16 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Kazanın Acı Hikayesi

Tenerife'de (Tenerif) iki tane havaalanı var, Tenerife North Airport ve Tenerife South Airport.

Uluslararası uçuşlar genelde adanın güneyindeki Tenerife South Airport, yani Güney Tenerife Havaalanından yapılıyor.

Eski adıyla Los Rodeos, yeni adıyla Tenerife North Airport, yani Kuzey Tenerife Havaalanı ise çoğunlukla bölgesel uçuşlar için kullanılıyor. Los Rodeos, tek pisti ile küçük bir havaalanı. Bir karşılaştırma yapmanız açısından, örneğin İstanbul Atatürk Havalimanının üç ayrı pisti var.

Şimdi durduk yerde bu adamın canı mı sıkıldı ki, bize havaalanlarının pistlerini anlatıyor diye soracaksınız.

Başka herhangi bir havaalanı için bu kadar detayın gerçekten gereği olmayacaktı ancak Los Rodeos'a gelince işler biraz değişiyor. Burası gerçekten özel bir havaalanı.

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uçak kazası bu havaalanının yegane pistinin üzerinde gerçekleşti arkadaşlar.

27 Mart 1977 Pazar günü Pan Am ve KLM'e ait iki Boeing-747 Jumbo Jet, Los Rodeos'un yegane pisti üzerinde çarpıştı.

KLM'in Boeing-747-206B'sindeki 248 yolcu ve mürettebatın tümü, ve Pan Am'in Boeing-747-121'indeki 396 yolcu ve mürettebatın 335'i, yani toplamda 583 kişi çarpışma sonrası meydana gelen patlama ve yangın sonucu hayatlarını kaybetti.

Tam bir facia, sizin anlayacağınız.

Bu kazayı taçlandıran ise oluş biçimi. Ne mekanik bir arıza, ne elektronik bir sorun, ne yanardağ patlaması, ne uçak kaçırma, ne de kafayı yemiş pilotlar. Tamamen insan kusurları, belki biraz da sis, ve çok isterseniz, alakaları olmasa da bir cümle içinde adlarını geçireceğimiz teröristleri de katabiliriz çorbamıza.

1736 uçuş numaralı Pan Am, Los Angeles'dan kalkmış, New York'da depolarını doldurmuş ve rotasını Kanarya Adalarına çevirmişti. 4805 uçuş numaralı KLM ise yolcularını Amsterdam'dan almış ve Kanarya Adalarına ulaşmıştı.

Her iki uçuşun da hedefi Kanarya Adaları'nın üçüncü büyüğü olan Gran Kanarya'nın Las Palmas havaalanı idi.

Her iki uçak da halen havadayken, inmeleri planlanan Las Palmas havaalanında bir bomba patladı. Kanarya Adalarının İspanya'dan ayrılması için mücadele veren Anti-Franko'cu Fuerzas Armadas Guanches Örgütü'nün gerçekleştirdiği bu eylem sonucu sadece bir dükkancı yaralanmıştı.

Patlama sonrası ise havaalanında ikinci bir bombanın bulunduğu şeklinde bir telefon ihbarı alındı.

Riske girmek istemeyen havaalanı yetkilileri, Las Palmas'a inmesi planlanan tüm uçakları, Tenerife'deki Los Rodeos havaalanına yönelttiler. Pan-Am ve KLM uçuşları dahil beş büyük hacimli uçuş da böylece Tenerife'e inmek zorunda kaldı.

Uçaklar uçmak için yapılmışlardır arkadaşlar, yani doğal ortamları gökyüzüdür. Uçarken rahat manevra yapabilir, yükselebilir yada alçalabilirler.

Yerde ise sudan çıkmış balık, yada suya düşmüş insan gibidirler. Hareket becerileri çok düşüktür. Tekerleklerinde onları çeviren bir mekanik güç yoktur. İleri, sadece jet yada pervaneli motorları sayesinde gidebilirler, o yüzden bu hareket çok duyarlı, çok kontrollü değildir. Geri yöne ise bir iki istisna dışında kendi başlarına gidemezler bile.

Parelel park esnasında manevrasını tutturamamış bir bayan sürücü gibi, geri çıkıp, yeniden park etmeyi deneyemezler mesela :)

Uçakların boyutları büyüdükçe, yerdeki manevraları o kadar zorlaşır, manevra için gereksinim duydukları alan da bir o kadar artar.

Bir hava alanında uçakların kalkmaları yada inmeleri için pistler, havaalanındayken yolcu ve kargo indirip bindirdikleri park alanları ve uçakları park pozisyonundan alıp kalkış yapacakları pistin başına getiren, yada indikten sonra park yerlerine götüren taksi yolları vardır.

Los Rodeos havaalanı
Tenerife'deki Los Rodeos havaalanına dönersek, bu küçük tesisin sadece bir iniş kalkış pisti ve bu piste parelel bir taksi yolu vardı.

Bu taksi yolu iniş ve kalkışların yapıldığı asıl piste her iki ucundan, bir de dört ara noktadan bağlanıyordu. Bu minik bağlantı yollarının hepsi pist ve taksi yoluna dik değil, her havaalanında olduğu gibi bir açıyla bağlıydılar. Bunun nedeni ise, pistin her iki ucundan inen yada kalkan uçakların, arabalar gibi keskin, doksan dereceler dönüşler yerine daha dar açılı, yumuşak dönüşler yapabilmelerine olanak sağlamalarıydı.

O gün ise, planlanmadığı üzere beş büyük uçağın indiği bu küçük havaalanının park yerleri dolmuş, kalan uçaklar piste parelel taksi yoluna park etmek zorunda kalmıştı. Taksi yolu park eden uçaklarla dolu olduğu için de uçaklar kalkış için pistin başına taksi yolundan değil, pistin kendisinin üzerinden gidip bir "U" çekerek kalkış pozisyonu alıyorlardı.

Backtrack (Bektrek) denilen bu yöntem, çok ideal olmasa da gerekli halde yapılması normal sayılan bir işlemdir.

Olay gününe dönersek, Las Palmas havaalanı, bomba ihbarından sonra baştan sona aranmış, herhangi bir bomba bulunamamış ve yeniden uçuşlara açılmıştı.

Pan Am, tüm yolculari ile kalkış için hazırdı. Tek sorun, tam önünde yakıt ikmali yapmakta olan KLM uçağıydı. Pan Am, KLM'in etrafından dolaşıp piste çıkmak istedi ancak dört metreden az bir genişlik farkı yüzünden bu manevrayı yapamayıp, KLM'in yakıt almayı bitirmesini beklemek zorunda kaldı.

KLM'in yakıt almakta ısrarının bir sebebi vardı.

Şirket yönetmeliğine göre bir pilot ara vermeden en çok belli bir süre uçuş yapabiliyordu. Uçak eğer Gran Kanarya'da yakıt ikmali için zaman harcarsa, Amsterdam'a geri dönüş, pilotun bu süreyi aşmasına neden olacaktı. Bu yüzden KLM, Tenerife'deki zorunlu bekleyiş esnasında depolarını doldurmaya karar verdi.

KLM uçağının pilotu Jacob Veldhuyzen van Zanten, herhangi bir pilot değil, KLM'in en deneyimlisiydi. Firmanın reklamlarıma çıkıyor, uçuşlardan çok pilotların eğitimi ile ilgileniyordu. Teorik olarak firmada bu pilottan daha güvenlisi yoktu.

Uçağın yakıt alması yarım saat sürmüştü. Bu işlemin ardından yolcular uçağa bindirilmeye başlandı. Dört yolcu eksik kalmıştı. Havaalanı görevlileri ikisi çocuk bu dört kişiyi de bulup uçağa bindirdiler.

KLM uçağında asıl varış noktaları Tenerife olan, ve eğer herşey normal gitseydi Gran Kanarya'ya indikten sonra Tenerife'e gelmek için başka bir uçağa binmeleri planlanmış üç yolcu bulunuyordu.

Bu yolcular hazır Tenerife'e gelmişken biz burada kalalım dediler, ancak KLM yetkilileri bu isteklerini kabul etmedi. Buna rağmen erkek arkadaşını bir an önce görmek isteyen Robina isimli genç kız uçağa geri binmedi ve şans eseri kazaya karışmaktan kurtuldu. Robina ve erkek arkadaşı olayın sonrasında, hayatları boyunca birbirlerinden bir daha hiç ayrılmadılar.

Yolcuları tamamlanan KLM uçağına ana pist üzerinde ilerleyip kalkış pozisyonu alması için izin verildi. Kontrol kulesi uçağa "Hazır olduğunda, kalkış izni için temas kur." talimatını verdi.

Bu esnada, havaalanı üzerine sis çökmüş, görüş uzaklığı ciddi biçimde azalmıştı. Aslında bu gerçek anlamda bir sis sayılmazdı. Havaalanı, deniz seviyesinin altıyüz metre üstünde olduğundan, sahilden bakıldığında yukarıda kalacak bulutlardan biri, deyimi uygunsa havaalanının "içinden" geçmekteydi.

Havaalanının pist planı
By Mtcv - Made by me for Dutch wikipedia.
CC BY-SA 3.0, Link
Pan Am uçağı da KLM'i takip edip piste çıkma talimatı aldı, ancak Pan Am kalkış pozisyonu almak yerine üçüncü ara yoldan çıkıp, pisti KLM'in kalkması için boşaltacaktı.

İngilizcede "üçüncü" anlamına gelen "third" sözcüğünün, ana dili İngilizce olmayanlar için doğru biçimde söylenmesi oldukça zordur. Pan Am ekibi, üçüncü çıkışı doğrulamak için kuleye bir kez daha sordu. Kule, "Üçüncü çıkış efendim, bir, iki, üç, ÜÇÜNCÜ çıkış" diye, bir de sayarak karşılık verdi.

Los Rodeos havaalanının çıkış yollarını gösteren işaretleri yoktu. Pan Am ekibi, havaalanının şemasına bakarak geçtiği çıkış yollarını bir ve iki diye saymaya başladı. Şemada gördükleri üçüncü çıkış yolu ise oldukça sorunlu görünüyordu, çünkü bu çıkışı kullanabilmek için koca uçağın önce yüz kırk sekiz derece sola, sonra da yine yüz kırk sekiz derece sağa dönmesi gerekecekti. Ters bir "Z" dönüşü yani.

Pan Am ekibi, dördüncü çıkış kırk beş derecelik yumuşak bir dönüş sağlayacakken, niye bu olasılıkların sınırındaki yüz kırk sekiz derecelik keskin dönüşü gerektiren üçüncü çıkışı kullan talimatını aldıklarını anlayamayıp aralarında tartışmaya başladılar.

İşin aslı, Pan Am ekibi, görüş uzaklığının yüz metreye düştüğü bu anlarda üçüncü çıkış yolunu görememiş ve çoktan geçmişti bile. Pan Am uçağı tam anlamıyla bulutun içinde kalmış, pist üzerinde yavaş yavaş yoluna devam ediyordu.

KLM'in görüş uzaklığı çok daha iyiydi, çünkü bulut henüz uçağın bulunduğu alanı kaplamamıştı. Uçak yüz seksen derecelik "U" dönüşünü tamamlayıp, pist başında kalkış pozisyonunu aldığında görüş uzaklığı bir kilometre civarındaydı. Ancak bulut, KLM'e saniyede altı metrelik bir hızla yaklaşıyordu.

KLM uçağının kaptan pilotunun beklemeye tahammülü kalmamıştı. Eğer sis havaalanını kaplarsa kalkış iptal edilebilir, o da Amsterdam'a, evine dönmek yerine geceyi Tenerife'de geçirmek zorunda kalabilirdi.

Kaptan pozisyon alır almaz kalkış izni falan beklemeden hemen frenleri boşalttı. İkinci pilot, "Ama kalkış izni verilmedi henüz." diye kem küm etse de, hava yolunun en deneyimli kremdölakrem pilotu karşısında fazlaca itiraz hakkı yoktu.

Kaptan "Biliyorum, haydi sor kuleye madem o zaman." dedi. İkinci pilot kuleyi telsizde buldu ve kalkışa hazır olduklarını söyledi. Kule de kalktıktan sonra izlemeleri gereken rotayı bildirdi. Bu haberleşme esnasında "Kalktıktan sonra" sözcükleri geçse de kule hiçbir şekilde "Kalkabilirsiniz" anlamına gelen "You are cleared for takeoff." talimatını vermemişti.

İkinci pilot prosedür gereği talimatı kuleye tekrarladı ve sonunda "We are at takeoff..." derken kaptan onun sözünü kesip "Gidiyoruz." dedi ve gaza bastı.

İkinci pilotun söylediği "We are at takeoff.." pek manalı bir cümle değildir. Büyük olasılıkla, eğer kaptan sözünü kesmeseydi, "We are at takeoff position." yani "Kalkış pozisyonundayız." diyecekti, ancak kesilmiş haliyle, biraz ite kaka da olsa "Kalkıştayız" gibi bir anlam çıktı.

Kuledeki şabalak kontrolör de "OK", yani "Okey/Tamam" gibi, havacılık kurallarının bütünüyle dışında, aptalca bir karşılık verdi. Kontrolör, hemen arkasından "Kalkış için talimatımızı bekleyin." dese de, "OK" sözcüğünü duyan, ve aklı uçuş saatini doldurup havaalanında mahsur kalmadan eve dönmekte kalmış sorumsuz kaptan gaza sonuna kadar bastı ve kalkışa başladı.

KLM'in ikinci pilotu, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın, kalkış izni almadıklarından emindi, ancak kabindeki kaptan, hava yolunun bir numaralı pilotu, hatta kendi pilot lisansını veren öğretmeniydi. İşte bu yüzden "Ben aynı fikirde değilim." diyemedi.

Aynı anda, bu eşeğin kalkışa geçtiğini bilmeyen Pan Am ekibi "Biz hala pistte ilerliyoruz." diye prosedür gereği durumlarını kuleye bildirmiş, kule de "Anlaşıldı, pisti boşalttığınızda haber verin." karşılığını vermişti. Pan Am ekibi "Tamam, pisti boşalttığımızda haber vereceğiz." diye hem tekrar, hem de teyit vermişti.

Yer kontrol radarı olmayan havaalanında, sis içerisinde kulenin pistte ve taksi yollarında kimin nerede olduğunu görmesi imkansızdı, o yüzden uçakların telsizle bildirdiği yerlere itibar etmekten başka seçeneği yoktu.

