21 Nisan 2012 Cumartesi

İşin Kakasını Çıkarmak

Türk milleti olarak çok kotu bir huyumuz vardır.

Bir işe baslar, iyi de ederiz.

Sonra devam eder ve biraz biraz faydasını görürüz.

Ondan sonra da onun kakasını çıkarırız.

Yani uzatır da uzatır, dallandırır, budaklandırır, başlangıçta güzel olan fikri olur olmadık her şeye uygulamaya kalkar, abartır, da abartır, inciğini, cinciğini tartışır, hem insanları bıktırır, hem de fikri işe yaramaz hale getiririz.

Eski bir patronumun bir lafı vardı, çök severim.

Marjinallerde dolaşmak kötüdür, çok çalışmak da, hiç çalışmamakta zararlıdır ortasını bulmazsan problem yasarsın derdi.

Ne kadar çok doğru.

Mesela biz bir renkli TV alır, renklerini sonuna kadar açarız. Yayın neredeyse renklerden görünmez.

Arabaya aldığımız müzik sisteminin sesini hoparlörler patlayana kadar acar , duyma zorluğu geçirir seviyeye geliriz.

Ya çok çalışır, kendimizi, evimizi, hayatimizi unuturuz, yada bütün gün hiçbir şey yapmaz, ne işe ne okula gideriz.

On sekiz yaşındaki kızımızı eve kitler, arkadaşlarını görmesine bile izin vermeyiz.

Bir kamyonu haddinden kat be kat fazla yükler, hem kendi hem de başkalarının hayatını tehlikeye atarız.

İki kadeh yerine 70 santilitrelik bir şişe rakı içer, arkadaşımızı, çoluğumuzu, çocuğumuzu, karımızı, kocamızı kırar, üzeriz.

Canini çıkarsanız 180 kilometre yapabilen arabamızı 179 kilometrede kullanırız.

Ya neredeyse çırılçıplak gezer, ya da sekiz kat giyiniriz.

Arabada ve evde sıcaklık ayarımız ya en soğukta, ya en sıcaktadır.

Ya hiç konuşmaz, ya hiç susmayız.

Alin bakın, son günlerde tabu sayılan bazı kurumlar ve kişiler yavaş yavaş yaptıklarından sorumlu tutulur hale geldi. Demokrasi neredeyse işler duruma geldi derken...

İşin kakası çıktı.

Önlerine gelen herkesi içeri atmaya başladılar.

Bu insanlar yıllarca hüküm giymeden hapiste kaldı.

İşe yarar, yaramaz, manalı, manasız her şeyi delil diye topladılar. İlgili, ilgisiz, her şeyi tartışmaya, insanları rencide etmeye götürdüler isi.

İyi başlayan bu süreç artık yüzümüzün karası oldu.

Ne diyorum...

Marjinaliz vesselam.

Bilmeyiz nerede duracağımızı.

Radon

Maddenin yapıtaşları birbirinin aynisidir. Demirin, suyun ve havanın hammaddeleri hep aynıdır.

Elektron, nötron ve protonlar.

Nötronlar ve protonlar atomun içinde, tam ortada duran çekirdekte bir arada bulunurlar. Elektronlar bu nötron-proton karışımı çekirdeğin etrafında dönerler.

Bilirsiniz eminim, elektronlar eksi, protonlar artı elektrik yükleri taşırlar. Nötronlar herhangi bir elektriksel yük taşımazlar (doğrusu birbirlerinin etkisini örten hem eksi, hem de artı yük taşırlar, bu yüzden yüksüzdürler).

Peki demiri sudan, suyu da havadan ayıran nedir?

Bir kelimelik bir cevabi var bu sorunun.

Elektronlardır.

Elektron sayısı bir maddenin kimyasal özelliğini belirler.

Bir maddeyi katı, sıvı, gaz, tatlı, tuzlu, zehirli, şeffaf yada renkli yapan hep elektron sayısıdır.

Peki proton ve nötronların hiç mi katkısı yok?

Eee, var haliyle biraz tabii.

Mesela, bir maddenin ağırlığının yada teknik deyisiyle kütlesinin neredeyse yüzde yüzünü proton ve nötronlar oluşturur.

