12 Haziran 2014 Perşembe

Kanarya Adaları

Kanarya Adaları, Afrika'nın hemen kuzey batısında, Atlas okyanusunda, İspanya'ya bağlı, otonom bir bölge. Fas'ın yüz kilometre kadar batısında, on üç volkanik adadan oluşuyor. Bu adaların en büyüğü Tenerife, Fuerteventura ve Gran Canaria yine büyük ve çok bilinen adaları.

Bölgenin tek bir başkenti yok. Adaların en büyük iki kenti başkentlik statüsünü paylaşıyor. Bir tür "eşbaşkentlik" yani. Bu kentler Santa Cruz de Tenerife ve Las Palmas de Gran Canari.

Bu adaların alt tropikal bir iklimleri var, yani sıcak yazlar ve ılık kışlar.

Yeri gelmişken ben dahil çoğumuzun yanlış algısını düzeltelim. Kanarya Adaları'nın ismi Latinceden ve anlamı "Köpek Adaları". Hatta işin aslı, adalara Kanarya ismi kuşlardan dolayı değil, bu adalarda bolca yaşayan kuşlara Kanarya ismi bu adalardan dolayı verilmiş. Mantık çözümlemesini bir adım ileri götürürsek Kanarya Kuşuna Köpek Kuşu diyebileceğimiz sonucuna varırız, ancak işi sulandırmadan burada bırakalım.

Kanarya adaları tarihte İspanyol gemileri için bir durak ve ikmal noktası olmuş. Konumları itibarıyla adalar, Trade Wind yani ticaret rüzgarları denilen rüzgar sisteminin tam üstünde. Ticaret rüzgarları kuzey yarımkürede kuzeydoğudan, güney yarım kürede de güneydoğudan esen rüzgarlardır arkadaşlar. Bu rüzgarları arkanıza aldınız mı, yatcaz kalkcaz, hop Orta Amerikadasınız.

Yine konuyu tamamlamak açısından, Ticaret rüzgarları ekvatorun etrafında, doğudan batıya doğru eserken bu rüzgarların kuzeyinde ve güneyinde, bu kez batıdan doğuya esen Westerly yani Batıcıl denilen rüzgarlar bulunur.

Amerikadan dönen gemiler çoğunlukla kuzeye çıkıp bu rüzgarlarla Avrupaya dönerlerdi. Aynı şekilde gemiciler, Avrupadan Güney Afrikaya gitmek için Afrika kıyısını güney yönüne, rüzgara karşı izlemek yerine Ticaret rüzgarlarıyla Brezilya kıyılarına, sonra da güneydeki Batıcıl rüzgarlarla da daha kısa zamanda Güney Afrikaya ulaşırlardı..

Bu rüzgar isimlerinin Türkçelerini benim uydurduğumun farkındasınızdır umarım. Coğrafya kitaplarında başka biçimde isimlendirilmiş olabilir, lütfen çocuklarınızı çalıştırırken dikkat.

Kanarya Adalarının yerlilerinine Guanche deniyor. Bu ırk aslen Afrikalı ve Berberi kökenli. Bir ara Araplar tarafından egemenlik altına alınmışlar ancak 1400'lü yılların başında önce İspanyollar, sonra da Ceneviz ve Portekizliler tarafından ırzlarına ... pardon, asimile edilmişler. Bu gün bu özgün ırk ve dil yalın haliyle dünya üzerinde kalmamış.

Kanarya Adaları, bugün Dünyanın en popüler turizm bölgelerinden birisi. Tenerife'deki Teide Ulusal Parkı da dünyanın en çok ziyaret edilen parklarından. Bu parkın içerisindeki Teide volkanı 3718 metredeki zirvesi ile İspanyanın en yüksek noktası, aynı zamanda genişliği itibarı ile de dünyanın en büyük üçüncü volkanı.

İşte, böylece siz de anladınız dersimi çalıştığımı.

