15 Eylül 2023 Cuma

Vienna Calling

Johann Hölzel 1957’de Viyana’da doğmuş. Doğuştan ciddi bir müzik kulağına sahipmiş. Konservatuara gitse de klasik müzikten sıkılmış. Aklında zamanın popüler türü pop varmış. Herkesin bildiği şarkıları yazıp, söylemiş. Kendisi gibi eksantrik bir hayatı olmuş. 41 yaşındayken de Dominik Cumhuriyetinin Puerto Plata kenti yakınlarında kendi kullandığı arabası ile bir otobüse çarpıp, bu dünyaya veda etmiş.

Benim jenerasyonum Johann Hölzel’i sahne adı olan “Falco” ile tanır.

Hala hatırlamayan varsa, “Alles klar, Herr Kommissar?” diyelim. “Bir sorun yok değil mi komiser bey?” diye soruyor kız. Malum, cebinde kokain, biraz da çekmiş, sonra da polis bunu durdurmuş. Nasıl güzel şarkıdır “Drah' di net um, schau, schau, der Kommissar geht um!”, yani “Arkana bile bakma (git, uzaklaş), komiser buralarda dolaşıyor!”.

Falco başka bir kez “Rock Me Amadeus” diye karşımıza çıktı. Şu bildiğimiz dahi besteci Wolfgang Amadeus Mozart için yazılmış bir şarkı. Hafızası biraz daha güçlü olanlar güzelim bir slow olan “Jeanny” ’yi de hatırlayabilirler.

Falco’nun yazımıza fon olacak şarkısı ise “Vienna Calling”.

Ee, madem Viyana bizi arıyor, biz de ayıp olmasın, gidip bir “Alo” diyelim dedik.

Sözün kısası, Viyana’dayız sevgili arkadaşlar.

Viyana, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biridir. Teknik olarak onlarca kez gelmiş olsam da, bunların biri hariç tümü Viyana Havaalanı ve Duty Free’si ile sınırlı idi. İşin doğrusu Viyana’ya aslında sadece bir kez geldim. 15 Eylül 2023 itibarıyla aradan tam 23 yıl, 8 ay ve 15 gün geçti. Bu kadar hassas olabilmemin nedeni ise, milenyumu bu güzelim şehirde karşılamam. Yani 31 Aralık 1999’da Viyana’daydım. Saat 12’yi gösterdiğinde yeni yıla açık havada, devasa bir bahçede sıcak şarap içip, Mozart dinleyerek girmiştim.

Viyana,
23 yıl, 8 ay ve 15 gün önce!
Hayatımda ani ve ciddi değişikliklerin olduğu, önemli kararlar vermem gerektiği bir dönemdi. Milenyum gecesi, bu kasvetli havadan sıyrılıp, biraz kafa dağıtmak için iyi bir fırsat olmuştu.

Viyana aynı zamanda sevgili karımla ayrı ayrı görüp, birlikte olmadığımız üç beş yerden biriydi. Böyle yerlere birlikte gittiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz aramızda. Neyse ki nötralize etmemiz gereken çok az yer kaldı.

Viyana klasik müziğin ete kemiğe büründüğü, her yeri sanat, estetik ve bilim kokan bir şehirdir.

Mozart, Beethoven, Strauss, Schubert ve daha bir çok klasik müzik dehasının yolları şu yada bu şekilde Viyana’dan geçmiştir. Viyana aynı zamanda vals demektir. Strauss’un Blue Danube Waltz’ı, yani Mavi Tuna Valsi Viyana için bestelenmiştir. İsmi eğer hatırlamanıza yeterli olmamışsa, dinlediğinizde mutlaka tabii ki biliyorum bunu diyeceksinizdir.

Operaları, klasik müzik konserleri, tiyatroları, müzeleri, ismini saymakla bitiremeyeceğimiz yazar, besteci, filozof ve bilim adamlarının vakit geçirdikleri kafeleri, başta Viyana Keki ve Şnitzel gibi yemekleri ile kimsenin görmeden ölmemesi gerekli bir şehir.

Ancak Viyana’yı gerçekten anlayabilmek için, bu kentin ayrılmaz bir parçası olmuş bir ailenin öyküsüne kısa da olsa bir göz atmak gerekir sevgili arkadaşlar.

1100’lü yılların sonlarında, bugünün İsviçre’sinde, Radbot of Klettgau adında biri, Aargau kantonunda, Habsburg isimli bir şato yapmış. O günden beri bu aile, şatoyla aynı isimle, yani Habsburg şeklinde anılmış.

1200’lü yılların sonlarında, bu aileden Rudolf I isimli biri önce Alman Kralı olarak seçilmiş, sonra da Avusturya Dükalığı’nı topraklarına katmış.

Orta ve erken yeniçağ Avrupa’sının gelenekleri etrafında Habsburg’ların egemen oldukları topraklar, başka asil ailelerle yaptıkları evlilikler sonucunda büyümüş ve aile, tanımının tam anlamıyla bir hanedanın yönettiği bir imparatorluğa dönüşmüş.

Hanedanın zamanındaki Kralı Charles V emekli olmuş ve imparatorluğunu ikiye bölüp, bugünün İspanya’sı, Portekiz’i, Hollanda’nın birazı, az bir şey Fransa, bir tutam da İtalya’sının oluşturduğu İspanyol Krallığını oğlu Philip II’ye, Bohemia (bugünün Çek Cumhuriyeti diye düşünün) ve Macaristan'ı da zaten hükümdarı olduğu diğer oğlu Ferdinand I’e bırakmış.

