16 Haziran 2014 Pazartesi

Araf

Dante'nin İlahi Komedyasını okumuşsunuzdur, ya da en azından Dan Brown'ın (Den Braun) Inferno'sunu. Katolik inancı, ölümden sonraki hayatta Cennet ve Cehennem'e ek olarak bir de Araf isimli üçüncü bir mekan öngörür. Dante, bir kitabını, işte bu mekana ayırır.
Arapça bir kelime olan Araf bana çok fazla şey söylemiyor. Bildiğim bir dil olan İngilizce ile size anlamını açayım.

İngilizcesi Purgatory (Pörgıtöri) olan bu sözcüğün kökeni purge (pörc) fiili, yani atmak, kurtulmak anlamında. İşte dünyadaki yaşamları boyunca, Cehennem'e gidecek kadar kötü olmayan, ancak Cennete gidecek kadar da günahlarından arınamamış kimseler, geçici olarak acı çekmek suretiyle Araf'ta temizlenirler ve sonrasında Cennete giderler.

Bir benzetmeyle, biz de, meğerse Tenerife'deki (Tenerif) otelimizde geçirdiğimiz iki gün boyunca Araf'daymışız da, haberimiz yokmuş. İki gün boyunca Cennet'i görmek için günahlarımızdan arınıyormuşuz.

Size bir önceki yazıda otelin çevresindeki üç kuruşluk gördüklerimizi güzel, müzel diye anlatmıştım ya...

Halt etmişim!

Bizim otel sadece adanın gerisini gördüğümüzde, güzelliğinden şoka girmeyelim diye yaptıkları bir oryantasyon, yani alıştırma alanı... Adanın geri kalanı ise yeryüzünde Cennete en çok yaklaşabileceğiniz yerlerden birisi.

Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık
Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık ve altı ay öncesinden gözümüze kestirdiğimiz balina ve yunus gözleme turuna kaydımızı yaptırdık.

Hedef adanın yerlileri, pilot balinalarıyla yunusları doğal ortamlarında gözlemek, ve tabii ki bol bol fotoğraflarını çekmekti. Pilot balinaları aslen, tamamen yunus sayılacak kadar yunus ailesinin yakını. Sadece boyları büyük. Yunusları zaten Flipper'dan (Flipır) falan sonra hepimiz biliyoruz.

Ancak yunus deyip geçmeyin. Bu sevimli canlılarda doğal dostlukdan çok daha fazlası var.

Bildiğiniz gibi balinalar da, yunuslar da memeliler ailesinin birer parçaları ve her ikisi de sonradan deniz yaşamına uyum sağlamış kara canlıları.

Isaac Asimov, dünya dışı zeki yaşam üzerinde fikir yürütebilmek için, dünya üstündeki yaşamı incelediği bir kitabında, bir canlının zekasının yüksekliğini, beyniyle vücudunun oranına bakarak değerlendirir.

Beyin hiç kuşkusuz zekanın kaynağı olan organdır.

Ancak beyin sadece entellektüel zekadan sorumlu değildir. Görevleri arasında vücudun istemsiz işlevlerini de kontrol etmek bulunur. Örneğin, siz bilinçli olarak midenize "Yarabbi şükür, bu gün de yemeği bitirdik. Hadi artık yediklerimizi hazmetmeye başla." tipinde bir emir vermezsiniz. Bu işi yine beyninizin bir bölümü üstlenir.

Böylece beyin, kapasitesinin sabit bir bölümünü vücudun kontrolü için kullanır, kalanı ile de akıl yada zeka diye isimlendirdiğimiz işlevi yerine getirir. İşte bu yüzden salt beynin boyutuna bakarak zekayı ölçemeyiz.

Yetişkin bir insanın beyni bir buçuk kilo kadardır. Bunun karşısında bir filin beyni altı, bir balinanın beyni ise dokuz kilo"ya kadar çıkabilir. Ne var ki, bundan yola çıkarak fillerin ve balinaların insanlardan daha zeki olduğu sonucunu çıkaramayız.