Protonların en önemli özelliği ise elektron sayısını belirlemeleridir. Normal koşullarda bir atomun içinde proton sayısı kadar elektron bulunur.

Ama atomları birbirlerine bağlayan, yani molekülleri meydana getiren, bu bağların sıkılığına göre onları katı, sıvı yada gaz yapan hep elektronlardır.

Proton, nötron ve elektronlar genelde yalnız başına bulunamazlar. Ortaya bir proton atin, hemen bir elektron yakalar ve hidrojen atomunu oluşturur.

Bir atomdan birkaç elektronu almak yada fazladan bir iki elektron vermek göreceli olarak kolaydır.

Elektronu alınan bir atom hemen başıboş bir elektron bulur.

Bazen atomlar elektronlarını paylaşırlar. Böylece moleküller oluşur.

Bir atomdan elektron çalmak yada vermek pratikte olası iken aynı atomdan bir proton yada nötron almak sıkar biraz.

Çünkü proton ve nötronları çekirdekte bir arada tutan kuvvet, elektronları çekirdeğin etrafında tutan kuvvetten kat kat güçlüdür.

Ama eğer bunu becerebilirseniz ortaya acayip kuvvetli bir enerji çıkar. Buna da atom enerjisi yada nükleer enerji deriz.

Bir atomdan bir proton alırsanız, doğal olarak bir elektron da kaçar gider.

Maddeyi madde yapan elektronlardır dediğimizi hatırlayın. Böylece protonu gitti diye kaçan elektron, maddeyi başka bir madde haline dönüştürür.

Örnek olarak helyum atomundan bir protonu söküp alırsak, iki elektronundan biri de kaçar gider ve helyum hidrojene dönüşür. Bu arada pratikte helyumdan proton almak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Aslında günümüz bilgi ve teknolojimizle imkânsızdır.

Bununla birlikte, bazı maddelerin çekirdeğinde o kadar çok nötron ve proton bulunur ki, proton ve nötronları bir arada tutan güçlü kuvvet, çekirdeğin en dışındaki protonları ve nötronları bir arada tutamaz.

Çünkü bu çekirdekteki güçlü kuvvet, güçlü olmasına güçlüdür de bu gücün menzili çok kısadır. O yüzden çekirdeği büyük bazı atomlar, siz hiç bir şey yapmasanız da arada bir, bir protonunu kaybederler.

Uranyum iste böyle bir atomdur.

Uranyum çekirdeğinde doksan iki proton vardır. Bu da normalde doksan iki elektronu olacağını gösterir.

Uranyum bu doksan iki protonun hepsini tutamadığından protonlar yavaş yavaş kaçar. İşte bu yüzden uranyum radyoaktiftir deriz.

Tüm radyoaktif maddeler, hızlı yada yavaş olarak proton ve dolayısıyla elektron kaybederek başka maddelere döner.

Mesela Uranyum Toryuma, Toryum Radyuma Radyum da Radona döner.

Bu dönüşüm çekirdeğinde seksen iki proton bulunan kurşuna kadar gider. Kurşun çekirdeği, kuvvetli gücün en dıştaki proton ve natronları tutabileceği kadar küçüktür.

Buradan sonra çekirdekten protonlar kaçmaz, kurşun, kurşun olarak kalır.

Bu arada radyoaktif maddelerde, çekirdekten protonlar kayboldukça nötronlar da kaybolur ama nötron kaybı maddeyi başka bir madde haline dönüştürmez. Unutmayın, maddeyi madde yapan elektronlardır. Elektron sayısını da çekirdekteki protonlar belirler.

Bir madde, örneğin uranyum, bir nötronunu kaybederse biraz daha hafif bir uranyum olur, ama sonucunda hala uranyumdur. Normal bir uranyumun, tadını, rengini, katılığını taşır.

Radyoaktif maddeler fazlasıyla ağır kati maddelerdir.

Bunun bir tek istisnası vardır.

Radon.

Radon gaz halinde bulunan tek doğal radyoaktif maddedir.

Radonun gaz olma sebebi de çok enteresan. Radonun elektronları öyle düzenli bir biçimde dizilmiştir ki, radon, proton kaybederek radon olmaktan çıkana kadar, diğer radon atomları dahil başka hiç bir atomla birleşmez.