Bu krallıklardan ilki 1700’lü yıllarda dağılmış, ancak ikincisi varlığını sürdürmüş ve Avusturya İmparatorluğuna dönüşmüş.

Avusturya İmparatorluğu ve dolayısıyla Habsburg’ların toprakları tarih boyunca büyümüş, küçülmüş, dağılmış, yeniden toplanmış ve sonunda Macaristanı da içine alarak şu tarih derslerinden hatırlayacağınız Avusturya-Macaristan İmparatorluğu haline gelmiş.

Bildiğiniz üzere tarih boyunca Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya/Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile, yani Habsburg’larla bol bol sevişmiştir.

Örneğin batıda, Mohaç sonrası, Viyana kuşatlamarı ile sonuçlanan savaşların tümü başında Habsburg’lardan bir kralın bulunduğu Kutsal Roma İmparatorluğu ile yapılmış. Estaragon, Zigetvar gibi seferler yine hep Habsburg’lara karşı yapılmış.

Kanuni’den sonra 1593-1606 yılları arasında yine Habsburg’larla Macaristan, Romanya, Moldova ve Balkanların bir bölümü için, Avrupalılar’ın “Uzun Türk Savaşları”, yada “On Üç Yıl Savaşları” dedikleri, tarafların birbirlerine üstünlük sağlayamadığı, bir dizi savaş gerçekleşmiş.

Karlofça’nın acısını almak için II Mustafa 1695 yılında yine Habsburg’lara saldırmış. Bu kez Habsburg’lar savaştan galip çıkmışlar.

Habsburg’lar, Belgrad’a üç kez saldırıp, ele geçirmişler, ancak üçünde de geri almışız.

1878 yılında Habsburg’lar Bosna ve Novi Pazar’ı işgal etmişler. Hattızatında Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Gavrilo Princip isimli bir Sırp öğrencinin suikastinde hayatını kaybeden Avusturya-Macaristan Arşidükü Ferdinand da bir Habsburg’dur.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Avusturya yada Habsburg’lar ile çok uzun ve sıkıntılı bir tarihimiz var sevgili arkadaşlar. Avrupa’da en çok Türk karşıtı olan ülkenin Avusturya olmasında bu yüzden büyük bir sürpriz yok. Arada o kadar kin ve nefret var ki, örneğin Avusturyalı bir imparatoriçe, ok eğitimi için sarayın avlusunda kesik Türk kafaları kullanırmış.

Habsburg’lara dönersek, bu aile, yukarda da konusu geçtiği üzere, önemli bir süre Kutsal Roma İmparatorluğu’nu yönetmiş. İsmine bakınca ister istemez tarihi Roma İmparatorluğu ile ilişkilendiresi geliyor insanın, ancak bu çok doğru değil. Ünlü filozof Voltaire, bu imparatorluk için şöyle demiş: “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsal, ne Roman, ne de bir imparatorluk. Sadece bir dolu Alman…” İlber Ortaylı Hoca da bu esprili tanımı sık sık tekrarlar.

Yine de İmparatorluklar liginde Avusturya İmparatorluğu, Osmanlı imparatorluğuyla benzer bir klasmanda kabul edilir.

Başka bir açıdan Avusturya, Habsburg ailesi demektir. Basitleştirmek için hassaslıktan sapma pahasına, Avusturyalılar’ı Almanlardan ayıran tek özellikleri Habsburg hanedanlığı ve buna bağlı olarak tarihleri ile kontrol ettikleri ulus ve topraklardır diyebiliriz. Yoksa Avusturyalılar, geri kalan her şeyleriyle Almandırlar.

Habsburg’ların tarihteki tüm hükümranlıklarının başkenti hep Viyana olmuş. Bunun tek istisnası 1800’lü yılların sonunda başkentin kısa bir süre için Prag’a taşınması.

Bütün bunlar da Viyana şehrini emperyal bir başkent ve bol bol Habsburg haline getirmiş sevgili arkadaşlar. Emperyal bir şehirde de elbette ki bol bol saray bulunur. Viyana’daki bu sarayların birinde bir klasik müzik konseri izlemiştim. Bu kez de 🐝Mezzy🐝’ciği aynı yerde bir konsere götüreceğiz.

Viyana’yı bol bol tadını çıkararak sizlerle birlikte gezeceğiz sevgili arkadaşlar. Ne var ki bir sonraki yazımız Viyana’dan, hatta Avusturya’dan değil, Slovakya’nın başkenti Bratislava’dan gelecek.

Viyana ile Bratislava’nın arası trenle bir saat sürüyor. Bratislava çok şirin, ancak bir günde gezilebilecek kadar küçük bir kent. Biz de hazır Viyana’ya gelmişken Bratislava’yı da bir görelim dedik, o yüzden gezimizin ilk gününde Slovakya’ya geçeceğiz.

Slovakya’ya ilk kez gidiyorum. Başka bir deyişle dünya üzerindeki elli birinci ülkemi görmüş olacağım.

Bizi izlemeye devam edin.

Sevgi ile kalın❤️

23 Ağustos 2023 Çarşamba

Bordeaux

Sevgili arkadaşlar, şu anda Fransa’nın, malumunuz, şarapları ile ünlü Bordeaux bölgesinin, Pauillac civarındaki Bages kasabasının, Café Lavinal isimli restoranında, sevgili kızım ve karımla, elli yedinci doğum günümü kutluyoruz.

