25 Ağustos 2019 Pazar

Prag - Kent Gezisi

Avrupa'da çok az kent İkinci Dünya Savaşı'nı yerle bir olmadan geçirebilmiştir sevgili arkadaşlar. Prag da bunlardan biri. Savaş esnasında ufak tefek bombardımana maruz kalsa da bunları göreceli olarak az hasarla atlatmış. Sovyetlerin elinden kurtulduktan sonra binalara bir boya atınca her yeri tarih, dünyanın en cazibeli kentlerinden biri çıkmış ortaya.

Old Town Square ve Old Town Hall
Prag'ın kalbi Old Town Square isimli meydanda atıyor sevgili arkadaşlar. Prag'ın Castle Town, Lesser Town, Old Town gibi tarihe dayalı bölümleri var. Bunların en eskisi de Eski Şehir anlamına gelen isminden anlayacağınız üzere Old Town.

Old Town Square ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri. Bu meydandaki nev'i şahsına münhasır yapılara geleceğiz elbette ancak zevkli mimarileriyle farklı renklerdeki binaları, arnavut kaldırımları, cafe ve restoranları ile meydanın bir bütün olarak kendisi, insanı gerçekten etkiliyor.

Meydanın girişinde büyük bir kilise var. İsmi Saint Nicolas. Bir Ortadoks kilisesi. Oldukça büyük bir yapı, ancak meydana asıl havasını veren kilise Tyn kilisesi. Bu kilisenin kara, sivri iki kulesi herhalde Prag kartpostallarının yüzde sekseninin üzerinde bulunuyordur.

Old Town Square ve Tyn Kilisesi'nin Kuleleri
Tyn kilisesini görmek için özel bir nedenim vardı. Önceki birkaç yazıda size uzun uzun anlattığım Tycho Brahe'nin mezarı bu kilisedeydi. Hemen bu kiliseye koştuk, ancak kilisenin yanına geldiğimizde ufak bir sorunla karşılaştık.

Kilisenin kapısı yoktu!

Etrafında bir tur attık ama hak getire. Daha sonra meydandaki bir binanın içinden geçerek kiliseye girebileceğimizi keşfettik. Ancak kara bahtımız, kilise Pazartesileri kapalıymış. Ne yapalım, ertesi güne bıraktık.

Old Town Meydanının en görülmeye değer anıtı ise hiç kuşkusuz Old Town Hall binasının üzerindeki astronomik saat.

Astronomik Saat
Bu saat dünyadaki üçüncü en eski astronomik saat, ancak hala çalışan en eskisi. 1400'lü yılların başımda yapılmış, o gün, bu gün çalışmakta.

Astronomik saatle kast edilen aslımda günün herhangi bir saatinde ay, güneş, takımyıldızlar gibi çıplak gözle görülebilir astronomik cisimlerin yerini göstermesi. Bu saatin iki büyük daire şeklinde kadranı var. Üstteki daire saati, alttaki daire de ayları gösteriyor. Saati gösteren dairenin üzerinde güneşin gökyüzündeki yeri, dolayısıyla doğuşu ve batışı, hem de uzayıp, kısalan günleri de dikkate alarak doğru bir biçimde sembolize edilmiş. Bundan başka ayın safhaları ve burçları sembolize eden takımyıldızlar da işaretlenmiş. Ha bu arada saat kaç, onu da görmek mümkün tabi...

Her saat başı bu bu saatin altında oldukça büyük bir kalabalık toplanır ve ellerinde kameralarıyla saatin çalmasını beklerler. Saat çalmaya başladığında asıl kadranın üzerindeki iki pencere açılır ve Hz. İsa'nın on iki havarisi bu pencerelerin önünden geçerler.

Malum eskiden Prag deneyimim var, oturduğumuz yerden rahat rahat bu şovu izleyebilmek için karşısındaki bir restorana oturduk. Günün ilk şarabıyla beklerken elinde kamera, sırtında koca bir çanta, bir Jackie Chan tam önüme dikildi. Oğlum bak git falan oldum ama umrunda değil. Neyse ki restoranın sahibi son anda gelip kovaladı da saat başını kaçırmadık.

Altı yüz yaşında bir mekanik saatten bir Broadway şovu beklemeyin elbette, aksi halde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu minik gösteri daha ziyade Prag ziyaretçileri için bir anı, bir ritüel niteliğinde.

Prag'daki ikinci durağımız yine bu kentin dünyaca bilinen Charles Bridge köprüsü oldu.

