3 Temmuz 2018 Salı

Ahmet'in Arabası

Geçen hafta size sevgili kardeşim Ahmet ile bir-iki anımızı anlatmıştım, hadi devam edelim...

Sevgili Ahmet çoğunlukla takım elbisesiyle, bond çantasıyla, tip-top gezerdi. Sadece, çantasında evrak vesaire ile birlikte benim neslimin torpil dediği, fitilini yakıp attığınızda patlayan maytaplar bulunurdu.

O aralar bir evde toplanır, zamanımızı kağıt oynatarak geçirirdik, baca gibi de sigara içerdik, bu yüzden de devamlı açık bir pencere bulunurdu.

Ahmet geldiğinde kapı zilini çalmak yerine bu torpillerden birini yakıp, açık pencereden içeri atardı. Sonra da GÜMMM! tabi. Bilenleriniz bilir, öyle bir patlar ki namussuz, kendinizi Normandiya çıkarmasında ateş altında zannedersiniz.

İlk başlarda bu patlamaları duyduğumuzda aklımız çıkıyordu, ama sonradan alıştık. Patlamayı duyduğumuzda hiç birimiz istifini bozmuyor, "Ahmet geldi, biriniz kapıyı açsın" diyorduk.

Biz şerbetlensek de etrafdakiler korkuyordu haliyle. Bir keresinde komşusu, patlamanın ardından, evinde toplandığımız arkadaşın kapısını çalıp, "Metttincim, bizde bir patlama oldu, sizde de oldu mu?" diye sormuştu. Ne gülmüştük... 😛

Sevgili Ahmet'in 64 mü, 65 mi, bir Ford arabası vardı. Benden yaşlı yani. Otuz sene öncesine göre bile eski bir arabaydı.

Ahmet bu arabayı ufak bir hizmet aracı gibi, boyaları, sıvaları, macunları oradan oraya taşımak için kullanıyordu.

Ama arabanın bırakın inşaat malzemelerini taşımasını, boş halde kendisini bile bir yerden başka bir yere götürecek hali yoktu. Arabanın, zaman zaman motoru gibi hayati olanları dahil, belli aksamları çalışmayı bırakıyor, Ahmet zamanının yarısını sanayide geçirmek zorunda kalıyordu.

Bayağı günümüze geçmişti bu araba ile. Size başımızdan geçen üç beş olayı anlatayım, gecemiz tatlansın.

Anlatacaklarımın bazılarına şahsen tanık oldum, bazılarını da ilk elden dinledim. Hiç birinde en ufak bir abartma, mizahlaştırma, tatlılaştırma yoktur.

Söz konusu arabamızın hareket etmediği zamanlarda motor çalışırken su kaynatmak gibi bir huyu vardı. Bir gün Ahmet kırmızı ışıkta durduğunda motor su kaynatmış, kaputun altından buhar çıkmaya başlamış.

Araba ve Ahmet için tamamen normal olan bu olay, çevredekiler tarafından yangın şeklinde algılanmış, taksiciler, kapıcılar ellerimde yangın söndürme tüpleriniyle, su kovalarıyla dışarı fırlamışlar, ellerinde ne varsa arabaya döküp sıkmışlar.

Trafik lambası yeşile döndüğünde Ahmet dönüp hepsine sağolun gibisinden bir el işareti yapıp, gaza basmış, yoluna devam etmiş....

Başka bir gün, aynı arabada bir arkadaş yaşlıca bir amcayı evine götürüyormuş.

Ankara'da, Akay yokuşundan aşağı inerken arabanın kaputu komple yerinden çıkmış, önce ön cama çarpıp, sonra da uçmuş gitmiş! Yaşlı amca korkmuş, "Oğlum, kamyona mı çarptık?" diye sormuş. Yok amca, önemli bir şey değil kaput uçtu, demişler. Amca tamam demiş, evine kadar öyle kaputsuz yola devam etmişler.

Bu arabayı sonradan gördüğümde bir kaputu vardı ama uçan orijinal kaputunu mu bulup takmışlardı, yoksa çıkma, başka bir arabadan uydurulmuş bir kaput muydu, hatırlamıyorum...

Arabanın aksamlarının belirli aralıklarla çalışmadığımdan bahsetmiştim. O günlerde de frenler çalışmıyordu. Arabayı durdurmak için şehir hatları vapuru gibi elli metre öncesinden gazı kesip, durma işini fizik kanunlarına havale etmek gerekiyordu.

Ahmet Bakanlıklar'da, Vakko mağazasının civarında giderken önünde yepyeni bir BMW, ışık kırmızıya dönünce frene basmış, durmuş.

