31 Aralık 2019 Salı

Grev

Sevgili arkadaşlar, size bahsetmiştim, Fransa’da demiryollarındaki grev yüzünden Lozan-Paris trenimizin akibeti biraz karanlıktı. Sonradan trenimizi teyit ettiler, bu sabah da trene binip, Paris'e doğru yola koyulduk. Daha trenden inmeden Jelena mahkeme duvarı gibi bir suratla iPad'ini gösterip, "Dönüş trenini iptal etmişler" dedi. Aynı email'de hemen yeni treninizi teyit edin diyordu. Jelena söyledikleri web sitesine girip, değiştirmeyi denedi, nada. Email'de verdikleri telefon numarasını aradı, cevap yok. Grev tabi.... Fransızlar, siz Türkçede nasıl diyor, bu grev işine çok propensite, yani temayüllü, daha da doğrusu mütemayil bir millet. Her şey için greve giderler, kendileri dahil bütün turistlere sistematik bir biçimde hayatı zehir ederler.

Çaresiz, Paris'e indiğimizde biletleri Gare de Lyon'daki gişelerden değiştirelim dedik. TGV trenlerinin gişeleri koca bir salonda. Salona girerken bir Kuzey Afrikalı "görevli" bizi durdurdu. "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu. Jelena, "Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz" dedi. "Haa, o zaman doğru yerdesiniz" dedi bizimki. Sanki bilet gişelerinden striptiz şovuna bilet almayı düşünecekmişiz gibi.

Yan tarafındaki bir kuyruğu işaret etti, "Sıraya girin" dedi. Salonun içinde otomatik numara veren bir cihaz vardı. Ama o cihazda sıraya girebilmek için demek ki salonun girişinde bir sıraya daha girmek gerekiyordu.

Bir on beş dakika sırada bekledik, sonra yine o Kuzey Afrikalının önüne geldik. Az önce konuştuğumuz adam yine “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da bir kez daha,“Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Adam da bir kez daha “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” diye teyit etti. Gülmemek için ciddi bir çaba sarf ederek içeri girdik.

Sıra numarası veren makinenin önünde başka bir Kuzey Afrikalı duruyordu. Bize “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da, artık soruya şerbetlendiğinden iki kelimeyle “Biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Görevli “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” dedi, ancak önceki görevliye kıyasla bize hayati önemdeki bir başka bilgiyi de aktardı "Yukardaki ekranda numaranızı görünce, yanında yazan gişeye gidin"...

Salonda yirmi iki gişe vardı, ancak grev nedeniyle sadece beşi çalışıyordu. Beşinden de ikisinin önünde kimse yoktu. Gişedeki görevliler Walking Dead dizisindeki zombiler gibi hiç bir şey yapmadan, anlamsız bir biçimde bilgisayar ekranlarına bakıyorlardı.

Bir yarım saat sonra sıramız geldi, gişeye ulaşabildik. "Biletlerimizi değiştirmek istiyoruz" dedik, "Aynı güne, en geç saate"...

Neyse eski trenimizden bir saat öncesine bir tren bulabildik. 🐝Mezzy🐝 parkta son gün bir saat az vakit geçirecekti ama buna da şükür....

Görevli doğum tarihimizi sordu. Jelena da "Mile neuf cent septant cinq' yani 'Mil nöf san septan senk', yani yani 1975 dedi. Bizim gişeci "Ha?" diye şaşırdı. Garip zevcen İsviçre'de on iki yıldan sonra asimile olmuş tabi, Fransızca değil İsviçrece sayıyor. Septan cinq yetmiş beş demek, ama Fransızlar yetmiş beş yerine altmış on beş derler, yani 60 + 15. Daha da kötüsü var. Mesela doksan dokuz için dört yirmi on dokuz, yani 4 x 20 + 19...

Karım Fransızcayı Fransa'da tahsil ettiğinden kıvırır bu gereksiz matematiği, işin aslı ben Fransadayken parmaklamaya başlarım ama tren iptalinin stresi, üstüne bir de üç buçuk saatlik Mezzy-Show eklenince İsviçre sayılarına daldı.

Neyse, e=mc2 anlaştık gişeciyle.

Dönüşe biletimiz var, trenimiz de olacak mı, göreceğiz.

Bugün yılbaşı, çok mızmızlanmayalım.

Disneyland Park'a gitmek üzere otelden çıkıyoruz.

Yeni yılınız kutlu olsun ❤️

22 Aralık 2019 Pazar

Yılbaşı

Sevgili arkadaşlar, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun gecesi. 22 Aralık itibarıyla geceler kısalıp, günler uzamaya başlayacak. Sabahları saat altıda kalkıyorum. 🐝Mezzy🐝'yi servise bırakıp, o okuldayken biraz da huzurla kendi işlerime bakabiliyorum.

Sabah kalktığımda ortalık kapkara. Türkiye'deki dostlarım için saat sekiz. O karanlıkta ne yapıyorlar, düşünmek bile istemiyorum. Ancak yarın itibarıyla en azından ben kulunuz için hayat güzelleşecek, aydınlık artacak, karanlık azalacak. Güneş sisteminin fiziği bu. Kimsenin bunu değiştirecek gücü yok. Yiyen varsa buyursun...

Dünyanın bu tarafında hayat bu iki hafta boyunca durur. Önce Noel, sonra da yeni yıl. Her yer süslenir, tatlı, Noel müzikleri çalar. Herkes mutludur. Ne insanlar yumruklarını kaldırıp bağırarak sağa sola tehdit sallarlar, ne de diğer dinlerce önem verilen kişilerin şişme kopyalarını sokak ortasında sünnet ederler. Gerçekten huzurlu, mutlu bir ortamdır yılın sonu.

Noel'in ardından yılbaşı gelir. İnsanlar Noel'in huzuruna, yılbaşının coşkusunu eklerler, yılın son gününü eğlenerek geçirip, yeni yılı karşılarlar. Alkolün, müziğin yoğun olduğu bir gecedir yeni yıl.

İşte uzun bir süre boyunca, bu konseptte bir gece benim problemim olmuştu.

Hadi problem demeyelim de biraz ekşi, biraz hayal kırıklıklarıyla sonlanan bir gece. Bunun da kısa açıklaması, yeni yıl gecesini eğlenerek geçirme zorunluluğunun benden aldığı bir bedel olması.

Bu fenomeni Türkiye'den ayrılmadan da defalarca yaşadım. Lan yılbaşında nasıl eğleneceğiz diye başladığım bir çok gece anlamsız bir alkol tüketimiyle sonlanmıştı. Ertesi sabah kalktığımda ne bir önceki gecenin hazzı, ne eğlencenin tatlı yorgunluğu, sadece baş ağrısı kalmıştı.

Aslında olan biten çok basitti. Normal bir akşama göre gerçekten farklı ve eğlenceli sayılabilecek bir yılbaşı akşamı, eğlenme beklentilerinin gereksiz olarak yükseltilmesinden dolayı bir hayal kırıklığı haline geliyordu.

Okulumu bitirip, askerlik vesaire, hayatın zorunluluklarını yerine getirdiğim yıllarda yılbaşılarım bırakın beklentilere göre düşük eğlenceyi, hüzünlü bile geçti diyebilirim.

İş hayatına başladığımda uzun bir süre stokların sorumluluğunu üstlenmiştim. Bu da 31 Aralık günü stok saymak demekti. İzmir'deyken yılbaşılarım hep stok sayarak geçti. Dükkanı kapayıp, 'eğlenmek' üzere eve döndüğümde yorgunluktan yarı ölü bir şekilde zar zor bir kadeh bir şeyler içip, eğlenme taklidi yapmıştım.

Lozan'a yerleştiğimde ise sadece dekor değişti ama piyesin teması hep aynı kaldı.

Yazının bu bölümünde size şu yılbaşında buradaydım diye anlatacağım ama bunu hıyarlık olarak almayın lütfen. İsviçre, Avrupa'da o kadar merkezi bir konumdadır ki, İstanbulun bir ucundan diğerine giderken harcayacağınız zamanın daha azına, Avrupa'nın bütün büyük şehirlerine ulaşabilirsiniz.

Hayatımda ilk defa Parisi bir yıl sonu seyahatinde gördüm. Milenium'u Viyana'da klasik müzik dinleyerek döndüm. Ancak buralarda güzel olan hep bu yerlerde olabilmekti. Yılbaşında 'eğleneceğim' fenomeni yüzünden eğlenmek mümkün olamıyordu.

Sonrasında bu yılbaşı işini tamamen bıraktım. Zaten tek başımaydım, o yüzden de kimseyle 'eğlenme' zorunluluğum kalmamıştı. Hadi yeni yılda şunu yapalım, şuraya gidelim tarzı, arkadaşlardan gelen önerileri de savuşturmak suretiyle bir kaç yıl yeni yılları tek başıma geçirdim. Evdeyken bilgisayar oyunları oynuyordum. Sağa sola gittiğim bir iki yılbaşı daha oldu ki, yeminle neredeydim, ne yapmıştım hatırlamıyorum.

Sonra Lozan'dan ayrılıp, Niş'e yerleştim. Niş'teki ilk yılbaşım 2005'i 2006'ya bağlıyordu. Hayatımda hafif bir deja vu olmuş, 31 Aralık'ta bir stok sayımı sonrası yeni açılan koca bir gece kulübüne atmıştım kendimi. Hem ofisten, hem de dışardan bir kaç arkadaşla yine eğlenme taklidi yapıyordum.

Ancak bu yılbaşı ilk bakışta diğer yılbaşıları kadar monoton ve can sıkıcı gibi görünse de sonradan öğreneceğim bir nedenle belki de geçirdiğim en ilginç yılbaşılarından biri olacaktı. Çünkü hayatta dinlemekten en çok zevk aldığım tekno müziği eşliğinde, bardağa koydukları alkol artık her ne ise onu yudumlarken, hemen yanımızdaki grupta sevgili müstakbel karım durmuyor muymuş! Tabi ki o sırada birbirimizi tanımıyorduk, Jelena sonradan anlatmıştı bana.

Gördünüz mü iç bayıcı bir yılbaşı öyküsü nasıl How I Met Your Mother'a döndü...

İki ay sonra sevgili karımla beraberdik artık. Günler birbirini kovaladı, bir sonraki yılbaşı geldi. Artık ilişki durumum bekardan başı bağlı'ya dönmüştü, bu yüzden de ufukta yılbaşı nedeniyle yine mecburi bir eğlenme seansı görünüyordu.

2007'yi Evde Beklerken
Bir de bu yılbaşı işi Sırbistan'da öyle bildiğiniz gibi değildir sevgili arkadaşlar. Aralığın 19'unda Saint Nicolas Slavasından başlayarak Ocağın 13'ündeki Ortadoks yeni yılına kadar herkes devamlı bir yeni yıl kutlama modumdadır. Rezervasyonlar sadece 31 Aralık akşamı için değil, 1 ve 2 Ocak akşamları için de yapılır. Bu bir aylık süre içinde hayat durur desem yeridir. Çok az ayık insan görürsünüz. Herkes mutlu mutlu eğlenir.

Bir tek 31 Aralık akşamının bile zul geldiği şahsımın durumunu takdir edersiniz artık. Sadece bir yılbaşı akşamı değil, eğlenilmesi zorunlu en azından bir beş gün daha çıkmıştı ortaya.

Bu sondan kaçmak mümkün değildi elbette, zaten demirden korksak da trene binmezdik, hattızatında...

Sevgili - o zaman görlfrendim - karıma sordum "Aşkım, yıl başında ne yapalım?" şeklinde, sonra da gözlerimi kapayıp, sonumu beklemeye başladım.

"Bilmem ki, sen ne yapmak istiyorsun?" dedi. Ben 31 akşamı disko, 1'inde Belgrad, 2'sinde kayak falan beklerken bayağı şaşırmıştım. Altta kalmadım, "Bana her şey uyar, sen söyle" dedim.

"Evde oturalım" dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. "Emin misin?" diye bir daha sordum, hani disko, zebehe kadar dans falan....

"Yok!" dedi. Görürüz iki sene sonra dedim, kendi kendime. Hele biraz yıllanalım, kalk ayağa sünepe herif, bir yerlere götür beni, eğlenmek benim de hakkım diye başlarsın.

Aradan on beş yıl geçti, bu süre boyunca bir kere bile disko, gece klübü kılıklı hiç bir yere gitmedik. Devran öyle bir döndü ki, hadi karıcım, bu akşam dışarı çıkalım diyen ben oldum.

O yılbaşı evde oturduk. Taco hazırlayıp, arkadaşları çağırdık. Tek arşın müzik, tek endaze dans etmeden bitmişti gece. Saat bir olmadan da uyumuştuk. Niş'te geçirdiğimiz son yılbaşıydı bu.

Tekrar Lozan'a gelmiştik, sonraki bir kaç yılbaşını Montreux Casino’da geçirdik, hani Deep Purple'ın Smoke on the Water casinosu.

Daha sonra da her yılbaşında bir başka kente gittik, ama sadece gezi amaçlı. Bir kez bile zebehe kadar dans olmadı. Sonraki yılbaşlarımızı sırasıyla Brüksel, Hong Kong, Paris ve Kopenhag’da geçirdik.

