgu ile tarihi o kadar güzel anlatmış ki, hem eğlenip, hem de öğreniyorsunuz (bu arada kitabı tamamlayan Robbins değil, Padawan'larından biri).

Kitabın ismi zaten kentin varoluş nedenini anlatıyor. Sin City, yani Günah Kenti!

Kumar, fuhuş, içki... Çölün ortasına kurulu bu ışıltılı kent bütün bunları kullanışlı bir paket halinde ziyaretçilerine sunuyor.

Günümüzde bu günahlar biraz sevabi sunumlarla dengelenmeye çalışılmış.

Las Vegas otelleri, kendilerine has temalarıyla müşterilerine günahlardan biraz fazlasını vermekte.

Stratosphere otelinin yüz metre yüksekliğindeki kulesinin tepesinde sizi boşluğa bırakan kayaklar, Hotel Mirage'ın patlayan volkanları, yunusları, beyaz kaplanları, Hotel MGM'in aslanları, Hotel Mandalay Bay'in köpekbalıkları, Hotel Treasure Island'ın korsanları, Venetian otelinde bir gondol turu ve San Marco meydanında bir akşam yemeği, Hotel Caesar's Palace'da Romalı gladyatörler, Hotel NY NY'da Özgürlük anıtı ve Brooklyn bridge, Hotel Paris'te de Eyfel kulesi.

Bunların üzerine her otelde şovlar, müzikaller, tiyatrolar, daha ismini yazamadığım yüzlerce başka atraksiyonlar. İsterseniz bir Elvis taklidi papaz vekili nikahınızı bile kıyabilir, sorgusuz, sualsiz hemde...

Hepsi de yürüyüş uzaklığında...

Ancak her yerdeki en önemli ortak özellik kumar.

Kaldığım bir iki otelde Asansörlerde, hatta tuvaletlerde bile slot oynayabiliyordunuz.

Kumarın en popüleri poker, rulet falan değil, iki zarla oynanan Craps isimli oyun. Aynı baseball gibi, en azından benim bir türlü anlayamadığım kuralları var. En iyisi gelin Elvis'e kulak verelim...

Lady luck please let the dice stay hot
Let me shout a seven with ev’ry shot
Viva Las Vegas

Yani:

Şans tanrısı, zarları sıcak tut,
Her atışımda yedi diye bağırayım.
Yaşa Las Vegas!

Craps'de yedi 🎲🎲 çok önemli, Size o kadarını söyleyebilirim 😛

Craps bilmesemde Vegas'da ciddi para kazanmışlığım vardır. Hem de bir krupyenin bir bardak konyakla gelip, bana klüp aboneliğini önerdiği kadar önemli bir miktar sizin anlayacağınız, bir de Blackjack'de (aklımda doğru kaldıysa).

On beş sene oldu, bir iki dolarlık iş olsun diye slot çekmeler dışında bir daha kumar oynamadım Vegas'da. Ondandır zaten size böyle kazandım diye kabarabiliyorum 😍

Öyle Las Vegas dediğime bakmayın, buranın abonesi sayılmam sadece bir kaç kez gitmişliğim vardır.

Her gidişimde de mükemmel vakit geçiririm. Hatta sevgili karımla balayımızın bir bölümünü de burada geçirmiştik.

Bir Amarikan "atasözü" what happens in Vegas stays in Vegas der, yani Vegas'ta olan, Vegas'ta kalır.

Size yalan söylemeyeceğim. Bu güzel şehirde, özellikle sevgili karımdan önceki hayatım esnasında, size burada yazamayacağım, çok renkli, çok güzel günlerim geçti ve bunlar elbette hep Vegas'ta kalacak.

Ancak yukardaki deyişe biraz istisna getirip, anlatılabilir nitelikte bir kaç anıyla akşamınızı renklendirmeye çalışayım. İsimler, mekanlar öykünün kahramanlarının kimliklerini saklamak için orası, burası değiştirilmiş haldedirler. Gerçek hayatla benzerlikler ise tamamen tesadüfidir. Tanıyanlara minik rica, fal bakmayın, tahmin yürütmeyin...

