5 Temmuz 2012 Perşembe

Tunus 1

Hiç gelmeyecek gibi görünen tatil sonunda geldi. Meksika'dan Dominik Cumhuriyetine, oradan da Maldivlere kadar kimbilir kaç kez gittik geldik, birinde bitmez fırtınalar, diğerinde fahiş fiyatlar, bir diğerinde aradığımız otelin doluluğu yüzünden hiçbiri olmadı.

En sonunda Last Minute Tours (Son Dakika Turları) acentemize gittik. Acentenin fonksiyonu adı ile aynı, hani son bir iki gün içinde dolmayan kontenjanları inanılmaz ucuz fiyatlarla dolduruyorlar. Fiyatlar bazen dörtte birine kadar düşüyor anlayacağınız.

Neyse Tunus'da, Cerbe adasında çok uygun bir fiyat vardı, hemen atladık ve Pazartesi akşmı itıbarıyla otelimiz on beş günlüğüne yeni evimiz oldu. Ben de ilk iki günün ardından sizle Tunus'la ilgili ilk izlenimlerimi paylaşayım dedim.

Tunus bir Kuzey Afrika ülkesi ve eminim ki çoğunuz bunu ilk defa burada, benden duydunuz :) Böyie solunda Cezyir, sağında Libya var - tüm popüler tatil beldeleri sizin anlayacağınız. Aynı bu gün bindiğimiz faytonun genç şoförünün (faytonun şoförü olmaz herhalde ama başka kelime bulamadım, özür) söylediği tekerlemedeki gibi:

"Allez-y, Bin Ali, Kaddafi, spagetti..."

Allez-y, Bin Ali, Kaddafi, spagetti...
Tunus küçücük bir ülke. Nüfusunu Berberiler, Araplar ve Kara Afrikadan gelmiş göçmenler oluşturuyor. Ana dilleri Arapça (emimim bunu da bilmiyordunuz) ancak hemen herkez, berberi pazarındaki koyun stan köylüler dahil, Fransızca konuşuyor.

Cerbe adası da ülkenin güney doğusunda büyükçe bir ada. Bizim tarihimizde de önemli bir deniz savaşı olan Cerbe savaşı ile yerini almış. Hani Turgut Reis, Piri Reis falan zamanlarından, neyse baymayayım sizi Osmanlı tarihiyle şimdi, isterseniz Google'larsınız. Bu arada Cerbe'nin İngilizcesi Djerba, eğer İngilizce kaynak ararsanız diye söylemiş olayım.

Cerbe Kuzey Afrikanın bütün cazibesini toplamış sanki. Tek katlı beyaz evleri, palmiye ağaçları ve toprak yolları ile tam bir Indiana Jones diyarı. Her an bir dilenci "Hello Efendi" diyerek yolunuzu kesip size Nazilerin çaldığı kayıp Atlantisin anahtarını verebilir.

İşte bu yüzdendir ki gerçek LucasArts sertifikalı orijinalitesi garantili, kaynağından satın alınmış Indiana Jones (TM) şapkamı tüm gezi boyunca giymeye karar verdim. Şimdilik kimse Atlantis'in anahtarını vermedi ama bilinmez tatilin gerisinin ne getireceği.

Umutlarım özellikle gelecek hafta gideceğimiz başka bir George Lucas lokasyonunda. Evet, herşey iyi giderse, Luke Skywlker'ın evini göreceğiz, Tatouine gezegeninde, in a galaxy far far away... Yani ilk Star Wars'un çekildiği bugün bir otel olan seti ziyaret edeceğiz.

Sonrasında Sahara çölünde jeep ve develerle iki gün geçirip altın renkli kum tepelerini (dunes), vahaları (oasie), tuz göllerini ve Roman harabelerini göreceğiz.

Sizin anlayacağınız ilk başta Plan-B gibi duran bu Tunus gezisi birinci sınıf bir tatile dönüştü.

Geri kalan tüm zaman da havuz, deniz ve restoran arasında geçecek, tam kebap yani.

Biraz da insanlardan bahsedelim.

Ben aslında Kuzey Afrika uzmanı sayılmam, bu sadece ikinci gelişim, o yüzden çok güvenmeyin söyleyeceklerimin hassaslığına.

İlk defasında Mısır'a gitmiştim, oradan biraz biliyorum ve açıkçası Mısır deneyimimden dolayı biraz da temkinli geldim Tunus'a, ancak sevinerek yanıldığımı gördüm.

Tunuslular çok samimi, iyi insanlar.

Mısır'daki gibi hafif biraz agresiflikleri yok, hatta bir çentik fazla bile samimi ve iyiler. Mesela satıcılar fazlasıyla ölçülü. Türkiye'dekiler gibi ağızlarından yalaklık akarak taciz etmiyorlar turistleri. Konusu değil ama madem yeri geldi, o zaman söyleyeyim, bu satıcı tacizi yüzünden hiç de azımsanmayacak sayıda tanıdığım yabancılar bir daha Türkiye'ye gitmemeyi düşünüyorlar.

Tunuslular Türkleri çok seviyor ve kendilerine çok yakın hissediyorlar. Bir de istisnasız hepsi Tayyip Erdoğan'a hayran, "Bon President" yani iyi başkan diyorlar, başka birşey demiyorlar.