2015 Yılbaşı, Sevgili kızımızı Beklerken
2014 yılını 2015'e bağlayan yılbaşında ise Côte d’Azur'deydik. Nice, Cannes, Antibes falan dolaşmıştık ama yeni yılı Monte Carlo Casino’da karşıladık. Hayatımın en mutlu yılbaşısıydı bu. Çünkü artık iki değil, üç kişiydik. Üçüncümüzün kim olduğu o zamanlar henüz belli değildi, ancak ben onun ismine kadar kim olduğunu, ne olduğunu biliyordum. Aynen beklediğim gibi de oldu. Canım kızım Melissa bir sonraki yıl doğmuştu.

2015 yılını sonlandıran yılbaşı 🐝Mezzy🐝'nin gelmesiyle biraz karmaşıklaşmıştı. Daha beş aylık bir bebekle ne yapalım diye bir süre düşündük.

2010 yılında bir Normandiya gezisi sonunda sevgili karımla Paris'te Disneyland'de bir gün geçirmiştik. Olayı çok Kemalettin Tuğcu yapmayalım ama parkta eğlenen çocuklara bakıp bayağı hüzünlenmiştik. Bir gün bir çocuğumuz olursa buraya getirelim diye sözleşmiştik. Zaten 🐝Mezzy🐝'nin haberi geldiğinde hemen konuyu açmış, üç yaşına falan geldiğinde Disneyland'e gideriz deyip, kapatmıştık.

Sevgili Kızımın İlk Yılbaşı
Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken fikir hangimizden çıktı hatırlamıyorum, hadi Disneyland'e gidelim dedik. Ama 🐝Mezzy🐝 çok ufak, hatırlamaz falan dedik, sonra da o hatırlamazsa biz hatırlarız dedik, atladık arabaya, Paris'in yolunu tuttuk. 🐝Mezzy🐝 nin ilk uzun yoluydu bu, o yüzden ismi Paris olsun dedik, Paris'te yarım gün geçirdik. 🐝Mezzy🐝 'cik hayatının ilk metrosuna burada bindi, Eyfel kulesini, Zafer Anıtı'nı, Şanzelize'yi falan gördü.

Yılbaşı yemeğimiz için Disney Village'deki Planet Hollywood isimli restorandaki rezervasyonumuz işe yaramayınca bir İtalyan fast food restoranından take-away makarna ve otelin barından zar zor bulduğumuz bir şişe Brouilly alıp odamıza çıkmıştık. Kızım hayatımızı aydınlatmıştı ama o aralar hayatımızın gerisi bayağı karanlıktı. Her şeye rağmen hayatımın en mutlu yılbaşısını iki yuroluk karton kutuda makarna ve ucuz şarapla geçirmiştim.

Karton Kutuda Makarna Ve Ucuz Şarap İle Yılbaşı
Sonraki bütün yılbaşlarını Disneyland'de geçirdik. Bazen yılbaşında neredeydiniz diye snob sorular geldiğinde Paristeydik hayatım diye cevaplıyorduk. Yalan da değidi tabi. Paris'in Gare de Lyon istasyonunda gün yüzünü görmeden tren değiştirip, Disneyland'e gidiyorduk😜

Arabasında başını zor kaldırdığı ilk Disneyland seyahatinden bu güne dek 🐝Mezzy🐝cik için çok şey değişti tabi. Önce arabasını bırakıp yürümeye, sonra da koşmaya başladı. Mickey 🐝Mezzy🐝 ilk konuşmaya başladığımda 'Biki' idi, sonra Miki oldu. Sonra boyu bir metreyi geçti ve ilk grup roller-coaster'lara binmeye başladı. Hesaplarımıza göre bu yaz parktaki her roller-coaster'a binebilecek. Şu anda boyu 110 cm, Temmuz'da hem beş yaşına, hem de gerekli 112 cm'ye ulaşacak.

İşte böyle. Anladığınız üzere yeni yılı Disneyland'de karşılayacağız. Yola bir hafta sonra çıkacağız ancak 🐝Mezzy🐝 sağolsun, her an her şey için vakit olamayabiliyor. Ondan size biraz erkenden yazıp, yeni yılınızı kutlayayım istedim.

2020 herkese sağlık ve mutluluk getirsin.

Sevgi ile kalın ❤️

12 Aralık 2019 Perşembe

İki Asır Sonra Bile...

Yıl 1997 falandı. Krakow havaalanında o günler için vakai adiye olmuş, geleneksel rötarını yapan uçağımızı bekliyorduk.

Yanımda Amerikalı bir arkadaş vardı. Benden bir on-on beş yaş falan büyüktü. Vietnam'da field medic'lik yapmış, bu hasta-doktor işlerine de bu yüzden kafayı takmış biriydi. Her antibiyotik aldığında dünyaya yaptığı kötülüğü düşünür, her fırsatta ilaç firmalarının ne kadar düzenbaz, ne kadar şeytani olduklarını anlatırdı. Bu kadar germofobik, pimpirikli biri olmasına rağmen yine kendini tutamaz, seyahatlerde poligamik takılıp onla bunla aganigi yapar, bir halt ettiğinde de iki gün uyuyamaz, AIDS falan kaptım diye aklı çıkardı.

İşte böyle bir günün ardından havaalanında başımın etini yiyiyordu. "Bu orospu çocuklarının yüzünden AIDS'den öleceğiz" diyor, "AIDS'e çare bulacaklarına, sadece insanları aldıkça yaşatabilecek ilaçlara yatırım yapıyorlar, hastalar da ölene kadar bunlara para vermek zorunda kalıyorlar" diye yırtınıyordu.

Her komplo teorisinin olduğu gibi bunun da haliyle insanın aklına yatabilecek tarafları vardır. Elbette farma şirketler karlarını artırmak için hastalığı kökten tedavi eden ilaçlar yerine sadece semptomları ortadan kaldıran ya da azaltan ilaçlara yönelirler. Düşünün, AİDS'li bir hastayı hayatta tutabilmek için on sene boyunca ona ilaç satmak, aynı hastayı sağlığına kavuşturmaktan çok çok daha fazla karlıdır. Ancak genelde bu yaklaşımı dengeleyen üniversiteler, vakıflar, alternatif ilaçcılar, anti-kapitalist devletler falan vardır. Bazen de sadece rekabet yüzünden, yani başka bir şirket bunun lisansına, patentine artık her neyine ise, sahip olmasın diye şirketler tedavi edici ilaçları piyasaya sürerler.

Geçmişte bu teorinin genişletilmiş halleri, bazen de ona birer spin-off şeklinde ortaya atılan, hedefte devamlı paralı ve şeytani farma şirketlerinin olduğu daha bir dolu zırva ortaya çıkmıştır. İlaç şirketleri önce sağlıklı insanları gıda, içme suları yada başka ilaçlarla zehirler, sonra onları tedavi edip, paralarını alır. Yukarda andığım arkadaşım, içme suyuna katılan klorun bile bu şeytanların işi olduğuna inanırdı.

Bu işleri seviyorsanız bayağı eğlenceli bir konudur bu, ama o kadar eskidir ki, popülerliğinin tavanındayken Leonid Brejnev Sovyetlerin başkanı, Gülşen Bubikoğlu da her gencin rüyasıydı.

O yüzden geçenlerde Youtube'da Soner Yalçın'ı duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Aşıların sağlığa sanıldığı kadar yararlı olmadığını, günümüz ilaçlarının, elbette ki 'küresel' şirketlerin gaz vermesiyle, doktorlar tarafından hastaların bireysel durumlarına bakılmaksızın kullandırıldığını falan anlatıyordu.

Bir anda deja vu olmuştum. Krakow havaalanına geri döndüm, yanımdaki arkadaşın ruhu etrafımdaki mumları falan söndürdü. Soner, kırk senelik böğk bir zırvayı bir eureka havasıyla yeni bulmuş gibi anlatıyordu!

Soner, bugüne kadar okuduğum yazılarıyla birer tarihçi, dilbilimci, gıda mühendisi falan olmuştu, ancak doktorluk mertebesine ulaştığından haberim yoktu. Demek sonunda Nirvana'ya ulaşmıştı. Her aydın gibi her şeyi doğuştan bildiğinden, öyle okul okuyup, ihtisas-mihtisas yapmasına gerek de yoktu. Bilgi çağının olanaklarını kullanarak hekimliğin sırrını çözmüş, bütün Türkiye'ye tıbbın sırlarını açıklıyordu.

Bu bilgi çağının olanakları deyince de aklınıza öyle Internet, Wikipedia, forumlar, tartışma grupları falan gelmesin lütfen. Her kontemporer Türk aydını gibi Soner'in de favori bilgi çağı aracı Google Translator'dır. Bu program sayesinde tembelliklerinden Türkçe'den başka bir tek dil konuşamayan bu sözde aydın tayfası altın bulmuş gibi oldu. Artık Internet üzerinde yarım yamalak da olsa modern dünyanın ne düşündüğünden, ne konuştuğundan haberleri olabiliyor.

Bu işten ilk nemalanan, anladığım kadarıyla o Acun isimli arkadaş. Türkiye gibi dünyanın gerisinin ne yaptığından bihaber, bakir bir cennette yaşadığını farkedip, batının kırk senedir izlediği programları memlekete getirdi ve milyoner oldu.

Soner de aynı hesap, kırk senelik komplo teorisini Googıl Tranzleytörden geçirip kitap yapmış, bize satıyor.

Soner'in (ve benim de tabi) gençliğimizin geçtiği yetmişli, seksenli yılların fantezisidir, zengin ama kötü kalpli vilanlar dünyayı yok etme amacıyla akıllarına gelen her türlü kötülüğü yaparlar. James Bomd filmlerinin Hugo Drax'i, Karl Stromberg'ü, Mandrake'in "8" 'i, Superman'in Lex Luthor'u falan hep böyle karakterlerdir.

Soner de bu tıbbi komplo teorisi için böyle bir vilana gereksinim duymuş anlaşılan. Ancak burada anlamanız gerekli şey, Soner'de biraz da çav bella'lık olduğudur. Bu yüzden de kendisine klişe bir kapitalist vilan bulmuş.

Rockefeller!

Gençliğimin komünistleri çok severdi bu kelimeyi. Çoğu da Rockefeller'ın kim olduğunu, niye bu kadar şeytani olduğunu falan bilmez, anlamazdı. Ancak konuşurlardı tabi. 1980'de ben on dört yaşımdaydım, hadi o zaman idare ediyorduk da, elli küsür yaşımıza geldik birader, değiştir şu plağı artık yahu!

Rockefeller dediğin adam 1839 da, Atatürk'den kırk sene önce doğmuş, 1937'de hakka yürümüş. Hadi oğlu desen 1874'de doğmuş, 1960'da, ben doğmadan altı sene önce ölmüş. Eğer bu adamlar hala aşılara su katıp 'dünya uluslarını' zehirliyorlarsa, yazık bu dünya uluslarına, iki asırdır anlayamamışlar bunu demek ki...

Aslında Soner bir uyansa, bu Rockefeller'larla ilgili Kennedy suikastinden Orta Doğu'ya kadar öyle çok komplo teorisi var ki, üç kitap daha çıkar bunlardan. Ancak Google Translator'ın gücü yeter mi, bilmiyorum.

Neyse. Soner'i bir kaç farklı programda dinledim. Hepsinde birinci suçlu Rockefeller'di, ama en ufak bir şekilde bir bütünlük, yada konuyla herhangi bir ilgi bulamadım. Sadece Rockefeller diye şuursuzca bağrınıyordu.

İnsanlara aşıların zararlı olduklarını/olabileceklerini ima ediyor, ilaçların çoğunlukla işe yaramadıklarını anlatıyordu. Zaten kollektif beyin gücünün orta çağın altında işlediği bir memlekette, bu anne babalara çocuklarını aşılatmamak için eyyamcılıktan kaynaklı, aradıkları bahaneyi sunan bu tür söylemlerin tehlikesini umarım anlamışsınızdır.

Soner'in kitabına ayıracak beş dakikam bile yok. Okumadım, okumayacağım. Sizlere bu anlattıklarım Youtube programlarından izlediklerimden. Bunlar yetti ve arttı bile...

Çok arkadaşça bir yazı olmadığının farkındayım, ancak bu kendini bir bok zanneden ve üç kuruşluk bilgisi olmadan bağrışan bu aydın tipinden o kadar sıkıldım ki, siz de umarım beni hoş görürsünüz.

İnsanlara yabancı dil öğrenmeyin diyen Nihat Genç, ya da çocuklarınızı aşılatmayın diyen Soner Yalçın gibileri aydın falan değil, birer dingildirler. Aykırı olup dikkat çekmeye çalışmaktansa vakitlerini ülkenin düştüğü şu durumdan kurtarmaya harcasalar daha iyi olacak bence.

Akşamınız güzel olsun ❤️

28 Kasım 2019 Perşembe

Harman Şaraplar

Sevgili arkadaşlar, gelin bu akşam tarih boyunca filozofları meşgul etmiş, bugün bile gizemini koruyan, varoluşun en önemli cevapsız sorularından birine cevap bulmaya çalışalım.

Harman şaraplar mı yoksa tek bir üzümden yapılmış şaraplar mı daha makbulüdür? 😜

İşin aslı, binlerce yıl boyunca şaraplar bir tek üzüm türünden yapılagelmiştir, o üzüm de çoğunlukla şarapçının bağında yetişen üzüm olmuştur. Bu üzüm türü ise beklendiği üzere doğal olarak şarap bağının bulunduğu bölgeye özgü türdür.

Geçmişte şarap içmenin tad almaktan çok yoksul halkın yoksul olduklarını anlamaması ya da savaşa giden askerlerin kafayı bulup, kendilerini ölüme atmaları için olduğunu düşünürsek, şarabın hangi üzümden yapıldığının çok da fazla önemli olmamasını anlayabiliriz.

