13 Temmuz 2012 Cuma

Tunus 5

Barmenle ilişkilerimi ilerletmemin sonrasında artık otelle aynı adlı Zephir kokteyllerini büyük kadehlerle almaya başladım. Bu masa ile bar arasındaki round-triplerin sayısını yarıya düşürdü. Bu önemli çünkü Temmuzun ortasında Afrika'ya gelmenin travmasının üzerine ek olarak Tunus bir de normalin üstü yüksek sıcaklıklara maruz kalmakta. Bu günün maksimumu örneğin gölgede kırk beş derece, yarın kırk sekiz bekleniyor. Dün dünyanın en sıcak çölü Sahara'yı ziyaret etme basiretini gösterdik ve sıcaklık orada gölgede elli iki derece idi.

Sizin anlayacağınız kıçımız yanmakta.

Buna rağmen tatil hala güzel ilerlemekte. Dünkü Matmata-Douz turu mükemmeldi.

Matmata'dan başlarsak yine hayatımda ilk defa bir Berberi ailesini kendi evlerinde ziyaret etme şansını buldum. Berberiler yada buradaki adlarıyla Berberler - ki bu Berberler ne saç kesmekte, ne de beri gelmekte - Kuzey Afrika'nın yerlileri. Başka bir deyişle Fas, Cezayir, Tunus ve Libya'da tarihsel filmi geri sararsak Arap yayılması öncesinde bu topraklarda sadece Berberileri görmekteyiz.

Berberi Ailesi
Berberiler genelde göçebe olan Bedevilerle karıştırılsa da aslında oldukça yerleşik bir toplum. Köyleri ve kendilerine has evleri var.

Dümdüz, kil toprağı yoğun, yirmi metreye yirmi metre boyunda bir alanı düşünün. Berberiler, evlerini bu alana inşa etmek için önce bu alanı bir daire biçiminde on-on beş metre derine kadar kazıyorlar. Bayağı daire biçiminde bir çukur. Sonra bu çukurun çeperine odaları oyuyorlar. Bazı evler iki katlı bile olabiliyor.

Star Wars'ın çekildiği Sidi Driss oteli de bu tarzda yapılmış bir Berberi evi. Hala filmden kalma dekorlar var. Ancak mesela Amerika'da olsa bir Star Wars mabedine çevirilebilecek bu yer ne yazık ki ikinci sınıf bir otel olmuş. Luke Skywalker'ı filimde gözünüzde canlandırmaya çalışırken iki garson ellerinde salata tabaklarıyla önünüzden geçiyor, bir üçüncüsü onlara elleri dolu iken tekme atarak şaka yapmaya çalışıyor.

Berberilerin ikinci ev şekli ise düzlük yerine tepelik bir alana yerleşmeleri gerektiğinde seçtikleri mağara benzeri kayalara oydukları odalar.

Her iki tarz evler de mutlaka görülmeye değer.

Matmata civarında başka bir durağımız ise Tunusluların eski köyler diye adlandırdıkları toprak yapılı köyler. Görünüşü fazlasıyla güzel olan bu köylerde ne yazık ki yaşanması çok zor, ne elektrik ne su var. Bu köylerin birçoğu Tunus'un ünlü başkanı Habib Burgiba'nın teşvikiyle yetmişli yıllarda boşaltılmış ve fazla uzakta olmayan imar planlı, elektrikli ve sulu yeni köylere taşınmış. Ne olursa olsun eski köylerin cazibesi yeni köylerde yok. Görülmesi gerekli yerler listesine direkt birer aday bu eski köyler.

Toprak yapılı köyler
Matmata'yı geride bırakıp Douz'a yöneldik. Douz, Sahara çölünün başlangıcında Red Kit maceralarında fazlasıyla yaygın "son şans köyleri" benzeri bir şehir. Tam bir Kuzey Afrika minyatürü Douz. Çok ilginç bir cazibesi, çok da güzel bir pazarı var. Jelena bir dolu hatıra malzemesi ve giyecek aldı.

Douz Pazarı
Yeri gelmişken söyleyeyim, Jelena rahmetli annemden sonra tanıdığım en çetin pazarlık erbabı. Bir Arap satıcı Jelenanın pazarlık fiyatını kabul ettikten sonra, nasıl içine dokunduysa dükkanın kapısından çıkarken bizi durdurdu ve "Eğer Ekimle Aralık arasında gelseydin bu dükkandan ya eli boş ya da benim fiyatımla aldığın tunikle çıkardın" dedi, cevabımızı bile beklemeden döndü gitti.

Matmata ile Douz arasında Tunusluların Taş Çölü dedikleri kum ile kaya karışımı bir alan var. Douz'dan sonrası ise Sahara, bildiğiniz kum çölü.