Sevgili kızım ve karımla, elli yedinci
doğum günümü kutluyoruz
Sağ olsun Jelena ayarladı bu geziyi. Gün boyunca da şaraplara karşı özel bir ilgisi olmamasına rağmen, beni idare etti.

Gelin sizlere biraz geri plan bilgisi vererek ortamı ve mekanı anlatayım.

Pauillac, Bordeaux’nun Margaux, Saint-Julien ve Saint-Estèphe ile birlikte en ünlü ve en pahalı şaraplarının yapıldığı, Big Four dedikleri dört bölgesinden biridir. Bir çok şarapsever, Bordeaux’nun en güzel şaraplarının Pauillac’da yapıldığını idda eder.

Jean-Michel Cazes bir Fransız “Şarap Baronu” sevgili arkadaşlar. İşin şakası bir kenara, bu şahsiyetin sadece Bordeaux’da değil, Fransa’nın bir çok bölgesinde şarapçıları var.

Bordeaux’da şaraplar şatolarda yapılır. Jean-Michel Cazes’ın da Pauillac’da iki şatosu var. Bunlardan ilki, Napolyon’un emri ile yapılan Bordeaux’nun en güzel şarapları listesine girmiş Château Lynch-Bages, ikincisi ise bugün aynı zamanda otel olarak da hizmet veren Château Cordeillan-Bages şatoları.

Château Cordeillan-Bages’ın, diğer şato Château Lynch-Bages’ın bağlarının ortasında Café Lavinal isimli bir restoranı var. Lavinal, Jean-Michel Cazes’ın büyük annesinin kızlık soyadı.

İşte biz bu restorandayız.

Château Cordeillan-Bages
Yemekteki şarabımız ve yapıldığı şato
Kendimize restoranın da bir parçası olan Château Cordeillan-Bages’dan bir 2013 kırmızı şarap söyledik. Mükemmel ötesi bir şarap, ancak 1855 sınıflandırmasından bir Cru Classé şarabı değil Eğer Cru Classé olan bir Château Lynch-Bages alsaydık, eve döndüğümüzde herhalde inşaatlarda çalışmak zorunda kalırdım. Hıyarlık olmasın diye tam fiyat vermiyorum ancak averaj bir Château Lynch-Bages bir kaç yüz euro civarında.

Cru Classé şarapların da kendi aralarında beş derecesi var. Bunlardan en iyisi olan Premier (Birinci) Cru Classé şaraplardan listede bulunanlardan birinin şişesi beş bin euro civarındaydı. Bu birinci klasmanda sadece beş adet şato var sevgili arkadaşlar, bunlardan üçü de Pauillac’ta.

1855’te yapılan bu sınıflandırma bir daha hiç tekrarlanmadığından bu listeye yeni bir şatonun girmesi yada alt sıralardaki bir şatonun üst klasmanlara çıkması olanaklı değil.

Şarapların detayları ile çok başınızı ağrıtmayayım. Okumak isterseniz burada uzun uzun yazdım.

Bordeaux’ya dün akşam saatlerinde inmiştik. Hemen havaalanından bir araba kiraladık. Bordeaux’da bir arabanız olması şart, yoksa şatoların neredeyse hiç birini ziyaret edemezsiniz.

Arabayı kiralamasına kiraladık da, bu esnada öyle bir köylülük yaptık ki sevgili arkadaşlar, anlatayım da gülün.

İşlemleri bitirdik, arabayı bulduk ve içine oturduk. Uzay gemisi gibi bir araba. Her yerinde düğmeler, ekranlar falan var. Çok da umurumuzda değil. Bizi gideceğimiz yere götürsün de…

Neyse, ”Start” düğmesine bastık, ama motor çalışmıyor.

Bir-iki kez daha denedik, nada! Kontak anahtarı falan yok zaten, sadece o elektronik siyah kumanda var. Acaba onu bir yerlere mi sokmak gerekiyor diye bir on dakika daha arandık, bulamadık.

Jelena gitti, Avis adamını getirdi. Düğmeye basıp, adama "Bak çalışmıyor!" demosu yaptık.

Adam güldü, "Çalışıyor" dedi, "sadece siz duymuyorsunuz!"

Araba hibridmiş!

Elektrik motoru takdir edeceğiniz üzere tamamen sessiz.

Herifin kabahati! Elli yedi yaşına basmış, benim gibi bir adama öyle hibrid-mibrid araba verilir mi? Anahtarı çevirince "Hırt, hırt, hırt, vınnnnnnn!" yapmazsa, nereden anlayayım ben motorun çalıştığını?

Hemen gazlayıp, uzaklaştık oradan. Otelimize gittik ve uyuduk.

Bordeaux bölgesi üç nehrin etrafında şekillenmiş. Güneydoğu’dan, kuzeybatıya doğru akan Garonne ve Dordogne nehri birleşip, okyanusa dökülen, aslen bir su yolu olan Gironde nehrini oluşturur. Bordeaux kent bu iki nehrin birleştiği noktada kurulmuştur. Garonne ve Gironde’un solundaki bölgeye Rive Gauche yani Sol Kıyı, Dordogne ve Gironde’un sağındaki bölgeye ise Rive Droite yani Sağ Kıyı derler. İki nehrin arasındaki bölge ise Entre-Deux-Mers yani İki Denizin Ortası şeklinde isimlendirilir.
 
Médoc'un taşlı toprağında Cabernet
Sauvignon yetişir
Sol Kıyı’da,Bordeaux kentinin kuzeyine Médoc, güneyine ise Graves derler. Sağ kıyıda ise Saint-Émilion, Pomerol gibi şarap bölgeleri bulunur.