Bana birisi sordu ne düşünüyorsun Tayyip hakkında diye. Kırık Fransızcamla "Ya, yaptığı çok iyi şeyler de var, aynı fikirde olmadığım şeylerde, sonuçta o bir politikacı..." falan derken etrafındaki iki kişi de lafa girsi, sanki ben İsrail hükümet sözcüsüymüşüm gibi lafı ağızıma tıkadılar.

"Yok, yok, Erdoğan en iyisi."

Reklamın kötüsü olmazmış. Kimse, ne Ecevit'i, ne Demirel'i bilmezken herkes Tayyip'i tanıyor ve seviyorsa, şapkamızı çıkarıp başbakanımızı selamlayalım ve sevsek de sevmesek de kredi hanesine bu başarısını kaydedelim.

Tunuslular dindar insanlar. Kadınlar kapalı, yaşlı, genç herkes beş vakit namazını kılıyor, ancak etrafındaki kendileri gibi olmayanlara fazlasıyla hoşgörülüler. Bu en azından turistik Cerbe'de böyle. Başka yerde nasıldır bilemem.

Ve yemek.... Yıldızlı pekiyi. Bize yakın yemekler ve tabii ki Tunus'un trade mark'ı kuskus.

Şimdilik bu kadar. Devamı gelecek.

1 Temmuz 2012 Pazar

Hırsız-Polis II

Bir önceki yazımızda Suriye'nin düşürdüğü uçağımızla ilgili elimizde olan bilgilere bakıp yorumlamıştık. Bu yazımızın hedefi ise bu olayı kimin gerçekte yaptığını yada yaptırdığını bulmaya çalışmak.

Tabi ki ne yazdıysam sadece benim fikrim ve tahminlerim. Olayı benim gibi basından takip eden kimseden daha fazla bir şey bilmiyorum.

Önceki yazıda Komiser Colombo, yada Agatha Chrıstie daha doğrusu kahramanı Hercule Poirot tarzı şüphelileri belirlerken bu uçağı düşürme motivelerini de belirleyeceğiz.

İlk önce İran’dan başlayalım. En kuvvetli şüpheli olmasa da en kuvvetli şüphelilerden biri bence.

Çünkü motivi çok kuvvetli.

Bu işi tezgahlamada İran’ın beklentisi, olay nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın net bir diplomatik kazanç.

Şöyle düşünün.

Eğer Türkiye Suriye’ye saldırırsa İran’ın bölgedeki en önemli rakibi yıllar sürecek bir savaş batağına saplanacak, ekonomik büyümesi duracak, başka hiçbir şeyle ilgilenemeyecek, İran da bu arada Irak başta olmak üzere, Azerbaycan ve diğer bölge ülkeleri üzerinde etkisini katlayacak.

Yok Türkiye saldırmazsa, İran’ın bölgedeki en büyük rakibinin kof olduğu ortaya çıkacak, Türkiye bölgesel güç iddiasından büyük ölçüde vazgeçmek zorunda kalacak çünkü kimse onu takmayacak.

Gel de şüphelenme.

Ancak İran’ı sorumlu ilan etmenin en büyük engeli, İran’ın bu işle bağlantısı olduğunu gösterir hiçbir delil olmaması.

Sıfır yani, İran’ın dolaylı olarak ucundan bile bu işin içinde olduğunu gösterir bir delil kalıntısı bile yok.

Peki başka kim ve niye yapmış olabilir bu mini saldırıyı?

Mesela Kürtler.

Niye olmasın? Türkiye Suriye ile sonsuza dek sürecek bir savaşa girer, Kürtler de bağımsızlık ilan eder.

Akla yakın gibi görünse de ilk başta, Türkiye ile Suriye’nin savaşı ille de Kürtlere bağımsızlık garantisi vermez. Bu savaşların kime ne getireceği belli olmaz, Kürtlerin durumu daha bile kötüleşebilir.

O yüzden ben bu motivin çok kuvvetli olduğunu düşünmüyorum. Zaten bir delil de yok.

Acaba İsrail mi yaptı?

Olur mu olur. İsraillin Suriye ile Türkiye’nin kapışmasında bence çıkarı var. Bu işi tezgahlayacak potansiyeli de.

Suriye, İsrail’in problemi. Türkiye bunu çözerse her halde İsrail üzülmez.

Ancak şimdilik bu iddiayı destekler bir kanıt yok.

Başka kim olabilir?

Acaba biz kendimiz yapmış olamaz mıyız?

Suriye, Amerika, İsrail ve Avrupa’nın problemi ancak Libya gibi problemin çözümünü motive edecek mesela bir petrol unsuru yok. Türkiye aldığı hallice birkaç sözün karşılığında bile bile bu işe girmiş olabilir.

Türk tarafının sessiz ancak planlı hareketleri bu görüşü destekler nitelikte.

Ancak bu teşhis tamamen teorik. Şimdilik bu şüpheyi destekler bir kanıt yok.

Kağıt üzerinde suçlu Suriye’nin bu işi bilerek yaptığına en ufak şekilde bile inanmıyorum.

Salak bir Suriye askeri panikle tetiğe basmış olabilir ancak bu bireysel bir hareket olarak kalır. Suriye hükümetinin başına böyle bir derdi bilerek açacağına inanmıyorum.