Çünkü bu büyük beyinler, aynı zamanda balina ve fillerin devasa vücutlarının da kontrolünden sorumludurlar. Kaba bir benzetmeyle, bir filin beyninin her gramı, vücudunun bin gramını, balinanın ise on bin gramını kontrol ederken, insanlarda bir gram beynin kontrol ettiği vücut ağırlığı sadece elli gram kadardır.

Başka bir deyişle, beyin-vücut oranı insanlarda 1:50 iken fillerde 1:1000, balinalarda ise 1:10000 dir.

Bu yüksek oran ise insan beynine entellektüel bir zeka geliştirip, kullanabilmesi için yeteri kadar serbest beyin kapasitesi bırakır.

Bu zekaya olanak sağlayan yüksek beyin-vücut oranına sahip tek canlı insanlar değildir. Örneğin bazı muhabbet kuşlarının beyin-vücut oranı insanlarınkinden daha büyüktür, ancak bu kuşların toplam beyin ağırlıkları o kadar küçüktür ki serbest kalan beyin kapasitesinin entellektüel bir zeka oluşturmaya yetecek kadar gücü kalmaz.

Bu teori insanların niçin bu kadar zeki olduklarını rahatça açıklar ancak zurna iş yunuslara geldiğinde zırt der arkadaşlar.

Çünkü birçok yunusun beyin-vücut oranı insanlardaki 1:50'den yüksek, beyin yapıları da insana oranla çok daha karmaşıktır. Kendi aralarında hayli ileri ve karmaşık bir dil kullanarak haberleşirler. Henüz bu dilin detayları çözülmüş değil.

Asimov, yunusların zeki olmalarına rağmen bir teknoloji geliştirememiş olmalarını, insanların parmakları gibi tutma organları olmamasına ve su içerisinde ateşi kullanmanın imkansızlığına bağlar.

Ancak bir teknoloji geliştirememiş olmaları, yunusların ileri derecede zeki oldukları gerçeğini değiştirmez.

İşte bu zeki ve bir o kadar da sevimli canlıları, bir-iki kez denizde uzaktan geçişleri dışında, şimdiye kadar hep yapay ortamlarda görme şansım olmuştu. Akvaryumlardaki yunusların hemen tümü sanki afyon yutmuş gibi donuk ve yavaştılar. Eğitildikleri üzere hoplayıp zıplasalar da, hareketleri bilinçli değil daha ziyade şartlıydı.


Bu yüzden balina ve yunusları doğal ortamlarında gözlemlememizi sağlıyacak bu geziyi iple çekiyordum.

Geziyi seçerken birkaç alternatif içerisinden Maxicat isimli katamaranı gözümüze kestirmiştik. Diğerlerine göre daha ufak, daha hızlı ve kırmızı-beyaz renkleri ile biraz daha havalıydı. Çok iyi organize olmuş bir firma. Otobüsleri bizi otelimizden aldı ve çok fazla dolaşmadan üçbeş diğer yunus avcısını da otellerinden topladıktan sonra, teknenin demirlediği Puerto Los Cristianos (Puerto Los Kristiyanos) limanına götürdü. Çok kısa bir süre sonra da tekneye binmiş, limandan çıkmaya başlamıştık.

Rehber kız hoşgeldiniz anonsunu önce İspanyolca yaptı. Sonra İngilizce. Sonra Almanca. Sonra Fransızca.

Bu aşamada anonsu başka bir dille yapmadan önce soruyordu:

"İtalyan var mı gurupta?"

"Si!"

İtalyanca...

"Hollandalı var mı gurupta?"

"Ja!"

Hollandaca...

Rusça'ya geldiğinde, ben artık "Pes!" dedim. "Bir de Türkçe yap!"...

Tenerife, Atlas Okyanusunun ortasında bir ada arkadaşlar, yani öyle bir körfez içinde ya da iç deniz üzerinde, göreceli olarak sakin sular üzerinde konumlu bir yer değil.

Biz de volkanik kayalarla çevrili, büyük olasılıkla yapay limandan çıkar çıkmaz kendimizi okyanusun o sert dalgalı sularında bulduk.

İş ciddi arkadaşlar, öyle hafif sallanma değil konumuz. Gelen dalgalar teknenin önce burmunu, sonra da kıçını iki metreye yakın kaldırıyor, biz de luna parklardaki roller-coaster (rollır koostır) misali, hop aşağı, hop yukarı, sallana sallana gidiyorduk. Bir yere tutunmadan ayakta kalmak mümkün değildi sizin anlayacağınız.