Charles Bridge
Charles Bridge, ya da orijinal ismiyle Karluv Most, Praglı Kutsal Roma İmparatoru Charles IV tarafından yapılmış, şehri ikiye bölen Vltava nehri üzerinde taş bir köprü. Bugün sadece yayalara açık. Bu köprünün en dikkat çeken özelliği ise her iki tarafındaki güzelim heykeller. Yine köprünün üzerindeki ressamlar, satıcılar ve müzisyenlerle insanı sürreal bir havaya sokuyor.

Köprünün Karşısında, sağ tarafında bir heykel oldukça ilginç. Ben bakınca başka bir şeye benzetemedim. Bıyıklı, göbekli, palalı bir akraba zindandaki Hristiyan mahpusları bekliyor. Heykellerin açıklamalarını Wikipedia'da okuduğumda bizimkilere bir referans göremedim ama yolunuz düşerse bir bakın, siz de benle aynı şeyi düşüneceksiniz.

Charles Bridge'in karşısı, kentin Mala Strana, yani Küçük Kent isimli bölümü. Burasını da görmeden anlatmak zor. Prag kalesi ve sarayının eteklerinde, ve tarih boyumca genelde soyluların, sanatçıların, bilim adamlarının yaşadığı bir bölge. Kırmızı kiremitli çatıları ve rengarenk binalarıyla müthiş cazibeli bir yer.

Mala Strana
Mala Strana'da da bir Saint Nicolas kilisesi var, bu da gerçekten güzel bir kilise.

Mala Strana'dan yukarı yürüdüğümüzde ise Prag'ın kalesine ulaşıyorsunuz. İsminin kale olduğuna bakıp, aldanmayın. Burası içinde saray binaları, kiliseler ve devasa bir katedralin bulunduğu minik bir şehir.

Saraya girerken geleneksel nöbet değişim törenine denk geldik. Açık mavi üniformalarıyla, süngülü, tüfekli Çek askerlerini izlemek ilginç geldi.

Saray kompleksi yine birbirinden güzel binalarla, kiliselerle dolu. Biz sarayın içini gezmedik ancak gezenler oldukça mutlu.

Sonra da Saint Vitus katedraline girdik. Bu katedrali ilk kez bir Indiana Jones video oyununda görmüştüm. Şehre hakim bir tepede, bütün Prag'dan görülebilen çok büyük bir yapı. Bir Katolik katedraline göre de fazlasıyla renkli, fazlasıyla aydınlık.

Sizlere habire kilise, katedral anlatıyorum, eğer Çek'lerin çok dindar olduğu gibi bir izlenim aldıysanız bu pek doğru olmayacaktır. İşin aslı Çek Cumhuriyeti, Avrupanın en yüksek, dünyanın da üçüncü en yüksek ateist nüfus oranına sahip ülkesi. Nüfusun yüzde kırkına yakını ateist.

Vitus Katedrali
Birçok kişi bunu Sovyet dönemindeki din yasaklarına bağlar ancak bu kesinlikle doğru bir varsayım olmayacaktır. Sovyet zamanlarında Çekoslavakya ile aynı konumda olan komşu Polonya, o kadar dindardır ki Hristiyanlığın Suudi Arabistanı sayılır. Komünizmin ağababası Rusya, ateist ülkeler sıralamasında ilk altıda bile değildir- hoş, Çin bu listede birinci, Japonya da Çek Cumhuriyeti'nin önünde ikinci durumda.

İşin aslı, Çekler Katolik kilisesine karşı başlatılmış Reform ve arkasından gelen otuz yıl savaşlarında çok önemli roller oynamışlar. Katı Katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğu dönemindeki din baskısı da olaya tuz biber ekince insanlar hafif inançsız bir yaşama evrilmişler.

Saraydan çıkıp, Mala Strana'dan aşağı, tekrar Charles Bridge'e doğru yürüdük. Charles Bridge'in ayaklarının dibinde ise beni hayatımda o güne kadar görmediğim bir manzara bekliyordu. Yüzlerce turistin ortasında genç bir kız kendi başına yürüyordu. Ve bu kızın kaynanasının onu güzel mi diye hamamda görmesine de gerek yoktu, çünkü tamamen anadan üryan bir durumdaydı. Öyle erotik, sanatsal nü falan değil, tripıl eks, yani tüm manzara açıkta, utanmak, saklamak yok. Şaşkınlıktan resim de çekemedim, hoş çekseydim de Facebook paylaşmama izin vermezdi zaten.

Charles Bridge'deki Heykeller
Jelena çok kızar böyle şeylere, ben biraz daha liberalimdir. Yarım saat söylendi, ortalıkta çocuklar var, polis yok mu bu ülkede diye. Ben halimden çok şikayetçi değildim tabi... 😜

Old Town Square'e geri döndük. Meydanın tam ortasında, içlerinde insanlar, dev bir panda ile aynı büyüklükte bir kutup ayısı bulduk. 🐝Mezzy🐝 onlarla bol bol oynadı.