Bazıları Esad dikkati başka tarafa çekmek için yaptı falan dese de dikkatleri başka tarafa çekmenin daha az zararlı ve tehlikeli yöntemleri var.

Halkının büyük bir bölümünün desteklediği Sünni Türkiye’yi olaya dahil etmenin bir manasını görmüyorum.

Popüler olsalar da bence komedi malzemesinden fazla ileri gitmeyen olması imkansız bir iki teoriye de bakalım.

Mesela klasik, sosyalist, CIA komplosu hikayesi, yani Amerika yada İsrail için keşif yaparken yakalandık teorisi.

Amerika’nın uzaydan yada stealth uçakları ile Suriye’de hareket eden her arabanın plakasını okuyabilme yeteneği varken elli yaşında bir Türk RF-4’ünden medet umması absürt olur. Amerika’nın elindeki her bilginin İsrail’e de açık olduğunu düşünürsek bu teorinin ne kadar monoton ve sıkıcı olduğunu anlarız.

Daha komik benzer bir teori ise bu uçağın Kıbrıs civarlarında istihbarat toplayıp bu istihbaratı Suriye’deki direnişçilere iletmek için Suriye hava sahasına girdiğinde düşürülme iddiası.

Valla ciddi ciddi tartışıldığını duydum.

Tabii ki deli saçması tarafı istihbaratı direnişçilere iletmek için uçağın Suriye’ye gitmesi.

Sanki pilotlar direnişçilerin etrafında uçarken pencereyi açıp direnişçilere bağırmak suretiyle istihbaratı iletti.

“Lan Seyfullah, bak hele, Esad’ın adamları sağdan geliyor, te şu tepenin arkasından...”

Belki de direnişçilerin yakınına indi, istihbaratı vermek için.

“Koçum, ben sizin şefinize istihbarat vermeye geldim. Hadi ben içerideyken sen de şu uçağın yağına suyuna bir bak, camları bir sil...”

Bu bilgisizlerin bilgisizlikleri o kadar vahim ki böyle salakça teorileri üretip sonra kendileri bile inanıyor.

Başka bir teori. Rusya.

Rusya’nın yakındaki bir gemiden ateş açıp uçağımızı düşürmesi teknik olarak mümkün, burada ancak motivi oluşturmakta güçlük çekiyorum.

Yani Rusya niye yapsın bu işi?

Zaten komşularının uçaklarını düşürmeden bile Esad’ı zar zor savunuyor, kendi işini niye güçlendirsin diyorum.

Sonuçta bu işi kimin yaptığını büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. En iyisinden bir hikaye uydurup birine yıkacaklar bütün suçu.

Ama spekülasyon yapmamızı da engellemez ya bu :)

29 Haziran 2012 Cuma

Hırsız-Polis

Gelin bu yazıda biraz hırsız-polis oynayalım yada daha ziyade Agatha Christie, Jessica Fletcher veya Komiser Colombo. Sözün kısası katili bul.

Konumuz Suriyenin düşürdüğü uçağımız.

Bunun için nasıl hırsız-polis ounayacğız derseniz benim önerim şöyle.

Bu birinci yazıda elimizdeki ipuçlarını sıralayacağız. Sonraki yazıda ise Amerikan Police Thiriller'larındaki gibi motivi oluşturup suçluyu bulmaya çalışacağız.

Niye bunca işe kalkıyoruz diye sorarsanız, cevabı çok basit. Hayatımda duyduğum en ipe sapa gelmez hikye bu da ondan. Bu olayın aslı çok duyduğumuzdan düşümndüğümüzden çok farklı deyip kalıbımızı basalım ve ipuçlarına yani olay hakkında bildiklerimize geçelim.

Bir. Türk Hava Kuvvetlerine ait Suriye yakınlarında düşürüimüş bir uçak var. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu tek konu bu nerdeyse. Bunu kimse yalanlmıyor.

Tamamdır, koyalım cebimize.

İki. Uçağın pilotları kayıp. Burada zırt diyoruz çünkü bu pilotların kayıp oluşu anlaşılır gibi değil. Bu aşamada akıllı insanların kabul edebileceği iki olasılık sözkonusudur. Ya pilotlar uçakla birlikte denize düşmüş yada uçak düşmeden atlamışlardır.

Bir F-4 uçağında pilotları düşen uçaktan kurtarmak için fırlayan koltuklar kullanılır. Bu koltukların sıfıra-sıfır denilen bir özellikleri bulunur yani sıfır kilometre hızda, sıfır metre yükseklikde bile pilotları güvenli olarak uçaktan ayırır. Bu işlem sırasında önce kanopi yani pilot kabinin üzerindeki cam benzeri kaplama patlatılarak imha edilir, koltuklar roketler yardımıyla yükselir, uygun yükseklikte pilotlardan ayrılır, pilotların paraşütleri otomatik olarak açılır ve pilotlar kendinden geçmiş bile olsalar sağlam olaeak yere inerler. Fırlatma işlemi otomatik olarak pilotların yerinin bulunmasını sağlayan bir radyo vericisonı de çalıştırır.

Bu koltuklar büyük ve ağır yapılardır, yani gözden kaybolmaları zordur. Başka bir deyişle enkazına ulaşılabilen bir jet uçağının kanopisi ve koltukları yerinde midir değil midir bilinir.