Arkamızdaki İngiliz çiftten kadın olanı, önce "Bööğğğğğğ!" diye gitti, sonra da güvertedeki banklardan birine uzandı. Beş saat boyunca da bir daha kalkmadı.

Benim midem kaldırır böyle şeyleri. Size delikanlılık olsun diye söylemiyorum, valla zevk bile alırım. Jelena da sağlam kızdır. Kaç kez tekneye bindik onla, bir vukuatı bile yok.

Neyse... İngiliz kadından sonra üç beş kişinin daha yüzü hafif beyaz renge döndü. Rehber kız da olasılıkla işin sonunu bildiğinden, sıradan herkese merhaba, naber diyerek, çaktırmadan bir mini check-up (çekap/sağlık kontrolü) yapmaya başladı.

Sıra bize geldiğinde karşılıklı Hola'ladık (Olâ/Selam). Nasılsın, iyimisin derken iş nerelisin muhabbetine döküldü.

Jelena soyağacımızı saymaya başladı.

Bu cidden uzun ve çileli bir süreçtir arkadaşlar, "Kocam Türk, ben Sırp ama İsviçrede yaşıyoruz, o İngilizce, ben de İngilizce, ben Fransızca, o Türkçe, ben Sırpça biliriz..." diye başlar ve genellikle bitiremeden vahşice, Casino Royal, İstanbul, Belgrad, Şiş Kebap, Lokum, Çevapçiçi, Pamukkale falan diye de yarıda kesilir.

Kelamımızı tamamlayamadığımızdan, ikimiz de toptan ya Sırp ya da Türk muamelesi görürüz. Çoğunlukla, bunlar o zaman niye aralarında İngilizce konuşuyorlar diyen de olmaz.

Bazen bu çileyi kısa kesebilmek için "İsviçreden geliyoruz." dediğimiz de olur. İsviçreliler pek muhabbetleri ile tanınmadıklarımdan, çoğu zaman "Aaa, öylemi?..." falan deyip uzatmadan konu kapanır.

Herneyse, uzun tekmilin "Türkçe" noktasında rehber kız zart diye atladı.

"Türk müsün?"

"Evet."

Kız, kafadan Türkçe başladı.

"Canım sevgilim, ben seni çok seviyorum. Hayatım. Aşkım. Bir tanem..."

"Bacım dur, ben evliyim!"

"Seni seviyorum."

"Tamam, ben de seni seviyorum..."

Londrada, erkek arkadaşı Türk'müş. Uzun süre beraber kalmışlar. Kız çok iyi, çok da kafa. Bu arada demek bıraksak, hoşgeldin anonsunu Türkçe de yapabilecekmiş.

Ancak tam kakara kikirinin ortasında kız Jelena'ya döndü, "İyi misin?" diye sordu. Ben de dikkatli bakınca gördüm. Jelena hafif beyazlamıştı. "İyiyim." falan dedi ama iki eliyle banklara tutunmuş sabit bir noktaya bakıyordu.

Rehber kız kalkar kalkmaz da, hoop, devrildi bankın üstüne.

Ben rehber kızı yeniden bulup "Karımı deniz tuttu. Ne yapalım?" diye sordum. O da hemen elime yarım bardak Pepsi tutuşturup "Bunu içsin, bir de hemen yatır, kıyıya doğru baksın." dedi.

Jelena'nın yanına geldiğimde başında bir dolu akbaba uçuşuyordu. Bunların hepsi aslında deniz tutan, ancak ortalıkta başka bir kurban olunca, ona delikanlılık yapıp, kendi durumlarını saklamaya çalışan akıllılardı.

Biri eline ilaç tutuşturmuş, diğeri de "Oh poor girl!" (O puur görl/Yazık kıza) diye ağıtlar yakıyordu.

Bizim rehber kız gülerek elinde ıslak bir kağıt havluyla geldi, havluyu Jelena'nın alnına koydu. Bu arada "Türkiye, Türkiye" diye de tezahürat yapıyordu

Jelena'yı kontrol altına alabilmiştik, ancak bu vesileyle teknedekilere de mükemmel bir şov sergilemiş olduk.