Bolca Wikipedia, biraz Trip Advisor, az biraz Lonely Planet, üç beş de okuldan kalma coğrafya bilgisi ile buraya kadar geldik, ancak önemli olan tabii ki Kanarya Adalarının havasını bizzat koklamak.

Uçağımız daha Portekiz'in toprağı olan Madeira (Madeyra) adasınn, hani şu meşhur Christiano Ronaldo'nun memleketinin üzerinden geçerken, Kanarya Adaları için alçalmaya başlamıştı. Sadece Cenevre'den dört saat süren uçuş değil, girdisiyle, çıktısıyla neredeyse bir gün süren toplam yolculuk hem Jelena'yı, hem de beni fazlasıyla yormuştu.

Tenerife'nin güneyindeki South Tenerife Airport'a indiğimizde, her ikimizin de ihtiyacı biraz güneş, biraz deniz, biraz da alkol sadece bir saat uzaktaydı.

Deniz kıyısındaki havaalanlarını çok severim. En güzellerinden biri, bizim Yeşilköy, yada doğru ismiyle Atatürk Havaalanıdır. Uçak inerken altınızda sadece denizi görür, sanki denize ineceğinizi düşünürsünüz. Sadece yere bir kaç yüz metre kaldığında kara görünür, daha oh be diyemeden de tekerlekler piste konarlar.

Tenerife Havaalanı da işte aynen böyle. Uçak pistte ilerlerken bile hemen yanınızda denizi görüyorsunuz. Daha uçaktayken tatil havasına giriyor insan.

Bu havaalanı gözüme çok sevimli gelse de, adanın kuzey tarafında, denizin kıyısında değil, bu kez altı yüz metre yükseklikteki başka bir havaalanı aslen ilgi alanıma girmekte. Bu ikinci havaalanının hikayesini, size başka bir yazıda anlatırım.

Uçağımızın inip, park pozisyonunu almış olmasına rağmen gelmeyen merdivenler ve açılmayan kapılar, anavatana uzak da olsak İspanya'ya geldiğimizi hatırlattı ikimize de. Kapıların açılmasından sonra içeri dolan sıcak hava ve deniz kokusu ise geciken merdivenleri hemen unutturdu. Hola Las Canarias (Olâ Las Kanarias/Merhaba Kanaryalar) olduk birden :)

On dakikalık bir taksi yolculuğu bizi otelimize getirdi. Yolda, adanın varolma sebebi, tam göbeğindeki Teide volkanını gördük, ki dört bin metreye yakın boyuyla zaten görmemek mümkün değil. Ölmez sağ kalırsak bu volkanı da ziyaret edeceğiz. Onu da başka bir yazıya bırakalım.

Teide Volkanını başka bir yazıya bıraksak da, volkanik bölgelerin en önemli özelliklerinden birini başka bir yazıya bırakmayalım ve hemen burada dokındıralım.

Volkanlar, yerin altındaki ne kadar maden, mineral falan varsa hepsini yüzeye çıkarır, bu da volkanların bulunduğu bölgelerin topraklarını alanildiğince verimli yapar. Ne ekseniz büyür.

Yine soğuyan lavlar üzüm üretimi için ideal bir ortam olan alçak tepeler ve çok dik olmayan yamaçları oluştururlar.

Bu ikisini toplarsanız, ortaya buralarda yetişen üzümlerden yapılmış mükemmel tatta şaraplar çıkar. Son dokuz bin yıldır aktif olmasalar da haysiyetli birer volkan olan Ağrı ve Erciyes dağlarının civarında, özellikle Kapadokya'da, bugün bile Öküzgözü, Kalecik Karası ve Şiraz gibi üzümlerden harikulade şaraplar yapılır.

Hasso şarapçılar volkanik bölgele şaraplarına biraz dudak bükerler, ancak ben kulunuz, bu şarapların hafif keskin ve aromatik tatlarına bayılırım. Napoli'de Vezüv'ün ve Sicilya'da Etna'nın eteklerinde yetişen üzümlerin şaraplarını büyük bir zevkle tatmış ve tüketmiştim.