Uçaklar ve kule aynı anda konuştuğundan Pan Am'in bu "Pistteyim" mesajı KLM'in radyosunda tam duyulmamıştı. KLM"in kabinindeki uçuş mühendisi "Yaaa, Pan Am pisti boşaltmamış mı?" diye sorduğunda, kaptan "He, he, tamam." gibi çevirebileceğimiz saçma bir cevap vermiş ve kalkışa devam etmişti.

Pan Am uçağının kaptan pilotu sisin içinden fırlayıp üzerlerine gelen koca KLM uçağını gördüğünde "Şuraya bak! Allahın belası orospu çocuğu üzerimize geliyor!" diye bağırıp pistin dışına kaçmaya çalıştı, ancak artık çok geçti.

KLM'in pilotu da Pan Am uçağını görmüştü, ne var ki, bu noktada uçak kalkıştan vaz geçilemeyecek kadar hızlanmıştı.

KLM kaptanı, kontrol kolunu olabildiğince kendine çekerek, pistteki Pan Am uçağına çarpmadan kendi uçağını havalandırmaya çalışıyordu. Uçağın burnu panikten o kadar fazla kalkmıştı ki, uçağın kuyruğu piste sürtünüyor, kıvılcımlar çıkarıyordu.

Ve "BUM!"...

KLM"in burnu Pan Am'e çarpmadan geçebilmişti, ancak uçağın motorları, gövdesinin orta kısmi ve asli iniş takımları, Pan Am'in gövdesinin üzerine çarptı.

KLM bir an havada asılı kaldı ve sonrasında yere çakıldı. Depoları ağızına kadar yakıt dolu uçak, büyük bir patlamayla bir ateş topuna döndü. Bu uçaktan hiç kimse sağ kurtulamadı.

Pan Am'in üst katı sanki uçaktan koparılmış, gövdenin üstü tamamen yırtılmıştı. Buna rağmen 56 yolcu ve 5 mürettebat, yani toplam 61 kişi canlı olarak kurtulabildi.

Yardım ekiplerinin kaza noktasına ulaşması zaman aldı, çünkü sis yüzünden kaza ilk anda farkedilmemişti. Yardım ekipleri ilk olarak KLM'in enkazını bulmuş, ikinci bir uçağın kazaya karıştığını anlayamamışlardı. Sağ kalan Pan Am yolcuları, kurtarılmak için yirmi dakika beklemek zorunda kaldılar.

Uçaklarından birinin kaza geçirdiğini duyan KLM, sanki şaka yaparcasına, soruşturma ekibinin başına, en deneyimli pilotları olan Kaptan Veldhuyzen van Zanten'i görevlendirdi.

Kazanın duyulup, boyutunun anlaşılmasından sonra uluslararası basın ve üç ülkenin araştırma ekipleri Tenerife'e akın ettiler.

Kazanın tartışmasız tek sorumlusu, kalkış için izin almadan kalkan Hollandalı kaptan pilotdu. Ancak Hollandalılar geleneği bozmayıp, kendilerinden beklenen davranışı sergilediler ve kendi pilotlarından başka herkesi suçlamaya başladılar.

Hollandalılara göre kazaya kontrol kulesindeki İspanyol ekibin doğru düzgün İngilizce konuşamamaları sebep olmuştu. Ses kayıtları dinlendiğinde, kulenin İngilizcesinin yeteri kadar anlaşılır olduğu ortaya çıktı.

Hollandalılar bu kez kuledeki kontrolörlerin radyoda bir futbol maçı dinlediklerini, o yüzden uçuşlara konsantre olamadıklarını iddia ettiler. Ancak halen kuledekilerin söylediği yada yaptığı herhangi bir şeyin kaza ile bağlantısı bulunamıyordu.

Hollandalılar artık işi abartıp, bir de Pan Am uçağının pilotlarını suçladılar. Meğer kazanın nedeni Pan Am uçağının taksi yolu yerine pistte bulunmasıymış. Bu arabanızla bir yayayı ezip, "Ne yapalım o da yolda olmasaydı..." demeye benziyor.

Neyse, sonunda "Hata bizde olabilir..." dediler de, geri kalan taraflar en azından suçlanmaktan kurtuldu.

Bu kaza havacılıkta radikal değişiklikler yapılmasına meden oldu.

Örneğin, kule ile uçak arasındaki konuşmalarda "Kalkış için izin verildi." talimatına kadar "Kalkış" sözcüğünün kullanılması yasaklandı ve yerine "Ayrılış', 'Hareket" gibi sözcükler kullanılması zorunluluğu getirildi.

"OK", "Roger", yani "Tamam", "Anlaşıldı" gibi kısa teyitler yerine anlaşılan mesajın anahtar bölümlerinin tekrarı zorunluluğu getirildi.

Kokpitte kıdemli pilotun egemenliği yerine ekip halinde kararlar alınmasını destekleyen adımlar atıldı.

Los Rodeos havaalanına bir yer kontrol radarı yerleştirildi.

Bir kazanın acı hikayesi işte böyle arkadaşlar. Hava yolculuğu, halen en güvenli yolculuk türü. Ancak siz yine de uçağa bindiğinizde oturduğunuz yere en yakın çıkış kapısını belirleyin, bu çıkışın arkanızda olabileceğini de unutmayın. Arada kaç sıra koltuk olduğunu sayın. Kemerinizi iniş ve kalkış dışında bile bağlı tutun.

Koltuğunuza yaslanın ve uçuşun tadını çıkarın.

Las Chafiras köyünde taksiden indik ve bizi Santa Cruz kentine götürecek otobüsü beklemeye başladık. Jelena dayanamadı ve sordu.

"Gerçekten, niçin bu havaalanını görmek istiyorsun?"

Geçerli bir soru tabii ki. İnsan niye bir facia'nın olduğu yeri görmek ister ki?

Düşününce cevabını buldum. Bu kaza ile ilgili çok yazı okumuş, çok belgesel izlemiştim. Son anda bulunup KLM uçağına bindirilen karı, koca ve iki çocuk, son anda fikir değiştirip Tenerife'de kalan Robina, havaalanını kaplayan bulut, bütün detayları ile canlı bir biçimde aklımdaydı.

İşte, bu havaalanında bulunmak bütün bu ayrıntıları birleştiren bir tutkal işlevi gösterecek, olayı tam anlamıyla hissedebilecektim.

Ve öyle de oldu.

Los Rodeos, yada bu günkü adıyla North Tenerife Airport, özünde herhangi bir hava alanından çok farklı değil. Alt katı gelen, üst katı giden yolculara ayrılmış bir terminal binası, check-in gişeleri, ufak bir cafe'si, para çekme makineleri falan olan sıradan bir havalimanı.

Danışmada ki kıza, pisti görüp fotoğraf çekebileceğimiz bir balkon yada gözlem noktası var mı diye sorduğumda kuru bir "No" cevabı aldım.

Pencerelerin arasından pistin görünen ufak bir kısmının resmini çektim. Biraz ortalıkta dolandık ve bizi Santa Cruz'a geri götürecek otobüsü beklemeye başladık. Hava biraz rüzgarlı olduğu için Jelena içeride bekliyordu.

Kamerayı çevirip bir fotoğraf çektim
O anda bir taksi şoförü hava alanı tarafında bir çıkış kapısını açtı. Kapıdan baktığımda kule ve pistin hatrı sayılır bir bölümü görünüyordu, ancak ben gelene kadar kapı kendiliğinden kapanmıştı.

Çıkmak istediğimi gören taksi şoförü geri dönüp geldi ve kapıyı benim için açtı.

Dışarı çıkıp, sağımda görüşümü kapatan ağaç ve binayı arkamda bıraktım.

Pistin krokisi üç aşağı, beş yukarı aklımdaydı. Eski kulenin yerine göre kendimi konumlandırıp Charlie-3, yani C-3 yada Pan Am'in pistten çıkması gereken üçüncü taksi yolu olduğunu tahmin ettiğim noktaya doğru kamerayı çevirip bir fotoğraf çektim.


Otobüse binmek için ön tarafa çıktığımızda, dağların arasından bir bulut havaalanının üzerine geliyordu.

Araf

Dante'nin İlahi Komedyasını okumuşsunuzdur, ya da en azından Dan Brown'ın (Den Braun) Inferno'sunu. Katolik inancı, ölümden sonraki hayatta Cennet ve Cehennem'e ek olarak bir de Araf isimli üçüncü bir mekan öngörür. Dante, bir kitabını, işte bu mekana ayırır.
Arapça bir kelime olan Araf bana çok fazla şey söylemiyor. Bildiğim bir dil olan İngilizce ile size anlamını açayım.

İngilizcesi Purgatory (Pörgıtöri) olan bu sözcüğün kökeni purge (pörc) fiili, yani atmak, kurtulmak anlamında. İşte dünyadaki yaşamları boyunca, Cehennem'e gidecek kadar kötü olmayan, ancak Cennete gidecek kadar da günahlarından arınamamış kimseler, geçici olarak acı çekmek suretiyle Araf'ta temizlenirler ve sonrasında Cennete giderler.

Bir benzetmeyle, biz de, meğerse Tenerife'deki (Tenerif) otelimizde geçirdiğimiz iki gün boyunca Araf'daymışız da, haberimiz yokmuş. İki gün boyunca Cennet'i görmek için günahlarımızdan arınıyormuşuz.

Size bir önceki yazıda otelin çevresindeki üç kuruşluk gördüklerimizi güzel, müzel diye anlatmıştım ya...

Halt etmişim!

Bizim otel sadece adanın gerisini gördüğümüzde, güzelliğinden şoka girmeyelim diye yaptıkları bir oryantasyon, yani alıştırma alanı... Adanın geri kalanı ise yeryüzünde Cennete en çok yaklaşabileceğiniz yerlerden birisi.

Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık
Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık ve altı ay öncesinden gözümüze kestirdiğimiz balina ve yunus gözleme turuna kaydımızı yaptırdık.

Hedef adanın yerlileri, pilot balinalarıyla yunusları doğal ortamlarında gözlemek, ve tabii ki bol bol fotoğraflarını çekmekti. Pilot balinaları aslen, tamamen yunus sayılacak kadar yunus ailesinin yakını. Sadece boyları büyük. Yunusları zaten Flipper'dan (Flipır) falan sonra hepimiz biliyoruz.

Ancak yunus deyip geçmeyin. Bu sevimli canlılarda doğal dostlukdan çok daha fazlası var.

Bildiğiniz gibi balinalar da, yunuslar da memeliler ailesinin birer parçaları ve her ikisi de sonradan deniz yaşamına uyum sağlamış kara canlıları.

Isaac Asimov, dünya dışı zeki yaşam üzerinde fikir yürütebilmek için, dünya üstündeki yaşamı incelediği bir kitabında, bir canlının zekasının yüksekliğini, beyniyle vücudunun oranına bakarak değerlendirir.

Beyin hiç kuşkusuz zekanın kaynağı olan organdır.

Ancak beyin sadece entellektüel zekadan sorumlu değildir. Görevleri arasında vücudun istemsiz işlevlerini de kontrol etmek bulunur. Örneğin, siz bilinçli olarak midenize "Yarabbi şükür, bu gün de yemeği bitirdik. Hadi artık yediklerimizi hazmetmeye başla." tipinde bir emir vermezsiniz. Bu işi yine beyninizin bir bölümü üstlenir.

Böylece beyin, kapasitesinin sabit bir bölümünü vücudun kontrolü için kullanır, kalanı ile de akıl yada zeka diye isimlendirdiğimiz işlevi yerine getirir. İşte bu yüzden salt beynin boyutuna bakarak zekayı ölçemeyiz.

Yetişkin bir insanın beyni bir buçuk kilo kadardır. Bunun karşısında bir filin beyni altı, bir balinanın beyni ise dokuz kilo"ya kadar çıkabilir. Ne var ki, bundan yola çıkarak fillerin ve balinaların insanlardan daha zeki olduğu sonucunu çıkaramayız.

Çünkü bu büyük beyinler, aynı zamanda balina ve fillerin devasa vücutlarının da kontrolünden sorumludurlar. Kaba bir benzetmeyle, bir filin beyninin her gramı, vücudunun bin gramını, balinanın ise on bin gramını kontrol ederken, insanlarda bir gram beynin kontrol ettiği vücut ağırlığı sadece elli gram kadardır.

Başka bir deyişle, beyin-vücut oranı insanlarda 1:50 iken fillerde 1:1000, balinalarda ise 1:10000 dir.

Bu yüksek oran ise insan beynine entellektüel bir zeka geliştirip, kullanabilmesi için yeteri kadar serbest beyin kapasitesi bırakır.

Bu zekaya olanak sağlayan yüksek beyin-vücut oranına sahip tek canlı insanlar değildir. Örneğin bazı muhabbet kuşlarının beyin-vücut oranı insanlarınkinden daha büyüktür, ancak bu kuşların toplam beyin ağırlıkları o kadar küçüktür ki serbest kalan beyin kapasitesinin entellektüel bir zeka oluşturmaya yetecek kadar gücü kalmaz.

Bu teori insanların niçin bu kadar zeki olduklarını rahatça açıklar ancak zurna iş yunuslara geldiğinde zırt der arkadaşlar.

Çünkü birçok yunusun beyin-vücut oranı insanlardaki 1:50'den yüksek, beyin yapıları da insana oranla çok daha karmaşıktır. Kendi aralarında hayli ileri ve karmaşık bir dil kullanarak haberleşirler. Henüz bu dilin detayları çözülmüş değil.

Asimov, yunusların zeki olmalarına rağmen bir teknoloji geliştirememiş olmalarını, insanların parmakları gibi tutma organları olmamasına ve su içerisinde ateşi kullanmanın imkansızlığına bağlar.

Ancak bir teknoloji geliştirememiş olmaları, yunusların ileri derecede zeki oldukları gerçeğini değiştirmez.

İşte bu zeki ve bir o kadar da sevimli canlıları, bir-iki kez denizde uzaktan geçişleri dışında, şimdiye kadar hep yapay ortamlarda görme şansım olmuştu. Akvaryumlardaki yunusların hemen tümü sanki afyon yutmuş gibi donuk ve yavaştılar. Eğitildikleri üzere hoplayıp zıplasalar da, hareketleri bilinçli değil daha ziyade şartlıydı.


Bu yüzden balina ve yunusları doğal ortamlarında gözlemlememizi sağlıyacak bu geziyi iple çekiyordum.

Geziyi seçerken birkaç alternatif içerisinden Maxicat isimli katamaranı gözümüze kestirmiştik. Diğerlerine göre daha ufak, daha hızlı ve kırmızı-beyaz renkleri ile biraz daha havalıydı. Çok iyi organize olmuş bir firma. Otobüsleri bizi otelimizden aldı ve çok fazla dolaşmadan üçbeş diğer yunus avcısını da otellerinden topladıktan sonra, teknenin demirlediği Puerto Los Cristianos (Puerto Los Kristiyanos) limanına götürdü. Çok kısa bir süre sonra da tekneye binmiş, limandan çıkmaya başlamıştık.