"Rezil ettin bizi." dedim, şakayla tabii. "Koni'nin rekorunu elinden aldın."

Yıl 2011. Bordeux'ya (Bordo) gidiyoruz. Bir kahve için Saint-Etienne'de (Sent Etiyen) bir benzin istasyonunda durduk. Büyük bir restoranı vardı. Biz de arabayı parkettik, Jelena, ben, Koni, restorana yürümeye başladık.

Tam kapıya geldiğimizde "Köpek Giremez" işaretini farkettik. Taa arabaya geri yürüyüp Koniyi bırakmaktansa, hemen girişte, kapının dışına bağladık. Jelena tuvaletlere doğru yürürken, ben de kahve sırasına girdim.

Aradan bir iki dakika geçti geçmedi ki bir çığlık duydum.

"Ciyak!"

Kafamı bir çevirdim ki, Koni! Tasmasından kurtulup, burnuyla kapıyı açmış, içeri girmiş, restoranın içinde, mutlu mutlu yürüyor.

Önüne gelen herkesi koklayıp, yalıyor. Koca köpek, bir de başıboş, onu gören herkes haklı olarak korkudan bağrıyor.

"Ayyy!"

"Le Chien" (Lö Şiyan/Köpek)

"Ciyak!"

"Attention!" (Atansiyon/Dikkat)

Sıradan çıkıp Koni'nin arkasından koşmaya başladım. Ama köpek yakalanmamayı kafaya koyduysa, ne yapsanız nafile.

Ben peşinden gittikçe Koni de yakalanmamak için hızlandı doğal olarak. Böylece restorandaki çığlıkların sıklığı da arttı tabii.

Jelena tuvaletten döndüğümde restoran allak bullak olmuştu. Durumu farketti ve hemen yardıma geldi. Sonunda Koni'yi bir köşede kıstırdık, tasmasını takıp arabaya götürdük.

Arada bir geçeriz Saint-Etienne'den, ve geçtikçe de yad ederiz o günü. Tarihe Koni'nin Şovu olarak kaydolmuştu o vaka.

İşte Jelena teknede, Koni'nin bu Saint-Etienne rekorunu eline geçirmiş oldu.

Kayalık kıyılar
Kıyıyı beş-altı kilometre açıktan izleyerek gidiyorduk. Manzarayı size anlatabilmem çok zor. Siyahlı, kırmızılı, sarılı volkanik kayalardan oluşmuş dik yamaçlar. Bir ressam fırçasıyla çizilmiş gibi her ayrı renk. Bu yamaçların dibinde mağaralar ve koyu lacivert Atlas Okyanusu. Denizin kayalarla birleştiği noktada yeşil bir bant ve bembeyaz köpükler.

Kayaların üzerinde bazen tek tük güzelim evler, bazen yemyeşil, ormanlık bir alan ve tam ortasında bir yerleşim merkezi. Binalar birçok yerde sıra sıra, bir merdivenin basamakları gibi dizilmişler.

Yazının başında söz ettiğim yeryüzü cennetinin bir köşesi kısaca...

Tekne bu yamaçların en gösterişlisinin önünde demir attı. Yüzme zamanı!

İş yüzmeye gelince, Jelena iyileşiverdi birden tabii

İspanyol yenge izin vermezse yüzmek yok dedim. Rehber kızı bulduk ve Jelena yüzsün mü diye sorduk. Ben tam yüzmesin, dinlensin diye destek beklerken "Aaaa, yüzsün tabii..." dedi. Jelena da tabii ki cup, denize.

Balina kovalarken kuru kalayım dedim ve yüzmekten vaz geçtim. Kendime bir Sangria ısmarladım ve teknenin rahat bir köşesine yerleştim.

Yüzme ve sonrasında yemek servisi bittiğinde tekrar motorlarımızı çalıştırıp açığa yönelmiştik.

Bu kez hedef balinalardı.

Katamaranın ön kısmında, iki kızağın arasına bir ağ gerilmiş, isteyen bu ağın üzerinde oturabiliyordu. Müthiş bir zevk! Tekne olanca hızıyla giderken tam altınızda denizi hissediyorsunuz.