Ve en üzücüsü ise geçen bir haftanın arsından pilotların hayatta olup kurtarılmayı beklemeleri mantık sınırlarının çok zorlandığı bir noktadadır.

Buna rağmen bir yetkili bile çıkıp pilotlardan umudu kestik dememiştir.

Enkazda halen kanopi, koltuklar var mıdır söylenmemiştir. Bilmeden sallamayım ama bir firkateyn ve araştırma gemisi en azından enkazdan bir görsel alabilmiştir diye düşünüyorum. Yoksa günlerdir açık denizde kovalarla suyu boşaltıp enkaza ulaşmaya çalışmıyorlardır diyorum.

Sonra bir de pilotların bulunan "eşyaları" konusu var. Ne demek yahu bu? Ne eşyası bulmuşlar? Pilotlar kanopiyi açıp parkalarını mi atmışlar aşağı? Bin metreden fazla derinde bir uçak enkazından sadece pilot "eşyası" mı kalır geriye?

Bu arada bir de Suriye tarafından kanıt olarak sözde bizimkilere verilmiş, uçaksavar mermileriyle delinmiş uçağın kuyruğu var uçaktan geriye kalan. Yani pilot eşyaları denizde yüzüyor, uçağın kuyruğu tip-top delil olsun diye Suriyelilerin eline geçiyor, artık bir Suriye gemisine mi yüzerek gitmiş, bir Suriye üssne mi konmuş bilinmez, geri kalan herşey bin bilmemkaç metre derinde.

Gel de inan şimdi...

Bu pilotlar sonra düşerken hiç mi haber verememişler kimseye? Bunların hem uçakta hem de hayatta kalma tehizatlarında radyoları vardır. Hiçbiri mi çalışmamış?

İşte pilotlarla ilgili bu cevaplanmayan sorular beni çok mu çok kıllandırdı netekim.

Neyse, ipuçlarına bakmaya devam edelim.

Üç. Bu uçak nasıl düşürüldü?

İki farklı teori var bu uçağın düşürülmesiyle ilgili. Bir, uçaksavar ateşi, iki, güdümlü füze. Bu iki alternatifin de olayın aydınlatılması açısından değişik sonuçları var ancak hikayenin gerisine bakarsak her iki olasılığın da gerçekleşmesi imkansız görünüyor.

Öncelikle uçaksavar ateşinin bir uçağı on üç milden vurmasının olasılığı, iğne ile ipliği havaya attıktan sonra ipliğin kendi kendine iğne deliğinden geçmesinden daha azdır. Düşünmeye bile değmez. Yani eğer uçağımız gerçekten de söylenen yerde vurulmuş ise Suriye uçaksavarlarının "sahilden" bunu yapmaları olası değildir.

Bu da zaten bizimkilerin medyada pompaladıkları senaryo.

O yüzden herkes uçağımızı vuranın bir güdümlü füze olduğundan emin.

Bu güdümlü füze hikayesinde ise bence medyanın çok fazla ilgi göstermediği çok önemli iki delik var. Birinci delik eğer bu füze Suriyenin bildik hava savunma sisteminden gelmiş ise niye hem uçagın hem de bizim karadaki radarın ekranında görünmemiş?

Öyle ya eğer bizim radar düşen uçağı düştüğü ana kadar takip edebilmişse, gelen füzeyi de görmüş olması gerekir. Bu SAM'lar neredeyse küçük bir uçağın boyundadır, gördüğüm için söylüyorum, öyle radardan falan kaçamazlar. Suriyenin elinde de bildiğimiz kadarıyla low observable yanı stealth yani hayalet füzeler yok. Varsa da o füzeyi elli yaşında bir RF-4'e sıkmanın bir manası yok.

Bu hikayedeki ikinci delik ise varsayalım ki kara radarımız bu füzeyi atladı. Uçaktaki erken uyarı sistemleri nasıl bu füzeyi görmediler? Karadan havaya atılan bu füzelerin hepsi ya karadaki ya da füzenin kendi üzerindeki bir radarın yardımı ile hedeflerini bulurlar. Yani füze ateşlenmeden bile önce bir radar emisyonu hedef uçağa "kitlenir". Bu kitlenme çok kuvvetli ve aktif bir radyo yayımı ile gerçekleşir ki fark edilmemesi imkansızdır, hele ki RF-4 gibi bir uçak ile. Eğer Top Gun filmini izlediyseniz açılış sahnesinde bir F-14 pilotunun bu kitlenme yüzünden neredeyse tırladığını hatırlayın.

Uçağın erken uyarı sistemi bu kilitlenmeyi tespit ettiğinde pilot kabini pazar yerine döner. Sesli, ışıklı uyarılar pilotlara bir füzenin kitlendiğini hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemeksizin bildirirler.

Böyle bir durumda pilotların ilk görevlerinden biri bu kitlenmeyi hem birbirlerine, hem de üslerine bildirmektir.

Sesin üç katı hızında giden bir füzenin on üç mile ulaşması eğer sahilde dalgaların kıyıya vurduğu noktadan ateşlenmişse aşağı yukarı otuz saniye alır. Şimdi gözünüzü otuz saniye boyunca kapayın ve bu sürenin ne kadar uzun olduğunu hissedin. İki pilottan birinin bu süre içinde üssüne bunu rapor edememesi olası değildir.