İşte bu yüzden, daha odamıza bile gitmeden ilk bardak şarabımı sipariş etmiştim. Teide volkanı beni hayal kırıklığına uğratmadı. Burada kaldığımız süre boyunca başka bir içecek tüketeceğimi düşünmüyorum. Lütfen, bunu dikkate alarak siz de aradaki imla hatalarını ve anlam derinliği fazla olmayan cümlelerimi hoşgörün :)

Otel bakımından çok şanslıydık. Bilmediğiniz bir otelde yer ayırtırken, yıldız sayısına, kritiklere falan baksanız da, her zaman bir miktar risk alıyorsunuz. Tunus'daki beş yıldızla Meksika'daki beş yıldız pek eşdeğer değil. Ancak bu kez şans bizden yana oldu, Hotel Sandos San Blas Reserva (Lopez Martinez Gonzalez) bizi mahçup etmedi.

Bu otel çok temiz, insanlar güler yüzlü, donanımı da mükemmel. Yemekler harika, şarap konusuna zaten daha önceden değinmiştik. Çok geniş bir yamaçta, kırmızı-kahverengi, Afrika tarzlı iki-üç katlı apartları var. Tam ortasında ise sahile kadar uzanan bir havuz. Bu havuz kat kat, infinity pool (infiniti puul) dedikleri, bir ucu boşluğa akan kaskatlar şeklinde bölümlenmiş. Bir katın infinity sonu, diğer kata mini bir şelale şeklinde akıyor. Sahil ise kayalık. Ben kumdan daha çok severim taşları. Hafif bir rüzgar çıktığında timsahlar gibi kum yemez insan.

Otel havaalanına çok yakın
Otelin başka bir enteresanlığı ise havaalanına yakınlığı. Otel, havacılık deyimiyle iniş yapan uçakların approach slope (eprooç sloop) dedikleri, iniş yolunun neredeyse tam üzerinde. İlginç uçak resimleri çekmek için birebir. İlk başlarda "Gürrr" diye koca bir jet tepenizden geçtiğinde biraz olağandışı geliyor ama sonra alışıyor insan.

Size otelin başka bir güzelliğinden bahsedeyim.

Bu herşey dahil otellerde bilirsiniz, girer girmez merhaba dediğinizde, kolunuza plastik bir bilezik takarlar. Bu bilezik sayesinde para vermeden yer, içersiniz. İlk gün genelde güzel geçse de, bir-iki gün sonra o bilezik olur size meşin. Güneşten rengi değişir, sıcağın altında derinizi tahriş eder. Bir hafta sonra ise bilezik olmaktan çıkıp, LAPD kelepçesine döner. Bir keresinde benim bileziğim "kırılmıştı". Dikkat, koptu yada yırtıldı demiyorum, kuruyup kırıldı :)

Bu otelde ise plastik bilezik yerine ipek gibi bir kumaştan kurdele yapmışlar, onu bağlıyorlar. Tamamen organik, çevre dostu, cilt dostu sizin anlayacağınız. İşte, küçük şeyler böyle mutlu ediyor insanı. Bu arada kurdele'yi doğru yazdığımdan emin değilim. Özürlerimle, eğer yanlışsa...

Yine otelin bence belkide en önemli özelliği, adaların en büyük golf alanlarından birine sahip olması. Yanlış anlamayın, golf sporu ile uzaktan yakından bir ilgim yok, hayatımda bir kez bile denemiş değilim, ancak otel golf ile tanınınca, doğal olarak golf oynamak isteyen insanları çekiyor, bu insanlar da golf oynadıkları için havuz size kalıyor :)

Adayı yavaş yavaş keşfetmeye başladıkça, o ilginç arazi yapısını ve bitki örtüsünü daha fazla anlamaya başladık.

Jelena ve volkanik kayalar
Aktif bir volkan olan Teide'nin soğuyan lavları, her volkanik alanda olduğu gibi Tenerife adasını da sarp, sivri, dağlarıyla, inişli, çıkışlı yamaçların aralarındaki düzlükleriyle yaman bir arazi haline getirmiş.