Öyle kötü zamparalık hikayeleriyle başınızı ağrıtmayacağım. Müstechen şeyler de yazmayacağım. Ancak burası Las Vegas sevgili arkadaşlar, Vatikan değil. O bakımdan size anlatacaklarımın içerisinde bir tutam "Las Vegas" 'lık var. Eğer kendinizi çok hassas hissediyorsanız okumayın derim.

Bir arkadaş ile Las Vegas'ta bir kaç gün geçirmiştik. Arkadaş kız. Ama sadece arkadaş. Yani öyle aklınıza gelen şekilde değil durumumuz.

Elimizde kıytırık bir şehir planı, oradan oraya geziyoruz. Plan da öyle ölçekli bir harita değil, anıtların falan üç boyutlu çizildiği, genelde turist kitaplarının arkalarında bulunan o oyuncak haritalardan biri.

Hadi Downtown Vegas'a gidelim dedik, ne de olsa Elvis'in mekanı.

Gitmişleriniz bilir. Downtown Vegas'ta modern Las Vegas'ın pırıltıları yoktur ama mükemmel, eğlenceli bir yerdir. Casinolar ucuzdur. Buralarda küçük rakamlarla kumar oynayabileceğiniz "Nickel Machine" dedikleri, beş sentlik kollu makineleri, bir dolarlık Blackjack masaları bulunur.

Herneyse...

Downtown'a gitmeye karar verdiğimizde, biz bu günkü modern Las Vegas Strip'in başında, Downtown'a en yakın noktasındaydık.

Bu arkadaş plana baktı ve taksiye binmeyelim, çok yakın, yürürüz dedi. Ben de plana bir göz attım, Downtown bana da çok uzak görünmedi. Plana göre bir sağ, bir sol, hemen dibimiz gibi.

"Olur, yürüyelim" dedim, yola koyulduk.

Bir yarım saat kadar yürüdük. Vegas'ın o şaşaalı binaları kayboldu, yerine bir kaç katlı memur blokları belirdi. Sonra onlar da kayboldu, sadece yol kaldı.

Biraz daha yürüdük, durum daha da umutsuzlaştı.

Yanımdaki abla biraz havalı, yürüme teklifini yapan da kendisi olduğu için erkekliğe kaka sürmüyor, "Hemen İlerde...", "Geldik sayılır..." gibi laflarla durumu idare etmeye çalışıyordu.

Tahammül sınırımın bittiği bir noktaya geldik ve ben "Yok abi, benden bu kadar, ben taksiye biniyorum" dedim. Ama istesek de taksi bulabileceğimizden emin değildim. Bayağı şehir dışındaydık yani...

Yanımdakinde bir hava, bir bakış, hani sen ne biçim erkeksin, bu kadar da nazik olma gibisinden "Merak etme, ben seni götüreceğim" şeklinde tercüme edebileceğim bir laf etti. Ama öyle bir havayla konuşuyor ki, bu sanki büyük ablam, beni sokak çocuklarından koruyacak...

Yine maternal bir havayla "Sen beni burada bekle (!), ben bir sorayım ne kadar yolumuz kalmış" dedi ve yolun karşısında tek başına duran mağaza kılıklı bir binaya koştu.

Bir beş dakika geçti, geçmedi, bizimki o binadan çıkıp koşarak caddeyi geçti, ama neredeyse eziliyordu. Arabalar acı, acı fren yaptılar.

Caddenin karşısında bir siyahi, bir de Güney Amerikalı bıçkın, gülmekten yerlere yatıyorlar!

Benim arkadaş da hem caddeyi geçiyor, hem de tarifsiz bir sinirle bana bağırıyordu.

"Ulan o... çocuğu, karın, sevgilin olsam gönderir miydin beni buraya?"