O yüzden bu - hadi uzun uzun yazalım - karadan havaya atılmış Suriyenin geleneksel radar güdümlü füzesi hikayesi bize anlatıldığı kadarııyla tabi ki biraz yaş bence.

Dört numaralı ipucumuz Tayyip.

Başbakanımız bu olayı hiç de huyu olmayan bir biçimde "soğukkanlılıkla" karşıladı. İlk iki gün hiç sesini çıkarmadı. Ne van minüt, ne yağma gürleme.

Sonra beklendiği üzere astı ve kesti ama nasıl söyleyelim, seyircilere mahçup olmayalım tarzı bir asma kesmeydi bu sanki.

Bu arada Suriyenin kıytırık beçinci dereceden, adı şimdiye kadar duyulmamış bir dışişleri sözcüsünden başka düşen uçağın adını ağızına alan bir yetkilisini ara da bulasın. Unutmadan, Esad'ın çıkışını bu olayın bir manifestasyonu gibi görme hatasına kapılmahalım lütfen. Esad kalleş batı, savaş hali falan dese de bir kere bile düşen uçaktan bahsetmedi.

Ez cümle bu hikayede bilinenden çok bilinmeyen, söylenenden çok söylenmeyen var.

Şimci burada bir virgül koyalım ve ne olmuş olabileceğini bir sonraki yazıya bırakalım.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Fantastik Plastik

Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, aşağıdaki 50 milimetrelik objektifin hikâyesin okuyun, ilginizi çekebilir.

Ordu usulü hazır ol pozisyonunda ayakta durduğunuzu düşünün. Karın içeri, göğüs dışarı gözler ufukta.

Tam bu noktada gözünüzün içinden geçen, yere paralel hayali bir çizgi çekin.

Bu çizginin gözünüzde biten ucundan sola ve sağa doğru 90, yukarı ve aşağı doğru 60 derece ile genişleyen dört çizgi çekin. Bu uzaklaştıkça genişleyen alan, normal bir insan gözünün görme alanının yada İngilizcesiyle field of view’unun sınırlarıdır.

Bu alan 35 milimetre film kullanan bir fotoğraf makinesinde 50 milimetre odak uzunluğu olan bir objektifle görülebilen alanla hemen hemen aynı büyüklüktedir.

Sözün özü, bu 50 milimetre objektifle donanmış bir fotoğraf makinesi ile dolaşıyorsanız makina yada gözünüzle aynı büyüklükte bir alanı görüyor olursunuz.

Bu da çektiğiniz fotoğrafların daha doğal bir kompozisyona sahip olmasını sağlar.

İşte bu yüzden fotoğrafla biraz içli dışlı olan herkesin çantasının bir köşesinde 50 milimetrelik bir “normal” objektif vardır.

Bu normal objektiflerin başka bir özellikleri ise odak uzunluklarının sabit 50 milimetre olmalarıdır. Başka bir deyişle bu objektiflerle “zoom” yapamazsınız.

Hızlı fotoğrafçılar bu zoom-suzluk özelliğini biraz dudak bükerek karşılarlar. Çünkü bu objektifle resim karesine neyin gireceğini belirlemenin tek yolu fotoğrafını çektiğiniz şeye yaklaşıp uzaklaşmaktır, yani tabana kuvvet. Eğer bir zoom objektif kullanıyor olsaydınız zoom in yada out yaparak oturduğunuz yerden hiç kımıldamadan kompozisyonunuzu tamamlardınız.

Ancak her şey sayılar değildir.

Örneğin 100 milimetre odak uzunluğu olan bir objektif alın ve 50 milimetre ile çektiğiniz bir resmi iki kat daha uzaktan çekin. Resim karesine giren görüntünün boyutları yani field of view aşağı yukarı aynı olsa da iki fotoğrafın farklı karakterlerde olduğunu görürsünüz. İddiaya göre 50 milimetre objektifle çekilen fotoğraf izleyiciye daha normal, daha doğal gelecektir.

50 milimetre objektiflerin başka güzel bir özelliği de hızlarıdır. Tabii burada “hız” la kast ettiğimiz sabit bir sürede ne kadar çok ışık topladıklarıdır yoksa mesela saniyede kaç resim çektikleri gibi hız denince akla gelebilecek özellikleri değil.

Doğal olarak objektif hızlandıkça daha karanlık ortamlarda fotoğraf çekebilir.

Bir objektifin hızı “f-stop” yada kısaca “f” birimiyle ifade edilir. Teknik olarak “f” sayısı objektifin odak uzaklığının objektif açıklığının çapına bölümüdür. “f” sayısı azaldıkça objektifin topladığı ışık miktarı artar.

Örneğin genç bir insanın gözünün “f” sayısı aydınlıkta f/8 iken karanlıkta f/2’ye kadar çıkar.

50 milimetrelik objektiflerin hızları ise f/1.8, f/1.4 hatta f/1.2 ye kadar yükselebilir.

Bu arada mesela f/1.4 ile genç insan göz hızı olan f/2’nin arasındaki farkı küçümsemeyin çünkü aralarındaki ilişki doğrusal değildir. f/1.4, f/2’ye göre iki kat daha fazla ışık toplar.