Ağın önünde ise sadece yatay bir boru var. Bu borunun önü ise deniz.

İşte bu borunun üzerinde üç kişi dizilmiştik. Firmanın kameramanı, Alman bir çocuk ve ben. Bir elimle fotoğraf makinesini tutarken, diğer elimle yelken direğinin çelik halatına sarılmıştım. Göbeğimin altı boşluk, boşluğun da sonu denizdi.

Aynı Moby Dick'in (Mobi Dik) peşindeki balina avcıları gibiydik. Tek farkımız, elimizde zıpkınların yerine fotoğraf makinelerinin olmasıydı.

Teknenin en önünde olduğumuzdan, dalgaların yukarı ve aşağı sallandıran hareketini fazlasıyla hissediyorduk. Teknenin önü yükselip, dalgaların üzerine düştüğünde sıçrayan su ile ıslanıyor, kuvvetli rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk.

Neredeyse dilimle adrenalin'in tadını hissedebilecektim.

Vay anasını, ne melodramatik anlattım be!

Şimdi ben bile yeniden yaşadım o anı. Demek hala gençmişiz, anasını satayım.

Rüzgarın sesinden başka hiçbirşeyi duyamaz haldeydik, ancak her nasılsa bir anda Jelena'yı duyabildim.

"Bugiiii!...."

Jelena duyulmak istediğinde sesini herkese duyurabilir.

"Bugiii, tişörtünü vereyim mi, orası rüzgarlı sanki!"

O anda bu sorunun hiç gereği yoktu işte. Kadınlar ne yazık ki böyle. Kahramanlığa limon sıkmak için birebirler. Nereden çıktı şimdi tişört? Hiç gördünüz mü Kaptan Nemo'nun karısının tişört giy, üşüyeceksin diye peşinden koştuğunu?

"Sağol, böyle iyiyim ben."

"Çay ister misin? Getireyim mi?"

Artık karizma falan kalmamıştı. Ben teknenin en tehlikeli noktasında duruyorum, hayatım tek elimin içindeki ipin ucunda, sen çay diyorsun Jelena'cım. Hem de az önce deniz tutması yüzünden ayakta zor duruyordun.

"Sağol. Birazdan içeriz beraber..."

Katamaranın burnu yine havaya doğru kalktı ve sanki deniz altından çekilmişcesine hızlıca aşağı düşüp gürültüyle suya vurdu. Tam bu anda gelen bir dalga, teknenin en ucunda bulunan biz üç avanağı sırıl sıklam ıslattı. Sol elimle tuttuğum halatı kolumun arasına alıp fotoğraf makinesinin objektifine sıçramış suları şortumla silmeye çalışırken kameraman yırttı kendisini.

"Whale!" (Ueil/Balina)

Afallamıştım bir anda. Kameraman yine bağırdı.

"As big as the boat!" (Ez big ez dı boot/Tekne kadar büyük)

Balina malina görmesemde, fotoğraf makinesini kaldırıp deklanşöre bastım.

"Bızt", "Bızt", "Bızt", "Bızt"...

Biri eğer balina var diyorsa, ben görmesem de fotoğrafda çıkardı nasılsa

İşte tam bu anda teknenin on-onbeş metre ilerisinde, denizin içinde koca bir leke belirdi. Sanki suya mürekkep dökülmüş, sonrasında yavaş yavaş dağılıyor gibi. Sonrasında, devasa balina, simsiyah gövdesiyle "Foşşşşş!" diye tepesinden su fışkırtarak, yuvarlanırcasına yüzeye çıkıp tekrar dibe daldı. Gövdesinin o büyüklüğüne rağmen, o kadar yumuşak hareket etmişti ki, neredeyse hiç su sıçratmadı.

Beni asıl etkileyen ise balinanın nefes alırken çıkardığı seslerdi. Üç paket sigara içip yatağa girdiğinizde, çiğerleriniz "Höğğğğğğğ!" şeklinde inler, soluk borunuz dolduğu için de kesik kesik nefes alırsınız ya... Aynı o ses işte. Bir de onun açık denizde yankılanacak kadar yüksek olduğunu düşünün, azametini kafanızda canlandıracaksınızdır.