Rehber kız hoşgeldiniz anonsunu önce İspanyolca yaptı. Sonra İngilizce. Sonra Almanca. Sonra Fransızca.

Bu aşamada anonsu başka bir dille yapmadan önce soruyordu:

"İtalyan var mı gurupta?"

"Si!"

İtalyanca...

"Hollandalı var mı gurupta?"

"Ja!"

Hollandaca...

Rusça'ya geldiğinde, ben artık "Pes!" dedim. "Bir de Türkçe yap!"...

Tenerife, Atlas Okyanusunun ortasında bir ada arkadaşlar, yani öyle bir körfez içinde ya da iç deniz üzerinde, göreceli olarak sakin sular üzerinde konumlu bir yer değil.

Biz de volkanik kayalarla çevrili, büyük olasılıkla yapay limandan çıkar çıkmaz kendimizi okyanusun o sert dalgalı sularında bulduk.

İş ciddi arkadaşlar, öyle hafif sallanma değil konumuz. Gelen dalgalar teknenin önce burmunu, sonra da kıçını iki metreye yakın kaldırıyor, biz de luna parklardaki roller-coaster (rollır koostır) misali, hop aşağı, hop yukarı, sallana sallana gidiyorduk. Bir yere tutunmadan ayakta kalmak mümkün değildi sizin anlayacağınız.

Arkamızdaki İngiliz çiftten kadın olanı, önce "Bööğğğğğğ!" diye gitti, sonra da güvertedeki banklardan birine uzandı. Beş saat boyunca da bir daha kalkmadı.

Benim midem kaldırır böyle şeyleri. Size delikanlılık olsun diye söylemiyorum, valla zevk bile alırım. Jelena da sağlam kızdır. Kaç kez tekneye bindik onla, bir vukuatı bile yok.

Neyse... İngiliz kadından sonra üç beş kişinin daha yüzü hafif beyaz renge döndü. Rehber kız da olasılıkla işin sonunu bildiğinden, sıradan herkese merhaba, naber diyerek, çaktırmadan bir mini check-up (çekap/sağlık kontrolü) yapmaya başladı.

Sıra bize geldiğinde karşılıklı Hola'ladık (Olâ/Selam). Nasılsın, iyimisin derken iş nerelisin muhabbetine döküldü.

Jelena soyağacımızı saymaya başladı.

Bu cidden uzun ve çileli bir süreçtir arkadaşlar, "Kocam Türk, ben Sırp ama İsviçrede yaşıyoruz, o İngilizce, ben de İngilizce, ben Fransızca, o Türkçe, ben Sırpça biliriz..." diye başlar ve genellikle bitiremeden vahşice, Casino Royal, İstanbul, Belgrad, Şiş Kebap, Lokum, Çevapçiçi, Pamukkale falan diye de yarıda kesilir.

Kelamımızı tamamlayamadığımızdan, ikimiz de toptan ya Sırp ya da Türk muamelesi görürüz. Çoğunlukla, bunlar o zaman niye aralarında İngilizce konuşuyorlar diyen de olmaz.

Bazen bu çileyi kısa kesebilmek için "İsviçreden geliyoruz." dediğimiz de olur. İsviçreliler pek muhabbetleri ile tanınmadıklarımdan, çoğu zaman "Aaa, öylemi?..." falan deyip uzatmadan konu kapanır.

Herneyse, uzun tekmilin "Türkçe" noktasında rehber kız zart diye atladı.

"Türk müsün?"

"Evet."

Kız, kafadan Türkçe başladı.

"Canım sevgilim, ben seni çok seviyorum. Hayatım. Aşkım. Bir tanem..."

"Bacım dur, ben evliyim!"

"Seni seviyorum."

"Tamam, ben de seni seviyorum..."

Londrada, erkek arkadaşı Türk'müş. Uzun süre beraber kalmışlar. Kız çok iyi, çok da kafa. Bu arada demek bıraksak, hoşgeldin anonsunu Türkçe de yapabilecekmiş.

Ancak tam kakara kikirinin ortasında kız Jelena'ya döndü, "İyi misin?" diye sordu. Ben de dikkatli bakınca gördüm. Jelena hafif beyazlamıştı. "İyiyim." falan dedi ama iki eliyle banklara tutunmuş sabit bir noktaya bakıyordu.

Rehber kız kalkar kalkmaz da, hoop, devrildi bankın üstüne.

Ben rehber kızı yeniden bulup "Karımı deniz tuttu. Ne yapalım?" diye sordum. O da hemen elime yarım bardak Pepsi tutuşturup "Bunu içsin, bir de hemen yatır, kıyıya doğru baksın." dedi.

Jelena'nın yanına geldiğimde başında bir dolu akbaba uçuşuyordu. Bunların hepsi aslında deniz tutan, ancak ortalıkta başka bir kurban olunca, ona delikanlılık yapıp, kendi durumlarını saklamaya çalışan akıllılardı.

Biri eline ilaç tutuşturmuş, diğeri de "Oh poor girl!" (O puur görl/Yazık kıza) diye ağıtlar yakıyordu.

Bizim rehber kız gülerek elinde ıslak bir kağıt havluyla geldi, havluyu Jelena'nın alnına koydu. Bu arada "Türkiye, Türkiye" diye de tezahürat yapıyordu

Jelena'yı kontrol altına alabilmiştik, ancak bu vesileyle teknedekilere de mükemmel bir şov sergilemiş olduk.

"Rezil ettin bizi." dedim, şakayla tabii. "Koni'nin rekorunu elinden aldın."

Yıl 2011. Bordeux'ya (Bordo) gidiyoruz. Bir kahve için Saint-Etienne'de (Sent Etiyen) bir benzin istasyonunda durduk. Büyük bir restoranı vardı. Biz de arabayı parkettik, Jelena, ben, Koni, restorana yürümeye başladık.

Tam kapıya geldiğimizde "Köpek Giremez" işaretini farkettik. Taa arabaya geri yürüyüp Koniyi bırakmaktansa, hemen girişte, kapının dışına bağladık. Jelena tuvaletlere doğru yürürken, ben de kahve sırasına girdim.

Aradan bir iki dakika geçti geçmedi ki bir çığlık duydum.

"Ciyak!"

Kafamı bir çevirdim ki, Koni! Tasmasından kurtulup, burnuyla kapıyı açmış, içeri girmiş, restoranın içinde, mutlu mutlu yürüyor.

Önüne gelen herkesi koklayıp, yalıyor. Koca köpek, bir de başıboş, onu gören herkes haklı olarak korkudan bağrıyor.

"Ayyy!"

"Le Chien" (Lö Şiyan/Köpek)

"Ciyak!"

"Attention!" (Atansiyon/Dikkat)

Sıradan çıkıp Koni'nin arkasından koşmaya başladım. Ama köpek yakalanmamayı kafaya koyduysa, ne yapsanız nafile.

Ben peşinden gittikçe Koni de yakalanmamak için hızlandı doğal olarak. Böylece restorandaki çığlıkların sıklığı da arttı tabii.

Jelena tuvaletten döndüğümde restoran allak bullak olmuştu. Durumu farketti ve hemen yardıma geldi. Sonunda Koni'yi bir köşede kıstırdık, tasmasını takıp arabaya götürdük.

Arada bir geçeriz Saint-Etienne'den, ve geçtikçe de yad ederiz o günü. Tarihe Koni'nin Şovu olarak kaydolmuştu o vaka.

İşte Jelena teknede, Koni'nin bu Saint-Etienne rekorunu eline geçirmiş oldu.

Kayalık kıyılar
Kıyıyı beş-altı kilometre açıktan izleyerek gidiyorduk. Manzarayı size anlatabilmem çok zor. Siyahlı, kırmızılı, sarılı volkanik kayalardan oluşmuş dik yamaçlar. Bir ressam fırçasıyla çizilmiş gibi her ayrı renk. Bu yamaçların dibinde mağaralar ve koyu lacivert Atlas Okyanusu. Denizin kayalarla birleştiği noktada yeşil bir bant ve bembeyaz köpükler.

Kayaların üzerinde bazen tek tük güzelim evler, bazen yemyeşil, ormanlık bir alan ve tam ortasında bir yerleşim merkezi. Binalar birçok yerde sıra sıra, bir merdivenin basamakları gibi dizilmişler.

Yazının başında söz ettiğim yeryüzü cennetinin bir köşesi kısaca...

Tekne bu yamaçların en gösterişlisinin önünde demir attı. Yüzme zamanı!

İş yüzmeye gelince, Jelena iyileşiverdi birden tabii

İspanyol yenge izin vermezse yüzmek yok dedim. Rehber kızı bulduk ve Jelena yüzsün mü diye sorduk. Ben tam yüzmesin, dinlensin diye destek beklerken "Aaaa, yüzsün tabii..." dedi. Jelena da tabii ki cup, denize.

Balina kovalarken kuru kalayım dedim ve yüzmekten vaz geçtim. Kendime bir Sangria ısmarladım ve teknenin rahat bir köşesine yerleştim.

Yüzme ve sonrasında yemek servisi bittiğinde tekrar motorlarımızı çalıştırıp açığa yönelmiştik.

Bu kez hedef balinalardı.

Katamaranın ön kısmında, iki kızağın arasına bir ağ gerilmiş, isteyen bu ağın üzerinde oturabiliyordu. Müthiş bir zevk! Tekne olanca hızıyla giderken tam altınızda denizi hissediyorsunuz.

Ağın önünde ise sadece yatay bir boru var. Bu borunun önü ise deniz.

İşte bu borunun üzerinde üç kişi dizilmiştik. Firmanın kameramanı, Alman bir çocuk ve ben. Bir elimle fotoğraf makinesini tutarken, diğer elimle yelken direğinin çelik halatına sarılmıştım. Göbeğimin altı boşluk, boşluğun da sonu denizdi.

Aynı Moby Dick'in (Mobi Dik) peşindeki balina avcıları gibiydik. Tek farkımız, elimizde zıpkınların yerine fotoğraf makinelerinin olmasıydı.

Teknenin en önünde olduğumuzdan, dalgaların yukarı ve aşağı sallandıran hareketini fazlasıyla hissediyorduk. Teknenin önü yükselip, dalgaların üzerine düştüğünde sıçrayan su ile ıslanıyor, kuvvetli rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk.

Neredeyse dilimle adrenalin'in tadını hissedebilecektim.

Vay anasını, ne melodramatik anlattım be!

Şimdi ben bile yeniden yaşadım o anı. Demek hala gençmişiz, anasını satayım.

Rüzgarın sesinden başka hiçbirşeyi duyamaz haldeydik, ancak her nasılsa bir anda Jelena'yı duyabildim.

"Bugiiii!...."

Jelena duyulmak istediğinde sesini herkese duyurabilir.

"Bugiii, tişörtünü vereyim mi, orası rüzgarlı sanki!"

O anda bu sorunun hiç gereği yoktu işte. Kadınlar ne yazık ki böyle. Kahramanlığa limon sıkmak için birebirler. Nereden çıktı şimdi tişört? Hiç gördünüz mü Kaptan Nemo'nun karısının tişört giy, üşüyeceksin diye peşinden koştuğunu?

"Sağol, böyle iyiyim ben."

"Çay ister misin? Getireyim mi?"

Artık karizma falan kalmamıştı. Ben teknenin en tehlikeli noktasında duruyorum, hayatım tek elimin içindeki ipin ucunda, sen çay diyorsun Jelena'cım. Hem de az önce deniz tutması yüzünden ayakta zor duruyordun.

"Sağol. Birazdan içeriz beraber..."

Katamaranın burnu yine havaya doğru kalktı ve sanki deniz altından çekilmişcesine hızlıca aşağı düşüp gürültüyle suya vurdu. Tam bu anda gelen bir dalga, teknenin en ucunda bulunan biz üç avanağı sırıl sıklam ıslattı. Sol elimle tuttuğum halatı kolumun arasına alıp fotoğraf makinesinin objektifine sıçramış suları şortumla silmeye çalışırken kameraman yırttı kendisini.

"Whale!" (Ueil/Balina)

Afallamıştım bir anda. Kameraman yine bağırdı.

"As big as the boat!" (Ez big ez dı boot/Tekne kadar büyük)

Balina malina görmesemde, fotoğraf makinesini kaldırıp deklanşöre bastım.

"Bızt", "Bızt", "Bızt", "Bızt"...

Biri eğer balina var diyorsa, ben görmesem de fotoğrafda çıkardı nasılsa

İşte tam bu anda teknenin on-onbeş metre ilerisinde, denizin içinde koca bir leke belirdi. Sanki suya mürekkep dökülmüş, sonrasında yavaş yavaş dağılıyor gibi. Sonrasında, devasa balina, simsiyah gövdesiyle "Foşşşşş!" diye tepesinden su fışkırtarak, yuvarlanırcasına yüzeye çıkıp tekrar dibe daldı. Gövdesinin o büyüklüğüne rağmen, o kadar yumuşak hareket etmişti ki, neredeyse hiç su sıçratmadı.

Beni asıl etkileyen ise balinanın nefes alırken çıkardığı seslerdi. Üç paket sigara içip yatağa girdiğinizde, çiğerleriniz "Höğğğğğğğ!" şeklinde inler, soluk borunuz dolduğu için de kesik kesik nefes alırsınız ya... Aynı o ses işte. Bir de onun açık denizde yankılanacak kadar yüksek olduğunu düşünün, azametini kafanızda canlandıracaksınızdır.

Bütün bu anlattıklarım, birkaç saniye içinde olup bitmişti. Fotoğraf, motoğraf hak getire tabii... Ağızım açık seyrettim bu doğa harikası şovu.

Bütün tekne bizim bulunduğumuz bölüme hücum etmişti. Herkes balinanın ikinci kez yüzeye çıkmasını bekliyordu. Arada bir, birisi "çat" diye balina zannedip bir fotoğraf çekiyor, hemen arkasından herkes, balinayı görmese de "çat", "pat", "cızt", "bızt" asılıyorlardı fotoğraf makinelerine.

Ancak beklentiler boş çıktı. Balina bir daha görünmedi.

Bir balinalojist kadar bilgili kameraman'a "Bir daha gelir mi?" diye sorduğumda, "Zannetmiyorum." dedi.

"Bu balina adanın yerlisi değil. Amerika tarafından gelmiş gibi. Bu etraftayken diğerleri de görünmeyebilir."