Böylece 50 milimetrelik objektifinizle neredeyse zifiri karanlıkta bile gayet düzgün resim çekebilirsiniz.

50 milimetrelik objektiflerin faydalı özellikleri bu kadarla bitmiyor.

Örneğin resim kaliteleri birçok başka objektife göre inanılmaz yüksek. Birçok fotoğraf severin en keskin görüntü veren objektifi bu 50 milimetreliklerdir.

Daha mı?

Bu 50 milimetre objektifler, “bokeh” de denilen, resmin odakladığınız ana konusunu keskin, geri kalanını profesyonel bir görünümle flu yapabilme yetisine sahiplerdir.

Tüm bunların üzerine 50 milimetre objektiflerin başka bir güzel özelliği de fiyatlarının fazlasıyla ucuz olmalarıdır. Bir Canon yada Nikon 50 mm f/1.8 100 doların altında fiyata sahip. Karşılaştırma bakımından söyleyelim, yine fazlasıyla popüler ve pahalı Canon 70-200 f/2.8L IS’in fiyatı 2,300 dolar civarında.

Yanı bir SLR (film) yada DSLR (dijital) fotoğraf makinesine sahipseniz bu 50 milimetrelik “fantastik plastik” objektifi almamanız için bir bahaneniz yoktur.

Bu arada piyasada çok yaygın bulunan APS-C yada “Crop Sensor” kullanan bir DSLR fotoğraf makineniz varsa yukarda yazılan her şey 50 milimetre yerine 35 milimetre objektifler için geçerli olacaktır. Ancak 50 milimetre objektifler bu makinelerde hala çok güzel portreler çekmek için birebirdir, hatırlatalım.

19 Haziran 2012 Salı

Avrupa'yı Kurtarmak

Bir tartışma, eğer içeriği karmaşıksa ve hele bir de çekiştire çekiştire uzatılmışsa, bu tartışmayı izleyenler ister istemez konunun özünü bırakır, sadece güncel ve popüler bölümüne odaklanırlar.

Avrupa’da yaşanan tarihin en büyük krizlerinden biri Yunanistan Euro’da kalsın mı, çıksın mı ya indirgendi.

Sanki Yunanistan tamam Euro’da kalıyorum dese sorun çözümlenecek, aksi halde Avrupa batacak.

Herkes rahat bir nefes almış, Yunanistan seçimlerinde Euro yanlısı parti marjinal bir farkla kazandı diye. Yani Avrupa da Yunanistan da kurtuldu.

Merkel teyze engin deneyimleri ve dünyaca kabul görmüş derin ileri görüşlülüğü ile olaya hemen açıklık getirdi zaten.

“Almanya’nın gücü sınırsız değildir!”

Ve G20 zirvesinde Obama, Avrupa ülkelerinin temsilcileriyle konuşmasın diye aynı saate basın toplantısı koyarak olayı bitirdi.

Evet, artık Avrupa kurtuldu diyebiliriz, bu sadece bir zaman meselesi...

Şaka gibi geliyor insana ama halk yiyiyor, ne yapalım.

Avrupa’nın ileri görüşlü akil adamları diyor ki bu krizden çıkış yolu mali politikalarda birliktelik.

Bu adamlar insanın gözünün içine bakarak bunu çözümmüş gibi yutturuyorlar.

Aslında tespit doğru ancak mali birliktelik çözümün yöntemi, çözümün kendisi değil. Çözüm, mali birlikteliğin getireceği sonuç, yani kazanmayan ülkelere “harcama lan” diyebilmek.

Ancak bu da fazlasıyla Avrupai, hastalığın semptomlarını gidermeye yönelik bir hareket.

Kimse Avrupa bu duruma nasıl geldi diye sorup Avrupa’yı bu güne getiren yapısal sorunları çözmeye yanaşmıyor.

Nedir bu yapısal sorun?

Avrupa üretmiyor.

Haa, yanlış anlaşılmasın, Avrupa’nın ölüsü bile Türkiye’ye göre kat kat fazla üretiyor olacaktır. Burada Avrupa üretmiyor derken kast ettiğim Avrupa’nın bu günkü hayat standardını koruyacak kadar üretmediği.

Bunun nedeni de, sık sık yinelediğim gibi ekonominin küreselleşmesi ve Avrupa’nın yüksek işgücü maliyeti yüzünden rekabet edememesi.

Ancak hiçbir politikacının kıçı da halkın gelirini azaltmayı yemiyor.

Ondan dolayı çeviriyorlar kazı ki yanmasın.

Amerika acı çeke çeke soğuk savaş sonrası dünya düzenine uyum sağlamaya başladı. Rusya neredeyse sıfırdan toparladı. Asya gümbür gümbür geliyor. Türkiye bile adapte oldu bu yeni düzene.

Merkel ise Obama Avrupa temsilcileriyle görüşmesin diye aynı saatte basın toplantısı yapıyor.

Almanya’nın tuzu biraz kuru diğerlerine göre. Bekleyelim bakalım gerçek bir orduya sahip olup elini cebine atmaya başlayıncaya kadar.