Mesela, helyum atomu da böyle nazlı bir atomdur. Helyum ancak ulaşılabilecek en soğuk derecelerde başka helyum atomları ile yakınlaşarak sıvı hale dönüşür. Katı helyum pratikte oluşamaz.

Böyle nazlı atomlara soy gaz yada asil gaz deriz.

Peki radonun gaz olması niye önemli?

Şu yüzden.

Siz uranyumu yemedikçe yada üstüne oturmadıkça, radyoaktif etkisini hissetmezsiniz. Uranyum, kendi kendine yürümez, uçmaz.

Radon ise bir gaz olduğundan, rüzgârla bir yerden başka bir yere taşınır, solunarak akciğerlere girer, orda bir yere yapışır ve baslar proton ve nötron fırlatmaya.

Bu mini bir atom bombası yutmaya benzer. Uğraşın durun sonra, kanserle, bilmemeyle.

Radonun başka bir derdi de mesela uranyuma göre çok daha fazla proton ve nötron fırlatmasıdır. Yani daha agresif, daha sıkı bir radyoaktif maddedir.

Radyoaktif maddeler yer kabuğunda fazlasıyla bulunur. Bunların en sık rastlananları uranyum, radyum ve toryumdur. Bunların hepsi de radyoaktif hayatlarının bir döneminde radona dönüşürler.

Kısacası, radon hayatimizin bir parçasıdır, her yerde bulunur.

Yeter ki çok fazla bulunmasın.

Çünkü radonun fazlası sağlığımız için çok ciddi bir tehlike oluşturur.

Bu yüzden mutlaka evinizde bir radon ölçümü yapın.

Şu aralar hava raporlarında evlerdeki radon ölçümleri de veriliyor. Çok sevindirici.

Siz de dikkatli olmaya devam edin.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Poker

Gelin ekonomiyi, Çini bırakıp zevkli bir konu yazalım.

Konumuz Poker. Hani blöf yapılan, kare asın her zaman kazandığı, Las Vegas’dan Monte Carlo’ya en popüler, en zevkli kâğıt oyunu.

1900’lu yılların ortasında Amerika Birleşik Devletlerinde bulunmuş, geliştirilmiş Poker.

Bizde bilirsiniz, genelde yediliden yukarı bir desteyle, her oyuncuya beş kart dağıtılarak oynanır. Oyuncular bir defaya mahsus istediği sayıda kartları değiştirir, herkes artırmayı bırakana kadar kâğıt değiştirmeden önce ve sonra iki kere kişi başına koyulan para artırabilir. Oyuncular her an koydukları parayı bırakarak kaçabilirler.

Kartların değişik kombinasyonlarının sıralamada kendilerine ait değerleri vardır. Mesela dört tane ayni sayılı kart, üç tane ayni sayılı kartı, hatta üç tane benzer ve iki tane başka benzer kartları “yer”.

Pokerin raconunda bunların adları vardır. Per, döper, kent, üç, ful, kare, floş, floş ruayel, vs. Bunların çoğu Fransızcadan, Fransızcaya da İngilizceden geçmiş terimlerdir.

Kahve kültüründe bunların ezbere bilinmesi gerekir.

Bilenler de acayip tafra atar çömezlere.

Simdi isin gerçeğine dönersek bizdeki Poker, Pokerin onda biri bile değil. Asil Pokerin kuralları o kadar çeşitli ve karışıktır ki, bilenleriniz bilir, neredeyse bir iPad gerekir oynarken yanınızda.

Ben kendim, Amerikan Pokerinin üç beş varyasyonunu bilsem de, Amerikalı arkadaşlar bir iki elden sonra beni genelde atarlar oyundan.

Çünkü (burada biraz ukalalıkla soyluyorum tabiatı ile), “Seven Card Stud” nasıl oynanır genelde bilsem de birisi “Omaha High-low Mixed” dediği zaman başlarım sormaya.

-“Simdi bu nasıl oluyor da oluyor?”

Wikipedia’da tesadüfen denk geldim Poker türlerine. Dilimin döndüğünce anlatayım size.