Ancak geçen zamanla şarap sadece bir kafayı bulma aracı olmaktan çıkmış, insanların içerken de zevk aldığı bir ürün haline gelmiş. Bu yüzden de şarabın hangi üzümden yapıldığı, ne tür fıçılarda ne kadar süre yıllandırılacağı önem kazanmaya başlamış. Yaratıcılık bir başlayınca sonu gelmiyor işte, sivri akıllının biri, kim bilir ne zaman, hadi demiş, kör değneği gibi aynı üzüm olmasın, biraz da başka üzüm katalım harmanımıza.

Böylece de harman şaraplar çıkmış ortaya.

Yazının tümünde şarap dediğimde sadece kırmızı şaraplardan bahsedeceğimi hatırlatarak devam edelim.

Günümüzde harman şarapların en yoğun yapıldığı ülke Fransa’dır. Fransız şarapları arasında harman olmayan çok az şarap vardır.

Tek tür üzümden yapılan en önemli Fransız şarabı Burgundy'dir. Kullanılan yegane üzüm ise Pinot Noir isimli, dünyanın en güzel üzümlerinden biridir. Dünyanın en pahalı şarapları bu bölgeden gelir.

Aynı bölgeden ancak bu kez Gamay isimli üzümden yapılma Beaujolais, nadir harman olmayan Fransız şaraplarından bir başkasıdır.

Ancak geri kalan hemen tüm Fransız şarapları harmandır.

Bunlardan en önemlisi Bordeaux şaraplarıdır ki hemen tümü Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinin bir harmanından yapılır. Bir başka bilinen Fransız şarabı olan Côtes du Rhône ise sanki Zihni Sinir’in laboratuarından çıkmış gibidir. Başta Syrah (Şiraz), Grenache, Mourverde ve bazıları beyaz, onlarca farklı üzüm türünün karışımımdan yapılır. Keza Launguedoc şarapları da yine bir dolu farklı üzümden yapılır.

İtalyan şaraplarının neredeyse tümü tek bir üzümden yapılır, harmanlama çok nadirdir.

Örneğin Barolo yada Barbarescu. Her ikisi de Piemonte’de yetişen Nebuiolo üzümünden yapılır. Salice şarapları Negroamaro, Toskana şarapları, özellikle Montalcino ve Montepulciano (Vino Nobile), ise neredeyse tamamen Sangiovese üzümünden yapılır. Burada istisna Chianti’dir ki, bariz çoğunluğu Sangiovese olsa da şarabın cinsine göre yüzde yirmiye yakını, beyaz üzüm dahil, aklınıza gelen her türlü ıvır-zıvır üzüm türünü içerir.

İspanya’da da durum İtalya’nın, daha doğrusu Toskano’nun bir benzeridir. Asli üzüm Tempranillo, bazen de Grenacha genelde az biraz başka türlerle karıştırılır. İspanyol şarapları hakkımda çok yüzeysel bir bilgim var sevgili arkadaşlar - çok da yazık, İspanya’dan gerçekten çok güzel şarap çıkar.

Balkanlara gelirsek, Sırbistan ve Karadağ’da daha hiç harman şarap görmedim ve içmedim - kayımpederimin ev şarabı istisna. Prokupac, Vranac ve Tamjanka Crna aklıma gelen ilk örnekler. Bir arkadaş bu sonuncu üzümden yapılma çok nadir iki şişe şarap saklıyor benim için, hatta şarapların yapıldığı manastırı ziyaret edeceğiz. Bir sonraki seyahatimizi dört gözle bekliyorum tahmin edersiniz. Prokupac ise müthiş leziz bir üzüm. Vranac daha ziyade Karadağ orijinli ve en iddalıları. Bana sorarsanız inandıkları kadar iyi değil. Mesela bence Prokupac, Vranac’a beş basar.

Hırvatistan’da işler biraz karışıyor yalnız. Yunanlılardan, komşu İtalyanlardan ve imparatorluk zamanında Avusturya-Macaristan’dan hangi üzümü bulmuşlarsa getirmişler. Ülkenin iklimi ise üzüm tarımına çok uygun - dünyanın en iyisi diyenler var. Bu yüzden de yine bir dolu Hırvatistana özgü üzüm türü var. Ama bu karmaşada kim kimdir bilmek imkansız gibi. Şimdiye kadar kötü bir Hırvat şarabına denk gelmedim. Haydi yiğide hakkını verelim, bu kadar güzel şarabı çok az içtim. Ama harman mıdır, tek üzüm müdür, hangi üzümden nasıl yaparlar, bilmemekteyim.

Romanya, Bulgaristan falan daha ziyada tek üzüm. Yunan şaraplarının tarihi 6500 yıl öncesine gidiyor. Siz düşünün nasıl bir hazine var oralarda. Bu şarapları da istediğimden çok az deneme şansım oldu. Kendi denediklerim çoğunlukla tek üzümlüydü, ancak harman da yaptıklarını bilgiye dayalı olarak söyleyebilirim.

Yeni dünya şarapları yani Şili, Arjantin, Avusturalya, Güney Amerika, bir de bizim Amarika’nın şarapları ise neredeyse tamamen tek üzümden yapılıyor.

Yukarda yazdıklarımı lütfen kaba eğilimler şeklinde alın. Bordeaux şarapları sayesinde Cabernet Sauvignon ve Merlot dünyanın her şarap bölgesinde ekilmeye başlandı. Daha iki sene önce açtığım bir İtaiyan şarabında bu iki üzümden yapılma Bordeaux harmanı vardı. Amarika'da, Güney Amerika'da, Avusturalya'da özellikle Bordeaux, zaman zaman da Cotes du Rhone tarzı harman şaraplar yapılmakta.

Durumu özetledik. Şimdi tek üzüm ve harmandan yapılan şarapların ne farkı vardır, biraz ona bakalım.

Farklı üzümlerden şarap yapmak takdir edersiniz ki tek bir üzüme göre şarapçılara çok fazla esneklik sağlar.

Paletinde sadece siyah boya olan bir ressamla elinde dokuz renk bulunan bir diğerini karşılaştırın. İlki sadece grinin tonlarını kullanırken, ikincisinin elinde milyonlarca farklı renk tonu bulunur.

Bu da harman şaraplara iki önemli avantaj sağlar.

İlki çeşitliliktir tabi. Harman şaraplarda şarapçının tercihine göre çok ilginç, çok farklı tatlar, renkler ve kokular bulabilirsiniz.

Çeşitliliğin getirdiği ikinci avantaj ise şarabın terbiye edilebilmesidir.

Bunu biraz açayım izninizle.

Her tarımsal ürünün olduğu gibi farklı üzümlerin de farklı baskın karekteristikleri vardır. Kiminin rengi güzeldir ama tadı çok iyi değildir, kimi çok asitli, kimi çok meyve kokuludur. Kimi şarap olunca çok, kimisi daha az alkollü olur. Üzümler harmanlandığında baskın karekteristikler biraz daha iyi kontrol altına alınır, eksik taraflar bunların daha baskın olduğu başka üzümlerle tamamlanır.

Sadece şarapta değil, harmanlanabilen hemen tüm tarımsal ürünlerde harmanlılar tek türlülere göre daha fazla tercih edilir. Örneğin harman viskiler single malt’lara göre daha fazla tercih edilir - viski maçoları lütfen “En güzel viski single malt’lardır” diye savunmaya geçmesin. Sigara da aynı şekilde. Oryantal, yani Türk tütünü dünyanın en güzel ve en pahalı tütünüdür, ancak içenleriniz bilir, kim eski oryantal Tekel sigaralarını develi, kovboylu harman sigaralarına tercih eder?

Fırsatınız olursa kendiniz deneyin. Bordo’nun solundan bir şişe Médoc, sağından da bir şişe Saint-émilion açın. Her ikisi de Bordeaux, arada sadece bir nehir var. Her ikisinin de içinde Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümleri bulunur - sadece farklı oranlarda. İki bardağa koyup, birbiri ardına için. Ne kadar farklı olduklarını göreceksiniz - iki ayrı dünyadan gelme gibi. Médoc daha fazla Cabernet Sauvignon, Saint-émilion da daha fazla Merlot içerir.

İsterseniz bir adım daha ileri gidip, Médoc ile yüzde yüz Cabernet Sauvignon’dan yapılma bir Şili şarabını arka arkaya için. Médoc’un yarıdan fazla Cabernet Sauvignon içermesine rağmen Şili şarabına göre tamamen farklı bir tada sahip olduğunu göreceksiniz.

Cabernet Sauvignon daha koyu renkli, daha fazla asitli, taninli bir üzümdür. Merlot ise daha meyveli, daha kokulu bir üzüm. Bunların uygun karışımı Cabernet Sauvignon’un kuvvetli asidi ile taninini, Merlot’nun da aşırı meyvesini dengelediği için harman Médoc, yüzde yüz Cabernet Sauvignon Şili şarabına göre “BENCE” çok daha lezzetli, çok daha içilebilir bir şaraptır.

Harman şaraplarla tek üzümden yapılma şaraplar arasındaki farkları açıklamaya devam etmeden önce isterseniz biraz üzümün kendisine bakalım.

Üzüm tarımsal bir üründür sevgili arkadaşlar ve her tarımsal ürünün olduğu gibi fazlasıyla gereksiz, fazlasıyla can sıkıcı bir özelliği vardır. Üzüm senede bir kez hasatlanır. Aynı bağdan, aynı üzüm bitkisinden birer sene arayla bir tane üzüm alıp, ağızınıza atın. Tadları birbirlerinden farklı olacaktır. Çünkü her iki yıl arasında güneş, yağmur, rüzgar, toprağın kalitesi bakımından farklar bulunur.

Daha da ilginçi farklı üzümler farklı derecede güneş, yağmur falan isterler. Kimi üzümler güneşi, kimi yağmuru sever. O yüzden güneşli bir yıl güneşi seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde “iyi”, yağmuru seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde ise “kötü” bir yıl sayılır.

Kısacası aynı üzümden yapılma şarap, iki farklı yılda çok farklı tad ve kokuya sahip olabilir.

Harman şaraplar arasında bu tad farkları tek üzümden yapılan şaraplara göre göreceli olarak daha azdır. Harmandaki hangi üzüm tad ve koku bakımından kötü bir yıl geçirmişse şaraptaki oranı şanslı diğer üzümlerin aleyhine artırılarak şarapta farklı yıllarda daha az dalgalanma sağlanır.

Bordeaux şarapları bu bakımdan çok şanslıdırlar. Cabernet Sauvignon’un iyi olduğu yıllarda Merlot, Merlot’nun iyi olduğu yıllarda da Cabernet Sauvignon oranları artırılır. Her ikisinin de kötü olduğu yıllarda blend-neutral olduğu söylenen Cabernet Franc azaltılıp, bu ikisi artırılır, her ikisi de iyiyse Cabernet Franc artırılır çok kaba ve hassas olmayan terimlerle anlatıyorum, işin aslı bu kadar basit değil elbette.

Yıllar arasındaki bu farklar doğal olarak en çok tek üzümden yapılma şarapları etkiler. Bunların başında da Burgundy şarapları gelir. Çünkü bırakın şarap türünü, şarabın hangi parselden geldiğine göre (teroir-temelli) bir sınıflama yapmışlar. O yüzden bir Burgundy’nin markası kadar yılı da çok önemlidir. Dünyanın en pahalı kırmızı şarabı dahil gerçekten yüksek fiyatlı şaraplar bu bölgeden gelir, o yüzden tavsiyem misafir için Burgundy yerine Bordeaux alın, daha güvenli.

Başka bir örnek İtalya’nın en iyi şaraplarından biri olan Barolo’dur. Burgundy biraz içlerde kaldığından iklim çok fazla değişmez. Barolo ise Piemomte’de yetişen Nebuilo isimli bir üzümden yapılır. İklim burada biraz daha fazla dalgalanır o yüzden Barolo’lar yılları bakımından daha duyarlıdırlar.

Durum işte böyle.

Ancak gerçek hayatta işler elbette bu kadar basit değil.

Örneğin şarabın tadını sadece üzümlerin türleri ve hasat yıllarının iklim özellikleri belirlemez.

Yıllandıkları fıçıların yaşı, bu fıçılarda geçirdikleri süre - ki unutmayın, tek üzümden şarap yapan bir şarapçı, hala aynı üzümü ikiye ayırıp, bunların yarısını genç, yarısını yaşlı fıçılara koyup, her yarımın yarısını da bu farklı fıçılarda farklı zamanlarda tutarak çok farklı tadlar elde edebilir. Yine şarabın içerdiği üzüm kabuklarının miktarıyla oynayarak, şarabın koyuluğunu, asit miktarını yani sonuçta tadını değiştirebilir.

Bazen de Pinot Noir örneğinde olduğu gibi üzüm o kadar güzeldir ki, neyle harmanlarsanız harmanlayın, kalitesi düşer. Bu yüzdendir ki Burgundy şarapları çok özel, çok değerli şaraplardır.

Sadece bu yazıyı okuyup bir karar verirseniz, harman şarapların daha iyi olduğu sonucuna varırsınız. Gerçekten de kişisel eğilimim harman şaraplara, özellikle Bordeaux’ya doğrudur. Tek üzümden yapılma yeni dünya şaraplarından hiç haz etmem. Amarikan şaraplarını ise tenekelere koyup, six-pack yaptıklarında cheeseburgerla birlikte içeceğim. Şarap konusunda hayatımın en büyük hayal kırıklığıdır Yank’ler. Sprite tadında Pinot-Noir’ı ilk kez ABD’de içmiştim... 😜🍔🍷

Bununla birlikte tek üzümlü Burgundy, Barolo ve Sırp şaraplarını büyük bir zevkle içerim.