Bu dünyada hala işler güçlü bir orduyla yürüyor. Yarın bir gün Çin “Dışarı lan, Libya’nın petrolü sadece Çin’e gidecek!” derse ya Amerika’ya dönüp yardım et diye bakarlar yada Çine dönüp “Tamam abi, zaten biz kaza ile Libya’ya gelmiştik.” derler.

Soğuk savaşın bittiğini göz önüne alırsak, Amerika’nın eskisi gibi abilik yapmasını beklemek saflık olacaktır. Bir adım ileri gidersek, soğuk savaşın ardından Amerika ve Avrupa artık birbirlerine rakip oldu demek yanlış olmayacaktır – Merkel de bir gün bunun farkına varabilir, göçmenlerle uğraşmayı bırakıp etrafına bakmaya başlarsa tabii.

İşte yazımızın başına dönersek olup biten bunca şey korkutucu bir biçimde tek bir sorunun cevabına indirgendi.

“Yunanistan Euro’da kalacak mı, çıkacak mı?”

On puanlık uzman sorusu. Doğru cevabı bilen Avrupa’yı kurtaracak...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Oradan, Buradan...

Başımda üç beş iş var, son zamanlarda yazamıyorum. Buna inat, birçok kayda değer olay olup geçiyor. İngilizce tabiriyle biraz catch-up yani yetişmece yapalım.

En komiği ile başlayalım.

İspanya hükûmeti içlenmiş çünkü İspanya kurtarma planının kabulüne rağmen hala yüksek maliyetle borçlanıyormuş.

İşini kaybetmiş adama aksam yemeği için üç kuruş para ver, sonra bu adam hala niye kendini toparlayamadı diye şaş bak.

Avrupa’da politikacı olmak çok kolay, çünkü halk gerçekten naif. Ne söylesen yiyiyorlar.

“İspanya’yı kurtardık!”

Nah kurtardın. Sadece batmasını bir süre erteledin.

Yapısal bozukluklarını düzeltmeden dünya niye İspanya’ya güvenmeye başlasın? Merkel, kurtarmak istediği parasının hayrına üç kuruş verdi diye mi?

İspanya halkı çalışmazsa para da kazanamaz.

Ha, ben siestamdan vazgeçmem de diyebilir, o zaman da bugünkü hayat standardını unutması gerekir.

Daha geçenlerde İspanya’daydık. Kimsenin çalıştığı, sıkıntıya girmek istediği falan yok. Alış-veriş için bir mağazaya girdiğinizde, çalışanlar yüzünüze bakmıyor.

En önemli gelir kaynakları turistlere davranışlarını görseniz...

Lokal işletmelerin en azından göz önünde olanları zaten İspanya dışından gelen Avrupa Topluluğu ülkeleri göçmenleri tarafından çalıştırılıyor. Yüzümüze gülerek bakan tek restoranın sahibi İskoçyalıydı.

İspanyadan Yunanistan’a geçelim....

Ayan beyan bir TV programında, acık oturum sözcüsü bir partili tartışma alevlenince ayağa kalkıyor ve önce bir bardak suyu diğer bir kadın sözcünün üzerine fırlatıyor.

Sonra, hiç telaşlanıp istifini bozmadan ikinci kadın sözcünün üzerine geliyor, önce bir sağ Osmanlı çakıyor:

“Çaaat”

Sonrasında, yine ritmini bozmadan ve hiç telaşlanmadan dönüyor, bu kez bir sol çakıyor:

“Çaaat”

Walla bale gibi.

Yarım bir pürvetin ardından finalde son bir kez sağ çakıyor:

“Çaaat”

Sonra da ıslatıp dövdüğü kadınları dava ediyor.

Ne diyorum, Yunanlı olmak varmış, ne de olsa medeniyetin beşiği.

Sunun onda birini biz yapsaydık, barbarlığımızdan girer, Atila’dan çıkarlardı. Hatta Avrupa Üyeliğimizi bile askıya almışlardı.

Alın, bakın. Garibim Tayyip bir Van Minüt dedi diye başına neler geldi, senelerce güldüler....

Hadi Yunanistan’a kadar gelmişken bir de Türkiye’mize gecelim.

Size genelde Türkiye yazmıyorum, malum uzaksayış ama bu seferlik davulun sesi nasıl geliyor, şöyle bir dokunduralım.

Bildiğiniz üzere biz yetmişli yılların çocukları, seksenli yılların gençleri bir nesilden gelmekteyiz.

Yeni körüklü MAN otobüsleri alınması bile öyle önemli olaydı ki bizim için, eski otobüslere binmez, körüklü otobüsün gelmesini beklerdik.

Annem ve babam bir araba alabilmek için altı ay sırada beklemişlerdi.

Yurt dışından futbol takımları maça geldiğinde, bir gece öncesinden toprak saha sulanır, çamurlu hale getirilirdi ki yedi sekiz atmasınlar diye bize.

Ve aklımda yanlış kalmadıysa başkent Ankara’da sadece bir kapalı yüzme havuzu vardı.

Simdi ise Avrupa batarken biz buyuyor, otomobil yapıp ihraç ediyor, denizin altından tren geçiriyor, Dünya Ekonomik Forum’unu İstanbul’da topluyor, Olimpiyatları mı Avrupa Futbol Şampiyonasını mı alalım diye seçiyoruz.

Allah biliyor ya, bizim neslimizin kavrukluğu hala içimde. Bunlara inansam da sevinemiyorum, nasılsa bir yerde çuvallarız diye.