Pokerin üç “ana” türü var.

Bir, Draw Poker, yani bizim oynadığımız Poker. Draw Pokerde bütün el kapalı olarak bir kerede dağıtılır, oyuncular da bir kereye mahsus ellerindeki istemedikleri kartları değiştirirler. Bizde oynanan Poker, “Five Card Draw”, yani beş kartla oynanan Draw Pokerin bir turudur.

İkinci ana Poker turu “Stud Poker” isimli Pokerdir. Stud aslen damızlık at demek olsa da argoda delikanlı anlamına gelir. Delikanlı Pokerinde, kâğıtların bazıları açık, bazıları kapalı dağıtılır. Her turda oyuncular kişi başına koyulan parayı artırabilirler.

Community Card Poker isimli üçüncü gurupta oyuncular kapalı yada açık olarak dağıtılan kartları, ortaya açılan ve her oyuncunun kullanabileceği genel kâğıtlarla birleştirip el yapmaya çalışırlar.

Bu üç gurup poker, aşağıdaki kurallardan birinin seçilmesiyle oynanır. Genelde dağıtan kişi hangi kuralların geçerli olduğunu belirler. Her el değişik oynanabilir.

Gelelim kurallara.

Lowball oynandığında en zayıf el kazanır.

High-Low Split’de en zayıf ve en kuvvetli eller potu paylaşır.

Oyuncular birbirlerine kart geçirebilirler.

Kill-Game de bir kişi üst üste kazanırsa pot ikiye katlar.

Bazı kartlar Wild Card, yani Joker ilan edilebilir. Örnek “Deuces Wilde”, yani ikililer Joker.

Twist Round’da oyuncular ortaya para koyarak desteden kart satın alabilirler.

52’lik desteden bazı kartlar atılabilir. Bizdeki Poker gibi, yediliden aşağısını atarız genelde.

Bu yukardaki guruplara benzeyen yada birkaçının birleşimi ile oluşan, Oxford Stud, High Chicago/Low Chicago, Follow The Queen, Countdown, Billabong, Guts, vs. Gibi bir dolu başka varyantları bulunur Pokerin.

Pokerin bu yüzlerce türünün tek bir ortak özelliği vardır.

Blöf!

Blöf, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip zeybeklenmektir.

Bunu yaparken de eliniz kotuyken, dünyanın en iyi eli gelmiş gibi rahat bir ifade takınmak isin raconudur. Buna İngilizcede Poker-Face, yani Poker Yüzü derler.

Aslında İngilizcede Poker kökenli bir çok deyiş vardır, bilirseniz, birkaçı aşağıda.

An Ace up in one’s sleeve, yani kolunda sakladığı as, bir kişinin gerektiğinde kullanacağı sürpriz bir hareketi anlatır.

Beats me, derler bazen, bir anlayabilsem anlamında kullanılır. Aslen onun eli benden iyi demektir.

Call one’s bluff, yani birinin blöfünü görmek.

Uluslararası borsayla ilgileniyorsanız Blue Chip terimini duymuşsunuzdur. Bu terim, güvenli, değerli, yerleşmiş firmalar için kullanılır. Blue Chip, mavi fiş demektir. Gazinolarda yüksek miktarlı fişler mavi renklidir.

Herkese bol şans...

Çin'in Büyüme Modeli

Çin, dün herkezi yerinden zıplatan bir açıklama yaptı. 

Buna göre, Çin büyüme modelini, ihracaattan ülke içi satışa ve hizmete çevirmiş.

Bu, ilk bakışta insana sanki Çin, ihracatı bırakıp ülke içinde satmak için üretim yapmaya başlayacak gibi gelse de, biraz derinine inince aradaki nüansı anlayabiliyorsunuz.

Çinin kararı, ihracatı kısıp ülke içine dönmek değil, ihracatını bugünkü haliyle bırakıp sadece büyütmemek ama üretimini ülke içi tüketime yönelerek artırmak olarak özetlenebilir.

Şimdi bayram değil seyran değil Çin niye böyle birşey yaptı diye haklı olarak sorabilirsiniz.

Ben size kendi fikrimi söyleyeyim.