Olayın şoku geçtiğinde, ilk işim fotoğraflara bakmak oldu, ancak sadece boş deniz ve bulutlar görünüyordu. Eve dönünce son bir umut, belki kıyılarında, köşelerinde bir balina kuyruğu var mıdır diye büyük ekranda yeniden balacağım tabii.

Ancak çok kızmıştım kendime. İnsanın yaşamında, belki de sadece bir kere karşılaşabileceği nadir bir anı, hem de elimde kaliteli bir fotoğraf makinesi varken, aptal gibi kaçırmıştım.

O sinirle yine en öndeki demirin üstüne çıktım ve fotoğraf makinesini dürbün gibi kullanıp önümüzdeki alanı taramaya başladım. Artık neyi arayacağımı, bulduktan sonra sahnenin nasıl gelişeceğini iyi kötü anlamıştım.

O yüzden de suyun üzerinde ilk siyah lekeyi görünce hemen görüntüyü odaklayıp beklemeye başladım. Leke dağılır gibi olmaya başladığı anda da deklanşöre bastım.

Kameraman "Dolphins!" (Dolfins/Yunuslar) diya bağırdığında ben çoktan fotoğraf çekmeye başlamıştım. Elimdeki kamera bu hateketli fotoğrafların tam erbabı olmasa da, işe yarayacak kadar hızlıydı. Yunus, sudan fırlayıp, havada göbeğinin etrafında da dönerek, yarım daire şeklinde saltosunu attığında, onbeş kadar kare çekmişti bile. Bunlardan ikisi mükemmele yakın pozlardı.

Teknenin etrafı bir anda yunuslarla dolmuştu. Onlarca yunus etrafımızda, bizle yarışıyor, kah zıplıyor, kah dalıp çıkıyordu. O kadar yakınlardı ki, öne gerili ağın arasından, neredeyse onlara dokunabilirdim.

Birkaç tanesi katamaranın kızaklarının arasına girmiş, sırtlarını kaşıyor, döne döne yüzerek bize gülümsüyorlardı.

Yunuslar
Arkadaşlar, hayatımda çok az sahneden bu kadar etkilendim.

Bu zeki hayvanların krallıklarında bir ziyaretçi gibi hissettim kendimi. Bize bütün misafirperverliklerini gösterdiler, eğlendirdiler ve sonrasında hepsi bir anda kaybolup gittiler.

Fotoğraf makinem bu esnada hiç durmamıştı. Bu doyulmaz sahneyi ileride hatırlamaya yetecek kadar fotoğraf çektim.

Gezinin bundan sonrası olaysız geçti. Tipik bir Avrupa fenomeni olan, utangaç ve sessiz gençlerin, üç biradan sonra aslan kesilip seslerini yükseltmeleri ve "asi" bir biçimde yüksek perdeden gülmeleri dışında kayda değer bir gelişme olmadı

Yeryüzündeki cennetin bu köşesinde, unutulmaz bir gün geçirmiştik. Ertesi gün için de sırada yine umut vadeden planlarımız vardı. O yüzden şimdilik:

¡Hasta mañana!

Asta manyana, yani yarın görüşmek üzere..

12 Haziran 2014 Perşembe

Kanarya Adaları

Kanarya Adaları, Afrika'nın hemen kuzey batısında, Atlas okyanusunda, İspanya'ya bağlı, otonom bir bölge. Fas'ın yüz kilometre kadar batısında, on üç volkanik adadan oluşuyor. Bu adaların en büyüğü Tenerife, Fuerteventura ve Gran Canaria yine büyük ve çok bilinen adaları.

Bölgenin tek bir başkenti yok. Adaların en büyük iki kenti başkentlik statüsünü paylaşıyor. Bir tür "eşbaşkentlik" yani. Bu kentler Santa Cruz de Tenerife ve Las Palmas de Gran Canari.

Bu adaların alt tropikal bir iklimleri var, yani sıcak yazlar ve ılık kışlar.

Yeri gelmişken ben dahil çoğumuzun yanlış algısını düzeltelim. Kanarya Adaları'nın ismi Latinceden ve anlamı "Köpek Adaları". Hatta işin aslı, adalara Kanarya ismi kuşlardan dolayı değil, bu adalarda bolca yaşayan kuşlara Kanarya ismi bu adalardan dolayı verilmiş. Mantık çözümlemesini bir adım ileri götürürsek Kanarya Kuşuna Köpek Kuşu diyebileceğimiz sonucuna varırız, ancak işi sulandırmadan burada bırakalım.

Kanarya adaları tarihte İspanyol gemileri için bir durak ve ikmal noktası olmuş. Konumları itibarıyla adalar, Trade Wind yani ticaret rüzgarları denilen rüzgar sisteminin tam üstünde. Ticaret rüzgarları kuzey yarımkürede kuzeydoğudan, güney yarım kürede de güneydoğudan esen rüzgarlardır arkadaşlar. Bu rüzgarları arkanıza aldınız mı, yatcaz kalkcaz, hop Orta Amerikadasınız.

Yine konuyu tamamlamak açısından, Ticaret rüzgarları ekvatorun etrafında, doğudan batıya doğru eserken bu rüzgarların kuzeyinde ve güneyinde, bu kez batıdan doğuya esen Westerly yani Batıcıl denilen rüzgarlar bulunur.

Amerikadan dönen gemiler çoğunlukla kuzeye çıkıp bu rüzgarlarla Avrupaya dönerlerdi. Aynı şekilde gemiciler, Avrupadan Güney Afrikaya gitmek için Afrika kıyısını güney yönüne, rüzgara karşı izlemek yerine Ticaret rüzgarlarıyla Brezilya kıyılarına, sonra da güneydeki Batıcıl rüzgarlarla da daha kısa zamanda Güney Afrikaya ulaşırlardı..

Bu rüzgar isimlerinin Türkçelerini benim uydurduğumun farkındasınızdır umarım. Coğrafya kitaplarında başka biçimde isimlendirilmiş olabilir, lütfen çocuklarınızı çalıştırırken dikkat.

Kanarya Adalarının yerlilerinine Guanche deniyor. Bu ırk aslen Afrikalı ve Berberi kökenli. Bir ara Araplar tarafından egemenlik altına alınmışlar ancak 1400'lü yılların başında önce İspanyollar, sonra da Ceneviz ve Portekizliler tarafından ırzlarına ... pardon, asimile edilmişler. Bu gün bu özgün ırk ve dil yalın haliyle dünya üzerinde kalmamış.

Kanarya Adaları, bugün Dünyanın en popüler turizm bölgelerinden birisi. Tenerife'deki Teide Ulusal Parkı da dünyanın en çok ziyaret edilen parklarından. Bu parkın içerisindeki Teide volkanı 3718 metredeki zirvesi ile İspanyanın en yüksek noktası, aynı zamanda genişliği itibarı ile de dünyanın en büyük üçüncü volkanı.

İşte, böylece siz de anladınız dersimi çalıştığımı.

Bolca Wikipedia, biraz Trip Advisor, az biraz Lonely Planet, üç beş de okuldan kalma coğrafya bilgisi ile buraya kadar geldik, ancak önemli olan tabii ki Kanarya Adalarının havasını bizzat koklamak.

Uçağımız daha Portekiz'in toprağı olan Madeira (Madeyra) adasınn, hani şu meşhur Christiano Ronaldo'nun memleketinin üzerinden geçerken, Kanarya Adaları için alçalmaya başlamıştı. Sadece Cenevre'den dört saat süren uçuş değil, girdisiyle, çıktısıyla neredeyse bir gün süren toplam yolculuk hem Jelena'yı, hem de beni fazlasıyla yormuştu.

Tenerife'nin güneyindeki South Tenerife Airport'a indiğimizde, her ikimizin de ihtiyacı biraz güneş, biraz deniz, biraz da alkol sadece bir saat uzaktaydı.

Deniz kıyısındaki havaalanlarını çok severim. En güzellerinden biri, bizim Yeşilköy, yada doğru ismiyle Atatürk Havaalanıdır. Uçak inerken altınızda sadece denizi görür, sanki denize ineceğinizi düşünürsünüz. Sadece yere bir kaç yüz metre kaldığında kara görünür, daha oh be diyemeden de tekerlekler piste konarlar.

Tenerife Havaalanı da işte aynen böyle. Uçak pistte ilerlerken bile hemen yanınızda denizi görüyorsunuz. Daha uçaktayken tatil havasına giriyor insan.

Bu havaalanı gözüme çok sevimli gelse de, adanın kuzey tarafında, denizin kıyısında değil, bu kez altı yüz metre yükseklikteki başka bir havaalanı aslen ilgi alanıma girmekte. Bu ikinci havaalanının hikayesini, size başka bir yazıda anlatırım.

Uçağımızın inip, park pozisyonunu almış olmasına rağmen gelmeyen merdivenler ve açılmayan kapılar, anavatana uzak da olsak İspanya'ya geldiğimizi hatırlattı ikimize de. Kapıların açılmasından sonra içeri dolan sıcak hava ve deniz kokusu ise geciken merdivenleri hemen unutturdu. Hola Las Canarias (Olâ Las Kanarias/Merhaba Kanaryalar) olduk birden :)

On dakikalık bir taksi yolculuğu bizi otelimize getirdi. Yolda, adanın varolma sebebi, tam göbeğindeki Teide volkanını gördük, ki dört bin metreye yakın boyuyla zaten görmemek mümkün değil. Ölmez sağ kalırsak bu volkanı da ziyaret edeceğiz. Onu da başka bir yazıya bırakalım.

Teide Volkanını başka bir yazıya bıraksak da, volkanik bölgelerin en önemli özelliklerinden birini başka bir yazıya bırakmayalım ve hemen burada dokındıralım.

Volkanlar, yerin altındaki ne kadar maden, mineral falan varsa hepsini yüzeye çıkarır, bu da volkanların bulunduğu bölgelerin topraklarını alanildiğince verimli yapar. Ne ekseniz büyür.

Yine soğuyan lavlar üzüm üretimi için ideal bir ortam olan alçak tepeler ve çok dik olmayan yamaçları oluştururlar.

Bu ikisini toplarsanız, ortaya buralarda yetişen üzümlerden yapılmış mükemmel tatta şaraplar çıkar. Son dokuz bin yıldır aktif olmasalar da haysiyetli birer volkan olan Ağrı ve Erciyes dağlarının civarında, özellikle Kapadokya'da, bugün bile Öküzgözü, Kalecik Karası ve Şiraz gibi üzümlerden harikulade şaraplar yapılır.

Hasso şarapçılar volkanik bölgele şaraplarına biraz dudak bükerler, ancak ben kulunuz, bu şarapların hafif keskin ve aromatik tatlarına bayılırım. Napoli'de Vezüv'ün ve Sicilya'da Etna'nın eteklerinde yetişen üzümlerin şaraplarını büyük bir zevkle tatmış ve tüketmiştim.

İşte bu yüzden, daha odamıza bile gitmeden ilk bardak şarabımı sipariş etmiştim. Teide volkanı beni hayal kırıklığına uğratmadı. Burada kaldığımız süre boyunca başka bir içecek tüketeceğimi düşünmüyorum. Lütfen, bunu dikkate alarak siz de aradaki imla hatalarını ve anlam derinliği fazla olmayan cümlelerimi hoşgörün :)

Otel bakımından çok şanslıydık. Bilmediğiniz bir otelde yer ayırtırken, yıldız sayısına, kritiklere falan baksanız da, her zaman bir miktar risk alıyorsunuz. Tunus'daki beş yıldızla Meksika'daki beş yıldız pek eşdeğer değil. Ancak bu kez şans bizden yana oldu, Hotel Sandos San Blas Reserva (Lopez Martinez Gonzalez) bizi mahçup etmedi.

Bu otel çok temiz, insanlar güler yüzlü, donanımı da mükemmel. Yemekler harika, şarap konusuna zaten daha önceden değinmiştik. Çok geniş bir yamaçta, kırmızı-kahverengi, Afrika tarzlı iki-üç katlı apartları var. Tam ortasında ise sahile kadar uzanan bir havuz. Bu havuz kat kat, infinity pool (infiniti puul) dedikleri, bir ucu boşluğa akan kaskatlar şeklinde bölümlenmiş. Bir katın infinity sonu, diğer kata mini bir şelale şeklinde akıyor. Sahil ise kayalık. Ben kumdan daha çok severim taşları. Hafif bir rüzgar çıktığında timsahlar gibi kum yemez insan.

Otel havaalanına çok yakın
Otelin başka bir enteresanlığı ise havaalanına yakınlığı. Otel, havacılık deyimiyle iniş yapan uçakların approach slope (eprooç sloop) dedikleri, iniş yolunun neredeyse tam üzerinde. İlginç uçak resimleri çekmek için birebir. İlk başlarda "Gürrr" diye koca bir jet tepenizden geçtiğinde biraz olağandışı geliyor ama sonra alışıyor insan.

Size otelin başka bir güzelliğinden bahsedeyim.

Bu herşey dahil otellerde bilirsiniz, girer girmez merhaba dediğinizde, kolunuza plastik bir bilezik takarlar. Bu bilezik sayesinde para vermeden yer, içersiniz. İlk gün genelde güzel geçse de, bir-iki gün sonra o bilezik olur size meşin. Güneşten rengi değişir, sıcağın altında derinizi tahriş eder. Bir hafta sonra ise bilezik olmaktan çıkıp, LAPD kelepçesine döner. Bir keresinde benim bileziğim "kırılmıştı". Dikkat, koptu yada yırtıldı demiyorum, kuruyup kırıldı :)

Bu otelde ise plastik bilezik yerine ipek gibi bir kumaştan kurdele yapmışlar, onu bağlıyorlar. Tamamen organik, çevre dostu, cilt dostu sizin anlayacağınız. İşte, küçük şeyler böyle mutlu ediyor insanı. Bu arada kurdele'yi doğru yazdığımdan emin değilim. Özürlerimle, eğer yanlışsa...

Yine otelin bence belkide en önemli özelliği, adaların en büyük golf alanlarından birine sahip olması. Yanlış anlamayın, golf sporu ile uzaktan yakından bir ilgim yok, hayatımda bir kez bile denemiş değilim, ancak otel golf ile tanınınca, doğal olarak golf oynamak isteyen insanları çekiyor, bu insanlar da golf oynadıkları için havuz size kalıyor :)

Adayı yavaş yavaş keşfetmeye başladıkça, o ilginç arazi yapısını ve bitki örtüsünü daha fazla anlamaya başladık.