Umalım ki böyle devam etsin.

Görüşmek üzere...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yunanistan Güme Gitti

Yunanistan güme gitti, hem de göz göre göre, hatta belki de bile bile. İşin acayip tarafı, herkes sanki bütün bu ekonomik facianın düğüm noktası buymuş gibi işi gücü bırakmış tartışıyor.

Yunanistan Euro bölgesinde kalsın mı, çıksın mı?

Kalırsa daha iyi olurmuş yada çıkarsa daha iyi olurmuş. Sanki herkes Yunan halkının iyiliğini düşünüyor.

Hadi, kibarlık olsun, İngilizcesini söyleyelim.

Bullshit.

Yukardaki argümanın tam açılımı, Yunanistan Euro’da kalırsa mı, yoksa çıkarsa mı, borçlarını ödeyebilir.

Gelin olayı daha iyi anlamak için soru cevap oynayalım.

S: Yunanistan niye battı?
C: Borçlarını ödeyemediği için.

S: Bu borçlar kime?
C: Diğer Avrupa bankalarına.

S: Bu bankalar salak miydi da Yunanistan’a borç verdi?
C: Bankalar bu borçları Yunanistan’a değil Avrupa’ya verdi.

S: Nasıl yani?
C: Bir ülke, bir halk, bir para diye Euro’yu pazarladıkları için. Yani Yunanistan’a değil, tüm Avrupa ekonomisine güvenip verdiler bu borçları.

S: Avrupa ne dedi Yunanistan borçlarını ödeyemeyince?
C: “Babayı alırsınız. Niye ben çalışıp Yunanlının borçlarını ödeyeyim.”

S: Peki, bu normal değil mi?
C: Eğer bunlar bir ülke, bir amaç, bir din ayakları atıyorsa değil. İstanbul, ben niye çalışıp Trabzon’un borcunu ödeyeyim diyebilir mi?


S: Yunanistan Euro’dan çıkarsa borçları azalacak mı?

C: Tabi ki hayır. Avrupa, borçlarını Euro olarak geri istiyor.


S: O zaman Drahmiye dönmenin manası ne?

C: Yapmayın, sormayın bunu. 1970 den 2000’e kadar aynisini bizim devlet yapmadı mı? Parayı devalüe et, maaşları aynı hızla artırma. Halkın cebindeki parayı al, borç öde.

S: Yaw, bunlar din kardeşi değil mi? Parası neyse versinler, kurtarsınlar Yunanistan’ı karşılığını beklemeden.
C: Walla, yapacaklar da is Yunanistan’la bitmiyor. İspanya, Portekiz, İtalya sırada.

S: Parası neyse onlara da versinler, kurtarsınlar. Olmuyor mu?
C: Dünyada bu ülkeleri kurtaracak kadar para yok.

S: Yunanistan’a dönersek, Yunanlılar ne yaptılar bu aldıkları borçları?
C: Yediler. Çalışmadıkları ve üretmedikleri halde, mesela bir Almanın hayat standardını tutturdular.

S: Peki kimse Yunanistan in bu borçları ödeyemeyeceğini görmedi mi de para vermeye devam etti?
C: Hah, işte tam burada zurna zırt diyor.

Birçok kişi yukardaki soruya Sarkozy ile Merkel’in basiretsizliği, yani ileriyi görememesi diyor ama ben her gecen gün Yunanistan in bilerek bu duruma getirildiğine inanıyorum.

Tarih gösterecek sonucunu ama ben size kendi teorimi söyleyelim.

Batı Avrupa, bir ulus, bir ülke gibi zırvalarla orta ve doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil etti.

On yıllarca Batı Avrupa malları gümrüksüz Orta ve Doğu Avrupa’ya aktı. Batı Avrupa firmaları Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin alt yapisini sifirdan insaa etti.

Bu arada, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin isçilerinin Batı Avrupa’ya gelip çalışabilmeleri bin bir bahaneyle geciktirildi.

Buyurun Avrupa Topluluğuna dedikleri gün mesela bir Polonyalı sadece İngiltere’de çalışabiliyordu. Batı Avrupa malları ise neredeyse on senedir Polonya’da serbestçe satılıyordu.

Neyse uzatmayalım, bugün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri neredeyse tamamen Batı Avrupalıların haklarını kazanmış durumda. Hem de altı hafta tatil ve birinci sınıf şarap içme gibi takıntıları da yok. Ayni zamanda hem çalışıyorlar hem de tahsilliler, Batı Avrupa’ya göre.

Bu tamamen benim bakkal hesabım ama bir Polonyalı bir Fransız’ın maaşının yarısına, iki Fransız kadar çalışıyor.

Hal öyle olunca, kimse Fransa’da is açmıyor.

Fransa da batıyor.

Eeee, koskoca Fransa, göz göre göre batmayacak tabii. O yüzden bu ise bir şekilde dur demesi gerekiyor.

İşte tam bu anda Yunanistan’ı batırıp, oyunu bozup eve gitmek bence en kolayı.

Yani bana sorarsanız, Yunanistan’ı bile bile batırdılar ki, bahane olsun, bu Orta ve Doğu Avrupa’yı kovalayalım diye.

Bekleyip görelim...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...