Öncelikle Çinin yakın zamanda açıklanan beklenenden fazlasıyla düşük çıkan büyüme hızına bakalım.

Sizce bu büyüme rakamı niye beklenenin çok altında çıktı?

Çin hükümeti bir hata mı yaptı? Çinde bir doğal afet mi gerçekleşti? Çin işadamları mı bir anda başarısızlaştı?

Bunların hiçbiri olmadı tabi.

Olan tek şey Çinin ihracat yaptıgı ülkelerde paranın bitmesi.

Yani Avrupada, Amerikada para yok. Nada, nema, nyet, null, zero, zilch!

Olana da Çin güvenmiyor, haklı da fazlasıyla. Şımdi siz olsanız Euro’ya güvenıp orta vadeli hatta kısa vadeli herhangi bir plan yaparmısınız? Alın bakın İspanyaya. Gümledi gümleyecek. Aslında çoktan gümledi de Almanya ve Fransa üzerine oturup dumanı saklamaya çalışıyorlar.

Hal bu iken Çin de büyüme hızını kesmek yerine iç pazara yonelip, endüstrisini canlı tutmatı planlıyor. Hatta bahane ile göreceli olarak zayıf olduğu hizmet sektöründe de deneyim kazanma amacında.

Aynı Amerikanın büyük depresyondan çıkma taktiği.

Çinşn nüfusunun büyüklüğünü ve iç pazarının bakirliğini de hesaba katarsanız. Çin bu karlı oyunu yıllarca sürdürebilir.

Ne mutlu Çine...

Ama bu stratejinin Çin dışındaki diğer ülkeler üzerinde çok önemli etkileri olacak.

Gelişen iç pazara sadece Çin üretip satmayacak. Çoğunluğu Çin de olsa, Avrupa ve Amerika da bu yeni pazardan payını alacak.

Ben kişisel olarak bunun Amerıka yada Avrupayı kurtaracağını düşünmüyorum. Bunun ilk sebebi, Çin hükümetinin öyle kolayca kendi pazarını dışarıya açmayacağı.

Bu günlerde Çin ile iş yapanlarınız bilir, Çin hükümeti bu modern kapütülasyonlara karşı çok akıllıca hareket etmeyi bilmiş, öyle serbest ekonomı falan gazı ile labadak diye pazarını kimseye açmamıştır. Kanırtırlar adamı inanın bana, bir parça malınızı Çinde satmak için.

Bunun bir sebebi de işin ucunda diğer pazarlarını birbirine açan ülke örneklerden farklı olmak üzere Avrupa Topluluğu, Serbest Dolaşım falan gibi ilk bakışta tatlı gelen rüşvetlerin olmayışıdır.

Bugün kimse asarım keserim aç pazarını yoksa.. falan gibi boş tehdıtler yapamaz dünyanın en büyük ordusuna.

Öyle ambargo falan da sökmez. Sadece kendısıne üretip satarak yıllarca idare edebilir Çin. Üretım maliyetlerini son onbeş senede yüzde on seviyelerine düşürmüş uluslar arası dev şirketlerin hiçbiri kabullenmez zaten ambargo kılıklı yaptırmacaları.

Buraya kadar özetlersek, Çin iç pazara yöneldi ve büyümesini sürdürdü, Amerika ve Avrupa da bu işten biraz nasiplendiler diyebiliriz.

Bu kulağa hiç de kötü gelmiyor. Alan da satan da memnun gibi.

İşte burada bence en önemli faktör devreye giriyor. Enerji.

Gelişen Çin iç pazarının kaçınılmaz olarak enerji ihtiyacı artacaktır, hem de o kadar ciddi bir biçimde artacaktır ki şu anda sadece batı pazarlarının kullanımına tahsis edeilmiş enerji, asıl olarak petrol, Çine akmaya başlayacaktır.

İşte tam bu anda zurna zırt demeye başlayacaktır arkadaşlar.

Çünkü siz ne bunu önlemek için gelişen Çin pazarına bilgisayar al ama araba alma diyebilirsiniz, ne de Amerikalıya araba kullanmak yerine trene bin.

Oyarlar adamı walla.