Sol Kıyı’nın taşlı toprağında mükemmel Cabernet Sauvignon, Sağ Kıyı’nın killi topraklarında ise Merlot türü üzümler yetişir. Sol Kıyı şarapları bu nedenle Cabernet Sauvignon, Sağ Kıyı şarapları ise Merlot ağarlıklı olurlar. Entre-Deux-Mers’de ise genelde beyaz şarap yapılır.

Bu seyahatimizde sadece Médoc bölgesini ziyaret edecektik. Gezerken ünlü ve gösterişli şatolar yanında, çok ünlü olmayan, ancak evde şaraplarını içtiğimiz şatoları da görmeyi planladık.

Önce Graves bölgesinin kuzeyindeki Pessac bölgesinin kuzey sınırına, oradan da Haut-Médoc bölgesine ulaştık.

Buradaki ilk durağımız Château Cambon la Pelouse oldu. Çok güzel bir Cru Bourgeois’dır, sıklıkla şaraplarını içeriz. Şato, tam anlamıyla bir şato sayılmaz, modern görünümlü endüstriyel bir yapı. Ancak bu sizi aldatmasın, şarabı binalar değil, insanlar yapar.

Yeri gelmişken bir kaç sözcük ile Cru Bourgeois’ya değinelim. Cru Bourgeois, Napolyon’un 1855’de yaptırdığı sınıflandırma gibi Sol Kıyı’nın bir değerlendirme sistemi. Ancak 1855 sınıflandırmasının aksine, Cru Bourgeois her şarap için her yıl yeniden yapılır. Yani şaraplar yapıldıktan iki yıl sonra bir heyet şarapları tadıp, beklenen kalitenin erişilip, erişilmediğini test eder, ancak onaylanırsa Cru Bourgeois etiketinin konulmasına izin verilir. Yeni şaraplar, eğer kaliteleri Cru Bourgeois standardlarını yerine getiriyorlarsa Cru Bourgeois sınıflandırmasına girebilir, yada listedeki bir şarap istenen kaliteyi bulamadıysa listeden çıkarılabilir.

Unutmayalım, 1855’de yapılan sınıflandırma bir daha tekrarlanmamış. Yüzyıllar içinde şatoların sahipleri, toprağın kompozisyonu falan değişmiş de olsa, 1855’de Cru Classé olan bir şarap bugün hala Cru Classé. İşin daha da komiği, 1855’deki sınıflandırma şarapları tadarak yapılmamış, sadece fiyatları ve tanınılırlıkları dikkate alınmış. 1855’den sonra ortaya çıkan bir çok şato en az 1855’dekiler kadar güzel şarap yapsa da, bu sınıflamaya girememiş.

Château Palmer
İşte bu yüzden Cru Bourgeois seçimine çok güvenirim. Şimdiye kadar aldığım hiç bir Cru Bourgeois düşük kalitede çıkmadı.

Le Pian-Médoc’da durup, tipik bir pâtisserie’de ufak bir kaç börek-çörek yedik ve yeniden yola koyulduk.

Margaux kasabasına ulaştık ve ilk Bordeaux stili şatomuzu gördük. Château Palmer gerçekten cazibeli bir şato. Özenle tasarlanmış bahçesi, yüzlerce yıl yaşındaki siyah damı, taş duvarları ile insanı etkiliyor.

Bu şatonun şarapları 1855’de Üçüncü Cru Classé olarak sınıflandırılmış. Château Palmer yeni sayılabilecek bir şato, 1810'larda yapılmış. O zamanki ismi Château de Gascq’mış ve şarapları Louis XV zamanında Versailles’da içilmiş. Palmer ismi, bir süreliğine şatonun sahibi olan İngiliz general Charles Palmer’dan gelme.

Şatonun bugünkü sahibine ait hemen yakınındaki Château Desmiral ile birlikte içimi mükemmel şaraplar yaparlar.

Château Malescot Saint-Exupéry
Bir sonraki şatomuz Margaux’nun merkezindeki Marquis Alesme Chateau, yine bir Üçüncü Cru Classé. Şaraplarını henüz denemedim ama sevilen bir şato.

Yavaş yavaş Margaux kasabasını gerimizde bırakırken başka bir Üçüncü Cru Classé şarabı olan Château Malescot Saint-Exupéry’yi gördük.

Kasabanın dışında, belki de dünyanın en bilinen şarabının üretildiği Château Margaux’ya ulaştık. Söylemeye bile gerek yok, bu şatoda aynı isimli Birinci Cru Classé şarap üretilir.

Atatürk’ün vefatından sonra mahzeninde yapılan envanterde bu şaraptan aklımda yanlış kalmadıysa dört şişe bulunuyordu. Dünyanın bütün liderlerinin mahzenlerinde, davetlerinde, yüksek profilli toplantılarda hep Château Margaux servis edilir.

Château Margaux
Averaj bir Château Margaux bakkalda bin euro civarlarında bir fiyata sahip. Kız arkadaşınızla bir restoranda bir şişe açarsanız, beş bin euro gibi bir miktarı cebinizden çıkarmaya hazırlanın. Tamam, bence de uçuk fiyatlar bunlar ama şarap da şarap hani.