Jelena ve volkanik kayalar
Aktif bir volkan olan Teide'nin soğuyan lavları, her volkanik alanda olduğu gibi Tenerife adasını da sarp, sivri, dağlarıyla, inişli, çıkışlı yamaçların aralarındaki düzlükleriyle yaman bir arazi haline getirmiş.

Bir de kayaların rengi tabii. Güney sahili, simsiyah sarp kayalarla, kırmızıdan kahverengine kadar koyu ve canlı renkli tepeleri, Atlas okyanusunun koyu mavi rengi ile bir manzara ziyafeti şeklinde birleşmiş.

Bir akşam yemeğinden sonra, Jelena'yla bir iki saatlik bir yürüyüş yaptık ve bu manzaranın tadını sonuna kadar çıkardık.

Ufak bir patika, bizi batıya doğru götürdü. Deniz ve kapkara kayalıklar solumuzda iken sağ tarafımızda palmiye ağaçlarının arasına gizlenmiş evlerden devasa otellere kadar değişik yapılar yürüyüşümüzde bize eşlik etti. Bu yapılar biz yürüdükçe görünüp kaybolurken arkada değişmeyen tek bir manzara vardı. Adalıların Şeytanın yattığı yer dedikleri muazzam Teide Volkanı!

Kanarya adalarının halkı, yaşadıkları yere çok iyi bakmışlar. Her yer düzenli ve temiz. Bahçeler mini birer botanik cenneti.

İki tür bitki özellikle dikkatimi çekti.

Birinci ilginç bitki, yuka'lar. Çoğunlukla evlerimizde, saksılarda büyütürüz, hani palmiyeye benzer yaprakları ve ağaç gibi kahverengimsi, sert ve uzun gövdeleri vardır ya, işte o bitkiler. Tek fark, Tenerife'deki yukalar beş-altı metre boyunda. Gövdeleri beyaza çalan bir kahverengi halinde. Yapraklar ise çiğ yeşil. Muazzam boylarıyla çok güzel duruyorlar.

İkinci bitki fenomeni ise kaktüsler. Ben bu kadar farklı ve güzel kaktüsü Nevada'da, çölde bile görmedim arkadaşlar. Doğal mıdır, insanlar mı yetiştirmiştir, bilmirem, ancak o kadar güzeller ki Jelena'yla bir iki tanesini çalalım diye bile düşündük :)

Volkanik kayalar ise daha önce, özellikle Etna dağından hatırladığımız cart sarı renkli, maki kılıklı, kısa boylu bitkilerle dolu. Koyu renkli kayalar üzerinde çok güzel duruyorlar.

Playa de las Américas
Ertesi gün, yine gelmişken yapılması gerekli şeyler listesinden bir kalem olan Playa de las Américas'a çevirdik rotamızı.

Burası, her tatil beldesinde bulunan, suni, lolipop bir bölge. O kadar suni ki, kumlu plajların kumunu Afrika'dan getirmişler. Abartılı binaları, üçüncüsünü gezdikten sonra artık insanın içini bayan alış veriş merkezleri, Starbucks'ı, McDonalds'ı, Hard Rock Cafe'si ile Adriyatik'den, Çin seddine, her tatil kıyısında bulunan Amerrikkkan stili bir yer sizin anlayacağınız.

Hard Rock Cafe biraz ilginç yalnız. Yukatan'daki Chichen Itza ile Atina'daki Parthenon karışımı bir binası var. Önünde fışkiyeleri ile masmavi bir havuz, içerde de girişin tüm tavanını kaplayan, ünlülerin imzaladığı bateri zilleri koymuşlar.

Severseniz, bir de Free ve Bad Company'nin bir numaralı adamı Paul Rodgers'in Fender Stratocaster gitarını görebilirsiniz. Tabii ki Felipe Cayento Lopez Martinez Gonzalez falan gibi başka bir dolu müzisyenin gitarları da sergileniyor.

Playa de las Américas, beni altı-gıdıkladı açıkçası. Buralara gelirseniz tabii ki görün ama öyle çok yükseltmeyin beklentilerinizi.

Tenerife'den ilk izlenimler böyle. Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim.

Adios!

1 Haziran 2014 Pazar

Peynir ve Çikolata

İsviçre deyince aklınıza ne gelir?

Peynir, çikolata, inekler, dağlar, göller, köyler değil mi?

İşte Gruyères (Gruyer) isimli, Fribourg (Fribur) kenti yakınlarındaki ortaçağdan kalma bir köy, bunların hepsini bir arada bulabileceğiniz az bulunur yerlerden biri.

Alpler tartışmasız dünyanın en güzel, en cazibeli dağlarıdır arkadaşlar. Gruyères'in etrafındaki dağlar ise Alplerin en güzel bölgelerinden biridir.

Göl derseniz, hemen köyün dibinde, rengi dağların yeşili, cennet parçası bir göl.

Peynir derseniz, dünyanın tanıdığı Gruyère peynirinin doğum yeri zaten. Bizde de eskiler "Gravyer" peyniri derler ya... İşte o peynir.

Çikolata derseniz, İsviçre çikolatalarının ağababası Cailler (Kaiye)'nin ana toprağı.

Köyün bulunduğu tepenin etekleri ise İsviçre ineği dolu.

Yani bir express İsviçre turu istiyorsanız, ilk görmeniz gerekli yerlerden biri bu Gruyères.

Durum böyle olunca, uzun bir süre, bizi ziyarete gelen her misafiri, ilk iş bu cennetten bir parça köye götürmeyi adet edinmiştik.

Ancak bu ziyaretlerin sayısı arttıkça Gruyères hafif hafif baymaya başladı. Bir noktadan sonra artık Jelena'yla vardiya usulü çalışıyor, bir o, bir ben sırayla misafirleri Gruyères'e götürüyorduk.

Daha sonrasında ise başka yerler bulup, misafirlerimize kuvvetli tek bir doz İsviçre havası yerine, müteakip hafif dozlarla, dağ, inek, çikolata, peynir ve göl deneyimleri sunmaya başladık.

Vicdan rahatlatma bakımından, hattızatında Gruyères, başta hatalı olarak belirttiğim üzere, İsviçrenin bütün ünlü unsurlarını bünyesinde barındırmıyor.

Baştaki İsviçrenin nesi meşhurdur şeklindeki kendi soruma, biraz torpilli şekilde yine kendim cevap verdim ve bazı İsviçre cevahiratını bilerek atladım. Örneğin Gruyères'in en az çukulata kadar ünlü İsviçre saatleri ile hiçbir ilgisi yoktur, keza İsviçre bankalarıyla da :)

Ancak lütfen işin gerçeğini gözden kaçırmayalım.

Gruyères'e gidin, elinize bir fotoğraf makinesi alın, gözünüzü kapayın ve tesadüfi bir yöne dönüp bir fotoğraf çekin. Büyük olasılıkla bu fotoğrafı kart postal olarak kullanabilirsiniz. O kadar güzel bir yerdir yani.

Yine yeri gelmişken bir ufak ve gereksiz ayrıntının da altını çizeyim. Yolunuz düşer yada İnternet'de denk gelirseniz şaşırmayın, Gruyères köyün, Gruyère ise köyün bulunduğu bölgenin ismi. O yüzden peynirin adı Gruyère peyniri. Her iki sözcüğün okunuşu da aynı.

Çok uzattım. Sözün kısası, hem Jelena, hem de ben şahsım, bir süredir Gruyères'e gitmemiştik.

Bu hafta sonu da, buralarda uzun hafta sonu dediklerindendi. Dört günlük bir tatil yani.

Köpeğimiz Koni evde hasta yattığından bu kez ülke dışına çıkmamız mümkün olmadı. Biz de eve yakınlığından faydalanıp hem uzun süredir gitmediğimiz Gruyeres"e gidelim, hem de bir süredir aklımızda olan Cailler çikolatalarının yakındaki fabrikasını gezelim istedik.

Hava çok güneşli olmasa da, soğuk da sayılmazdı. Arabanın damını açıp, tatlı bir yolculuktan sonra önce Gruyères'e, sonra da hemen dibindeki Cailler fabrikasının bulunduğu Broc (Brok) köyüne ulaştık.

Cailler, İsviçre ve dünyanın geri kalanında da en çok bilinen çikolatalardan biri. İsviçre aslında toptan bir çikolata cenneti. Cailler'yle birlikte Suchard, Lindt (benim tartışmasız bir numara çikolata seçimim), Kohler, Tobler hep İsviçre markaları.

Çikolata temelde kakao çekirdeği ve kakao yağından yapılan bir ürün. Kakao ise tropik bir bitki. Kökeni de orta Amerika. Aztekler, aynen kahve gibi, çikolatayı da ilkin bir içecek olarak kullanmışlar.

Şekerle karışmadan önce oldukça acı bir içecek. Çiğ kakao çekirdeğini hem Dominik Cumhuriyetinde, hem de İsviçrede çiğneme şansım oldu. Gerçekten acı ve bildiğimiz çikolataya hiç benzemiyor.

Orta Amerika yerlileri daha sonra bu koyu içeceği şeker kamışımdan yapılma şekerle karıştırmışlar ve ortaya bildiğimiz çikolata çıkmış.

Yine Dominik Cumhuriyetinde bu çikolata özünden bir ısırık almıştım. O güne kadar aldığım en yoğun çikolata tadı ve aromasıydı. Çikolata özünün en saf hali. Burnumdan, kulaklarımdan yarım saat boyunca çikolata buharı gelmişti :)

Herneyse, Cortez (Kortez) Orta Amerika yerlilerinin ırzına geçtikten sonra, altınlarıyla birlikte çikolatayı da Avrupaya getirmiş. İsviçreliler ise bu popüler yiyeceğe katkılarını, içine ilk defa süt koyarak gerçekleştirmiş.

Evet, bir cümleyle, İsviçre çikolatasını İsviçre çikolatası yapan, üretiminde kullanılan süt.

Bu çikolataya süt koyma işini ise ilk olarak 1876 yılında Vevey'li (Vöve) bir çikolata üreticisi olan Daniel Peter yapmış, o gün halen bir içecek olan çikolatanın içine süt tozu karıştırarak ilk sütlü çikolatayı üretmişti.

Daniel Peter, İsviçrenin ilk çikolata üreticisi François-Louis Cailler'nin (Fransua Lui Kaiye) damadıydı.

Süttozu sütsüzlükten iyi olsa da, gerçek süt kadar lezzetli olmuyordu. Daniel Peter'in çikolataya normal süt koyamamasın sebebi ise, sütün içinde bulunan suyun çikolatada bir mantar tabakası oluşturmasıydı.

Tam bu anda devreye Frankfurt doğumlu bir Alman göçmeni olan Henri Nestle girdi. Nestle, sütün içindeki suyu ayırıp çıkarmanın bir yöntemini geliştirmişti. Peter ve Nestle 1879 yılında bir anlaşma çerçevesinde çikolatalarını Nestle'nin susuz sütüyle yapmaya başladılar.

Bu anlaşmaya Lozan'lı bir çikolata üreticisi olan, fındıklı çikolatanın mucidi Charles-Amédée Kohler (Şarl Amede Kole) de katıldı.

Nestle 1929 yılında bütün bu firmaları satın aldı. O günden beri tüm bu markaların ürünleri Nestle çatısı altında satılıyor. İnanması zor ama ilk Cailler çikolatası bugün hala üretilmekte.

Nestle ise dünyanın en büyük gıda firması haline geldi. Merkezleri, Daniel"in memleketi, François-Louis'nin ilk fabrikasını açtığı ve Henri'nin İsviçrede yerleştiği Vevey kenti.

İsviçre çikolatalarına sütle birlikte bir başka önemli katkı da Bern'li bir çikolata imalatçısı olan Rudolphe Lindt'den (Rudolf Lint) geldi. Lindt, kendi buluşu bir makine sayesinde kakao yağını eşit olarak çikolata içine dağıtabiliyordu. Bu sayede çikolatalar artık sadece bir içecek şeklinde değil, bugün bildiğimiz halinde katı olarak da üretilip satılmaya başlandı.

Gruyères'deki fabrika, François-Louis Cailler'nin, Vevey'dekinden sonraki açtığı ikinci fabrikası. Bu fabrika zamanla Cailler'nin merkezi haline dönüşmüş.

Cailler'nin ilk fabrikası
Bugün eski fabrika binası halen tek parça, ilk günkü kadar yeni ve bakımlı. Nestle, hala üretim yapılan bu tesisi halka açık bir müze haline getirmiş.

Müze, guruplar halinde geziliyor. İngilizce, Fransızca ve Almanca turlar var. Giriş ücreti ise on frank, ancak bu sembolik ücret, karnı acıkanları müze gezme bahanesiyle yemek yemekten alıkoymak için konmuş.

Anladığınız üzere içeride her çeşit çikolata ve fındık-fıstığı istediğiniz kadar yiyebiliyorsunuz. Yolunuz düşerse kesinlikle öncesinde yemeyin, sonrasında da yemek planı yapmayın :)

Turlar önceden belirlenmiş saatlerde hareket ediyor. Beklerken de isterseniz hemen salonun diğer ucundaki cafe'ye gidip birşeyler yiyip içebilir, yada geri kalan herkesin yaptığı gibi fabrika mağazasından alış-veriş yapabilirsiniz. Çikolataların fiyatları piyasanın çok altında.

Bir kaç yüz metre yürümeyi göze alırsanız, başka bir binada Nestle'nin bir outlet'i var. Aklınıza gelen her Nestle ürünü, yine piyasa fiyatlarının oldukça altında satın alabilirsiniz.

Saatiniz geldiğinde check-in yapıp müzeye giriyorsunuz.

Tur tamamen otomatize edilmiş. Bence çok güzel bir ses ve ışık gösterisi altında değişik salonlarda çikolatanın tarihini ve Cailler hakkında detaylı bilgileri çok eğlenceli bir biçimde sunuluyor.

Sonrasında üretim alanının bir bölümünü görebiliyor, üretimden o anda çıkmış çikolataları tadabiliyorsunuz.

Bir sonraki salonda ise değişik bölgelerden gelme kakao çekirdeği, kakao yağı, şeker ve süt örnekleriyle birlikte çuvallarca fındık-fıstık var. Herkesin yaptığı üzere bir çekirdek kakao kemirip, avuç avuç badem ve fındık yiyiyorsunuz.

Sonraki salon ise Cailler'in bütün farklı çikolatalarının tepsilerle servis edildiği tatma alanı. Film burada kopuyor zaten.

Jelena hiç durmadan on gün çikolata yiyebilir
Jelena hiç durmadan on gün çikolata yiyebilir. O zaten salona girer girmez, beni falan bırakıp tepsilerin etrafında koşuşturmaya başladı. Benim pek aram yoktur tatlıyla, ancak ben bile kontrolden çıktım.

