12 Aralık 2019 Perşembe

İki Asır Sonra Bile...

Yıl 1997 falandı. Krakow havaalanında o günler için vakai adiye olmuş, geleneksel rötarını yapan uçağımızı bekliyorduk.

Yanımda Amerikalı bir arkadaş vardı. Benden bir on-on beş yaş falan büyüktü. Vietnam'da field medic'lik yapmış, bu hasta-doktor işlerine de bu yüzden kafayı takmış biriydi. Her antibiyotik aldığında dünyaya yaptığı kötülüğü düşünür, her fırsatta ilaç firmalarının ne kadar düzenbaz, ne kadar şeytani olduklarını anlatırdı. Bu kadar germofobik, pimpirikli biri olmasına rağmen yine kendini tutamaz, seyahatlerde poligamik takılıp onla bunla aganigi yapar, bir halt ettiğinde de iki gün uyuyamaz, AIDS falan kaptım diye aklı çıkardı.

İşte böyle bir günün ardından havaalanında başımın etini yiyiyordu. "Bu orospu çocuklarının yüzünden AIDS'den öleceğiz" diyor, "AIDS'e çare bulacaklarına, sadece insanları aldıkça yaşatabilecek ilaçlara yatırım yapıyorlar, hastalar da ölene kadar bunlara para vermek zorunda kalıyorlar" diye yırtınıyordu.

Her komplo teorisinin olduğu gibi bunun da haliyle insanın aklına yatabilecek tarafları vardır. Elbette farma şirketler karlarını artırmak için hastalığı kökten tedavi eden ilaçlar yerine sadece semptomları ortadan kaldıran ya da azaltan ilaçlara yönelirler. Düşünün, AİDS'li bir hastayı hayatta tutabilmek için on sene boyunca ona ilaç satmak, aynı hastayı sağlığına kavuşturmaktan çok çok daha fazla karlıdır. Ancak genelde bu yaklaşımı dengeleyen üniversiteler, vakıflar, alternatif ilaçcılar, anti-kapitalist devletler falan vardır. Bazen de sadece rekabet yüzünden, yani başka bir şirket bunun lisansına, patentine artık her neyine ise, sahip olmasın diye şirketler tedavi edici ilaçları piyasaya sürerler.

Geçmişte bu teorinin genişletilmiş halleri, bazen de ona birer spin-off şeklinde ortaya atılan, hedefte devamlı paralı ve şeytani farma şirketlerinin olduğu daha bir dolu zırva ortaya çıkmıştır. İlaç şirketleri önce sağlıklı insanları gıda, içme suları yada başka ilaçlarla zehirler, sonra onları tedavi edip, paralarını alır. Yukarda andığım arkadaşım, içme suyuna katılan klorun bile bu şeytanların işi olduğuna inanırdı.

Bu işleri seviyorsanız bayağı eğlenceli bir konudur bu, ama o kadar eskidir ki, popülerliğinin tavanındayken Leonid Brejnev Sovyetlerin başkanı, Gülşen Bubikoğlu da her gencin rüyasıydı.

O yüzden geçenlerde Youtube'da Soner Yalçın'ı duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Aşıların sağlığa sanıldığı kadar yararlı olmadığını, günümüz ilaçlarının, elbette ki 'küresel' şirketlerin gaz vermesiyle, doktorlar tarafından hastaların bireysel durumlarına bakılmaksızın kullandırıldığını falan anlatıyordu.

Bir anda deja vu olmuştum. Krakow havaalanına geri döndüm, yanımdaki arkadaşın ruhu etrafımdaki mumları falan söndürdü. Soner, kırk senelik böğk bir zırvayı bir eureka havasıyla yeni bulmuş gibi anlatıyordu!

Soner, bugüne kadar okuduğum yazılarıyla birer tarihçi, dilbilimci, gıda mühendisi falan olmuştu, ancak doktorluk mertebesine ulaştığından haberim yoktu. Demek sonunda Nirvana'ya ulaşmıştı. Her aydın gibi her şeyi doğuştan bildiğinden, öyle okul okuyup, ihtisas-mihtisas yapmasına gerek de yoktu. Bilgi çağının olanaklarını kullanarak hekimliğin sırrını çözmüş, bütün Türkiye'ye tıbbın sırlarını açıklıyordu.