Bunun sonu ne olur derseniz, daha önce uzun uzun yazdıklarımı tekrar etmeden sadece şanslıysak yeni bir enerji kaynağı yada şanslı değil isek savaş diyebiliriz.

Atalım parayı havaya. Yazı mı tura mı?

15 Nisan 2012 Pazar

Çin İzlenimleri

Çin anılarından sonra biraz da Çin izlenimlerini yazmak istedim.

Pekin havaalanına indiğimizde itiraf etmeliyim çok heyecanlıydım. Çin, bildim bileli beni meraklandıran mistik bir ülke olmuştur. Hem tarihiyle hem de bir medeniyet inşa etmiş bir ulus olmasıyla beni hep cezbetmiştir.

İşte bu yüzden bir an önce havaalanından çıkıp ülkeyi görme isteği ile acele ediyordum.

Ama çok iyi de biliyordum ki eski doğu bloku ülkelerine, rejimleri değişmiş bile olsa yabancı bir pasaport ile girmek traomatik bir deneyimdir.

Pasaportunuzu defalarca göstermek zorundasınızdır. Görevli, bir size, bir de pasaportunuzdaki resme defalarca bakar.

Sayfalarca kâğıt üretilir, bu kâğıtlar ikiye bölünür, biri girişte kullanılır, diğerini çıkarken verirsiniz. Geri kalanlarına delikler açılır, klasörlere konur. Pasaport bankosunun arkasında devamlı pum, pum, pum seklinde damga sesini duyarsınız. Doğu bloğu ülkeleri damgalamayı her nedense çok severler.

Sonra size görev gereği geleneksel, niye geldiniz, nerede kalacaksınız sorularını sorarlar ama cevabini dinlemezler bile.

O güne dönersek, uçakta dağıtılan ve inmeden doldurduğumuz giriş formlarından sonra en az bir saati gözden çıkarmıştım.

Pasaport bankosunu bulduk. Görevli kız güler bir yüzle belgeleri istedi. Bu arada bir kamera otomatik olarak resmimizi çekti. Sadece bir kere “pum” sesini duydum. Ve neredeyse üç dakika içerisinde işlemimiz bitti. Bankonun hemen yanında memurun size karşı davranışı ve hızını değerlendireceğiniz otomatik bir terminal koymuşlardı. Memnuniyetimizi belirtip geçtik.

Çin benim ilk gördüğüm komünist ülke. Komünizm sonrası birçok ülkeyi görmüş olsam da bunların çoğu komünizmden kurtulma psikolojisi içinde ülkelerdi.

Pekin ilk görüşümde beni mahcup etmedi. Evet, tüm şehir tipik komünist bir cehreye sahip. Eskiden düşündüğümüz kadar gri ve zevksiz olmasa da tek tip binaların, ayni türde estetik olarak fazla önemsenmemiş yapıların oluşturduğu bir şehir.

Komünizmin iyi taraflarından da payını fazlasıyla almış Pekin. Bir kere dünyanın neredeyse en güvenli şehri. Sonra belki İsviçre’den bile daha temiz – ama burada yerlere tükürenleri hariç tutmak gerek. Çinde yerlere tükürmek ayıp değil. Kadın, erkek herkes yerlere tükürüyor. Her an o “Haaaak!” sesini duymanız mümkün. Her nedense “Tuuuu!” bölümü pek duyulmuyor.

Caddeler her iki yöne de beş-altı şerit genişliğinde. Yani karşıdan karsıya geçmek için koşmanız gerekmekte. Ama trafiği hiç sormayın. Türkiye’den sonra gördüğüm en kötü trafik. Yayalara yeşil yanarken bile arabalar tereddütsüz yayaların üzerine geliyorlar.

Ayni Türkiye gibi, yayalık ikinci dünya savaşı zamanlarında, Berlin’de, boynunuza “Ben Yahudi’yim” yazılı bir tabela asıp dolaşmaya benziyor.

Cinde her şey “halkın”. Cumhuriyet, “Halkın Cumhuriyeti”, para birimleri “Halkın Parası”, caddelerin ismi “Halkın Caddesi”, meydanların ismi “Halkın Meydani”, parlamentoları “Halkın Parlamentosu”. Bir sure sonra Çincesini bile söküyorsunuz. Çincede “Ren Min”, “Halkın” demek.