Adam başı bir kiloya yakın çikolata yemişizdir. Böylece beş bin kalori, yani neredeyse net bir kilo almış olduk. Bir de evde mağazadan alınmış kilolarca çikolata var. Hem Jelena, hem ben mutfağa gidip diğerine çaktırmadan kaçak çikolata yiyiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

Yıl 2007. Eve, ikimizin birlikte zor taşıyabildiği bir metre boyunda koca bir Toblerone (Tobleron) almıştık. Bilirsiniz, sarı renkli, üçgen biçimli, bal ile yapılmış, cruchy (krançi) dedikleri yani yerken çatır çutur eden çikolata markası.

İlk bir ay heryerimiz Toblerone olmuştu. Testere benzeri bir bıçakla dilim dilim kesiyor, satırla et doğrar gibi kesilen dilimleri doğruyorduk.

Aradan üç ay geçmesine rağmen Toblerone daha yarılanmamıştı bile. Jelena'ya da bana da baygınlık geldiğinden artık Toblerone yemeyi bırakmış, sadece geleme gidene ikram ediyorduk.

Bir sene sonrasında hala üç koca piramit kalmıştı. Ancak çikolatanın boyutları artık taşınabilir hale geldiğinden, Jelena, hemen kalan lop'u paketledi ve ilk giden arkadaşla Sırbistan'a gönderdi.

O gün, bu gündür HİÇ Toblerone yemedim. Bazen kahvenin yanında getirirler, onları bile bırakıyorum :)

İşte böyle. Çikolata endüstrisi kulağa bilgisayarlar, uzay mekikleri, hayalet uçaklar yada akıllı telefonlar kadar seksi gelmese de İsviçre'ye milyarlarca dolar akmasına aracı oluyor. Demek bir işi, her ne kadar basit görünse de, doğru biçimde yapmak önemli.

Fabrikadan çıktığımızda, arabayla birkaç dakikalık bir yolculuk, bizi Gruyères'in bulunduğu yüksek tepenin eteklerine geri getirdi. Köyün bir tepenin üzerine kurulu olması tesadüfi değil, Ortaçağ standartlarına göre koruma amaçlı.

Bütün köy duvarlarla çevrili. Duvarlardan aşağısı sert diklikte bir yamaç. Bu yamaçta sadece inekler, keçiler ve koyunlar otluyor.

Köyün sonunda ise köyün varolma sebebi olan, inanılmaz güzellikte, devasa bir şato var. Ortaçağda, tüm köy halkı bu şatoda yaşayan derebeyine hizmet için yaşamış.

Arabaların köye girmesi yasak, o yüzden bütün tepeyi yürüyerek çıkmak zorundasınız. Pek kolay bir yürüyüş değil, yolunuz düşerse aklınızda olsun. Ancak bu zorlu yürüyüşü yaparken dünyanın görmeye değer en güzel manzaralarından biriyle karşılaşıyorsunuz. Yemyeşil sarp ve sivrı Alpler, tek tük İsviçre'ye özgü koyu renkli ahşap dağ evleri, inekler, çiçekler, böcekler. Bir Heidi (Haydi) klasiği yani.

Köyün kapısı
Köyün girişinde koca bir kapı ve etrafında savunma amaçlı, burçlarla sonlanmış kalın duvarlar var. Kapıyı geçip içeri girdiğinizde ise sanki kendinizi zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyorsunuz.

Ortaçağdan beri bu köyde hiç birşey değişmemiş.

Arnavut kaldırımı ana caddesinin etrafında yol boyu birbirine yapışık, dünyanın en cazibeli evleri, yemyeşil sarmaşıklar, pencerelerindeki çiçeklerle karşılıyor sizi. Caddenin genişleyip bir meydan oluşturduğu alanın ortasında bir çeşme ve yolun sonunda ise bir bölümü bugün resim galerisi olarak kullanılan küçük bir kilise var. Köyün asıl kilisesi köyün biraz dışında, aşağıda, yamaçın ortasına inşa edilmiş.

Köyün girişinde iki tane peynirci var. Buradan piyasa fiyatının üç katı yüksek fiyatına Gruyères'den satın alınmış orijinal Gruyère peyniri yedim demek için alış-veriş yapabilirsiniz. Yada İsviçrelilerin çoğunluğunun yaptığı gibi Fribourg, Vaud (Vo) ve Neuchatel (Nöşetel) kantonlarının birindeki binlerce peynirciden çok daha lezzetli ve ucuz Gruyères peyniri satın alabilirsiniz. Bizim köydeki peynirci çok tanınmış. Diğer kantonlardan insanlar sadece bu peyniri almak için geliyorlar.

Gruyère peyniri biraz bizim kaşara benziyor. Tuzsuz, orta tuzlu ve tuzlu tipleri var. Aynı kaşar gibi eski ve taze dedikleri şekillerde satılıyor. Tadı ise kaşardan biraz tatlıca. Ben vieux (viyö) dedikleri eski tarzını çok seviyorum. Tostla, şarapla ve salatada çok iyi gidiyor.

Gruyères'in peyniri kadar olmasada yine çok ünlü bir ürünü Double Crème (Dübl Krem) yani duble krema. Double Crème, kremaların Crème de la Crème'i (krem dö la krem), yani bir numarası, en iyisi.

Lezzeti dayanılmaz ancak bir kalori bombası. Kilonuza dikkat ediyorsanız uzak durun derim. Ancak nefsinize hakim olamayanlardansanız - kendinizi kötü hissetmeyin, ben de bunlardan biriyim, aynı peynircilerden Double Crème de alabilirsiniz.

Hatta doğru saatte ziyaret ederseniz canlı olarak peynir ve krema üretimini görmeniz de mümkün.

Ana caddenin sağ tarafındaki binaların çoğunluğu restoran ve cafe. Hepsinin arka tarafında yamaca bakan panoramik terasları var. Burada Gruyère peyniri ve duble krema soslu bir çorba, makarna yada et yememek ve duble kremalı bir kahve içmemek kriminal olur.

Anlattıkça ağızım sulanıyor. Gourmet (gurme) geyiğini burada bırakalım isterseniz.

Bu binaların hepsi ortaçağlarda bakkal, marangoz, çiftçi, vesaire evleri. Darı ambarı olan birinin önünde hala buğdayı ölçüp fiyatlandırmak için kullanılan taştan oluklar var.

Geri kalan her mağaza ise resim, heykel, hatıra eşyası, inek çanı, peynir tabağı, İsviçre çakısı ve benzeri ıvır-zıvır satan turistlere yönelik yerler.

Şato
Şatonun içinde bir müze var, ilginizi çekerse gezebilirsiniz. Kalenin etrafında ise tam bir tur atmanızı sağlayan bir patika var. Manzara kaçırılmaz, mutlaka on dakikanızı ayırın.

Gruyères, Lozan, Cenevre, Bern ve Zürih'e çok yakın. İsviçre'ye gelip de görmemek gerçekten yazık. Bahar ve yaz ayları ziyaret için en güzel zaman. Ancak Gruyères dünyanın en çok bilinen köylerinden biri. O yüzden binlerce turist ile birlikte gezinmeye hazır olun. Deli gibi koşuşturan çocuklar ile geleneksel olarak bağırarak konuşmayı adet haline getirmiş 'Hon, our cheddar is much better!' tarzında yorumlarıyla Amerikalılar biraz olayın tadını kaçırıyorlar.

Gruyères'in hemen yakınında Moleson (Molezon) isimli, iki bin metre yüksekliğinde bir dağ var. Moleson aynı zamanda popüler bir kayak merkezi.

Biz de rotamızı eve çevirmeden son durağımız olan Moleson'un eteklerindeki Fromagerie d'Alpage (Fromajeri dalpaj) isimli bir çiftliğe uğradık.

Bu çiftlik 1600 lü yıllardan beri "var" ve hiç durmaksızın aynı tarz, teknoloji ve lezzette peynir üretiyor. Kapısında oturan ve sahibi olduğunu düşündüğüm yaşlıca bir kadınla konuştuğumuz gibi, bu çiftlik peynir yaparken Kolomb henüz Amerikayı daha yeni keşfetmişti :)

Dört yüz yıl boyunca çiftliğin ne içi, ne dışı değişmiş. Sabah on gibi ziyaret ederseniz peynir üretimini izleyebilir, içerde klasik bir İsviçre dekoruyla yada bahçede, güzelim Alp'lerin altında, bir kaç saatlik el yapımı peynir ile kahvaltı edebilirsiniz.

Moleson dağı, hiking seviyorsanız çok ilginizi çekebilecek patikalarla dolu bir alan. Yol boyunca otlayan inek, keçi ve koyunları görebilir, çiftlik evlerini ziyaret edebilirsiniz.

İşte böyle.

Yarım günlük bir barış ve huzur dopingi yapmış olduk sevgili Jelena'yla. Barış içinde yaşayan uygar bir milletin başarılarını izledik. Peynir ve çikolata satarak dünyanın en müreffeh, en uygar ülkelerinden biri yapmışlar yaşadıkları yeri. Tarihlerini korumuşlar, doğaya sahip çıkmışlar.

Klasik oldu artık ama gel de kızma kendi ülkene.

Herkese iyi haftalar...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Zamanın Oku

Zamanın oku hep aynı yönü gösterir arkadaşlar, yani hep ileriyi. Anlar, saniyeler, dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar hep şaşmaz bir sadakatle ileri doğru akar gider.

Zaman ileri doğru aktıkça, her genç yaşlanır, her yeni eskir.

Örneğin ben...

Siz beni gençliğimde görecektiniz...

Çakı gibi delikanlıydım be!

Bakmayın şimdiki tombalak halime, saçlarımdaki beyazlara. Yakında gözler daha da kötüleşecek, kulaklar daha da zor duyacak, traş olurken yüz kesilmesin diye bir elimizle lastik gibi gereceğiz anasını satayım.

Geçenlerde Jelena dokundurdu.

"Yaw, Bugi, niye Facebook'da bizim evi Cornell Le Jorat diye işaretliyorsun? Bizim köyün adı Corcelles Le Jorat..."

Aney! Kız haklı mı haklı. Ancak n'aparsın? Yaşlılık. Yarısını görüp, yarısını uydurmuşuk.

Çok açıldık ama n'apalım, içimden geldi işte. Dertleneyim dedim biraz.

Bu yaşlanma işinden sadece biz insanlar muzdarip değiliz.

Köpeğimiz Koni yaşlılıktan mütevellit bizi zar zor tanıyor. Canım kızım yavaşça uzanıp yatamıyor bile. Eklemleri ostiyopatik mi ne olmuş, yumuşakcana hareket edemiyor. Küüt diye düşüyor kıçı üstüne, uykusu geldiğinde.

Lise yıllarımın bir şarkısına götürdü bunca felsefe beni.

"I know what it is to be young. But you don't know what it is to be old..."

Yani ben gençlik nedir bilirim ama sen yaşlılık nedir bilmezsin.

Zor iş anasını satayım, olgun ve bilge olmak. Sorumluluk gerektiriyor yani....

İşte böyle. Zamanın oku canlı cansız her varlık için ileriyi göstermeye devam ediyor. Her genç yaşlanıyor, her yeni eskiyor.

Bu fizik kuramının son kurbanlarından biri de benim kamera oldu. Kamera diyorum, kısa olduğundan kolay geliyor ama doğrusu fotoğraf makinesi. İdare edin n'olur. Yaşlılığıma verin.

İlk aldığımda canavar bir kameraydı. Bir kamyon dolusu para vermiştim ama her kuruşuna değmişti yani. Dünyanın yarısını gezdi benle, ona rağmen hala gıcır gıcır. Çünkü gözüm gibi bakıyordum ona.

Ama zaman değişti. Yeni kameralar hem daha ucuz, hem de çok daha fonksiyonel. Eskiden insanlar durdurup "Yaa, nasıl güzel kamera, memnun musun? Parasına değer mi?" diye sorarlarken, şimdileri "Aaa, bu eskidi artık, bunların yenileri çıktı, onlar çok iyi..." diye aralarında geyikliyorlar.

Dağ ile kavga edilmez. Eskidiyse eskimiş, yenilenme zamanı gelmiş demektir.

Ancak kamera işindeyseniz bilirsiniz, kameralar yetmişli yıllarda, Türkiyedeki arabalar gibidir. Değerlerini korurlar. Bu yüzden de cart diye atılmazlar. İkinci el piyasada satılırlar.

Biz de hemen İsviçre'nin eBay'i olan Ricardo'ya bir ilan koyduk. Güzel resimlerini çektim, dürüstçe kameranın durumunu özetledim, ilanı Fransızca icabından Jelena'nın adına post ettik ve beklemeye başladık.

İki gün geçmeden de ilk müşterisi çıktı.

Mesaj Almanca.

Olur, normaldir. İsviçre burası.

Bir kadın, son fiyatı ne olur diye sormuş. Bir de Ricardo üzerinden değil, benim kendi emailimle haberleşelim demiş. Demek Ricardo'ya komisyon ödemek istemiyor diye düşündüm. O an için bozmadım ve Jelena ile özel emailine bir cevap yazdık. Fiyattan iki yüz frank düştük, ne dersin diye sorduk.

Zırt diye cevap geldi. Tamam, alıyorum diye... Bir de ben şu anda Avusturya'dayım, bu kamerayı da oğluma alıyorum. Posta masrafını ödersem direkt ona gönderebilir misin diye soruyor.

Zıpırlık olsun diye değil, olayın boyutunu anlatabilmek için kameranın fiyatını söyleyeyim, iskontodan sonra iki bin frank. Dört bin beş yüz törkiş lira diye düşünün. Bu kadar parayı kamerayı görmeden mi verecek diye sordum kendi kendime.

Ben olsam, makineyi elime alıp bir fotoğraf çekmeden iki bin frank vermezdim, ama iki bin frankı veren değil alan taraf olduğumdan, bana ne dedim ve hesap numaramızı gönderip beklemeye başladık.

Araya hafta sonu girdi. Pazartesi sabahı, kargalar yemek yemeden, "ding", you got mail olduk.

Kadın parayı çıkardım, hemen kamerayı gönderin diyor. Elektronik ödemenin dekontunu da iliştirmiş mail'a. Aynı anda direkt kadının bankasından da Jelena'ya, para hesabınıza gönderildi diye başka bir mail geldi.

Herşey iyi gibi duruyor ama yine içime bir kurt düştü, Jelena'ya bizim hesaba bir baksana, para gelmiş mi diye sordum. Baktı ve yok gelmemiş dedi.