Ancak en önemlisi sizin o şaraptan zevk almanız. Eğer sevdiyseniz için, tadını çıkarın. Kime ne şarap tek üzümden miymiş, harman mıymış.

Santé 🍷

Edit: Şimdi bir tekzip geldi, harman şaraplar Sırbistan'da da yaygınmış. Kayıtlarımızı düzeltelim.

21 Kasım 2019 Perşembe

Mezekar

Üçüncü Dünya Savaşı, önceki ikisine göre kat be kat ölümcül geçmişti.

İran'dan atılan beş tane nükleer başlıklı balistik füzeden dördü İsrail hava savunma sistemleri tarafından havada imha edilmiş, ne var ki sonuncusu Tel Aviv'e düşmüş, yüz binlerce insan termonükleer patlamanın sonucu ortaya çıkan ısı ve radyasyon ile hayatını kaybetmişti.

İsrail cevap vermekte gecikmemiş, başta Tahran, dört büyük İran kenti haritadan silinmişti. Çin ve Rusya'nın uyarılarına rağmen yine İsrail'den atılan nükleer başlıklı bir seyir füzesi İran yanlısı Şii Irak yönetimindeki petrol bölgelerini vurmuştu.

Basra körfezinin kapanmasına yol açan bu patlama Rusya'yı harekete geçirmiş, Kızıl Ordu Azerbaycan ve Kazakistan'ı işgal ederek bu ülkelerin batıya yaptığı bütün petrol ve doğal gaz ihracatını durdurmuştu.

Sadece Suudi Arabistan ve bir kaç küçük emirlikten zar zor getirilen az miktarda petrol Avrupa'nın enerji ihtiyacının onda birini bile karşılamaya yetmemişti. Fransa vakit geçirmeden Libya'yı işgale kalkıştı ama petrol azlığından en çok etkilenen Avrupa ülkesi olan Almanya'nın buna izin vermeye niyeti yoktu. NATO'nun dağılmasından sonra kurulan Avrupa Ordusu'na en çok katkıyı sağlayan Almanya bu ittifaktan çekilip, Libya'nın petrol sahalarına binlerce paraşütçü indirdi. Bölgedeki Fransız askerleri bu saldırıya ateşle karşılık verince Alman ikinci ordusu Fransa'ya girdi. Fransız ordusu bu saldırıyı durdurmak için taktik nükleer silahlara başvurdu, Almanya ise buna karşılık olarak stealth özellikli üç seyir füzesiyle Paris'i, Lyon'u ve Marsilya'yı vurdu.

Ancak bu savaşın en çok cana mal olan çatışması Çin'in Venezüella'yı işgaliyle başladı. Amerika nükleer silahların yüklendiği on iki stealth bombardıman uçağını Çine gönderdi. Bu uçaklar Kore yarımadasını geçerken Kamçatka'daki uzun dalga radarlar tarafından tespit edilip, Rusya'ya yönelmiş oldukları sonucuna varılınca Atlantik ve Pasifik okyanuslarındaki onlarca Rus denizaltısından atılan nükleer füzeler başta New York ve Los Angeles, on beş büyük Amerikan kentini vurdu. Amerika da bu saldırıya kıtalararası nükleer füzelerle cevap verdi. Onlarca Rus ve Çin kenti bir kaç gün içerisinde haritadan silindi.

Savaş sona erdiğinde dört buçuk milyardan fazla insan ölmüş, dünya on yıllarca süren bir nükleer kışa girmişti.

2500 metre yükseklikteki bir mağara içine sığınmış bir gurup insan, akşam yemekleri olacak bir geyiğin , etrafında bir daire şekilde oturdukları kamp ateşinin üzerinde kızarmasını bekliyordu.

En gençleri Peter, annesi Joanna'ya sordu "Anne, niye iki geyik kızartmıyoruz? Bir tanesi bunca kişiye çok az gelmeyecek mi?" Annesi Peter'in başını okşayıp, çocuğun bu haklı sorusuna cevap verdi "Yamaçlarda çok az geyik kaldı oğlum. Eğer üremelerine fırsat vermeden hepsini avlarsak sen büyüdüğünde sizlere karnınınızı doyuracak geyik kalmayabilir."

Peter annesinin dediğini anlamış gibiydi. Ellerini ateşe yaklaştırıp ovuşturdu. Akşamları mağara soğuk oluyordu. Bir iki kez öksürdü. Bunu gören Albert çocuğun yanına oturup, başını okşadı, "İyi misin? Bir şeyin mi var?" diye sordu. Peter "Biraz boğazım ağrıyor" dedi. Albert hemen Janet'a seslendi "Jan, Peter'e bir bakar mısın? Kendisini iyi hissetmiyormuş" dedi.

Bütün hastaneler savaş sırasında yıkılmış, hiç bir yerde ilaç bulunmuyordu. Eski bir araba aküsüyle çalışan bir yazıcıdan Tıbba Giriş adlı bir kitabı zar zor buldukları kağıtlara basmışlar, Janet de bu kitabı okuyarak aralarında doktorluğa en yakın kişi haline gelmişti.

Ilık süte biraz bal karıştırıp, Peter'a verdi. Joanna minnettar bir ifade ile Janet'a bakıp başını önüne eğdi. Janet "Komşu otlakta Zach isimli bir genç var. Yarısı yanmış bir kimya kitabına bakarak bir şeyler öğrenmiş. Her gün beraber iki saat çalışıyoruz. Yakında en azından basit bir iki ilaç üretebilecek duruma geleceğiz. Belki bir antibiyotik. Biraz daha dayanın" diyerek etrafındakileri rahatlatmaya çalıştı.

Albert köyün lideriydi. Herkes her iki senede bir lider seçmeyi kabul etmişti. Albert bu sorumluluğu kaldıracak kadar sağlam karekterli biriydi ancak bu iş çok vakit alıyordu. Ailesiyle biraz daha fazla birlikte olmayı isterdi. Ne var ki köyün sorumluluğu baskın çıkmıştı, Albert bunları düşünmemeye çalıştı. Tekrar ateşteki geyiğe çevirdi yüzünü.

Robert koşarak mağaraya girdi "Komşu köydeki demirci aletleri bitirmiş. Fazladan bir kürek başı çıkmış, bize gönderdi!" Albert çok sevinmişti. Bu yeni kürekle bostan biraz daha hızlı gidecekti. "Onlara karşılığında verecek bir şeyimiz yok şu anda" derken üzülmüştü. Robert "Bir şey istemediler" dedi, "Bostan bittiğinde bize kavun-karpuz yollarsınız dediler"

Bu arada Ana lafa karışmıştı "Bende onların çocuk bakıcılarıyla konuştum. İki otlağa yarı yolda bir kulübe yapıp, okul olarak kullanacağız. Haftada üç gün o, üç gün ben ders vereceğiz. Böylece çocuklar hiç aksatmadan eğitimlerini sürdürebilecekler" dedi. Robert "Ben kulübenin yapımımda çalışmaya gönüllüyüm. Başka kim var?" diye sordu. Üç genç erkek daha el kaldırdı.

Albert, biraz karamsar "Köyün dışına okul yapmak iyi bir fikir mi, bilmiyorum" dedi. Ana "Mezekar'lardan mı endişe ediyorsun?" diye sordu. Albert evet anlamında başını salladı. Ana "İki gün önce çamaşır yıkarken tepede bir Mezekar vardı. Beni görünce gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu, dili dışarda öyle bakmaya devam etti. Çamaşırları toparlayıp, hemen kaçtım" diye anlattı.

Albert "On tane Mezekar daha üç gün önce Crooked Cedar köyüne saldırmışlar. Bütün tavuklarını götürmüşler, bir de Sandra'yı..." Gözleri dolmuştu, bitiremedi cümlesini.

Bir kaç kilometre ötedeki bir Mezekar mağarasında da yanan bir ateş vardı.

Küçük çocuk heyecanla gelip, elindekini babasına gösterdi "Yan mağarada Ökkeş ağa arkasını dönmüş, odun topluyordu, ben de dalıp, bunu aşırdım!" İyi kalite çakmak taşı bulmak zordu. Bunlar savaş öncesinin altını kadar değerliydi. "Aferin lan Murtaza, böyle uyanık olacaksın işte!" diyerek çocuğun başını okşadı, sonra da elindeki çakmak taşını alıp, cebine artı.

Küçük çocuk bir aferin daha almak için bir kaç metre ilerdeki bir taşın altına sakladığı bir kitabı getirip, babasına gösterdi. "Ne lan bu?" diye sordu baba. "Kafir bir karı ve genç okuyorlardı bunu. Siz tavukları alırken ben de bunu yürüttüm" dedi çocuk.

Kitabın üzerinde "Tıbba Giriş" yazıyordu. Baba kitabı alıp ateşe attı, "Off bu iyi geldi kemiklerimiz ısındı" dedi. Çocuk biraz da hayal kırıklığıyla "O iki Kafir çok merakla okuyorlardı, kim bilir ne yazıyordu?" diye mırıldandı. "S.kerim kitabı. Okusaydın da ne olacaktı? Bak bana, bir kitap bile okumadım, bu mağaranın kralıyım" diye kükredi baba. Gerçekten de mağaranın tartışmasız kralıydı. Niye sen oluyorsun falan diyen birisi çıkmıştı ama boynunu orada kırmış, başka da bir itiraz gelmemişti.

Mezekar 'ın gözü biraz ilerde oturan kızına takılmıştı. Yerinden kalkıp kızının ağızının üzerine bir tokat patlattı "Kapa lan saçlarını! Orospu mu olacaksın başıma!"

Genç kız başını önüne eğip, saçlarını örttü, sonra da mağaranın köşesinde, elleri bağlı oturan kızın yanına kıvrıldı. Baba hala bağrıyordu "Yanındayken o orospuya yemek yapmayı, temizliği falan öğret. Biraz daha büyüsün, başka işe de yarayacak o!"

Elleri bağlı kız az önce tokat yemiş diğer kıza sordu "Adın ne?". Kız cevap verdi "Büşra. Seninki ne?" Elleri bağlı kız cevap verdi "Sandra", somra da devam etti "İlk defa bir Mezekar'la tanışıyorum..."

Yediği tokattan hala yüzü yanan kız anlamamıştı "Mezekar da ne?" diye mırıldandı. Sandra da şaşkın "Size Mezekar denmiyor mu?" diye sordu. Büşra anlamıştı, gülümsedi:

"Mezekar değil, Muhafazakar!"

11 Kasım 2019 Pazartesi

DHA EPA ve Civa

Sevgili arkadaşlar, yaşlanmanın birkaç çok açık belirtisi vardır. Hemcinslerim için konuşayım, kırmızı spor bir araba almak, arkadaşlar ile bilek güreşi yapmak, karıyı boşayıp, genç bir kızın peşine takılmak, bir de sağlıklı beslenmeye merak salmak.

Araba zevkimi kaybedeli çok oldu, bileğim derseniz kuvveti yerinde hala hamdolsun. Sevgili karımı da gerçekten çok seviyorum, öyle karı kız peşine öldürseniz gitmem. O yüzden gelin size sağlıklı beslenme geyiği yapayım bu akşam...

Hor görmeyin bu sağlıklı beslenme işini. Bakın mesela çav bella Soner Yalçın’a. Adam komünistliği bıraktı, bu yaştan sonra gıda mühendisliğine soyundu...

Neyse...

Şahsen tanıyanlarınız bilir, hayatım boyunca deniz ürünü yemişliğim yoktur. Deniz ürünlerine, ya da daha genelinde beyaz ete çok kötü bir alerjim var. Dahası da var da konumuzu dağıtmayalım. Yediğim zaman detaylarıyla midenizi kaldırmayayım, çok kötü olurum. O kadar pis bir iştir ki bu alerji, insanlar evlerine yemeğe çağırdıklarımda utanır, yerin dibine geçerim. Şunu yiyemem, bunu yiyemem diye bir liste hazırlarım, insanlar da çoğunlukla kardeşim ne yiyebiliyorsun, onu söyle, böylesi daha kolay derler.

Otuz seneye yakın tanıdığım iyi bir arkadaşım var. Bu Pazar ona yemeğe gideceğiz. Benim bu gereksiz yemek seçme durumuma o kadar alıştı ki kızcağız, bana ne hazırlayacağını adım gibi biliyorum. Kanlı seviyede az pişmiş bir biftek ve fırında patates! İlk bir kaç sene çok çalıştı farklı bir şeyler bulabilmek için, sonunda vazgeçti, ben de her defasında utanmaktan kurtulup rahat ettim Çeşitlemeyi şarapla yapıyoruz artık. Bu arada Lozan'ın en iyi yemek yapan hatunlarından biridir. Jelena ile ikisi oturup, kim bilir ne varyeteler deneyecekler gittiğimizde. Ben de et patates ve şarap tabi...

Anladığınız üzere işim zor yani...

🐝Mezzy🐝'nin ilk pediatri randevusu bu yüzden çok önemliydi. Bu alerji genetik olarak sevgili kızıma aktarılabilir mi, emin değildim. Elli sene boyunca çektiğim, ve halen çekmekte bulunduğum bu baş belasını kızım çeksin istemiyordum. Kafadan durumu peditarisyene anlattım. Kadın alerji kalıtsal olabilir denemek gerek dedi, ama 🐝Mezzy🐝 daha çok küçük olduğundan biraz beklemeye karar verdik.