Aksam belli bir saatten sonra estetik amaçlı bina aydınlatmaları kapanıyor, belli cadde ve meydanlara giriş yasaklanıyor.

Facebook, Youtube yassah.

Tam komünist bir ülke yani.

Tam bu fikre alışmışken, bir sure sonra bu komünist ülke tanımında sanki bir tuhaflık var hissine kapılıyorsunuz.

Proletaryaya karışmış, yolda yürürken karşınıza bir Porsche bayisi çıkıyor. Hadi bu Halkın Porsche’u diyecekken bir alış veriş merkezine giriyorsunuz ki Las Vegas’da yok böylesi. Louis Vuitton’dan Armani’ye, Prada’dan Gucci’ye her şey var.

Bunlar öyle turistik falan değil. Sokaklarda Ferrari’leri, Prosche’ları görüyorsunuz, Proletaryanın ellerinde Louis Vuittonlar, üzerinde Gucciler. İnanmayanlar Facebook’taki albüme baksınlar.

İşte bütün bunların üstüne bir de Şanghay’ı görünce artık bu komünist ülke düşüncesini çöpe atıyorsunuz. Şanghay ile New York arasında çok az fark var.

Hem de kapitalizmin tüm “şeytani” enstrümanları ile. Bankalar, Menkul Kıymetler Borsası, büyük şirketler, vs...

Kimse yanlış anlamasın, bence bu çok iyi bir şey. Tüm bunlar Çin ve Çin halkı için son derece faydalı kurumlar. Çin bir gün gerçek bir süper güç olursa bunların sayesinde olacak.

İşte böyle. Çin’de komünizm kapitalizme adapte olmuş. Bu çok ilginç gelse de kulağımıza, Çin’e önemli bir avantaj kazandırıyor. Eğer her iki ideolojinin de iyi taraflarını kullanmayı becerebilirse Cin’i tutmak çok zor olacak gibi.

Her ne dersek diyelim Çin artık kapılarını açmış, geliyor, hem de gümbür gümbür. Dünyanın gerisinin hayati artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.

Cinle ilgili birkaç başka önemli noktanın altını çizelim

Komünizmin ilk dönemlerinde yasaklanmış olsa da daha sonra inanç özgürlüğü benimsenmiş. Budizm, Taoizm, İslam, Protestanlık ve Katoliklik devlet tarafından resmi olarak tanınan dinler. Konfüçyüzim ise bir din değil felsefe olarak kabul ediliyor.

Gezip görmek için ise esi bulunmaz bir hazine. Unutmayalım, Çin bir uygarlık kurabilmiş Yunanlılar, Romalılar, Moğollar ve tabii ki Türkler gibi nadir uluslardan biri. Bu yüzden de tarih, kültür ve yaşamlarında görmeğe değer birçok şey var. Yasaklı şehir, Çin seddi, tapınakları, sarayları, mutfakları görüp yasayan herkesi fazlasıyla etkileyecektir.

İşte benim penceremden uzak doğunun süperstari.

13 Nisan 2012 Cuma

Çin'de Bir Taksi Macerası

Çince dünyanın en zor dillerinden biri. Hem telaffuzu çok zor hem de kelime hazinesi fazlasıyla kendine özel. Bir de yazıllı gördüğünüzde okuyamadığınızdan artık kulağınızla duyduğunuz gibi söylüyorsunuz yerleri, yemekleri, vs.

Jelena çok güzel uydurmaya başladı ilk birkaç saatten sonra.

Mesela Tiananmen meydanı oldu size “Tiam-Miam” meydanı.

Çin para birimi Renmenbi benzeri biçimde “Ram-Pam-Pim” haline dönüştü.

Neyse.

Çin’de taksiler çok ucuz, o yüzden şehir içi yolculukların çoğunu taksiyle yaptık.

Ama Çin’de taksiye binmenin de bir raconu var. Şöförü sizin söylediğiniz yere gidebileceğine ikna etmeniz gerekiyor.