Şato çok büyük bir alana sahip. Uzun, ağaçlı bir yoldan geçip, şatonun kendisine ulaşıyorsunuz. Tabii ki demir kapılar, “Özel Mülkiyet” tabelaları vesaire var. Bağları da hemen şatonun yanında. Buradan bir tane Château Margaux Cabernet Sauvignon üzümünün tadına baktık.

Şato on ikinci yüzyıldan, beki de daha eski. Yani Alparslan atının kuyruğunu bağlarken, burada şarap üretip, içiyorlarmış. Marggaux ismi ise on beşinci yüzyılda ortaya çıkmış.

Şato bir kaç kez el değiştirmiş. Fransız ihtilalindeki sahibi giyotinde kafasını kaybetmiş.

1800’lerde şato yeniden inşa edilmiş. 1970’lerde Coca Cola şatoyu alacakken, zamanın Fransa Başkanı Valéry Giscard d’Estaing bu satışı engellemiş.

Thomas Jefferson bu şarabı çok severmiş. Üzerine imzasını attığı bir şişe Château Margaux kırılınca sigorta bugünkü değeriyle yarım milyon dolar ödemiş. Bir şişe şarap yani!…

Margaux Hemingway’i hatırlayanınız olabilir, Ernest Hemingway’in torunu, ayrıca ünlü bir model. Bu hanımın asıl ismi Margot imiş, ancak anne ve babası. kendisinin dünyaya gelmesiyle sonuçlanan gecede aganigi yapmadan önce bir şişe Château Margaux içmişler. Bunun anısına Margot, ismini Margaux olarak değiştirmiş. Hoş her ikisinin de okunuşu aynı, hatta Margaux, kulağıma Margot’un çoğulu olarak geliyor ama çok güvenmeyin, delilim yok.

Margaux’dan tekrar Haut-Médoc bölgesine geçtik ve Château d’Arcins’a ulaştık. Çok sık içtiğimiz, mükemmel bir Cru Bourgeois. Şato ise, elbette bir Château Margaux olmasa da güzel bir yapı.

Bir sonraki durağımız, Moulis-en-Médoc bölgesindeki, yine Nalcı malikanesinde popüler bir Cru Bourgeois olan Château Chasse Spleen. “Geyik dalağı” gibi bir anlamı var. Ufacık, hırpani bir şato, ancak şarabı bir harika.

Château Larose Trintaudon
Pauillac’a ulaşmıştık.Yazının başında da söylediğim üzere Pauillac çok seksi, popüler bir bölge. Buradaki ilk şatomuz ise Château Larose Trintaudon. Bir Cru Bourgeois. Bu şarabı öyle severim ki sevgili arkadaşlar, çok ama çok içtim. Şişesinin de bordo, çok güzel bir etiketi vardır. Sevgili kızım doğduğunda iki kasa 2015 aldım, büyüyünce içer, beni hatırlar.

Mükemmel cazibeli şato binası tadilat altında, ancak yolun karşısındaki imalat son hızıyla devam ediyor. Bu şarabı benim zevkim olarak not edin. Bence en az bir Cru Classé kadar güzel.

Pauillac kasabasında bir bardak şarap içip, dinlendik ve buradan önce Saint-Estèphe’e, oradan da Cissac-Médoc’da bulunan Château d’Hanteillan’a ulaştık.

Château d’Hanteillan, bundan on sene kadar önce el değiştirdi ve tanıtım amacıyla “Penetration Price” dedikleri çok düşük bir fiyatla İsviçre’de satışa sunuldu. Bu dönemde bu güzel şarabı bol bol alıp, hem içtim, hem de stokladım. Tadı mükemmel bir Cru Bourgeois.

Pointe de Grave
Güneş iyice tepedeydi, bu da fotoğraf çekmek için uygun olmayacaktı. Şatolara ara verip, kırk kilometre kadar kuzeydeki Pointe de Grave bölgesine geçtik. Burası Gironde’un Atlas Okyanusu ile birleştiği nokta. Muazzam bir kumsalı, deniz fenerleri ve yelkenli tekneleri ile biraz zaman geçirilebilecek şirin bir yer. On iki yıl önce bu kumsalda sevgili kızımız Koni ile koşuşturuyorduk. Koni 2014 yılında aramızdan ayrılan köpeğimiz. Onun yerine gerçek kızımız 🐝Mezzy🐝’nin peşinde koşmaya başladık. Üzerindekilerle denize girdi, bir torba deniz kabuğunu eve götürmeye kalktı, zar zor arabaya sokabildik.

Gün ilerlediğinde Saint-Julien bölgesine geldik. Saint-Julien, Big Four’un en narin olanı. Buradaki ilk şatomuz da Château Beychevelle oldu.

Château Beychevelle
Château Beychevelle Dördüncü Cru Classé şarap üreten bir şato. Bu şarabı da çok içmişliğim var. Niye Dördüncü Cru Classé olduğunu anlamak zor. Kolayca birinci grupta olabilecek kadar güzel bir şarap bence.

Beychevelle, eski Fransızcada “İndirilmiş Yelken” anlamındaki “Baisse-Voile” sözcüklerinden gelme. Gerçekten de şişenin etiketinde yelkenlerini indirmiş bir tekne bulunur. Rivayete göre tekneler bu güzelim şatonun yanından geçerken, onu selamlamak için yelkenlerini indirirlermiş. Şato 1600’lerde yapılmış. Kendisi de, bahçesi de çok çok güzel.

Akşam yemeği için yaptığımız rezervasyonun saati yaklaşıyordu. Biz de Saint-Julien’den Pauillac’a geri döndük.