Anlamadım önce, sonra kafayı bir kaldırdım, ben de yıkıldım yere gülmekten.

Bunun yol sormak için girdiği mağaza bir sex shop! Vitrininde deriler, kamçılar... 😛

Bizimki, biraz da yorgunluktan, bakmadan dalmış içeri. Eli yüzü düzgün de bir kız, mağazadakiler de tabi buna sulanmış, sıkıştırmışlar. Bu da atmış kendisini dışarı...

Başka bir kez, gecenin geç sayılabilecek bir saatinde Strip dedikleri, ana caddede yürüyordum.

Müzikli, kahkahalı bir barın önünde bir fahişe, barın balkonundaki müşterilerle şakalaşıyordu.

Kadın kesinlikle şişman değildi ama XXL size biriydi. Hatta hayatının tamamında kadın olmamış da olabilirdi tabi, bilmemekteyim.

Yukarda, barın balkonundan ya su dökmeye, ya da incik-boncuk, bir şeyler atmaya başladılar, tam görememiştim. Kadın menzilden çıkmak için kendini geriye attı. O sırada ben de tam arkasındaydım, güm diye bana çarptı.

Dengem bozuldu, yere düştüm.

Kadın da üzüldü, bana yardım etmek üzere üstüme doğru eğildi. "Poor baby!" dedi ve cart, tişörtünü yukarı çekti.

Ortaya iki tane, kapsamlı boyutta et yığını (!) çıktı. Kadın gövdesiyle bir sağ-sol yaptı ve o kum torbası göğüsleri dan-dun yüzümde patladı!

Yumruk yemiş gibi oldum.

Kadın, "This was free of charge hon!", yani "Bu sana bedava şekerim!" dedi.

Bunların hepsi sokak ortasında oluyor!

Bardakiler gülmeye başladı. Kadın zaten gülmekten yıkılıyor. Darbenin etkisi geçince ben de başladım gülmeye.

Elimden tutup, kalkmama yardım etti, baybay'ladık, ayrıldık...

İşte böyle...

Yakın zamanda Las Vegas'ı ziyaret edeceğiz. Ancak bu kez bir turistikten ziyade imtiyazlı, Las Vegas'ta yaşayan birinin gözü ile, birinci sınıf bir ziyaret olacak bu.

Bir kardeşimi göreceğim orada...

Daha sonra uzun uzun anlatırım. Şimdilik zarları sıcak tutalım.

Geceniz güzel olsun ❤️

3 Temmuz 2018 Salı

Ahmet'in Arabası

Geçen hafta size sevgili kardeşim Ahmet ile bir-iki anımızı anlatmıştım, hadi devam edelim...

Sevgili Ahmet çoğunlukla takım elbisesiyle, bond çantasıyla, tip-top gezerdi. Sadece, çantasında evrak vesaire ile birlikte benim neslimin torpil dediği, fitilini yakıp attığınızda patlayan maytaplar bulunurdu.

O aralar bir evde toplanır, zamanımızı kağıt oynatarak geçirirdik, baca gibi de sigara içerdik, bu yüzden de devamlı açık bir pencere bulunurdu.

Ahmet geldiğinde kapı zilini çalmak yerine bu torpillerden birini yakıp, açık pencereden içeri atardı. Sonra da GÜMMM! tabi. Bilenleriniz bilir, öyle bir patlar ki namussuz, kendinizi Normandiya çıkarmasında ateş altında zannedersiniz.

İlk başlarda bu patlamaları duyduğumuzda aklımız çıkıyordu, ama sonradan alıştık. Patlamayı duyduğumuzda hiç birimiz istifini bozmuyor, "Ahmet geldi, biriniz kapıyı açsın" diyorduk.