Kadının bankasından gelen bildirim'i bir daha, bu kez dikkatlice okudum.

Mesaj Lloyds bankasından. Lloyds klas, güvenilir bir bankadır.

Okumaya devam ettim. Diyor ki, para alıcıdan tahsil edildi ancak sizin hesabınıza geçmesi için sattığınız malı postaya verip, posta alıntı makbuzunu bize göndermeniz gerekiyor.

Lan dedim, Lloyds ne zamandır eBay olmuş da posta gönderisi ile ispatlanmış internet satışına aracılık ediyor? Sonra posta alıntı makbuzunu, bırakın Photoshop'ı, Word'ü kullanarak bile taklit edebilirsiniz. Nasıl bu kadar saçma bir doğrulama yöntemi kullanıyor?

Mesaj'a biraz daha alıcı gözüyle baktım. Görüntüde bir sakillik, bir amatörlük var.

Mesela mesajın üstünde Lloyds'un logosu olan at, bir şerit üzerine bir at sürüsü şeklinde sıralanmış.

Mesajın geri plan rengi mavi, harfler Picasso-vari, siyah, mavi, kırmızı. Büyük harfler yerli yersiz kullanılmış. Birkaç yerde argo kısaltmalar geçiyor. Banner resmin altında, hoşgeldiniz anlamına gelen üç tane welcome sözcüğü yanıp sönüyor.

Kısacası estetik ve profösyönellik bakımından mesajdan bir adilik, bir basitlik akıyor.

Aşağıya doğru gözüm alıcının adresine takıldı.

Akure, Nijerya!

Ve o ana kadar dikkatimi çekmemiş olan, müşteriniz Alman kadının adını bir daha okudum.

Angela Meier

İtoğluit, bir isim uydurmak için bile zahmete girmemiş. Angela Merkel olmuş Angela Meier.

Mailin geldiği adres lloyds.tsb.bank@v.gg.

Lloyds'un, bir domain alacak kadar parası mı kalmamış ki "v.gg" gibi bir mail adresi bulmuş?

Teknik ayrıntılarla canınızı sıkmayayım. "v.gg" bir tatil sayfası. İsterseniz bedava bir email adresi de veriyor. Bizim Angela buradan bir mail alıp Lloyds olmuş sizin anlayacağınız.

Yani biraz uyusak, kamera Nijerya'ya gidecek :)

Sonra ara ki bulasın...

Yine Lloyds Cenevre'yi ve Lloyds Londra'yı aradım. Bana bankanın bu tip bir işlem yapmadığını teyit ettiler. Londra'daki kız bayağı güldü hatta. Bu Pazartesi İngiltere'de resmi tatilmiş. İstese de kimse şubeden bir işlem yapamazmış.

Aşağıda yorum bölümüne notun bir resmini koyuyorum, gülün diye.

İşte böyle.

Bir yenilgi yüzünden mücadeleyi bırakmadım.

Benim canavar kamera hala paketli, yeni müşterisini bekliyor. Önümüzdeki hafta içinde satmayı umuyorum çünkü Haziranın ikinci haftasında balina kovalayacağız, onu yeni kamerayla yapmak istiyorum.

Ancak satış bu kez sadece İngilizce deyişiyle face to face, yani yüz yüze, yada Fransızca daha da güzel deyişiyle tête à tête, yani kafa kafaya olacak.

Zamanın oku hepiniz için yavaş çalışsın dileğimle...

2 Mayıs 2014 Cuma

Normandiya'yi Kapatalım

Normandiya ile ilgili yazmaya başladığımda Müttefiklerin hep düşündüğümüz gibi mutlak galibiyetlerinin garanti olmadığını, Normandiya'da da bu galiple mağlup'u ayıran çizginin çok inceldiğini söylemiştim.

Eğer Rommel çıkarma günü Almanya yerine Normandiya'da olsaydı, eğer yardımcısı savaş oyunlarına katılmak yerine birliklerin başında olsaydı, eğer Hitler uyanık olsaydı, eğer hava biraz kötü olsaydı, Normandiya'nın galibi Müttefikler olmayabilirdi.

Hatta Hitler eğer Rusya'ya saldırmasaydı, bugün Avrupa'nın batısı Almanca, bizle birlikte doğusu da Rusça konuşuyor olacaktı. Bir adım ileri gidersem, ABD, Hitler'le ittifak halinde, Bolşeviklerle savaşıyor olabilirdi.

Bilinmez.

Ancak hepimizin oturup şükretmesi gerekli bir şey var ki, Normandiya'da Müttefikler kazandı.

Normandiya konusunu kapatırken aklımda kalan birkaç şeyi de paylaşayım izninizle.

Bir kere, size ansiklopedik bilgi yerine kendi düşüncelerimi ve yorumlarımı aktardım. Bunu yaparken de biraz sivri bir dil kullandım, farkındayım.

Montgomery hayatta olsaydı, sen hangi kalibrenle bana kötü komutan diyorsun diye sorabilirdi. Bunda da haklı olurdu. Çünkü sonuçta, kendisi içgüdüsel bir asker olmasa da Royal bilmemne askeri akademisi mezunu bir kurmay.

Kötü de olsa ordular yönetmiş bir general. Benim bu husustaki tek naçizane tecrübem, altı ay kısa dönem onbaşıyken, tuvalet temizlik mangasını tuvalete götürüp, iş bitince "İyi temizlediniz mi lan?" diye sormaktan ibaret. Bölükte son günümde çavuş bile olmuştum, hattızatında.

Haa, bütün bunlara rağmen nasıl Montgomery kötü diye ahkam kesiyorsun derseniz.... Keserim lan! :) Burası benim kum havuzum, istediğim gibi oynarım dimi?

Tecrübeli bir asker olmadığım gibi bir askeri tarihçi de değilim. Size anlattığım şeyler, hep merakımdan, filimlerden, okuduklarımdan. Ancak bu amatör merakı da hor görmeyin. Bazen amatörler, mürekkep yalamış pro'lardan çok bilir. Ne de olsa iş değil zevk için çalışırlar.

Aynı zamanda da, anlattığım herşeyi kesin doğru diye kabul etmeyin lütfen. Juno kumsalındaki kayıp rakamını aritmetikle buldum. Hiçbir kaynak birbirini tutmuyor zaten.

İşlediğim başka bir günah da, anlaşılırlığı artırmak için bazen biraz abarttım, bazen hassaslık ayarını düşürdüm. İngiliz 159. Hava İndirme Taburu ve 29. Tank tugayı, Caen'ın güneybatısında, Kanadalı 3. Mekanize Piyade Taburuyla buluştu yerine İngilizler Kanadalılarla Caen'in batısında buluştular, yada yüzellikibinbeşyüzotuz araç yerine yüzellibin araç demek olayın boyutunu çok değiştirmese de daha anlaşılır yapıyor bence.

Gelelim biraz da olayın felsefesine.

Bu yaşta, "Baba bana taramalı tüfek alsana." diye ağlayan çocuklar gibi size oturdum savaş anlattım.

Bunu lütfen savaşı sevdiğim ve onayladığım şeklinde almayın.

Savaş, insanlık tarihinin en utanç verici, en can yakıcı olgusudur. Ne iyi, ne gurur verici bir tarafı vardır.

Ancak hakkında konuşmayarak savaşı önleyemeyiz.

Çok kuvvetli öngörüme göre, dünyanın yeni bir denge bulabilmesi için, benim yaşam süremde büyük bir savaş kaçınılmaz. Tarihe bakıp geçmiş savaşları anlayarak belki bunu önleyebilir, önleyemesek bile az zararla atlatabiliriz.

İşte böyle.

Birçoğunuzu baymış olabileceğimin farkındayım. Affola.

Daha zevkli konularda görüşelim diyor, hem konuyu, hem de haftayı kapıyorum.

Kalın sağlıcakla...

İngiliz Kumsalları

Şimdi, "Kim gidip, Normandiya haritasını gugıllayacak..." diyenler için, hemen, çabukça bir Normandiya 101, coğrafya bilgisi tazelemesi yapalım.

Normandiya, Fransa'nın kuzeyinde, doğu-batı doğrultusunda uzanan bir şerit. Bu şeritin en batısında, böyle pipi gibi, Atlas okyanusuna uzanan bir çıkıntı var. Buranın ismi Cotentin (Kotentan) yarımadası. Bu yarımadanın en büyük yerleşim merkezi de Cherbourg (Şerbur) isimli kent.

Normandiya'daki çıkarmanın yapıldığı kumsalları, batıdan doğuya, yani soldan sayarsak, Utah (Yutah), Omaha, Gold, Juno (Cuno) ve Sword'a (Soord) geliriz. Sword'un hemen doğusunda da Normandiya'nın yine önemli bir kenti Caen (Ka'an) bulunur.

Çıkarma harekatının kısa vadeli hedeflerini, eksik de olsa anlaşılırlığını sağlamak için bir cümlede söylemek gerekirse, Utah ve Omaha'ya çıkan Amerikalıların hedefi Cherbourg civarını, Gold ve Sword'a çıkan İngiliz birliklerinin hedefi de Caen civarını ele geçirmekti. Caen kenti, hatta ilk günün hedefleri arasındaydı.

Başlarında ise dünyanın belki de gördüğü en kötü komutan, anlı şanlı Mareşal Bernard Law Montgomery (Börnard Lo Montgomri), yada popüler ismiyle Monty (Monti) bulunuyordu.

Montgomery asil, seçkin ve üstün bir insandı. Her işi herkesden iyi yapabilirdi, çünkü tekrar edelim, asil, seçkin ve üstün bir insandı. Kader onu asker yapmıştı, o da demek ki dünyanın en başarılı komutanı olup, bu kendisine bahşedilmiş ayrıcalıklı üstünlüğünün hakkını vermeliydi.

İşin aslı, Montgomery içgüdüsel bir asker değildi. Çabuk ve doğru kararlar veremiyor, risk almaktan çekiniyordu. Genelde uyguladığı yöntem, düşmanı sayıyla bastırıp yenmekti.

Haliyle bu her zaman mümkün olmadığından, Montgomery, kaybettiği zamanlar, dünyanın kendisi hariç tüm geri kalanını suçluyor, kendince olaydan sıyrılıyordu. Kazandığı zamanlar ise, daha kazanımının tescilini bile beklemeden basın konferanslarıyla, toplantılarla, kokteyllerle tüm dünyaya kasıla kasıla ne büyük bir asker olduğunu anlatıyordu.

Montgomery, Dunkirk'de (Dankörk), Almanların kovaladığı İngiliz birliklerinden birinin komutanıydı.

Momtgomery, sonrasında, Afrika'da Rommel'e karşı başarılı bir mücadele verdi. Çünkü, zibil gibi binlerce tankı, topu yığmış, iyi bir planlamanın avantajıyla değil de, daha çok sayısal üstünlüğüyle zafer kazanmıştı.

Size ne demek istediğimi sayısal gerçeklerle anlatayım.

Montgomery'yi Montgomery yapan, Rommel'lin karşısında, Mısır'ın aynı isimli kentinde kazandığı El Alamein savaşıdır. Belki duymuşsunuzdur, her iki liderin de Çöl Faresi, Çöl Tilkisi falan diye çağrıldığı günler. Zaten aslen bu savaşın verdiği gazla, Sir (Sör), Mareşal, El Alamein Viscount'u (Vaykeaunt - Vikont) ünvanlarını almıştır.

Şimdi bakalım bu savaş dehası, kahraman arkadaşımız El Alamein savaşını nasıl kazanmış...

El Alamein ağırlıklı olarak tankların savaşıydı. Resmi olarak Rommel'in 550 tankına karşılık, Montgomery'nin 1100 tankı vardı. Muzaffer tarihçilerin fazla dokunmadan geçtikleri bir gerçek ise Montgomery'nin bir bu kadar tankı da "yedek" lerinde bulundurmasıydı. Bir rakam oyunu. Bu sözde yedek tanklar Londrada değil Mısırda, Montgomery'nin dibindeydi. Sadece o an için saldırıya katılmamışlardı. Neyse, aritmetiği yaparsak 2200 Montgomery tankına karşılık, 550 Rommel tankı diyebiliriz ama hadi, resmi sayı olan 1100 "aktif" tankı kullanalım, müşteri olalım.

Rommel'in 120 bin askerine karşı, Montgomery'nin 250 bin askeri, Rommel'in 550 topuna karşı, Montgomery'nin 900 topu, kısaca Rommel'in nesi varsa Montgomery'nin kaba bir hesapla iki katı fazlası vardı.

Ben savaş planının basitini severim deyip kafadan saldırdı Rommel'e. Rommel ilk saldırı günlerinde Almanya'da olsa da Afrika'ya döndü ve bir kaç günde bunun iki yüz tankını yoketti.

Sonrasında, Montgomery'nin ileriki hayatında sık sık göreceğimiz bir model oluşmaya başladı. Montgomery defalarca saldırıyor, Rommel de bunun kulağını çekip geri gönderiyordu.

Böyle böyle günler geçti.

Churchill bile endişelenmeye başlamıştı. Hem buna, hem de bunun komutanına "Ne oluyor, niye bir ilerleme kaydedemiyoruz?" diye sormaya başladı.

Sonunda, kim bilir kaç askeri öldükten sonra kuyruğunu kıstırıp komutanına gitti. Benim plan çalışmıyor, yenisini yapalım dedi. Yeni plan, eskisinden daha fazla akıl unsuru içermese de İngiliz ordusunun ve hava kuvvetlerinin sayısal çoğunluğu Alman ordusunu yıprartmış, ikmali doğru düzgün yapılamayan Alman ordusu savaşma gücünü ve moralini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştı.

Tabii bu yeni plan, geleneksel olarak, muzafferlerin tarihinin sayfalarına, Monty'nin askeri dehası olarak geçti. Kimse eski plan yüzünden verilen kayıplara ve gecikmelere takılmadı.

İngilizler sonunda Rommel'i geri püskürttüler. Az sayıda tankı, topu, askeri kalmış bir orduyu bin beş yüz kilometre kovalayıp bir "kahramanlık" destanı yazdı Montgomery.

İngilizler ıkına ıkına sonunda bir kahraman çıkarabilmişlerdi.

Kahramanlığı tadında bıraktı Monty. Ona "Hadi git Rommel'i bitir." dediklerinde, "Neme lazım, bu kahramanlık kolay bulunmuyor, üstelersek bakarsın bir halt olur, elden gidebilir." diyerek saldırmayı reddetti. Gerçekten, adam resmen "İstemezük" dedi yani.