Bütün bu anlattıklarım, birkaç saniye içinde olup bitmişti. Fotoğraf, motoğraf hak getire tabii... Ağızım açık seyrettim bu doğa harikası şovu.

Bütün tekne bizim bulunduğumuz bölüme hücum etmişti. Herkes balinanın ikinci kez yüzeye çıkmasını bekliyordu. Arada bir, birisi "çat" diye balina zannedip bir fotoğraf çekiyor, hemen arkasından herkes, balinayı görmese de "çat", "pat", "cızt", "bızt" asılıyorlardı fotoğraf makinelerine.

Ancak beklentiler boş çıktı. Balina bir daha görünmedi.

Bir balinalojist kadar bilgili kameraman'a "Bir daha gelir mi?" diye sorduğumda, "Zannetmiyorum." dedi.

"Bu balina adanın yerlisi değil. Amerika tarafından gelmiş gibi. Bu etraftayken diğerleri de görünmeyebilir."

Olayın şoku geçtiğinde, ilk işim fotoğraflara bakmak oldu, ancak sadece boş deniz ve bulutlar görünüyordu. Eve dönünce son bir umut, belki kıyılarında, köşelerinde bir balina kuyruğu var mıdır diye büyük ekranda yeniden balacağım tabii.

Ancak çok kızmıştım kendime. İnsanın yaşamında, belki de sadece bir kere karşılaşabileceği nadir bir anı, hem de elimde kaliteli bir fotoğraf makinesi varken, aptal gibi kaçırmıştım.

O sinirle yine en öndeki demirin üstüne çıktım ve fotoğraf makinesini dürbün gibi kullanıp önümüzdeki alanı taramaya başladım. Artık neyi arayacağımı, bulduktan sonra sahnenin nasıl gelişeceğini iyi kötü anlamıştım.

O yüzden de suyun üzerinde ilk siyah lekeyi görünce hemen görüntüyü odaklayıp beklemeye başladım. Leke dağılır gibi olmaya başladığı anda da deklanşöre bastım.

Kameraman "Dolphins!" (Dolfins/Yunuslar) diya bağırdığında ben çoktan fotoğraf çekmeye başlamıştım. Elimdeki kamera bu hateketli fotoğrafların tam erbabı olmasa da, işe yarayacak kadar hızlıydı. Yunus, sudan fırlayıp, havada göbeğinin etrafında da dönerek, yarım daire şeklinde saltosunu attığında, onbeş kadar kare çekmişti bile. Bunlardan ikisi mükemmele yakın pozlardı.

Teknenin etrafı bir anda yunuslarla dolmuştu. Onlarca yunus etrafımızda, bizle yarışıyor, kah zıplıyor, kah dalıp çıkıyordu. O kadar yakınlardı ki, öne gerili ağın arasından, neredeyse onlara dokunabilirdim.

Birkaç tanesi katamaranın kızaklarının arasına girmiş, sırtlarını kaşıyor, döne döne yüzerek bize gülümsüyorlardı.

Yunuslar
Arkadaşlar, hayatımda çok az sahneden bu kadar etkilendim.

Bu zeki hayvanların krallıklarında bir ziyaretçi gibi hissettim kendimi. Bize bütün misafirperverliklerini gösterdiler, eğlendirdiler ve sonrasında hepsi bir anda kaybolup gittiler.

Fotoğraf makinem bu esnada hiç durmamıştı. Bu doyulmaz sahneyi ileride hatırlamaya yetecek kadar fotoğraf çektim.

Gezinin bundan sonrası olaysız geçti. Tipik bir Avrupa fenomeni olan, utangaç ve sessiz gençlerin, üç biradan sonra aslan kesilip seslerini yükseltmeleri ve "asi" bir biçimde yüksek perdeden gülmeleri dışında kayda değer bir gelişme olmadı

Yeryüzündeki cennetin bu köşesinde, unutulmaz bir gün geçirmiştik. Ertesi gün için de sırada yine umut vadeden planlarımız vardı. O yüzden şimdilik:

¡Hasta mañana!

Asta manyana, yani yarın görüşmek üzere..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...