Bir de kayaların rengi tabii. Güney sahili, simsiyah sarp kayalarla, kırmızıdan kahverengine kadar koyu ve canlı renkli tepeleri, Atlas okyanusunun koyu mavi rengi ile bir manzara ziyafeti şeklinde birleşmiş.

Bir akşam yemeğinden sonra, Jelena'yla bir iki saatlik bir yürüyüş yaptık ve bu manzaranın tadını sonuna kadar çıkardık.

Ufak bir patika, bizi batıya doğru götürdü. Deniz ve kapkara kayalıklar solumuzda iken sağ tarafımızda palmiye ağaçlarının arasına gizlenmiş evlerden devasa otellere kadar değişik yapılar yürüyüşümüzde bize eşlik etti. Bu yapılar biz yürüdükçe görünüp kaybolurken arkada değişmeyen tek bir manzara vardı. Adalıların Şeytanın yattığı yer dedikleri muazzam Teide Volkanı!

Kanarya adalarının halkı, yaşadıkları yere çok iyi bakmışlar. Her yer düzenli ve temiz. Bahçeler mini birer botanik cenneti.

İki tür bitki özellikle dikkatimi çekti.

Birinci ilginç bitki, yuka'lar. Çoğunlukla evlerimizde, saksılarda büyütürüz, hani palmiyeye benzer yaprakları ve ağaç gibi kahverengimsi, sert ve uzun gövdeleri vardır ya, işte o bitkiler. Tek fark, Tenerife'deki yukalar beş-altı metre boyunda. Gövdeleri beyaza çalan bir kahverengi halinde. Yapraklar ise çiğ yeşil. Muazzam boylarıyla çok güzel duruyorlar.

İkinci bitki fenomeni ise kaktüsler. Ben bu kadar farklı ve güzel kaktüsü Nevada'da, çölde bile görmedim arkadaşlar. Doğal mıdır, insanlar mı yetiştirmiştir, bilmirem, ancak o kadar güzeller ki Jelena'yla bir iki tanesini çalalım diye bile düşündük :)

Volkanik kayalar ise daha önce, özellikle Etna dağından hatırladığımız cart sarı renkli, maki kılıklı, kısa boylu bitkilerle dolu. Koyu renkli kayalar üzerinde çok güzel duruyorlar.

Playa de las Américas
Ertesi gün, yine gelmişken yapılması gerekli şeyler listesinden bir kalem olan Playa de las Américas'a çevirdik rotamızı.

Burası, her tatil beldesinde bulunan, suni, lolipop bir bölge. O kadar suni ki, kumlu plajların kumunu Afrika'dan getirmişler. Abartılı binaları, üçüncüsünü gezdikten sonra artık insanın içini bayan alış veriş merkezleri, Starbucks'ı, McDonalds'ı, Hard Rock Cafe'si ile Adriyatik'den, Çin seddine, her tatil kıyısında bulunan Amerrikkkan stili bir yer sizin anlayacağınız.

Hard Rock Cafe biraz ilginç yalnız. Yukatan'daki Chichen Itza ile Atina'daki Parthenon karışımı bir binası var. Önünde fışkiyeleri ile masmavi bir havuz, içerde de girişin tüm tavanını kaplayan, ünlülerin imzaladığı bateri zilleri koymuşlar.

Severseniz, bir de Free ve Bad Company'nin bir numaralı adamı Paul Rodgers'in Fender Stratocaster gitarını görebilirsiniz. Tabii ki Felipe Cayento Lopez Martinez Gonzalez falan gibi başka bir dolu müzisyenin gitarları da sergileniyor.

Playa de las Américas, beni altı-gıdıkladı açıkçası. Buralara gelirseniz tabii ki görün ama öyle çok yükseltmeyin beklentilerinizi.

Tenerife'den ilk izlenimler böyle. Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim.

Adios!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...