Château Pichon Longueville
Comtesse de Lalande
Pauillac’da bu kez Château Pichon Longueville Comtesse de Lalande’e ulaştık. Bu şatonun İngilizce’de dedikleri gibi “a mouthful”, yani çok uzun bir ismi var. Genelde Pichon Lalande yada Pichon Comtesse diye kısaltırlar. İkinci Cru Classé şarap yaparlar. Şarapları elbette çok güzeldir, şarap içmeye başladığımdan beri düzenli olarak içerim. Ancak şaraplarından çok bu şatonun kendisi öne çıkar. Bana sorarsanız Bordeaux’nun en güzel şatosudur. 1600’lü yılların sonunda yapılmış. Sanki içinden şövalyelerin arasında bir prenses fırlayacakmış gibi geliyor insana. Filimlerde görebileceğiniz, rüya gibi bir şato.

Bir kez daha vurgulayalım. 1855 yılında yapılan sınıflandırmanın içinde sadece beş tane Birinci Cru Classé şarap bulunur. Bunlardan üçü Pauillac bölgesinden gelir. Bu üç şatodan ikisi de Rothschild ailesine aittir. Rothschild’ler bildiğiniz üzere bankacılıkla iştigal eden Yahudi kökenli Alman ve Fransız bir ailedir. Yüzyıllardır komplo teorilerine konu olmuşlardır. Rothschild’leri seversiniz, sevmezsiniz size kalmış, ancak şarapları tek kelimeyle mükemmeldir.

Château Lafite Rothschild
Gezimizin sonuna yaklaşırken, dünyanın en pahalı şarabının üretildiği Château Lafite Rothschild’e geldik. Bu şarap elbette bir Birinci Cru Classé ve bir çok kişi tarafından dünyanın en güzel şarabı olarak değerlendirilir. Bir şarap için ödenen en yüksek meblağ, 2010 yılında, bu şatonun 1869 yılından bir şişesine ödenen 234 bin dolar.

Rothschild’ler Château Lafite Rothschild’i 1868’de satın almışlar. Ne yazık ki bu şatoya yaklaşmak olanaklı değil. Yolun kenarından sadece ufak bir bölümü görülebiliyor.

Rothschild’lerin Pauillac’daki ikinci şatosu ise Château Mouton Rothschild. Rothschild’ler bu şatoyu 1853’de, yani 1855 deki sınıflandırmadan iki yıl önce almışlar. Bu şatonun şarabı elbette bir Birinci Cru Classé, ve kulunuz bu şarabı bir kere olsa da tatmıştır. Château Mouton Rothschild’e yaklaşmak olanaklı, hatta bir tane üzümlerini alıp, yedik. Bakalım, Türkiye’ye salgın hastalıklar, nükleer füzeler falan yollanacak mı? İşin şakası bir kenara, bu mükemmel şarabı tatmanızı tavsiye ederim.

Rothschild’lerin başka şarap ve şarapçıları da var elbette. Örneğin Disneyland'de, restoranlarda çoğunlukla Mouton Cadet isimli, ölümlülerin de ödeyebileceği bir şarabını içerim. Ağzımın tadına göre biraz fazla Merlot olsa da, içerken acayip zevk alırım.

Château Mouton Rothschild
Yemek için Bages’a geldiğimizde hala bir on beş dakika zamanımız kalmıştı. Onu da yemekte içeceğimiz şarabın yapıldığı Château Cordeillan-Bages’ı ziyaret etmek için kullandık.

Bir günlük Bordeaux gezimiz bu kadar sevgili arkadaşlar. Unutmayın, sadece Médoc'ta, fazlasıyla subjektif bir seçimle belirlediğimiz şatoları gezdik. Bordeaux'ta beş binden fazla şato ve şarapçı var. Her yeri görmek çok ciddi bir zaman yatırımı gerektirebilir.

Buralara yolunuz düşerse örneğin Sağ Kıyı'da bulunan Pomerol ve özellikle Saint-Émilion'u da görmenizi öneririm. Hem doğası, hem köyleri mükemmeldir.

Bordeaux, biraz ihtisas gerektiren bir gezi. Şarapla aranız yoksa yanından bile geçmemeniz gerekli bir bölge. Buraya ilk gelişimiz değil ancak geçmişe göre daha bir gezilmesi zor hale gelmiş. Örneğin gün içerisinde oturup, bir şeyler içebileceğimiz sadece bir mekan bulabildik. Geri kalan her şey şarap şatoları. İlginiz varsa cennette sayılırsınız. Ancak yoksa sıkıntıdan tırnaklarınızı yersiniz.

Sevgi ile kalın❤️

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Butlin

Sevgili kızımız 🐝Mezzy🐝 büyüdükçe daha fazla anlamaya başlıyor. Bizim ne kadar anladığını farketmemiz ise daha geç oluyor, o yüzden her defasında bizi şaşırtıyor.

Örneğin eskiden 🐝Mezzy🐝 için Fransa=Paris=Eyfel Kulesi idi, şimdilerde ülke nedir, şehir nedir, aradaki farkı anladı.

Daha geçen yıl Londra’da bir mağazada, tezgahtar 🐝Mezzy🐝’ye “Nerelisin?” diye sordu. 🐝Mezzy🐝 cevap olarak “Corcelles-Le-Jorat” dedi. Bir kaç yüz kişinin yaşadığı köyümüzün adı. İsviçreliler bile nerededir bilmez, İngiliz tezgahtar nereden bilsin? 🐝Mezzy🐝 köyün ismini Fransız aksanıyla söyleyince tezgahtar Fransa’dan geldiğimizi düşündü, “Fransa güzel yer” falan dedi, biz araya girip, “İsviçre” diye düzelttik.