Biz şerbetlensek de etrafdakiler korkuyordu haliyle. Bir keresinde komşusu, patlamanın ardından, evinde toplandığımız arkadaşın kapısını çalıp, "Metttincim, bizde bir patlama oldu, sizde de oldu mu?" diye sormuştu. Ne gülmüştük... 😛

Sevgili Ahmet'in 64 mü, 65 mi, bir Ford arabası vardı. Benden yaşlı yani. Otuz sene öncesine göre bile eski bir arabaydı.

Ahmet bu arabayı ufak bir hizmet aracı gibi, boyaları, sıvaları, macunları oradan oraya taşımak için kullanıyordu.

Ama arabanın bırakın inşaat malzemelerini taşımasını, boş halde kendisini bile bir yerden başka bir yere götürecek hali yoktu. Arabanın, zaman zaman motoru gibi hayati olanları dahil, belli aksamları çalışmayı bırakıyor, Ahmet zamanının yarısını sanayide geçirmek zorunda kalıyordu.

Bayağı günümüze geçmişti bu araba ile. Size başımızdan geçen üç beş olayı anlatayım, gecemiz tatlansın.

Anlatacaklarımın bazılarına şahsen tanık oldum, bazılarını da ilk elden dinledim. Hiç birinde en ufak bir abartma, mizahlaştırma, tatlılaştırma yoktur.

Söz konusu arabamızın hareket etmediği zamanlarda motor çalışırken su kaynatmak gibi bir huyu vardı. Bir gün Ahmet kırmızı ışıkta durduğunda motor su kaynatmış, kaputun altından buhar çıkmaya başlamış.

Araba ve Ahmet için tamamen normal olan bu olay, çevredekiler tarafından yangın şeklinde algılanmış, taksiciler, kapıcılar ellerimde yangın söndürme tüpleriniyle, su kovalarıyla dışarı fırlamışlar, ellerinde ne varsa arabaya döküp sıkmışlar.

Trafik lambası yeşile döndüğünde Ahmet dönüp hepsine sağolun gibisinden bir el işareti yapıp, gaza basmış, yoluna devam etmiş....

Başka bir gün, aynı arabada bir arkadaş yaşlıca bir amcayı evine götürüyormuş.

Ankara'da, Akay yokuşundan aşağı inerken arabanın kaputu komple yerinden çıkmış, önce ön cama çarpıp, sonra da uçmuş gitmiş! Yaşlı amca korkmuş, "Oğlum, kamyona mı çarptık?" diye sormuş. Yok amca, önemli bir şey değil kaput uçtu, demişler. Amca tamam demiş, evine kadar öyle kaputsuz yola devam etmişler.

Bu arabayı sonradan gördüğümde bir kaputu vardı ama uçan orijinal kaputunu mu bulup takmışlardı, yoksa çıkma, başka bir arabadan uydurulmuş bir kaput muydu, hatırlamıyorum...

Arabanın aksamlarının belirli aralıklarla çalışmadığımdan bahsetmiştim. O günlerde de frenler çalışmıyordu. Arabayı durdurmak için şehir hatları vapuru gibi elli metre öncesinden gazı kesip, durma işini fizik kanunlarına havale etmek gerekiyordu.

Ahmet Bakanlıklar'da, Vakko mağazasının civarında giderken önünde yepyeni bir BMW, ışık kırmızıya dönünce frene basmış, durmuş.

Garip Ford için çok geç tabi, Newton falan araya girse de mesafe çok kısa, çatır diye çarpmış öndeki arabaya, arkadan...

Öndeki arabanın şoförü inmiş, ne oldu diye bakınıyor, Ahmet çıkışmış.

"Stopları yanmayan arabayla niye trafiğe çıkıyorsun lan?"

Araba yepyeni BMW. Tabi ki her şeyi çalışıyor.

Efendi bir adammış sahibi, kardeşim stoplar çalışıyor falan demiş ama Kim dinler...

Ahmet, "Beni ilgilendirmez, herkes kendi hasarını tamir etsin." demiş, bagajdan koca bir balyozu çıkarıp, dan, dun, Ford'un tamponuyla ön kaportasını "düzeltmiş", sonra da basmış gaza gitmiş...