Pekin’deki son günümüzün sonunda, ikimiz de bitap, bir taksiyi durdurduk. Hemen içine atladık. Ben şöföre otelin adını söyledim.

-“Crowne Plaza please...”

Şöför de bana dönüp:

-“Hay Hoy Hoyda Hagaaaaaaa!”

Diye bağrdı.

Geçmişten tecrübeliyiz, Jelena hemen arkasında otelin planının, önünde ise adının ve adresinin Çin alfabesiyle yazılı olduğu kartı gösterdi taksiciye.

Taksici kartı aldı, baktı, baktı, baktı, ...., baktı, ...,

-“Hagaaaaaaa!”

Diye bağırarak kartı geri verdi.

Ben nasıl sinirlendiysem, haydi lan Jelena iniyoruz deyip kapıyı actım ki, şöför gaza basıp hareket etti.

Tam neyse anladı derken üçyüz metre sonra kenara çekip durdu ve bize döndü.

-“Aaaaaaaaaaa!”

O kadar komik bir pozisyondayız ki arkadaşlar, arabanın içinde amaçsız bir biçimde bekliyoruz. Şöför gideceğimiz yeri bilmiyor, otelin adını anlamıyor, adresin yazılı olduğu kartı arkasındaki yol planına rağmen yorumlayamıyor, bu arada bizi de asağı indirmiyor.

Tam bu anda Jelena bır aslan kesildi ki, çantasından hop hop otobüslerinden kalan planı çıkardı, plastik muhafazanın altından şöföru çimdikleyip planı onun burnuna soktu.

Sonra da ilk günlerde Tiananmen’i söyleyemeyen o değilmiş gibi,

-“Look, this is Pudong, we are here (bak burası Pudong, biz burdayız), and this is Yungchonyoung, the hotel is here (burası da Yungchonyoung, otel burada), now you make a left turn here on this street, cross the tunnel and get to Yungchonyoung through Wonponyan road (şimdi bu caddeden sola dön, tüneli geç ve Wonpoyan caddesinden Yungchonyoung,a geleceksin.”

Diye bağırdı.

Şöför yol boyunca bir daha konuşmadı. Sorunsuz olarak otele geldik.

Çin-gilizce

Avrupa kökenlı bir dili konuşuyorsanız, diğer Avrupa dillerinde çok fazla ortak kelime bulabilirsiniz. Hayatta kalma (survival) durumlarında bu çok işe yarar. Kaş göz yarsanız da yolunuzu bulursunuz.

Eşim Jelena Latınceyi yazama ve konuşma seviyesinde çok iyi bilir. O yüzden onunla Avrupa yada Latin Amerikada seyahat etmek çok kolaydır. Mesela İspanyolca eğitimi almamış da olsa, İspanyolca konuşulan bir ülede özellıkle bir iki günden sonra şakır şakır İspanyolca konuşmaya başlar, adres sorar, muhabbet eder, vs.

O yüzden genelde hep ben ona “Jelenacım, sorarmısın fotoğraf çekebilirmiyiz?” yada “Söylermisin domates koymasınlar?” şeklinde sorma pozisyonunda kalırım.

İşte bu makus talihim Çin’de değişti arkadaşlar.

Havaalanından hemen bir taksiyle otele gittik. Jelena resepsiyondaki kıza:

-“Good afternoon, my name is Jelena Nalci, we have a reservation for three nights.”

Dedi. Kız da ona aynen aşağıdaki gibi cevap verdi:

-“Melkomtooulhotelt, aummmnn, doyoman aah smokinlom olnonsmokinlom?”

-“Ha?”

-“Yollom madam, smokinolnosmokin?”

Jelena pes dedi, bana döndü ve sordu:

-“İngilizce mi konuşuyor bu?”

Hee, İngilizce dedim. Üçbeş muhabbetim olmuştur geçmiş yıllarda. Çin-gilizceyi biraz anlarım.

-“We would like to have a non-smoking room ma’am.”

Dedim, yani sigara içilmeyen oda.

-“Noploblemt, aummmnnn, kennaihavlyolkalt?”

-“Sure. Is Visa fine?”

-“Noploblemt”

Bu olaydan sonra neredeyse tüm danışmalarımızı ben yaptım :)

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...