Sonunda büyük gün geldi ve sevgili kızım ilk balığını yedi.

Bütün gün gözüm üzerindeydi. Kritik saatleri atlattık, alerjinin belirtileri yoktu. Bir kaç gün sonra garanti olsun diye bir porsiyon balık daha verdik, yine bir şey olmadı. Lütfen söylediğimde inanın, üzerimden öyle bir yük kalktı ki...

🐝Mezzy🐝'nin balık yiyebileceğini anladıktan sonra sıra hangi balığı yiyeceğini bulmaya gelmişti.

Yine balıkla alakam olmadığından ne tadlarını bilirim, ne de görünce hangi balık olduğunu tanırım. Belki Hamsiyi ayırabilirim, o da Lazların sayesinde, ama bir İstavritle yan yana koyun, yine çuvallarım. Kefal, Sazan, Lüfer, Çupra falan sadece kelime hazinesi bende...

Sorun sadece balığın tadı değil elbette. Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 için balıkların en yararlısını bulmak.

İş başa düştü, geçtim goo-gıl'ın başına. Bir kaç saat sonra bir yere varabilmiştim.

Meğer bu balık işi bayağı karışıkmış - hoş Google üzerinden doktorculuk, mühendisçilik oynamaya kalktığınızda her şey karışıyor ya...

Bir kere deniz mahsulleri başta cognitive developmemt dedikleri anlama yeteneği, çocuklarda beyin gelişmesi için hayati derecede önemli Omega 3 isimli yağ asitlerini içeriyormuş. Bu Omega 3'leri kraker paketlerinin üzerinde görmüşlüğüm vardı, biraz daha okuyunca anladım ki bu kara besinlerindeki Omega 3'ler, deniz mahsullerindeki Omega 3'lerle aynı değilmiş. Beyin gelişiminin olmazsa olmazı DHA ve EPA isimli iki Omega 3 asidi sadece deniz mahsullerinde varmış.

Yeri gelmişken sizlere son harfi 'A' olan üç harfli kısaltmaların açılımlarından uzak durmanızı şiddetle tavsiye ederim. Sondaki 'A' 'asit' anlamına gelir de, ilk iki harfin açılımı "Şemsi Paşa Pasajından Şemsiyeyle Geçtim" 'den beterdir - başka örnekler DNA, RNA. Çok istiyorsanız DHA, Docosahexaenoic acid, EPA ise Eicosapentaenoic acid demekmiş!

Bizi ilgilendiren kısmı ise kara mahsullerinde, özellikle fındık, fıstık, badem, vs.'de bulunan Omega 3'ler bu ikisinden farklılarmış ve bunların yerini tutamazmış.

Sözün özü, çocuk için doğum öncesi de dahil, bu iki Omega 3'ün alınması hayati önem taşıyormuş. Jelena'nın hamileliğinde bunu atlamışız, Jelena yeteri kadar balık yememişti, ben de kendime çok kızmıştım, ama doktor merak etme önemli bir sonucu olmamıştır demişti.

Deniz mahsulleri sadece çocuklarda beyin gelişimi için değil, yetişkinlerde kalp sağlığımdan başka bir çok vücut işlevi için de önemliymiş ama asıl önemlisi beyin gelişimi tabi.

Kıssadan hisse çocuğunuz akıllı olsun istiyorsanız dayayın balığı...

Ancak hayatta hiç bir şey siyah ve beyaz değil. Deniz mahsullerinin çok önemli bir ters etkisi de var.

Cıva!

Cıva doğada her yerde var ama sudaki özel bir bakteri tarafından formu değişen cıva balıklar bu cıvalı suda yüzdükçe vücutlarında birikiyor. Balıklar uzun yaşadıkça vücutlarındaki cıva miktarı da artıyor. Bir de büyük balık küçük balığı yer deyişinden yola çıkarsak, balıkların boyutları büyüdükçe yedikleri küçük balık miktarı artıyor, vücutlarındaki cıva miktarı da deniz suyundan aldıklarına ek olarak yedikleri küçük balıklardaki cıva yüzünden yükseliyor.

Balıklarındaki bu cıva yıkamakla, pişirmekle kaybolmuyor, insanlar balıkları yediklerinde de hop, vücutlarına giriyor.

Girince ne oluyor derseniz de... Cıva bir ağır metal. Ağır metaller de tam bir beladır sevgili arkadaşlar, kanser manser, her halt çıkıyor bunlardan. Ancak en önemli zararı çocukların gelişmekte olan beyinlerine veriyorlar.

Durum böyle işte. Artık iki kenarı keskin kılıç mı dersiniz, iki ucu boklu değnek mi bilmiyorum. Çocuğunuz Omega 3 alıp akıllı olsun diye balık yediriyorsunuz, yediği balıktan aldığı cıvayla aptal oluyor.

Ancak her balıktaki faydalı Omega 3 ve zararlı cıva miktarları aynı değil.

Örneğin sadece antropolojik verilere bakarak Hamside çok fazla Omega 3 bulunmadığı sonucuna varabiliriz 😜

İşin şakası bir kenara, gerçekten de hamsideki Omega 3 miktarı çok düşük. Bizim aradığımız Omega 3'ler unutmayın, birer yağ asidi, yani kısaca yağda bulunuyor. Hamsi de diğer küçük balık türleri gibi çok yağlı olmayan bir balık.

Biyolojiye çok dalmayalım. Omega 3 için aradığımız iri, yağlı, kırmızı etli balıklar. Ton balığı, Somon gibi büyük cinsler.

Bir sıralama yaparsak 50 gram Somon, 80 gram pembe Ton, 200 gram Beyaz Ton, 400 gram Morina, 600 gram midye ve bir kilo Karides aynı miktarda Omega 3 içeriyor. Başka bir deyişle elli gramlık Somondaki Omega 3'ü alabilmek için bir kilo Karides yemeniz gerekiyor.

İşin cıva ucu da aynı şekilde karışık. İçerdikleri cıva miktarının yüksekliği bakımından yanına bile yaklaşılmaması gerekli balık türleri Köpekbalığı, Kılıçbalığı, Pembe Tuna - dikkat, yukarda bunun için Omega 3 bakımından çok zengin demiştik, Levrek, Trança, Orkinos, Mezgit.

Düşük cıva içeren balık türleri ise Somon, Kedibalığı, Sardunya, Alabalık, Ringa, Midye, İstiridye.

Bu iki kümenin kesişimindeki en işe yarayan, yani hem Omega 3 miktarı yüksek, hem de cıva miktarı düşük balık ise Somon.

Somon bizde biraz snob sayılır, "İstersen Somon Füme getireyim" şeklinde şakası falan yapılır ama buralarda avam balığıdır sevgili arkadaşlar.

Herhalde anladınız Google önünde bir kaç saatimi nasıl harcadığımı.

Herneyse, 🐝Mezzy🐝 ‘nin balığını sonunda bulmuştuk.

Şimdi iş hangi miktarda Somon vereceğimizi bulmaya gelmişti.

Elimde hesap makinesi, yirmi küsür web sitesini dolaştıktan sonra pes ettim. Bu sitelerdeki tavsiye edilen balık miktarını Ounce, Cup, Serving gibi aptalca Amerikan ölçülerinden Gram gibi makul birimlere çevirdikten sonra baktım ki haftada elli gramdan beş yüz grama kadar değişen miktarda balık yemeliymiş sevgili kızım.

Demokrasi ve ifade özgürlüğünün kötü tarafı bu işte anasını satayım. Herkesin ağızı var, konuşuyor. Bizde olsa saraydan bir emir, "Yemeyin lan balık malık!" şeklinde... Sorun şakkadanak hallolurdu. Burada çık işin içinden çıkabilirsen. Elli gram diyen adam elli bir gram yerse ağır metalden zehirlenir, yarım kilo yesin diyen adam da balık tanrının bir hikmeti, yemeyen aptal kalır diyor.

FDA'in sitesinde bir yerde 8 Ounces per week gibi bir rakam görmüştüm, 230 gram gibi bir şey yapıyor. Kafama yattı. Doktoruyla da teyit ettikten sonra, altmışar gramlık dört porsiyon halinde birer gün arayla her hafta 🐝Mezzy🐝'ciğe vermeye başladık.

Bugün yine başka bir maksatla Google'lıyorum, tesadüfen bir yazıya denk geldim. Deniz mahsulleri yemeyin diyor.

Yine aklım başımdan gitti, yeniden çocuk, besin, vesaire sitelerine dalıyordum ki durdum. Nasılsa yine bir sonuca ulaşamayacaktım.

Sözünü face-value aldığım, bu işlerin uzmanı sevgili bir arkadaşım var. Hattızatında bana askorbik asitin havaya karışacağını söylediğinden beri efervesan Aspirin tabletlerini tamamen erimesini beklemeden içerim, Aspirin'in geri kalanı fosur fosur midemde çözülür 😜

Bat-signal'ımı yaktım, hemen yardımcı oldu sağolsun.

Kısaca der ki, deniz mahsullerinin zararları yararlarından çok daha fazla. Hiç yemesin. Omega 3'ü de yapay, yani tabletle alsın. Normalde işlenmiş besinlere karşı olduğunu söyleyerek devam ediyor, ancak bazen böylesi daha iyi diyor. Verdiği örnek de dokuz kilo portakal yemektense saygın bir firmanın tabletini kullanarak aynı miktarda C vitamini almanın daha iyi olduğu. Portakaldaki şekerden de kurtulmuş olursun diyor.

Daha sonra söyledikleri çok ilginç aslında.

Şehirlerin su arıtma tesislerinin Tylanol, antibiotik, doğum kontrol ilaçları gibi medikal kimyasalları filtre edemeyip denizlere saldığını, balıkların da bundan etkilendiğini anlattı. Balıklar yine çöplerden mikro-plastikleri sistemlerine alıyorlarmış. Bunca ilaç ve hormondan sonra hem erkek, hem dişi üreme organı olan balıklar türemiş.

Korkutucu geliyor insanın kulağına tabi, neyse ki ben muafım bu işten ama karım, kızım var ortada.

Peki ne yapacaksın diye sorarsanız...

Öncelikle bu günkü öğrendiklerimi bir hazmetmem gerekecek. Sonra da 🐝Mezzy🐝'ye bir cıva ölçümü. Ne durumdayız, bir görelim. Burada aldığımız Somon Norveç'ten geliyor, bir de onu gugıllamam gerekecek. Bu bilgilerin ışığı altında 🐝Mezzy🐝'nin doktoruyla bir istişare daha yapacağım. Bu Omega 3 supplement'ları için ne düşünüyor bir onu öğrenecek, bir de marka tavsiyesi alacağım.

Sonrasında sizi haberdar ederim.

Geceniz güzel olsun...

27 Ekim 2019 Pazar

Niş

Sevgili arkadaşlar, size uzun bir süredir yazamadım. Sevgili karımla hem özelde, hem de profesyonelde biraz yoğunuz, ama öyle tatsız değil, sonu hayırlı bir yoğunluk. Yok, ikinciyi beklemiyoruz. İlk maymun yetti de arttı bile. Başka işler 😍

Jelena'nın dişlerinin son taksidi için Sırbistandaydık, neyse ki halloldu, bitti. Aslında bu seyahat için çok güzel planlarımız vardı ama yarım akıllı kemikkafa bir eşeğin yüzünden gerçekleştiremedik, yoksa sizlere Bosna'dan, Hırvatistan'dan yazacaktım. Ne yapalım, başka bahara...

Niş'te bir hafta geçirdik. Bana sorarsanız çok güzel bir haftaydı. Ben Niş'i çok severim sevgili arkadaşlar. Üç yılımı geçirdim bu şehirde. Sevgili karımla tanıştım, evlendim buralarda. Çok güzel insanlar tanıdım, çok güzel zaman geçirdim.

Bu kez kayımpeder ve valide 🐝Mezzy🐝 'yi eğlendirdiğinden sevgili karımla başbaşa - ki çok nadir bir olaydır, bir akşam yemeği yeme, bir iki kadeh şarap içme fırsatımız oldu., hatta bir atış poligonuna gidip, Red Kit'çilik bile oynadık.