Artık farklı ülkeleri, şehirleri, dilleri ayırabiliyor.

Dublin’e geldiğimizde “Neredeyiz biliyor musun?” diye sordum. 🐝Mezzy🐝 “İrlanda” dedi. Hangi şehir diye sordum, cevabı hem Jelena’yı, hem beni yerlere yatırıp, dakikalarca güldürdü.

“Butlin!”

Ondan kelli “Dublin” şehri, Nalcı ailesinde “Butlin” şeklinde anılmaya başlandı.

Bir sonraki gün Madrid’e uçağımız sabah saat 6’da kalkacaktı. O yüzden otelimizden ayrılıp, havaalanı yakınlarında başka bir otele yerleştik.

Soğuk!
Yağmur artık tahammül seviyemizi zorluyordu. İrlanda’daki üçüncü günümüzdü ve henüz güneşi görmemiştik. Yağmur hiç dinmemişti. Hava düzeldi, hadi yürümeye başlayalım dediğimiz zamanlar, yağmurun sağanak halinde yağmayıp, ufak ufak serpiştirdiği anlardı.

Temmuz’un sonu olduğundan yanımızda sadece şortlar ve t-shirt’lerimiz vardı. Yağmur ha şimdi, ha biraz sonra durur deyip, üzerimize bir şey de almıyorduk. Ancak yağmurun üstüne bir de soğuk bastırınca Jelena ile 🐝Mezzy🐝 H&M’e girip, kendilerine birer hoodie ve şemsiye aldılar.

Dublin’de ilk durağımız İrlanda’nın en eski üniversitesi olan Trinity College’dı. 1592’de kurulmuş, yani dört yüz küsür yıllık bir okul. İsmine bakınca, Katolik bir ülkede de olduğunuzu bir kez daha hissediyorsunuz. Malumunuz Trinity, yada Holy Trinity, Tanrı, İsa Ve Kutsal Ruh’u tanımlayan üçlemdir.

Trinity College’ın efsane bir kütüphanesi var. Binlerce orijinal kitap ve inanılmaz etkileyici bir dekoru var. 🐝Mezzy🐝 görsün çok istiyordum.Burada Kells’in Kitabı isimli, Yeni Ahit’in gospel’larını kapsayan bir İncil’in orijinali de var. İrlandalılar bu İncil’e çok önem veriyorlar.
Phil Lynott

Trinity College’ın girişinde kötü haberi aldık. O gün için turlar tamamen dolmuştu. Bir on dakika biletçiye ağladım ama para etmedi. Kütüphaneyi göremedik. O kadar üzüldüm ki anlatamam.

On dakikalık bir yürüyüş bizi ikinci ziyaret noktamıza ulaştırdı. Bu gerçek boyutlarında bir müzisyenin bronz heykeli. Yaşları benim kadar olanlar Thin Lizzy grubunu hatırlayabilirler. “The Boys Are Back In Town”, “Whiskey In The Jar” falan gibi çok bilinen şarkıları vardır. Bu heykel ise Thin Lizzy grubunun frontman’i, solisti ve bas gitarcısı Phil Lynott’un. Ana İrlandalı, baba zenci İngiliz, zor bir hayatı olmuş, genç yaşında da uyuşturucudan ölmüş. Çok iyi müzik yapar. İlginç bir öyküsü var, merak ederseniz burada.

🐝Mezzy🐝’ye Phil Lynott’u biraz anlattım. Yine çok fazla ilgisini çekeceğini düşünmüyordum.

Yanılmışım.

Dublin’den sonra deniz tatilimiz için Kanaryalar’a geldiğimizde, bir Irish pub’da otururken, 🐝Mezzy🐝 koşa koşa gelip, “Baba, baba, o Butlin’deki gitarcıyı gördüm” dedi. “Kızım, o öleli çok oldu” dedim, “Biliyorum, söyledin ya” diye çıkıştı, sonra da “Kendisini değil, resmini gördüm” dedi. Beraber kalkıp, gittik. Resim dediği bir rölyef, Lynott’mu değil mi pek anlaşılmıyor. “Pek belli olmuyor, Lynott olmayabilir bu kızım” falan dedim, 🐝Mezzy🐝 ısrarla “Hayır baba, o” dedi. Biz tartışırken barda canlı müzik yapan adam yan masada gitarını akort ediyordu. Bizi duymuş, gülerek “She’s right, it’s Phil Lynott” dedi. Güldük…

Irish Whiskey in Ireland
Yağmur yine hızlanmıştı. Kendimize bir kapalı yer aktivitesi bulmamız gerekiyordu. Başka bir kısa yürüyüş bizi Temple Bar’a getirdi. Temple Bar bir barın değil, barlarıyla meşhur bir bölgenin ismi. Temple Bar’da aynı zamanda Temple Bar Pub isminde bir bar, yani pub var. İrlanda’nın en ünlü pub’ı diyorlar. Bu günlerde İrlandalılar’dan çok turistler var elbette.

Biz daha yerel bir Pub’a girdik. O barın da ismi de Temple Bar bilmemnesi şeklinde tabii.

İrlanda’da iki şey içilir sevgili arkadaşlar. İlki Guinness birası, ki buna daha sonra geleceğiz, ikincisi ise İrlanda viskisi, yani Irish whiskey.