Yine bir akşam Ahmet "Bülentcim, hadi gel Yalova’ya gidelim..." dedi. Bizimkiler Çınarcıkta, bir süredir de görmemiştim, "Tamamdır, gidelim." dedim.

Bir akşam üstü çıktık yola. Ford'la tabi...

Bir ara momtumu falan koymak için arka koltuğa döndüm, koltukta iki devasa plastik bidon. Ama tanesi elli litre falan, öyle büyük bidonlar.

"Ne bunlar?" diye sordum, Ahmet "Birinde yağ, birinde su var dedi". Araba hem yağ kaçırıyor, hem de radyatörü delik!

Yol boyunca araba Zümrüt-ü Anka kuşu gibi "Gak" diyince kenara çekip yağ koyuyoruz, "Guk" deyince kenara çekip su koyuyoruz.

Böyle böyle Eskişehir'e falan geldik, sonra da güneş battı.

Ahmet torpido gözünden iki tane pilli el feneri çıkardı. Birini arka camın dibine bantladı, diğerini de bana verdi.

Farlar çalışmıyormuş...

El fenerlerinin amacı bize yolu göstermekten çok, karşıdan gelen arabalara, bak burada bir araba var demek. Ancak sonuçta minicik fenerler, bir metre ötesini aydınlatmaya mecalleri yok...

Arabayı Ahmet kullanıyor, ben de el fenerini tutuyorum. Bir anda karşıdan bir araba geldi ve can çekişen bir farenin çığlığı gibi ciiiyyyykkkk diye bir ses duyduk. Araba bizi görmemiş tabi, sol tarafımızı sıyırdı geçti.

Ahmet "Arabayı çizdi hayvan" diye bağırdı adama. Gerçi arabada çizilecek, ya da çizilince estetiği bozacak miktarda boya yoktu ama...

"Oğlum feneri adamın gözüne tutsana!" diye bana da kızdı 😛

Mecburen karşıdan her araba geldiğinde Luke Skywalker'ın ışın kılıcı gibi feneri şoför tarafına tuta tuta Yalova yakınlarına kadar geldik. Üç beş near-miss oldu ama bir maraz çıkmadı - şimdiki aklımla düşünüyorum da...

Bu arada mütemadiyen durup, yağ ve su ekliyoruz arabaya...

Açık araziden çıkıp, köy bölgelerine geldiğimizde, yol üzerinde otostop çeken iki genç gördük. Ahmet hemen sağa çekip, bunları aldı arabaya.

Hiç de normal bir durum değildi bu. Bir kere zaten arabasına otostopçu almazdı hiç. Üstüne arka koltukta koca iki bidon varken nereye oturacaklardı?

Neyse bidonları sağa, sola itip zar zor sıkışabilecekleri kadar bir yer açtılar kendilerine.

Tam "Abi çok sağolun, benim adım falanca..." derken, hırt, pırt, araba durdu.

Benzin bitmişti!

Ahmet'in de niçin otostopçuları aldığı anlaşılmıştı böylece.

İki genç inip, arabayı itmeye başladılar. Yalova yolları yokuşlu, inişlidir, canımız çıktı tabi, ama sonunda benzinciye de ulaştık.

Benzin alıp, arabayı çalıştırdık, "Hadi atlayın" dedik, gençler, "Abi biz gideceğimiz yere geldik sayılır, yürürüz bundan sonrasını" dediler.

Böyle işte.

O araba bir süre bizim evin yakınında bir yerde park edilmiş sayılabilecek bir biçimde durdu. Sonra mahallenin çocukları içine girip oynamaya başladı. Direksiyonu, kolları, düğmeleri yavaş yavaş eksildi. En son hatırladığım içine kum doldurmuşlardı.

Sonra ne oldu bilmiyorum bu arabaya. Ahmetle konuştuğumuzda sorarım.

Geceniz güzel olsun ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...