Sahara Douz'dan hemen sonra başlıyor. Yürüme mesafesi. Biz arabalarla bir on dakika daha ilerledik. Sahara'nın bu kesiminin kumları daha beyaz. İlk Sahara bölgesinin kumları daha altınsıydı. Geri kalan herşey aynı. Cehennem sıcağı ve kilometrelerce kum.

Su şişesine Sahara kumu
Arabadan inince ilk iş boş bir pet su şişesine hatıra Sahara kumu doldurmak oldu. Jelena bir iki fotoğrafdan sonra, bir önceki Sahara ziyaretinde başına gelenlerin de etkisiyle arabaya geri döndü. Ben cengaverliğe devam ettim ve bandanama su dökerek kum tepelerinin üzerinden bu kez yürüyerek daha içerilere doğru yöneldim.

Deve Ölüsü
Üç yada dördüncü tepeden sonra bir koku geldi ama kimyasal silah gibi, iğrenç bir koku. Lan ne oluyor diye bir döndüm ki bir deve ölüsü, daha doğrusu deve ölüsünün dış tarafları. Bayılma pahasına bir fotoğrafını çektim ve hemen uzaklaştım.

Sahara o gün en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. Gökyüzü morumsu bir mavi renk almıştı. Teoride gözle görünmeyen yüksek frekanslı ultra violet yani mor ötesi ışıma arttığında bu ışımanın sarkmaları gözle görünür mor renkli ışımayı da artıtır. O gün gökyüzünün morluğu bundan mıydı benim hayal gücümden miydi bilmiyorum ancak o sıcaklık gerçekti ve belleğime kazındı.

Otele döner dönmez havuza atladık ancak o gün havuz suyunda makarna haşlanırdı bence. Oradan denize koştuk. Deniz havuz kadar olmasa da yine sıcaktı. Önceki günlerde Jelena ile beraber akıntının soğuttuğu bir bölge bulmuştuk. Oraya yüzdük ve bir yarım saat birbirimizle konuşmadan "soğuduk".

Bugünün olayı ise bir deve - pardon dromader turuydu. Hayırlısı, bu günlerde şansımız develerden açıldı, sonu iyi gelsin diyelim.

Buyrun gülün...

Hayatımda ilk defa bir deveye bindim. Çok eğlenceli ve vücudunuzun herhangi bir bölgesine akla ilk gelenler dahil herhangi bir zararı yok.

Bu deve macerasının bir hedefi de klasik bir deve fotoğrafı çekmekti - ki bu aşamada işler biraz karıştı.

Nedir bu klasik deve fotoğrafı derseniz anlatayım hemen. Bir gün batımı canlandırın gözünüzde. Kırmızımsı bir renk altında beyaz kum tepeleri, kumun üzerinde bir yada birkaç deve, develerin üzerinde bir yada birkaç insan silueti, heybeler, kilimler. Ancak en önemlisi fotoğrafın can damarı olan develerin kum üzerinde uzamış gölgeleri.

Senaryo güzel de set ve dekorda problemimiz var.

Herşeyden önce saat üç buçuk, öyle güneş batımı kızıllığı falan yok ortada. Güneş koç gibi kırkbeş derece tepemizde parlıyor.

İkincisi çölde değil deniz kıyısındayız. Ayak bileklerine kadar su içine girmiş bir deve ve etrafında mayolu insanlar, o çöl yalnızlığı ve kuruluğu kurgusu ile pek de gitmiyor.

Kum deseniz deniz kumu, çöl kumu değil. Aradaki fark da kum içerisindeki öbek öbek yosunlar ve ayak izleri.

Fotoğrafımız zor ancak imkansız değil.

Gün batımı kızıllığını halletmek kolay, biraz Photoshop'a bakar. Burada problem güneşi kareye almamak. Zaten güneş kareye girerse başka sorunlara da yol açacak.

Benzer nedenlerle denizin de kareye girmemesi gerek.

Problem ise güneşin denizin aksi tarafında olması. Yani güneşi arkanıza alırsanız deniz önünüzde kalıyor.

Denizi "görmemek" için de devenin kıyıdan daha içerilere girmesi gerekiyor, ancak sahil her yerde bu kadar geniş değil.

Devenin üzerinde sadece ben varım ve oniki-onüç yaşında bir çocuk yerde, deveyi dizginlerinden çekerek ilerliyor. Cocuğumuz az derece Fransızca konuşmakta.

Bu arada kameraman Jelena çünkü deveye binmek istemedi ve bizi kıyıdan koşarak takip ediyor. Onun problemi ise yalın ayak olması. Kızgın kumların üzerinde ancak birkaç saniye durabiliyor.