Niş 2006,
Sevgili karımla ilk günlerimiz...
İlk tanıştığımız Cafe’ye gittik. Kapanmış. İsmi Cafe Cafe idi. İlk gördüğümde elim ayağıma dolanmıştı. Sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir kız, elinde de bir bardak şarap. Aman demiştim, buldum dengimi. Bir iki içkiden sonra hadi mekan değiştirelim dedik. Önce benim favorim, canlı rock müziği çalan Salon isimli bara geçmiştik - o da kapanmış bu arada anasını satayım. Baktım hanım kızımız çok mutlu değil, hadi başka bir yere geçelim dedim. Senfoni isimli bir bara geçtik. Daha içkilerimizi söyleyemeden bir bar kavgası başladı. İnsanlar silahlarını çektiler, mekan birbirine girdi. Ne yapalım, başka bahara dedik. Bir hafta sonra boyfriend/girlfriend olmuştuk 😍 Anılar işte... Neyse. Cafe Cafe kapanınca biz de Mecburen başka cafe'ye geçtik. Eski günleri yad ettik. Aslında bu yeni cafe'de de başka anılarımız vardı. Niş işte, offf!... 😍

Yıllar sonra yine Niş'te beraber...
Uzun süredir görmediğim, çok sevdiğim bir arkadaşımla vakit geçirme şansımız oldu. Küs değildik ama gözden ırak, gönülden ırak, kopmuştuk biraz. Şu dünyada ARM mikroişlemcilerden AESA radarlarının sağlığa zararlarını geyikleyebileceğim iki kişiden biridir. İlkine çok içerlemiş durumdayım, o yüzden nasıl mutlu oldum, ikinci ekürim ile ağız tadıyla birkaç saat geçirebildik diye. Sağolsun, uçağımızın kalkmasına bir saat kala beni havaalanına yetiştirdi - bu arada Jelena'dan on dakika içinde beş kere telefon almasına rağmen 😜

Bir akşam sevgili kayımpederim 🐝Mezzy🐝'nin doğduğu yılda yaptığı bir ev şarabını açtı. %80 Prokupac, %20 Plovdina üzümünden. İçme de turşusunu kur, o kadar güzel bir şarap. Ya babacım, on dört sene sonra mı aklına geldi böyle güzel şarap yaptığını söylemek dedim. N'apayım dedi, Jelena'ya sor o niye getirmemiş gündeme. Zena (kadın) de bakayım, niye söylemedin bu zamana kadar babanın bir şarap ustası olduğunu? Sen Fransız şarabı seviyorsun falan dedi. Neyse, dört şişe kalmış, birini o akşam içtik. İkisini ben çaldım, son şişeyi 🐝Mezzy🐝 ergen olduğunda ona vermek için sakladı kayımpeder.

Château Petković 2015
Bir gün Pirot'a gittik. Jelena Niş'te doğup büyümüş ama baba tarafı Pirot'dan. 🐝Mezzy🐝'yi Jelena'nın dedesi ile anne annesinin mezarına götürdük. Dede Petar ile çok olmasa da tanışıp, biraz zaman geçirme fırsatım olmuştu. Babaanne Jelica ile biraz daha fazla. Her çalışan anne-babanın çocuğu gibi Jelena da dedesine çok yakındı. Babası kadar severdi. Mezarlarına gittik. 🐝Mezzy🐝 dedesinin anne annesinin mezarını ziyaret etti. Artık siz hesap edin, kaç jenerasyon! Petar ile Jelica'nın mezar taşını işaret etti Jelena. İlk başta anlayamamıştım, çünkü Kril alfabesi ile yazılmıştı. Bizdeki gibi soy ağacını yazmışlar, kayım oğlu Bülent'i de eklemişler. Gözlerim doldu. Işıklar içinde uyusunlar. Birer mum yaktık hepimiz 🙏❤️

Pirot'un mekika denen böreği meşhur. Bizde de aynısı var ama unuttum ismini, okuldayken Sakarya'da yerdik. Yağda pişmiş pufidik ekmek. Bir de meydanında bir sivrisinek heykeli vardı. Daha Jelena ile tanışmadan görmüştüm. Jelena'nın annesi kaldırdılar onu dedi. Bir anı daha tarihe gömülmüştü...

Pirot'daki ev bir köy evi. Buraya en son bir Bulgaristan dönüşü uğramıştık. Petar dede ile oturmuş, Koni'nin yavru kedileri yalayışını seyretmiştik. Her ikisi de toprak oldu işte. 😭

Dirty Harry Magnum
Son günümüzde ise bir atış poligonuna gittik. Eski Yugoslavya'nın gururu bir 9 mm CZ şarjörlü tabanca, başka bir Dirty Harry Magnum revolver ve bir de İsrail malı Roni marka adaptörlü bir Heckler tabanca ile atış yaptık. Bu Roni/Heckler kombinasyonu ile - öyle üçüncü sınıf gangster muhabbeti yapmak istemiyorum ama, yirmi metre içinde tenis topundan büyük hiç bir şeyi kaçırmam, o kadar keskin, dengeli bir silah işte. Sevgili karımı ise sormayın. Guilliom Tell yanımda halt etmiş. Onu bir oklava ve hamur terapisine sokmam gerekiyor, yoksa işim zor. Hedefin gövdesine tenezzül etmedi bile. Hepsi kafaya!...

İşte size bir solukta Niş...

Sevgi ile kalın ❤️

14 Eylül 2019 Cumartesi

Şarap Yıllandırma

Sevgili arkadaşlar, bugün sizlere biraz şarap yıllandırma üzerine düşündüklerimi yazayım istedim.

Şarap nasıl saklanır, kaç yıl bekledikten sonra içilir gibi konular hakkında yazılmış abartısız binlerce kitap yada makale bulabilirsiniz. Eğer bir de meraklıysanız, bunları ciddiye alır, 2015 bir Château Margaux'yu 2030 yılından önce içerseniz zehirlenip, öleceğinize falan inanmaya başlarsınız.

İki kadeh şarap içmişliği olan herkesin kafasında hemen hemen aynı mantık dizini bulunur. İyi şarap daha pahalıdır, pahalı şarap daha güzel yıllanır, yıllanmış şarap da daha güzeldir.

İşin aslı biraz farklı.

Gelin önce bazı dogmaları yıkalım.

Dünya üzerindeki şarapların yüzde doksanı en uygun koşullarda yıllandırıldıklarında bile tadlarında hiç bir iyileşme olmaz. Bunu ben değil, bu işi bilenler söylüyor. Kimisi bu yüzde doksan oranını yüzde doksan dokuza kadar çıkarıyor. Bizim gibi bireysel şarapçılar yukarda sözü edilen 'en uygun' koşullarda yıllandırma yapamayacağımızdan mahzenimizdeki birçok şarap aslında yıllandıkça daha da kötü bir tada sahip oluyor.

Yıllanmış şarap işe daha genç şarap arasında ciddi bir tat farkı vardır. Şarap da bir tat meselesi olduğundan herkes yıllanmış şarabın daha dingin, daha dengelenmiş tat ve kokusunu, kahverengiye dönmüş çamursu rengini, bir de dibe çöken tortusunu tercih etmeyebilir. Örneğin ben kulunuzun zaman zaman kan kırmızı renkli, güçlü aromalı, asitli, taninli 'humpf' bir şaraba aş erdiği vakidir. Yani yıllanmış şarap her zaman, her ortamda, her kişiye uymayabilir.

Şarap devamlı evrilen dinamik bir üründür sevgili arkadaşlar. Zaman içerisinde tad, koku, renk ve kimyası sürekli değişir. Üzümden başlayıp, içilmesi en güzel anındaki şaraba gelirsek, bu değişikliğin yüzde sekseni ilk bir kaç ay içinde, yüzde on beşi de sonraki iki sene içinde gerçekleşir.

Yani yıllanma ile beklediğimiz iyileşme sadece bu geriye kalan yüzde beş!

Bundan sonra ise şarabın gerileme devri başlar. Şarap, yavaş yavaş şarap olma özelliğini kaybeder, şarapla ilişkisi kalmamış sirke benzeri bir sıvı haline dönüşür.

Yukardakilerden çıkardığımız sonuç, iki yaşına gelmiş bir şarabın tad potansiyelinin yüzde doksan beşine ulaşmış olduğudur. Hiç de fena değil aslında.

Bundan sonraki aşama ise bu kalan yüzde beş, yani şarabın Nirvana'ya ulaşması için ne kadar bekleyeceğimizdir. İşte yıllanma dediğimiz de bu bekleme süresi.

Eğer iki yıl dolduğunda şarabı hemen içersek tad potansiyelinin yüzde doksan beşini almış oluyoruz. Bir Château Margaux için bu yüzde yüz'e ulaşmak ise elli yıl falan alıyor.

Ne yapalım bekleriz diyorsanız iki ciddi riski göze almanız gerekiyor.

İlk risk, yıllanma esnasındaki depolama koşullarına bağlı ortaya çıkabilecek sorunlar. Kırk dokuz yıl bekleyip, mahzeninizde bir soğuk yaşarsınız, sonra dökün o şişeleri tuvalete. Bu konuya ilerde geleceğiz, şimdilik kısaca söylemiş olalım, şarabı doğru saklamak elbette çok çok önemli, ancak bazılarının abarttığı kadar da nükleer santral hassaslığında değil.

İkinci risk ise abartıp çok uzun beklemek ve şarabı gerileme devrinde içmek durumunda kalmak. Ne var bunda, gugıllayıp, Bordeaux kaç sene yıllanır diye bakarız, sonra da bu kadar bekleyip şarabımızı açarız diyebilirsiniz. Ancak unutmayalım, şarap tarımsal bir üründür. Her şarap bölgesi, aynı bölgedeki her şarapçı, aynı şarapçının farklı yıllarda ürettiği şaraplar ve aynı şarapçının aynı yılda ürettiği iki şişe şarap hep birbirinden farklıdır. Bunun üzerine, soğukça bir mahzende depolanan bir şarap, aynı şarabın daha ılıkça bir mahzende depolanmış kardeşime göre daha geç yıllanır. Yani bu işin ilmi yok.

Peki ne yapalım?

Bu sorunun cevabına uzun uzun bakacağız. Ama bir cümle ile özetlemek gerekirse - eski bir patronum söylemişti, onu da yad etmiş olayım, "Şarap kadın gibidir, çok beklersen tadı kaçar".

İşin seksist tarafı bir kenera, bir şarabı ne zaman açayım dediğimde ben de aynı mantığı uygularım.

Bir kere yüzde doksan beşlik gelişme aşaması garantilemek için şarabın etiketindeki yıla üç eklerim. Şarabın etiketindeki yıl üzümlerin toplandığı yıldır. Hasat Eylül, Ekim gibi yapıldığından üç yıl eklemek daha garantili olacaktır. Sonuçta hesapladığım bu yıl içerisinde şarabı içmekte en ufak bir sakınca görmem.

Eğer şarap biraz afili bir şeyse, örneğin Premier Cru/Grand Cru bir Burgundy yada Cru Bourgeois/Cru Classé bir Bordeaux, biraz daha yıllanmasını bekler, yedi-sekiz yaşlarında açar, içerim. Bu saydığım şaraplardan özellikle Bordeaux olanları kağıt üzerinde otuz-kırk sene yıllanabilen şaraplardır, ama hem benim bu kadar bekleyecek sabrım yok, hem de yemiyor işte, çünkü o riski alacak kadar bilgili ve deneyimli değilim. Ancak arada eş dost bir şişe açar, ya da ucuzluğa girmiş iyi bir tanesini bulursam, uzun süre yıllanmış bir şarabı da zevkle, hem de bayağı zevkle içerim.

Stratejimizi bu şekilde özetledikten sonra gelin bu yıllanma işine biraz daha yakından bakalım.

Resmi bir tanım olmasa da benim için yıllanma işlevi şarap içilebilir hale geldiğimde başlar. Yani iki yaşı civarında.

Elimizde içinde kabaca minik bakterilerin üzümdeki şekeri dönüştürdüğü etanol, yani alkol, hala biraz şeker, az biraz tanin, az biraz asit ve elbette bol bol su bulunan bir şişe var.

Yıllanma sonucunda bu şişenin içindeki şarabın asidik tadı yavaş yavaş azalır. Aslında sıvının asitlik oranı, yani pH'i değişmez ama ortaya çıkan yeni maddeler asidin tadını bastırır.

Şaraptaki asitler alkolle birleşerek Ester denilen kompleks molekülleri oluştururlar. Çok organik kimyayla başınızı ağrıtmayayım, organik maddeler karmaşıklaştıkça şaraptaki tat ve koku da karmaşıklaşıp ilginç ve dolayısıyla arzulanır bir hale gelir.

Ester'lerin oluşumu da şarabın asidik tadını azaltmakla kalmaz, yukarda anlattığım nedenle şarabın ilk halinde bulunmayan çok ilginç kokuları da ortaya çıkarır. Yine hidroliz isimli bir reaksiyon sonucu şaraptaki suyun kullanılmasıyla glukoz moleküllerine bağlı koku birleşenleri ayrılır, bu sayede yıllanmış şarap orijinal şarapta bulunmayan kokuları vermeye başlar. Yine başta tanin, diğer fenol moleküllerinin de karıştığı yüzlerce kimyasal reaksiyon yıllanmış şaraba yepyeni tat ve kokuları ekler.

Şarabımız bu noktada zirvededir.

Zaman ilerledikçe ortaya çıkan bu yeni moleküller çözülür, şarabın asidik tadı yeniden baskın olmaya başlar. Zaman daha da ilerledikçe neredeyse sadece asit tadı kalır ki buna da sirke diyoruz.

Yani yıllanmış şaraptan, genç şarapta olmayan koku ve tatları, azalan tanin ve azalan asidik tad yüzünden yumuşak bir içim bekliyoruz.

Bekliyoruz da, bu ortaya çıkan karmaşık koku ve tatları farkedecek kadar damak tadımız ve şarap deneyimimiz var mı, bu da ayrı bir soru. Şarabı anlayabilmek için bir şarap tadı geliştirmek mutlak bir gereksinim. Bu olmadan en güzel şarabı bile üç kuruşluk sokak şarabından ayırmak olanaksız. Hayatı boyunca et yememiş bir vejeteryana Hacıbey'den iskender yedirirseniz midesi kalkacak, bu güzelim yemeğin tadını alamayacaktır. Şarap da aynı hesap.

Şarabın yıllanması, aslında şarabın yapılmasından içilmesine kadarki her süreç bir denge, bir zamanlama ayarlaması sevgili arkadaşlar. Bu süreçte hiç bir şey ani ve hızlı değil. Bu kurallara uyarsak şarap denen bence dünyanın en güzel içkisinden en yüksek hazzı almak olanaklı. Ancak bu aşamalardan herhangi birini atlar ya da aceleye getirirsek işin bütün tadı kaçıyor.