Sonrasında yine astronomik saatin yakınlarında bir restorana gittik, orada doğum günü yemeğimi yedik. Prag'da etler ve daha önce de yazdığım üzere şaraplar bir numara. Tatlı olarak da patenti bana alt, bir kaşık vanilya dondurmasının üstüne bir shot Becherovka döküp yedim. Becherovka, Çek'lerin milli içkisi. Sert bir alkol, içinde de ne oldukları sır kırk farklı baharat var. Tavsiye ederim. Genelde tonikle karıştırıp içiyorlar, buna da Be-Ton diyorlar. Anlamı aynı bizdeki ve aslen Fransızca'daki beton.

Otele giderken yolda bir Latino barı gördük. Orta Amerika'dan, Karayiplerden mükemmel Rasta müzikleri çalıyorlardı. Bir bardak şarapla 'nightcap' yaptık.

Otele gittiğimizde ise odada doğum günü için bıraktıkları dekoratif kuru yemişleri bulduk. Bu otele ilk gelişimizdi ama bağlı olduğu holding, Disneyland'e gittiğimizde kaldığımız otelin ait olduğu holdingle aynıymış, onların kayıtlarından doğum günüm olduğunu öğrenmişler. Teknoloji işte...

Yaşlanmanın üzüntüsünü mükemmel bir Çek şarabıyla bastırıp, uykuya daldık.

Old Town Square
Sabah kalktığımızda hemen Old Town Square’e, önceki gün göremediğimiz Tyn kilisesini görmeğe gittik.

Çok güzel bir kilise tabi, ancak içeride bir bekçisi var. Elimde kamerayı görünce hemen "No photo please!" dedi. Ben "No flash" falan demeye kalktım, dinlemedi bile "No photo please!".

Hatırlayacaksınız, buraya gelme amacım Tycho Brahe'nin mezarını görmekti. O yüzden herkes havaya, vitraylara, fresklere, heykellere falan bakarken ben yerlerde Brahe'nin kitabesini arıyorum.

Bulamayınca yine bizim bekçiye gittim, "Tycho Brahe'nin türbesi nerede?" diye sordum. Altarın yanındaki sütuna gönderdi beni. Bakındım, yine göremedim. Benim elektrik süpürgesi gibi yerlerde süründüğümü görünce dayanamadı, yanıma gelip, eliyle gösterdi. "Bir fotoğraf çeksem..." falan diye sızlanacak oldum, hemen “No photo please!” tabi. Ben de mezarın başında birkaç dakika geçirdim. Resim? Tabi ki çekmedim...

Tyn Kilisesi
Old Town Square'den bir kaç kilometre ötede Prag'ın Yahudi mahallesi var. Çek Yahudileri İkinci Dünya Savaşındaki trajediden elbette paylarını almışlar, ancak Polonya’nın aksine bu mahalledeki sinagoglar ve evler yakılıp, yıkılmadan günümüze ulaşabilmişler.

Bu mahallede Kafka'nın doğduğu evi ve Avrupa'daki en eski sinagogu görebilirsiniz.

Prag'daki son durağımız Wenceslas Square oldu. İsmi meydan olsa da aslında uzun, geniş bir cadde. Prag hakkında izlediğim bir belgeselde bir Praglı bu meydanda "Anneannem burada Nazileri, annem de Rus tanklarını yürürken gördü. Ben ise bu meydanda Mor Devrim’i (Sovyetlerin Çek Cumhuriyetinden ayrılması) yaşadım." diyordu.

Wenceslas Square Bana çok başka şeyleri hatırlatır. Bir iş toplantısı için geldiğim Prag'da, sabah kalktığımda takım elbisemin altına sadece birlikte seyahat ettiğim spor ayakkabılarımın olduğunu farketmiş, bu meydandaki bir Bata mağazasının camına yapışıp, tezgahtarlara n'olur açın diye yalvarmıştım. Elbette açmamışlardı, tam saatini bekleyip, sonra beni içeri almışlar, ben de ilk bulduğum bir çift ayakkabıyı satın alıp, toplantıya yetişmiştim. Ayakkabılar yılan mı, timsah mı, öyle egzotik, yanar-döner bir deriden yapılmışlardı, ve bütün gün onlarla bir p.venk gibi dolaşmıştım...

Prag işte böyle sevgili arkadaşlar. Çok fazla söze gerek yok. Hala görmediyseniz, hemen atlayın uçağa. Görmeden ölmek yazık olur.

Sevgi ile kalın ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...