Toparlarsak sahılde kumlu, yosunsuz, üzerınde ayak izi olmayan, etrafında insan bulunmayan, denizi saklayabilecek kadar kıyıdan içerde bir yer arıyoruz.

Bir ara deve çiş yapmaya başladı ve bu andan sonra Jelena korkudan bizle arasını öyle bir açtı ki bağırmadan konuşmak imkansız hale geldi.

Böylece deveci cocukla anlaşma işi bana ve kırık Fransızcama kaldı. Biz "Agoş silvuple" (Sol lütfen) ve "Adruat silvuple" (Sağ lütfen) diye diye iyi kötü gitmeye başladık.

Bir on beş dakika gezindikten sonra anladık ki yosunsuz ve ayak izi-siz bir nokta bulmak mümkün değil. Ancak bunların az olduğu bir yer bulabiliriz.

Yeri gelmişken Photoshop'ı yada daha yoğun kullandığım Lightroom'u sadece crop yada renklerle, exposure'la vs. oynamak için kullanırım. Spot repair dışında pixel editlemesi yapmam. Türkçesi fotomontaj yapmam da sevmem de (bu arada komiklik olsun diye mesela Zagorun üzerine kendi yüzümü koyduğum üç-beş fotoğrafı hariç tutuyorum). Bu sebeple yosun yada ayak izlerini "silmek" bir seçenek değil.

N'apalım dedik olduğu kadar.

Gözüme işe yarayabilecek bir alan kestirdim. Bir-iki "agoş/adruat" la o bölgeye ulaştık. Bir "Arret silvuple" (Dur lütfen) ile durduk.

Çocuk hala dizginleri tutuyor. Olmaz. Dizginleri bırakıp kareden çıkması lazım. "Alezi mösyö" dedim yani buyur git gibisinden. O hadi gidelim anladı, dizginleri çekip deveyi hareket ettirdi.

Nasıl kıçımı yırtıyorum "Arret" diye. Cocuk korkup durdu. Durdu da biz de bu arada az yosunlu, az ayak izli bölgeden ayrılmış olduk. Devenin geri vitesi yok ki takıp hemen geri dönelim. Baktım ki öyle "Agoş" la, "Adruat" la "U" çekip geri dönmek en az on beş dakika alacak, vazgeçtim.

Ne yapalım yosunlu olsun anasını satıyım diyip durduğumuz yerde denemeye karar verdim. Çocuk da yine deveyi alıp gitmesin diye bu sefer Fransızca limitlerimi zorlamak pahasına "Lö dromader rest isi me vuzalezi" yani deve kalsın ama sen git dedim.

Anladı mı anladı. Dizginleri bıraktı ve uzaklaştı. Tam bağırıp Jelena'yı çağıracakken bu sefer deve kalkıp çocuğun peşinden gitmeye başladı.

Ben bağrınmaya başlayınca çocuk hemen dönüp dizginleri yakaladı, "Eywa, eywa" diye deveyi sevip peşinden gelmesine engel olmaya çalıştı. Deve de bu ilgiyi herhelde çök anlamında algıladı ve iki ön ayağını kırıp çökmeye başladı.

Devenin üzerindeyken aşağı yukarı iki metre yüksekte olduğunuzu unutmayın. Deve iki ön ayağının üzerine alçalırken arka ayakları hala dimdik duruyor, siz de öne doğru ciddi bir kuvvetin etkisinde kalıyorsunuz. Bu arada deve her iki ön ayağını da aynı hızla kırmadığı için bir de sağa ve sola da yalpalıyorsunuz. Üstüne benim bir de hazırlıksız olduğumu hesaba katın ve nasıl paniklediğimi artık siz düşünün.

"Hooooo!"

Ben bağırınca deve de korkup bağırmaya başladı. Develer inekler gibi "Moo" 'lamıyorlar, böyle "Meüeümeeü" gibi komik bir ses çıkarıyorlar. Neyse deveci çocuk dizginleri çekip günü kurtardı.

Devenin gölgesinin yarısı suyun içinde
Bu arada yine hareket ettiğimiz için artık devenin gölgesinin yarısı suyun içinde kalmaya başladı.

Bu aşamada ben artık fotoğrafı falan bıraktım. Jelena'ya rica ettim, bak öyle susuz, yosunsuz denk gelirse çek bir iki kare diye. O da sağolsun önümüzden arkamızdan önce ayaklarını suya sokup sonra kara tarafına koşup ayakları yanmadan fotoğrafı çekip daha sonra tekrar suya zig zag yaparak aslında bayağı güzel üç beş kare yakaladı.

Bu deve hikayelerinin sonlanması dileği ile, görüşürüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...