Bu bilgi çağının olanakları deyince de aklınıza öyle Internet, Wikipedia, forumlar, tartışma grupları falan gelmesin lütfen. Her kontemporer Türk aydını gibi Soner'in de favori bilgi çağı aracı Google Translator'dır. Bu program sayesinde tembelliklerinden Türkçe'den başka bir tek dil konuşamayan bu sözde aydın tayfası altın bulmuş gibi oldu. Artık Internet üzerinde yarım yamalak da olsa modern dünyanın ne düşündüğünden, ne konuştuğundan haberleri olabiliyor.

Bu işten ilk nemalanan, anladığım kadarıyla o Acun isimli arkadaş. Türkiye gibi dünyanın gerisinin ne yaptığından bihaber, bakir bir cennette yaşadığını farkedip, batının kırk senedir izlediği programları memlekete getirdi ve milyoner oldu.

Soner de aynı hesap, kırk senelik komplo teorisini Googıl Tranzleytörden geçirip kitap yapmış, bize satıyor.

Soner'in (ve benim de tabi) gençliğimizin geçtiği yetmişli, seksenli yılların fantezisidir, zengin ama kötü kalpli vilanlar dünyayı yok etme amacıyla akıllarına gelen her türlü kötülüğü yaparlar. James Bomd filmlerinin Hugo Drax'i, Karl Stromberg'ü, Mandrake'in "8" 'i, Superman'in Lex Luthor'u falan hep böyle karakterlerdir.

Soner de bu tıbbi komplo teorisi için böyle bir vilana gereksinim duymuş anlaşılan. Ancak burada anlamanız gerekli şey, Soner'de biraz da çav bella'lık olduğudur. Bu yüzden de kendisine klişe bir kapitalist vilan bulmuş.

Rockefeller!

Gençliğimin komünistleri çok severdi bu kelimeyi. Çoğu da Rockefeller'ın kim olduğunu, niye bu kadar şeytani olduğunu falan bilmez, anlamazdı. Ancak konuşurlardı tabi. 1980'de ben on dört yaşımdaydım, hadi o zaman idare ediyorduk da, elli küsür yaşımıza geldik birader, değiştir şu plağı artık yahu!

Rockefeller dediğin adam 1839 da, Atatürk'den kırk sene önce doğmuş, 1937'de hakka yürümüş. Hadi oğlu desen 1874'de doğmuş, 1960'da, ben doğmadan altı sene önce ölmüş. Eğer bu adamlar hala aşılara su katıp 'dünya uluslarını' zehirliyorlarsa, yazık bu dünya uluslarına, iki asırdır anlayamamışlar bunu demek ki...

Aslında Soner bir uyansa, bu Rockefeller'larla ilgili Kennedy suikastinden Orta Doğu'ya kadar öyle çok komplo teorisi var ki, üç kitap daha çıkar bunlardan. Ancak Google Translator'ın gücü yeter mi, bilmiyorum.

Neyse. Soner'i bir kaç farklı programda dinledim. Hepsinde birinci suçlu Rockefeller'di, ama en ufak bir şekilde bir bütünlük, yada konuyla herhangi bir ilgi bulamadım. Sadece Rockefeller diye şuursuzca bağrınıyordu.

İnsanlara aşıların zararlı olduklarını/olabileceklerini ima ediyor, ilaçların çoğunlukla işe yaramadıklarını anlatıyordu. Zaten kollektif beyin gücünün orta çağın altında işlediği bir memlekette, bu anne babalara çocuklarını aşılatmamak için eyyamcılıktan kaynaklı, aradıkları bahaneyi sunan bu tür söylemlerin tehlikesini umarım anlamışsınızdır.

Soner'in kitabına ayıracak beş dakikam bile yok. Okumadım, okumayacağım. Sizlere bu anlattıklarım Youtube programlarından izlediklerimden. Bunlar yetti ve arttı bile...

Çok arkadaşça bir yazı olmadığının farkındayım, ancak bu kendini bir bok zanneden ve üç kuruşluk bilgisi olmadan bağrışan bu aydın tipinden o kadar sıkıldım ki, siz de umarım beni hoş görürsünüz.

İnsanlara yabancı dil öğrenmeyin diyen Nihat Genç, ya da çocuklarınızı aşılatmayın diyen Soner Yalçın gibileri aydın falan değil, birer dingildirler. Aykırı olup dikkat çekmeye çalışmaktansa vakitlerini ülkenin düştüğü şu durumdan kurtarmaya harcasalar daha iyi olacak bence.

Akşamınız güzel olsun ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...