Montgomery, askerlerini kırdırmaya İtalya'da da devam etti. Akıllı bir planla birkaç günde ulaşılabilecek askeri hedefler, Montgomery'nin sarsaklığıyla haftalar alıyor, uzayan savaş sonunda doğrudan ve dolaylı olarak Müttefik askerler ölüyordu.

Montgomery'nin popüler olarak kıyaslandığı Amerikan General George Patton (Corc Petın), en az Montgomery kadar narsist, boşboğaz ve sinir bozucu biri olsa da, Montgomery'den farklı olarak gerçek bir askeri dehaydı. Ancak bu ikisinin rekabeti de, gereksiz yere can kaybına yol açmaktaydı.

Müttefik orduların süper, mega, en komutanı, General Dwight Eisenhower (Duayt Ayzınhauır), yada bilinen adıyla Ike (Ayk), bir askerden çok politikacı olduğu için, "Aman ittifak bozulmasın, aman biraz da İngilizler kazansın..." diyerek Montgomery'ye göz yumuyor, bu arada garip askerler de ölmeye devam ediyordu.

İşte Normandiya çıkarması için geri sayım bu koşullarda başladı.

İngilizlere ayrılan Gold Ve Sword kumsalları, Amerikalıların çıktıkları Utah ve Omaha kumsallarından hem arazinin yapısı, hem de yerleşimi bakımından biraz farklılar.

Herşeyden önce, İngiliz kumsalları üzerinde yoğun yerleşim bölgeleri var. Birçok noktada, kelimenin tam anlamıyla bir kasabanın ortasına çıkmışlar. Utah ve Omaha kumsalı neredeyse ıssız denilebilir. Yerleşim var ancak öyle bir kasaba gibi değil, daha ziyade tek tük, seyrek yapılar.

İkinci fark ise burayı bir turist olarak ziyaret ettiğinizde ortaya çıkıyor.

Amerikan kumsalları ne kadar organize ise, İngiliz kumsalları da o kadar dezorganize.

Mesela, otoyolda kilometrelerce önceden Omaha Beach, Utah Beach yada Pointe du Hoc işaretleri görüyorsunuz. Tabelalar sizi otoyoldan alıp, göreceğiniz kumsalın can damarına kadar getiriyor. Müzeler, mezarlıklar, önemli alanlar hep işaretli. Gittiğiniz her yerde ziyaret için yol işaretleri, olanı biteni anlatan yazılar var.

İngiliz kumsalları ise hak getire. Sword Beach, Gold Beach benzeri hiçbir işaret yok. Bileceksiniz yani hangi köy hangi kumsalda ki ona göre otoyolu bırakıp sahile inebilesiniz. Sadece Kanadalılar, resmi olmayan, kendi dizaynları, yeşilli, morlu, "Juno Beach Center" işaretleri koymuşlar da Juno Kumsalını iyi kötü bulabiliyorsunuz.

Bu bölgede Müzeleri işaret eden trafik levhaları var. Tek problem, levhalarda sadece "Müze" yazıyor olması. Ne müzesi, kim müzesi, nasıl müzesi, bilemiyorsunuz.

Çıkarmayla ilgili önemli noktalar da her yerde olduğu gibi, mavili, beyazlı bir martı simgesiyle işaretlenmiş. Eğer bu işaretleri görebilirseniz, "Haa, savaşta burada birşeyler olmuş." deme şansınız oluyor.

Martı işaretlerinin üzerinde de İngiliz bölgesindeki tüm martı işaretlerinin olduğu özet bir harita var. Teoride savaşla ilgili bütün noktaları bir arada görebiliyorsunuz.

Yine problem, bu martıların kimin nesi olduklarının değil, sadece bulundukları yerin ismiyle işaretlenmiş olmaları. Varsayalım ki levhada "Cite de Sainte-Aubin-Sur-Mer" (Sit dö Sent Oben sür Mer) yazıyor olsun. Burada Sainte-Aubin-Sur-Mer, sadece bir köyün adı.

Ne aradığınızı bilmiyorsanız - ki biz bu kadar detaylıca bilmiyorduk - bu işaretli nokta, görülmesi gerekli mükemmel bir Alman koruganı da olabiliyor, Joe Blow'un kahramanlığı anısına dikilmiş yarım metre boyunda bir taş anıt da.

Biz birçok savaş noktasını tamamen şans eseri gördük. Kim bilir kaç tanesini de kaçırdık.

O yüzden, İngiliz kumsallarına gidecekseniz, mutlaka hangi köyde ne göreceksiniz, önceden planlayın, hatta GPS koordinatlarını akıllı telefonunuza girin. Aksi halde çok zaman kaybedersiniz.

Kanadalıların çıktıkları Juno kumsalı karekteristikleri açısından İngiliz ve Amerikan kumsalları arasında bir noktada kalıyor.

Juno kumsalında, ne Utah ve Omaha kumsalları kadar seyrek, ne de Sword ve Gold kumsalları kadar yoğun bir yerleşim var. İngiliz kumsalları kadar dezorganize değil. Mesela Juno Beach Center isimli merkezi bir "gitme" noktası var.

Burada büyükçe bir müze, iyi durumda Alman koruganları ve bir kaç top görülebilir. Müzenin içini Paskalya tatili nedeniyle kapalı olmasından dolayı gezemedik ancak dışardan ilginç görünüyor.

Juno Beach Center'ın açık bölümlerinde yine olanı biteni bir ölçüye kadar anlatan levha ve işaretler var. Ancak bir levhada D-Day günü geçmiş bir olayı anlatmışlar, başka birinde de Normandiya sahillerindeki bitki örtüsünün özelliklerini. Biraz Kanada usulü yani :)

Ben, çıkarma planımda, İngilizler neden tam ortalarına Kanadalıları almışlar, hala anlamış değilim. Normalde, birlikler bölünmek yerine, elden geldiğince harekat tarzlarını bildikleri, tanıdıkları birliklerle bir arada savaşmayı yeğlerler. Vardır bir sebebi tabii, ben anlamadım diye yanlış bir karar olması gerekmiyor.

Biz bu bölgede neredeyse bir tam günü, verimsiz bir biçimde martı işaretlerini kovalayarak geçirdilk. Günün sonuna geldiğimizde, eşim Jelena, haritaları, GPS"i, turizm bürolarını kovalamktan, aslen hiçbir ekstra ilgisi olmasa da, hangi sahile kim çıkmış, komutanın adı neymiş, nerede hangi tanklar kullanılmış öğrenmişti.

İşte bu yüzden kumsalları size gezdiğimiz sırayla değil, coğrafik konumlarıyla anlatayım istedim. Yoksa işler karılacak, sıralama Gold, Juno, Gold, Sword, Juno, Sword falan gibi olacaktı.

Sword kumsalıyla başlayalım kelamımıza.

Sword, sekiz kilometre uzunluğunda, hilal biçiminde bir kumsal. Alman savunması sahilde Omaha kumsalındaki gibi kirpilerden, diğer tank engellerinden ve mayınlardan oluşmuştu. Karada, sahil boyunca kuvvetli savunma noktaları oluşturulmuş, bu noktalar makineli tüfekler, tanksavar silahları ve toplarla donanmıştı.

Sword Beach
Ancak Omaha kumsalının, savunan birliklere kazandırdığı en büyük avantaj olan tepeler bu kumsalın her noktasında yoktu.

Çıkarma Hermanville-sur-Mer (Ermanvil sür Mer) kasabası çevresinde yoğunlaşmıştı. Çıkarmadan kırkbeş dakika sonra, kumsaldaki Alman direnişi kırılmış, kumsal başı oluşturulmuş ve karaya çıkan İngiliz kuvvetleri Orne nehrine ulaşıp, gece indirilen paraşütçülerle buluşmuşlardı.

Sword kumsalı, çıkarma günü Almanların karşı saldırıda bulunduğu tek noktaydı. Akşam saat dörtte - haliyle Hitler uyanmış, kahvaltısını edip gazeteleri okumuş ve panzerlere harekat emri verebilmişti - panzer birlikleri Sword kumsalına ulaştı ve İngiliz birliklerine saldırdılar.

İngilizler bu saldırıyı başarıyla püskürttüler ve Alman birliklerine ağır kayıplar verdirdiler.

Sword Beach, Saint-Aubin-sur-Mer
Sword kumsalına çıkan İngiliz birliklerinin hedefi Caen'ı harekatın birinci gününde ele geçirmekti. Buna rağmen Montgomery üç gün sonra ancak Caen'a doğru yola çıkabilmişti. Kente ulaştığında yine dangıl dungul saldırmaya başladı. Geleneksel olarak saldırıyor ve ağızının payını alıp geri dönüyordu. Şehre atılan bombanın, top mermisinin haddi, hesabı yoktu. Montgomery, bildiği tek şeyi yapmaya devam ediyordu.

Caen'ı kim bilir kaçıncı saldırıdan sonra, artık stratejik önemi kaybolmuşken, ancak alabilmişti. İlk planlanan tarihe göre, aradan bir aydan çok zaman geçmişti.

Sword Beach, Lion-sur-Mer
Günün sonunda, Sword kumsalı, altı yüz seksen gibi çok az sayılabilecek bir kayıpla alınmış ve bir de Alman karşı saldırısı püskürtülmüştü. Bu kumsal çıkarma gününün en başarılı kumsallarından biriydi.

Gelelim İngilizlerin çıktığı ikinci kumsal olan Gold'a.

Gold kumsalındaki çıkarmanın fazlasıyla basitleştirilmiş, eksik ancak anlaşılabilir hedefi Arromanches-les-Bains (Aromanş le Ban), yada kısaca Arromanches kentini ele geçirmekti.

Normandiya sahillerinde ne yazık ki Britanya'dan gelecek büyük gemilerin yanaşabileceği yeterli derinlikte çok fazla liman yoktu. Olam bir-iki tanesinide de Almanlar çok sıkı bir biçimde savunmaya almışlardı.

Eh, eğer hazırda bir liman yoksa, niye yanımızda bir tane getirmeyelim demiş İngilizler ve koca bir yapay limanı yüzdürerek Normandiya'ya getirmeyi planlamışlar.

İşte Arromanches kasabası, ilerleyen günlerde bu büyük yapay limana ev sahipliği yapacaktı.

Arromanches'deki yapay limanın bir parçası

Bugün Arromanches'a yolunuz düşerse, bu mühendislik harikası limanın parçalarını denizde, kentin içinde, ve Çıkarma Müzesinde görebilirsiniz.

Yine kısa vadeli hedefler arasında Bayeux (Bayö) kentine ulaşıp, Caen'a giden yolu keserek Alman takviye birliklerinin Caen'a ulaşmasını engellemek ve daha da önemlisi, Port-en-Bessin (Por en Bessan) kasabasını ele geçirip, Omaha kumsalına çıkan Amerikalılarla birleşmekti.

Hem Bayeux, hem de Port-en-Bessin güzelim iki kasaba. Özellikle Bayeux'nun, arasından üzerinde bir değirmeni olan minik bir derenin geçtiği bir sokağı var ki bir saatinizi hiç sıkılmadan geçirebilirsiniz. Yine Bayeux'da devasa bir katedral var. Port-en-Bessin'in ise çok güzel bir limanı bulunmakta.

Çıkarma günü, Alman savunması bu kumsalda, diğerlerine göre biraz farklıydı. Orta bölümleri bataklık olan sahilde, beton sığnaklar ve ufak nöbet kulübeleri içersinde bol bol makineli tüfek yuvaları vardı. Sağ ve sol noktalarda ise sahil evleri korugana çevrilmişti. Bu evden bozma koruganlar, çıkarma öncesi deniz bombardımanından çok ciddi biçimde etkilenmişlerdi.

Arromanches limanının kalıntıları
Denizde ise klasik tank engelleri ve mayınlar bulunuyordu.

Gold kumsalında, çıkarmanın en yoğun yapıldığı bölge Ver-sur-Mer (Ver sür Mer) yakınlarımdaki sahildi.

İngilizlerin şansına, kuvvetli bir rüzgar denizi kabartmış, engellerin ve mayınların birçoğu su altında kalıp etkisiz hale gelmişlerdi.

Son anda verilen bir kararla DD tankları yüzdürülmek yerine çıkarma teknelerinin içinde sahile kadar taşınmıştı. Hitlerin uykusu sağolsun, sahilde bu tankların karşısında hiçbir Alman zırhlı aracı yoktu ve DD tankları, sahile çıkan piyadelere çok önemli bir destek sağladılar.

Asli hedeflerden olan Arromanches, akşam saat dokuz civarı ele geçirilmişti. Ancak, ertesi gün saldırılan Port-en-Bessin'da ise işler iyi gitmedi. Güçlü dirençle karşılaşan İngiliz birlikleri bu kasabayı ancak iki gün sonra alabildiler.

Gold kumsalında çıkarma dört yüz gibi göreceli olarak az bir can kaybıyla başarılmıştı.

Arromanches'da daha hemen ertesi gün yapay liman için çalışmalara başlanmış, bir hafta içerisinde de bu liman işlev kazanmıştı. İsmi Mulberry (Malböri) olan bu yapay liman, dahiyane bir İngiliz buluşuydu.

Bu liman, Omaha kumsalımda Amerikalıların yaptığı suni liman ile birlikte Cherbourg gibi derin doğal bir liman ele geçirilene kadar Müttefiklerin anakaraya asker ve savaş malzemesi getirmek için kullanıldı. Omaha kumsalındaki liman, 19 Haziranda bir fırtınada kullanılmaz hale geldiği için Arromanches'daki liman kadar popüler değildir.

Arromanches'daki bu limandan, yüz günlük bir süre içerisinde yuvarlak bir hesapla toplam iki buçuk milyon asker, yarım milyon araç, dört milyon ton da savaş malzemesi indirilmişti. Kasabanın bütün nüfusunun binden az olduğunu düşünürseniz, bu kasabanın o günlerdeki popülaritesinin ne kadar artmış olabileceğini anlayabilirsiniz :)

Gelelim Juno kumsalına.

Juno Beach
Juno kumsalına çıkan Kanadalılar, çıkarma esnasında çok önemli bir direnişle karşılaşmadılar. Çıkarmanın kendisi Utah kumsalıyla birlikte en başarılısı olarak anılır. Toplam kayıpları beş yüzden azdı.

Ancak çıkarma sonrası Kanadalılar, hiçbir D-Day hedeflerine ulaşamadılar. Bir de içerilere girdikçe SS'lere çattılar ve biraz burunları kanadı.

Kanada kuvvetleri ilerleyen günlerde Caen'a yapılan operasyonlarda yer aldı.

Kumsallar bu kadar. Bir sonraki yazıda toparlayıp bitiriyoruz.

Sağlıcakla kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...