Yıllandırma sürecinin en önemli parçalarından biri de şarabın depolanması. Yani geçen yıllar boyunca hangi koşullarda korunduğu.

Şarabın saklanması yapılması kadar önemli. Türkiye'de kalmış bir çok yabancı tanıdığımın ortak problemi bir gün içip, çok beğendikleri bir Türk şarabını ertesi gün denediklerinde içilmez bulmalarıydı. Bunun da tek nedeni elbette şarabın depolanma yöntemi.

İşin aslı, bu yıllandırmasanız da bir kaç ay evde bulundurduğunuz şaraplar için de çok çok önemli. O yüzden biraz detayına bakalım.

Şarap saklamanın üç altın anahtarı var. ısı, ışık ve nem.

Eksperler şarabı 10-15 derecede saklayın derler. Bu değerlere obsesif olmuş, mahzenini laboratuarlardaki temiz odalar gibi tutan, binlerce Frank verip, devasa klima cihazları taktıranları tanıyorum. Başka bir gurup ise sıcaklık değişimlerini sıfıra indiren özel dolaplar kullanıyorlar. Bu dolaplar İsviçrede oldukça popüler.

Size tavsiyem bu yola girmeyin.

Ben Yukardaki sınırları 5-30 dereceye çıkarıyorum, yeter ki ısı değişikliği ani olmasın, bir de alt ve üst ekstremlerde uzun zaman kalınmasın. Bunları kıçımdan uydurmuyorum, hepsi deneyimle sabit.

Kaynağım Burgundy'de iki parsel Grand Cru sahibi, şaraplarının Gorbaçov'a ikram edilmek üzere seçildiği çok ünlü bir şarapçı. Yıl 2000 falandı. Ondan iki kasa Grand Cru almıştım. Gevrey-Chambertin'den eve bir kaç saat yol var, ben hemen aman üzerlerini örtelim, üşümesinler, canları acımasın falan oldum. Bu bana bakıp güldü, gel sana bir şey göstereyim dedi.

Dünyanın en ünlü şaraplarının birinin üretildiği yer ama tek katlı bir bina, makine olarak da sadece bir etiketleme makinesi var. Arkada da iki ırgat, şarap kutularını paletliyorlar. "Bunlar nereye gidiyor biliyor musun?" diye sordu. Ben "Hayır" dedim. "Amerika'ya" dedi, "Bir şilebin içinde, ne klima, ne ısıtıcı... Merak etme don yemesin, şaraplarına hiç bir şey olmaz"

Öğüdünü tuttum. Hava çok soğuk olduğunda sadece odanın bir köşesine taşıdım o şarapları, hepsi o. Sonra ben Sırbistan'dayken üç sene depoda kaldılar. Döndüğümüzde de zevkle içtim. No problem!

Evde şaraplarınızı mutfak gibi sıcak ve aydınlık yerlere koymayın. Mümkünse serince noktada bir dolaba, varsa kutusuyla kaldırın. Bence yeterli olacaktır.

Şarabın ruhuna geri dönüyorum. Yaparken, saklarken ve içerken ani değil, biraz zamanla, hızlı değil, yavaş yavaş.

Şarap saklamanın ikinci anahtarı ışık.

Şaraplar görünür ışığın yüksek frekansları, yani mavi, mor renkli ışık ile mor ötesinin düşük frekansları yani Ultra Violet A dedikleri ışık türlerine alerjik. Bu tür ışıklar şarabın yıllanmasını hızlandırıyor, bu da yukarda tekrarladığımız ani ve hızlı değişimler sınıfına giriyor.

Bu tür zararlı ışığın en ağababası direkt güneş ışığı. Bir kere içinde bol bol mor ötesi ışıması var. Güneşten aldığımız beyaz ışık da maviler, morlar dahil her frekanstan ışığı içerir - ortaokul prizma deneyini hatırlayın.

Bunlardan başka başta floresan, Edison ampülleri gibi yapay ışıklar da bol bol mor ötesi ışık içerir.

Ama şarapları depolamak için hemen bir karanlık oda bulup, ona kırmızı bir ampül takmadan önce biraz düşünelim.

Şarabı aldığımız mağaza - hele bizim memlekette canavar gibi güneş ışığını alır. İçerdeki aydınlatma da neredeyse her zaman floresan ışıkla yapılır.

Ne oldu bizim şaraplara o zaman?

Şarapların ilk bakışta fark etmediğimiz birer güneş gözlükleri vardır sevgili arkadaşlar. Şişeleri. Özellikle kırmızı şarapların şişeleri yeşil, hatta daha da iyisi kahverengidir. Bu renkli camlardan yapılma şişeler zararlı ışıkların yarısından tamamına yakınına kadarını durdurur.

Gerisini de şarapları direkt güneş ışığından koruyarak siz yapabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğimiz dolap karanlık bir ortam sağlayarak ışığın da zararlı etkisini azaltacaktır.

Şarap saklamanın üçüncü anahtarı ise nem.

Bu noktada mümkün olduğu kadar nem istiyoruz sevgili arkadaşlar. Ortam kurursa şarabın mantarı kurur, büzüşür, şarap gereğinden fazla havayla temas ederek sirkeye döner. Yüksek nemin tek zararı ise şişenin etiketini bozması. Eğer estetik kaygılarınız yoksa yüksek nemden korkmayın.

Yine pratikte yapmanız gereken bir humidifier almak yada kuru havalarda hortumla şarapların üzerine su sıkmak değil, havanın ekstrem biçimde kuru olduğu ve bu kuruluğun süreklilik gösterdiği nadir günlerde şaraplarınızı evin nemli bir odasına taşımaktır.

Şarapları saklarken titreşimden uzak tutun falan derler. Elbette şarabı devamlı sallarsanız kimyasal reaksiyonların bazılarını hızlandırırsınız ama ayda bir şişelerin tozunu almakla gerçekten bir şey olmuyor.

Şişeleri yatık saklama mantarı nemlendirip, büzüşmesini önleme bakımından çok faydalıdır. Ancak şişenizi bir kaç ay içinde açıp, içecekseniz yatık saklayacağım diye çok kasmayın derim.

Şarabı yıllandırmak bir nefeste bu kadar oldu sevgili arkadaşlar.

Umarım başınızı ağrıtmadım.

Sevgi ile kalın🍷

25 Ağustos 2019 Pazar

Prag - Kent Gezisi

Avrupa'da çok az kent İkinci Dünya Savaşı'nı yerle bir olmadan geçirebilmiştir sevgili arkadaşlar. Prag da bunlardan biri. Savaş esnasında ufak tefek bombardımana maruz kalsa da bunları göreceli olarak az hasarla atlatmış. Sovyetlerin elinden kurtulduktan sonra binalara bir boya atınca her yeri tarih, dünyanın en cazibeli kentlerinden biri çıkmış ortaya.

Old Town Square ve Old Town Hall
Prag'ın kalbi Old Town Square isimli meydanda atıyor sevgili arkadaşlar. Prag'ın Castle Town, Lesser Town, Old Town gibi tarihe dayalı bölümleri var. Bunların en eskisi de Eski Şehir anlamına gelen isminden anlayacağınız üzere Old Town.

Old Town Square ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri. Bu meydandaki nev'i şahsına münhasır yapılara geleceğiz elbette ancak zevkli mimarileriyle farklı renklerdeki binaları, arnavut kaldırımları, cafe ve restoranları ile meydanın bir bütün olarak kendisi, insanı gerçekten etkiliyor.

Meydanın girişinde büyük bir kilise var. İsmi Saint Nicolas. Bir Ortadoks kilisesi. Oldukça büyük bir yapı, ancak meydana asıl havasını veren kilise Tyn kilisesi. Bu kilisenin kara, sivri iki kulesi herhalde Prag kartpostallarının yüzde sekseninin üzerinde bulunuyordur.

Old Town Square ve Tyn Kilisesi'nin Kuleleri
Tyn kilisesini görmek için özel bir nedenim vardı. Önceki birkaç yazıda size uzun uzun anlattığım Tycho Brahe'nin mezarı bu kilisedeydi. Hemen bu kiliseye koştuk, ancak kilisenin yanına geldiğimizde ufak bir sorunla karşılaştık.

Kilisenin kapısı yoktu!

Etrafında bir tur attık ama hak getire. Daha sonra meydandaki bir binanın içinden geçerek kiliseye girebileceğimizi keşfettik. Ancak kara bahtımız, kilise Pazartesileri kapalıymış. Ne yapalım, ertesi güne bıraktık.

Old Town Meydanının en görülmeye değer anıtı ise hiç kuşkusuz Old Town Hall binasının üzerindeki astronomik saat.

Astronomik Saat
Bu saat dünyadaki üçüncü en eski astronomik saat, ancak hala çalışan en eskisi. 1400'lü yılların başımda yapılmış, o gün, bu gün çalışmakta.

Astronomik saatle kast edilen aslımda günün herhangi bir saatinde ay, güneş, takımyıldızlar gibi çıplak gözle görülebilir astronomik cisimlerin yerini göstermesi. Bu saatin iki büyük daire şeklinde kadranı var. Üstteki daire saati, alttaki daire de ayları gösteriyor. Saati gösteren dairenin üzerinde güneşin gökyüzündeki yeri, dolayısıyla doğuşu ve batışı, hem de uzayıp, kısalan günleri de dikkate alarak doğru bir biçimde sembolize edilmiş. Bundan başka ayın safhaları ve burçları sembolize eden takımyıldızlar da işaretlenmiş. Ha bu arada saat kaç, onu da görmek mümkün tabi...

Her saat başı bu bu saatin altında oldukça büyük bir kalabalık toplanır ve ellerinde kameralarıyla saatin çalmasını beklerler. Saat çalmaya başladığında asıl kadranın üzerindeki iki pencere açılır ve Hz. İsa'nın on iki havarisi bu pencerelerin önünden geçerler.

Malum eskiden Prag deneyimim var, oturduğumuz yerden rahat rahat bu şovu izleyebilmek için karşısındaki bir restorana oturduk. Günün ilk şarabıyla beklerken elinde kamera, sırtında koca bir çanta, bir Jackie Chan tam önüme dikildi. Oğlum bak git falan oldum ama umrunda değil. Neyse ki restoranın sahibi son anda gelip kovaladı da saat başını kaçırmadık.

Altı yüz yaşında bir mekanik saatten bir Broadway şovu beklemeyin elbette, aksi halde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu minik gösteri daha ziyade Prag ziyaretçileri için bir anı, bir ritüel niteliğinde.

Prag'daki ikinci durağımız yine bu kentin dünyaca bilinen Charles Bridge köprüsü oldu.

Charles Bridge
Charles Bridge, ya da orijinal ismiyle Karluv Most, Praglı Kutsal Roma İmparatoru Charles IV tarafından yapılmış, şehri ikiye bölen Vltava nehri üzerinde taş bir köprü. Bugün sadece yayalara açık. Bu köprünün en dikkat çeken özelliği ise her iki tarafındaki güzelim heykeller. Yine köprünün üzerindeki ressamlar, satıcılar ve müzisyenlerle insanı sürreal bir havaya sokuyor.

Köprünün Karşısında, sağ tarafında bir heykel oldukça ilginç. Ben bakınca başka bir şeye benzetemedim. Bıyıklı, göbekli, palalı bir akraba zindandaki Hristiyan mahpusları bekliyor. Heykellerin açıklamalarını Wikipedia'da okuduğumda bizimkilere bir referans göremedim ama yolunuz düşerse bir bakın, siz de benle aynı şeyi düşüneceksiniz.

Charles Bridge'in karşısı, kentin Mala Strana, yani Küçük Kent isimli bölümü. Burasını da görmeden anlatmak zor. Prag kalesi ve sarayının eteklerinde, ve tarih boyumca genelde soyluların, sanatçıların, bilim adamlarının yaşadığı bir bölge. Kırmızı kiremitli çatıları ve rengarenk binalarıyla müthiş cazibeli bir yer.

Mala Strana
Mala Strana'da da bir Saint Nicolas kilisesi var, bu da gerçekten güzel bir kilise.

Mala Strana'dan yukarı yürüdüğümüzde ise Prag'ın kalesine ulaşıyorsunuz. İsminin kale olduğuna bakıp, aldanmayın. Burası içinde saray binaları, kiliseler ve devasa bir katedralin bulunduğu minik bir şehir.

Saraya girerken geleneksel nöbet değişim törenine denk geldik. Açık mavi üniformalarıyla, süngülü, tüfekli Çek askerlerini izlemek ilginç geldi.

Saray kompleksi yine birbirinden güzel binalarla, kiliselerle dolu. Biz sarayın içini gezmedik ancak gezenler oldukça mutlu.

Sonra da Saint Vitus katedraline girdik. Bu katedrali ilk kez bir Indiana Jones video oyununda görmüştüm. Şehre hakim bir tepede, bütün Prag'dan görülebilen çok büyük bir yapı. Bir Katolik katedraline göre de fazlasıyla renkli, fazlasıyla aydınlık.

Sizlere habire kilise, katedral anlatıyorum, eğer Çek'lerin çok dindar olduğu gibi bir izlenim aldıysanız bu pek doğru olmayacaktır. İşin aslı Çek Cumhuriyeti, Avrupanın en yüksek, dünyanın da üçüncü en yüksek ateist nüfus oranına sahip ülkesi. Nüfusun yüzde kırkına yakını ateist.