Garip Ford için çok geç tabi, Newton falan araya girse de mesafe çok kısa, çatır diye çarpmış öndeki arabaya, arkadan...

Öndeki arabanın şoförü inmiş, ne oldu diye bakınıyor, Ahmet çıkışmış.

"Stopları yanmayan arabayla niye trafiğe çıkıyorsun lan?"

Araba yepyeni BMW. Tabi ki her şeyi çalışıyor.

Efendi bir adammış sahibi, kardeşim stoplar çalışıyor falan demiş ama Kim dinler...

Ahmet, "Beni ilgilendirmez, herkes kendi hasarını tamir etsin." demiş, bagajdan koca bir balyozu çıkarıp, dan, dun, Ford'un tamponuyla ön kaportasını "düzeltmiş", sonra da basmış gaza gitmiş...

Yine bir akşam Ahmet "Bülentcim, hadi gel Yalova’ya gidelim..." dedi. Bizimkiler Çınarcıkta, bir süredir de görmemiştim, "Tamamdır, gidelim." dedim.

Bir akşam üstü çıktık yola. Ford'la tabi...

Bir ara momtumu falan koymak için arka koltuğa döndüm, koltukta iki devasa plastik bidon. Ama tanesi elli litre falan, öyle büyük bidonlar.

"Ne bunlar?" diye sordum, Ahmet "Birinde yağ, birinde su var dedi". Araba hem yağ kaçırıyor, hem de radyatörü delik!

Yol boyunca araba Zümrüt-ü Anka kuşu gibi "Gak" diyince kenara çekip yağ koyuyoruz, "Guk" deyince kenara çekip su koyuyoruz.

Böyle böyle Eskişehir'e falan geldik, sonra da güneş battı.

Ahmet torpido gözünden iki tane pilli el feneri çıkardı. Birini arka camın dibine bantladı, diğerini de bana verdi.

Farlar çalışmıyormuş...

El fenerlerinin amacı bize yolu göstermekten çok, karşıdan gelen arabalara, bak burada bir araba var demek. Ancak sonuçta minicik fenerler, bir metre ötesini aydınlatmaya mecalleri yok...

Arabayı Ahmet kullanıyor, ben de el fenerini tutuyorum. Bir anda karşıdan bir araba geldi ve can çekişen bir farenin çığlığı gibi ciiiyyyykkkk diye bir ses duyduk. Araba bizi görmemiş tabi, sol tarafımızı sıyırdı geçti.

Ahmet "Arabayı çizdi hayvan" diye bağırdı adama. Gerçi arabada çizilecek, ya da çizilince estetiği bozacak miktarda boya yoktu ama...

"Oğlum feneri adamın gözüne tutsana!" diye bana da kızdı 😛

Mecburen karşıdan her araba geldiğinde Luke Skywalker'ın ışın kılıcı gibi feneri şoför tarafına tuta tuta Yalova yakınlarına kadar geldik. Üç beş near-miss oldu ama bir maraz çıkmadı - şimdiki aklımla düşünüyorum da...

Bu arada mütemadiyen durup, yağ ve su ekliyoruz arabaya...

Açık araziden çıkıp, köy bölgelerine geldiğimizde, yol üzerinde otostop çeken iki genç gördük. Ahmet hemen sağa çekip, bunları aldı arabaya.

Hiç de normal bir durum değildi bu. Bir kere zaten arabasına otostopçu almazdı hiç. Üstüne arka koltukta koca iki bidon varken nereye oturacaklardı?

Neyse bidonları sağa, sola itip zar zor sıkışabilecekleri kadar bir yer açtılar kendilerine.

Tam "Abi çok sağolun, benim adım falanca..." derken, hırt, pırt, araba durdu.

Benzin bitmişti!

Ahmet'in de niçin otostopçuları aldığı anlaşılmıştı böylece.

İki genç inip, arabayı itmeye başladılar. Yalova yolları yokuşlu, inişlidir, canımız çıktı tabi, ama sonunda benzinciye de ulaştık.

Benzin alıp, arabayı çalıştırdık, "Hadi atlayın" dedik, gençler, "Abi biz gideceğimiz yere geldik sayılır, yürürüz bundan sonrasını" dediler.

Böyle işte.

O araba bir süre bizim evin yakınında bir yerde park edilmiş sayılabilecek bir biçimde durdu. Sonra mahallenin çocukları içine girip oynamaya başladı. Direksiyonu, kolları, düğmeleri yavaş yavaş eksildi. En son hatırladığım içine kum doldurmuşlardı.

Sonra ne oldu bilmiyorum bu arabaya. Ahmetle konuştuğumuzda sorarım.

Geceniz güzel olsun ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...