Vitus Katedrali
Birçok kişi bunu Sovyet dönemindeki din yasaklarına bağlar ancak bu kesinlikle doğru bir varsayım olmayacaktır. Sovyet zamanlarında Çekoslavakya ile aynı konumda olan komşu Polonya, o kadar dindardır ki Hristiyanlığın Suudi Arabistanı sayılır. Komünizmin ağababası Rusya, ateist ülkeler sıralamasında ilk altıda bile değildir- hoş, Çin bu listede birinci, Japonya da Çek Cumhuriyeti'nin önünde ikinci durumda.

İşin aslı, Çekler Katolik kilisesine karşı başlatılmış Reform ve arkasından gelen otuz yıl savaşlarında çok önemli roller oynamışlar. Katı Katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğu dönemindeki din baskısı da olaya tuz biber ekince insanlar hafif inançsız bir yaşama evrilmişler.

Saraydan çıkıp, Mala Strana'dan aşağı, tekrar Charles Bridge'e doğru yürüdük. Charles Bridge'in ayaklarının dibinde ise beni hayatımda o güne kadar görmediğim bir manzara bekliyordu. Yüzlerce turistin ortasında genç bir kız kendi başına yürüyordu. Ve bu kızın kaynanasının onu güzel mi diye hamamda görmesine de gerek yoktu, çünkü tamamen anadan üryan bir durumdaydı. Öyle erotik, sanatsal nü falan değil, tripıl eks, yani tüm manzara açıkta, utanmak, saklamak yok. Şaşkınlıktan resim de çekemedim, hoş çekseydim de Facebook paylaşmama izin vermezdi zaten.

Charles Bridge'deki Heykeller
Jelena çok kızar böyle şeylere, ben biraz daha liberalimdir. Yarım saat söylendi, ortalıkta çocuklar var, polis yok mu bu ülkede diye. Ben halimden çok şikayetçi değildim tabi... 😜

Old Town Square'e geri döndük. Meydanın tam ortasında, içlerinde insanlar, dev bir panda ile aynı büyüklükte bir kutup ayısı bulduk. 🐝Mezzy🐝 onlarla bol bol oynadı.

Sonrasında yine astronomik saatin yakınlarında bir restorana gittik, orada doğum günü yemeğimi yedik. Prag'da etler ve daha önce de yazdığım üzere şaraplar bir numara. Tatlı olarak da patenti bana alt, bir kaşık vanilya dondurmasının üstüne bir shot Becherovka döküp yedim. Becherovka, Çek'lerin milli içkisi. Sert bir alkol, içinde de ne oldukları sır kırk farklı baharat var. Tavsiye ederim. Genelde tonikle karıştırıp içiyorlar, buna da Be-Ton diyorlar. Anlamı aynı bizdeki ve aslen Fransızca'daki beton.

Otele giderken yolda bir Latino barı gördük. Orta Amerika'dan, Karayiplerden mükemmel Rasta müzikleri çalıyorlardı. Bir bardak şarapla 'nightcap' yaptık.

Otele gittiğimizde ise odada doğum günü için bıraktıkları dekoratif kuru yemişleri bulduk. Bu otele ilk gelişimizdi ama bağlı olduğu holding, Disneyland'e gittiğimizde kaldığımız otelin ait olduğu holdingle aynıymış, onların kayıtlarından doğum günüm olduğunu öğrenmişler. Teknoloji işte...

Yaşlanmanın üzüntüsünü mükemmel bir Çek şarabıyla bastırıp, uykuya daldık.

Old Town Square
Sabah kalktığımızda hemen Old Town Square’e, önceki gün göremediğimiz Tyn kilisesini görmeğe gittik.

Çok güzel bir kilise tabi, ancak içeride bir bekçisi var. Elimde kamerayı görünce hemen "No photo please!" dedi. Ben "No flash" falan demeye kalktım, dinlemedi bile "No photo please!".

Hatırlayacaksınız, buraya gelme amacım Tycho Brahe'nin mezarını görmekti. O yüzden herkes havaya, vitraylara, fresklere, heykellere falan bakarken ben yerlerde Brahe'nin kitabesini arıyorum.

Bulamayınca yine bizim bekçiye gittim, "Tycho Brahe'nin türbesi nerede?" diye sordum. Altarın yanındaki sütuna gönderdi beni. Bakındım, yine göremedim. Benim elektrik süpürgesi gibi yerlerde süründüğümü görünce dayanamadı, yanıma gelip, eliyle gösterdi. "Bir fotoğraf çeksem..." falan diye sızlanacak oldum, hemen “No photo please!” tabi. Ben de mezarın başında birkaç dakika geçirdim. Resim? Tabi ki çekmedim...

Tyn Kilisesi
Old Town Square'den bir kaç kilometre ötede Prag'ın Yahudi mahallesi var. Çek Yahudileri İkinci Dünya Savaşındaki trajediden elbette paylarını almışlar, ancak Polonya’nın aksine bu mahalledeki sinagoglar ve evler yakılıp, yıkılmadan günümüze ulaşabilmişler.

Bu mahallede Kafka'nın doğduğu evi ve Avrupa'daki en eski sinagogu görebilirsiniz.

Prag'daki son durağımız Wenceslas Square oldu. İsmi meydan olsa da aslında uzun, geniş bir cadde. Prag hakkında izlediğim bir belgeselde bir Praglı bu meydanda "Anneannem burada Nazileri, annem de Rus tanklarını yürürken gördü. Ben ise bu meydanda Mor Devrim’i (Sovyetlerin Çek Cumhuriyetinden ayrılması) yaşadım." diyordu.

Wenceslas Square Bana çok başka şeyleri hatırlatır. Bir iş toplantısı için geldiğim Prag'da, sabah kalktığımda takım elbisemin altına sadece birlikte seyahat ettiğim spor ayakkabılarımın olduğunu farketmiş, bu meydandaki bir Bata mağazasının camına yapışıp, tezgahtarlara n'olur açın diye yalvarmıştım. Elbette açmamışlardı, tam saatini bekleyip, sonra beni içeri almışlar, ben de ilk bulduğum bir çift ayakkabıyı satın alıp, toplantıya yetişmiştim. Ayakkabılar yılan mı, timsah mı, öyle egzotik, yanar-döner bir deriden yapılmışlardı, ve bütün gün onlarla bir p.venk gibi dolaşmıştım...

Prag işte böyle sevgili arkadaşlar. Çok fazla söze gerek yok. Hala görmediyseniz, hemen atlayın uçağa. Görmeden ölmek yazık olur.

Sevgi ile kalın ❤️

23 Ağustos 2019 Cuma

Prag - Otele Doğru

Prag havaalanında, ıvır zıvır ödemeler için yanımızda bir miktar Çek Krona'sı olsun dedik ve bir bankamatik bulduk. Hani aşağı yukarı yirmi dolar falan karşılığı bir miktar. Tam kuru bilmiyorum, hadi bir'e yirmi olsun dedim, kafamda beş yüz Krona gibi bir miktar var.

Jelena kartını makineye soktu, beş yüz Krona yok, olsun, biraz daha fazla alalım, yirmi yerine elli dolar karşılığı olsun dedik, bin iki yüz Krona'yı seçtik. Makine bize altı yüz Frank karşılığı, kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Lan ne altı yüz Frankı? Bir Frank bir Dolar diye düşünün, canımızı alırlar altı yüz Franklık Kronayla sokakta gezersek...

Hemen iptal tuşuna bastık, neyse kart geri geldi. Acaba bin iki yüz diye yanlışlıkla on iki bin'e falan mı bastık dedim. İşlemi bu kez sıfırları ikimiz de ayrı ayrı sayarak bir kez daha yaptık. Yine aynı mesaj. Altı yüz Frank karşılığı...

Bir daha denedik, bu kez altı yüz Krona seçtik, yine altı yüz Frank karşılığı.

Kısacası, bankamatik ruhen biraz yıpranmış.

Başka bir bankamatikten, makul bir çevrimle beş yüz Krona aldık, şehre ulaşmak için otobüs duraklarına doğru yürümeye başladık.

Yanyana iki tane bilet makinesi var. Ben soldakinden bilet alıyorum, başka bir turist sağdaki makineye yaklaşıp, bilet almaya başladı. Gözüm takıldı, gülmemek için dilimi ısırdım.

Adamcağız sağ tarafımda pratik olarak bir bale şovu yapıyordu. Arkamda bir yerde yanlamasına durmuş, elini benim kolumun altından uzatıp, ekrana dokunmaya çalışıyor, kolumun üzerinden de kafasını uzatıp ekrana bakıyordu.

Çünkü makineler eski ankesörlü telefonlar kadar küçüktü ve abartmıyorum, iki makine birbirine o kadar yakındı ki, aralarında beş santim bile yoktu. Kısacası, iki insanın yan yana durup, bu makineleri kullanması olanaklı değildi, hele bunlardan biri benim hacmimdeyse..

Neyse, ben biraz sola çekildim, o da ikinci makineye sağ çaprazdan yaklaştı, ikimiz de birer balet narinliğiyle, kafalarımızı ve kollarımızı senkronize ederek biletlerimizi aldık.

Sonra otobüs geldi, hep beraber bindik. Ön tarafa, şoförün yanına gittim, adama "Şehir merkezi merede?" diye sordum. Anlamadım gibi başını salladı. "Centrum" dedim (yolunuz düşerse aklınızda olsun, Orta Avrupa'da 'Centrum' çok işe yarar). Şoför bana "Next Stop" dedi.

Arkaya, Jelena ile 🐝Mezzy🐝'nin yanına döndüm, Jelena'ya "Next Stop şehir merkeziymiş" dedim. Çek bir kız atladı, "Next Stop değil, Last Stop! Sonra da metroya bineceksiniz." Emin misin falan olduk, kız istasyon isimlerini bile söyledi.

Bir iki durak sonra otobüse haraşo-karoçe bir gurup Rus genç bindi. Hepsi tattoo, piercing falan, üzerlerinde de ilkokul önlüğü gibi birer Metallica t-shirt...

Facebook'ta görmüştüm, Metallica Prag'da çalacaktı, demek konser o günmüş.

Gurubun 'lideri' ön tarafa gidip, şoförle konuşmaya başladı. Şoför cam bir panonun arkasında, sesi pek gelmiyordu ama bizimki bayağı vokal, oturduğum yerden gayet net duyuyorum.

“Ver iz eyırport?”

"..."

"Yes eyırport"

"..."

"Next Stop... Haraşo!"

Bizi kurtaran Çek kız inmiş, şoförün Next Stop'larını nötralize edecek en kıdemli ben kalmıştım.

İngilizce "Bu otobüs havaalanına gitmiyor" dedim. Oğlan da ukala bir tonla "O zaman nereye gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. "Peki havaalanına gitmediğini nereden biliyorsun?" diye sordu, "Çünkü oradan geliyoruz" dedim.

Guruptaki kızlar şöyle bir kıkırdadı ama Rasputin hala pes etmiyor.

"Prag'da başka havaalanı var mı?" diye sordu.

Sinirim tepeme çıktı. De get la demek geçti içimden, sana yardım edende kabahat. İn next stop'ta da, gör annenin cinsel organını...

"Bilmiyorum" dedim, çevirdim başımı.

Aradan bir iki dakika geçti, alpha male utancından kendisi gelmedi, guruptan bir kızı yolladı

"Sör, havaalanına nasıl gideriz?"

"Ablacım" dedim, "Ben de buranın yabancısıyım, bilmiyorum. Ancak mantık diyor ki ilk durakta inip, caddenin karşısına geçer, aksi yöne giden otobüse binerseniz havaalanına gidersiniz. Çünkü şu anda ters yöne gidiyorsunuz..."

Teşekkür etti, geri döndü. Tekrar aralarında istişareye başladılar. Bunlar bir karar verene kadar zaten son durağa gelmiştik, hep beraber indik. Sonra ne yaptılar, bilmiyorum.

Bir metro bizi otelimize götürdü.

Otelimiz bir kaç yüz yıllık, güzelim bir binadaydı - gerçi Prag'da bir kaç yüz yıllık olmayan bir bina yok gibi. Dik bir merdivenden çıkıp, üzerinde zil bulunan bir kapıya ulaştık. Zilin üzerinde 'recepcia' yazıyordu.

Zile bastık, çalan zilin sesini duyduk. Bir kaç saniye sonra hoparlörden bir parazit geldi ve aynı çaldığımız zilin sesini hoparlörden bir kez daha duyduk. Anlamamıştık. Kapıyı bir ileri-geri zorladık, hala kitli.

Zili bir kez daha çaldık. Hoparlör yeniden açıldı ve aynı zil sesini bize geri çaldı. Kapıyı bir kez daha zorladık, nada...

İki Çinli kız geldi, plastik kartlarıyla kapıyı açıp, odalarına doğru yürüdüler. Kapı kapanmadan yakaladım, resepsiyona geçtik. Resepsiyonist kulaklıklarıyla müzik dinliyordu. Bizi karşısında görünce bayağı korktu. Sonra kendini toparladı, kulaklıklarını çıkarıp, "Otelimize hoş geldiniz" dedi.

Jelena hiç öyle mızmız biri değildir. İndiğimizden beri gördüklerine gıkını bile çıkarmamıştı ama artık dayanamadı, "Bugi, ne biçim bir yer burası?" dedi.

Kendi kendime gülümsedim. Gözünü sevdiğimin Çeko'su. 1993'te ilk gördüğümden beri hiç adetini bozmamıştı. Hiç bir şey beklendiği gibi çalışmaz ama sonunda mutlaka hedefinize ulaşırdınız...

Devam edeceğiz...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...