Kendimize en çok içilen Irish whiskey’i söyledik. Markası Jameson. Ben viski içen biri değilimdir. İşin aslı son yirmi yıldır şöyle bir düşünüyorum da, içtiğim tek viski Edinburgh’da bir bardak Johnnie Walker. İkincisi de bu Jameson oldu.
St. James's Gate Brewery

Dikkatimi çeken bir ayrıntı, İrlandalılar viskiyi, Amerikalılar gibi “whiskey” şeklinde yazıyorlar, İskoçlar gibi “whisky” şeklinde değil. Bu hayati bilgiyi de size aktardım ya, artık vicdanım rahat, gözüm arkada kalmaz…

Yağmur hala devam ediyordu. Bir sonraki durağımıza toplu taşımı kullanarak ulaştık. Otobüsten iner inmez burnuma kesif bir bira kokusu geldi.

Tahmin ettiğiniz üzere Guinness biralarının imal edildiği St. James's Gate Brewery’e gelmiştik. Burası 1759 yılında yılda 45 pound’a, 9000 yıllığına Arthur Guinness’e kiralanmış. Yani evladiyelik bir mekan!

Bu kompleksin içinde de Guinness Storehouse isimli, yedi katlı bir ziyaretçi merkezi var.

Yedi katlı bir ziyaretçi merkezi var
Her katta Guinness biralarının yapımı ve pazarlamasıyla ile ilgili farklı bir tema işlenmiş. Guinness biralarının temel dört hammaddesi olan arpa, su, hop dedikleri aroma için kullanılan otlar - siz Türkler buna ne diyor ben bilmemek ve Guinness formüllü bira mayası ilgi çekici bir biçimde anlatılmış. Guinness’in piyasaya çıktığı günden beri kullandığı reklamları da gösteriyorlar.

Guinness Storehouse’ın en ilginç noktası ise binanın tepesindeki Gravity Bar. Müzeyi gezmek için aldığınız bilete burada bir “pint” Guinness de dahil. Barın mükemmel bir manzarası var. Bütün Dublin’e tepeden bakıyorsunuz.

Jelena, kendi beyanı, hayatında ilk kez birayı burada tattı. Sevdi de. Ben biradan nefret ederim sevgili arkadaşlar, ancak Hollandalı bir patronumla yirmi sene öncelerinde çok Guinness içmişliğim vardır. Hem Guinness’imi içtim, hem de onu andım.

Akşam olmuş, hepimizin beklediği an gelmişti. Sevgili kızım sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına basıyordu.

Guinness Storehouse
🐝Mezzy🐝’ciğin her yeni yaşını bir Hard Rock Cafe’de kutlarız. Birinci yaşını Venedik, ikincisini İbiza, üçüncüsünü Las Vegas, dördüncüsünü Paris, beşincisini Nice, altıncısını Lyon ve yedincisini Londra Hard Rock Cafe’de bitirmişti. Sekizinciye kısmet ‘Butlin’ Hard Rock Cafe’ymiş.

🐝Mezzy🐝 ile yaptığımız pazarlık üzerine Hard Rock Cafe personeline doğum günü kutlayacağımızı söylemedik. Öyle ışıkları kapatıp, yanardönerli pastalarla, bağıra çağıra ‘🎶Happy Birthday🎶’ söyleyince utanıyor 🐝Mezzy🐝’cik.

Onun yerine Broken Biscuits isimli bir İrlandalı grubu dinledik. Hepsi, en az yetmiş yaşında dört pinpon dede. Nasıl güzel çalıp, söylüyorlar, anlatamam sizlere. Hem Irish, hem de British pop-rock çaldılar. Hard Rock Cafe için özel bir de şarkı yazmışlar, İçinde Dublin, Temple Bar falan geçiyor. Mükemmel olmuş.

Gravity Bar
İrlandalılar müzikten anlıyor sevgili arkadaşlar.

Hard Rock Cafe’den yine yağmur altında, titreye titreye çıktık, havaalanındaki otelimize geldik. Saat sabah dörtte uyanacaktık. Hemen uyuduk.

Sabah köründe yine yağmur altında, otelin shuttle’ı ile havaalanına ulaştık.

Uçağa binerken 🐝Mezzy🐝’ye sorduk. “Butlin’i beğendin mi?” diye. Tek kelimeyle cevap verdi “Soğuk!”.

Madrid’e indiğimizde sıcaklık 30 derece, öğlen vakti Gran Via’ya çıktığımızda ise 34 dereceydi. İnanın Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi uzun kollu sweatshirt’lerini çıkartmaya zar zor ikna edebildim.

Mutlu Yıllar Sevgili Kızım

Madrid’de bir gece geçirip, Kanarya Adaları’nda bulunan Gran Canaria adasına ulaştık. 🐝Mezzy🐝 hala “Butlin çok soğuktu!” diyordu.

Sevgili arkadaşlar, İrlanda bu fani dünyada bulunduğum ellinci ülke oldu. Ülke olarak çok ilginç bir yer. Görülecek doğal, tarihi yada kültürel ziyaret noktalarından çok, İrlanda’nın İrlanda olmasından kaynaklanan ruhu ilgimi çekti. Güneşli bir günde eminim size çok daha fazlasını görüp, anlatabilirdim ama kısmet bu kadarınaymış.

İrlanda’ya geri döner miyiz, bilmiyorum. Örneğin Moher Yamaçları çok görmek istediğim bir yerdi ama bu yağmurun altında gitmek saçma olacaktı. Yine İrlanda doğasını, köylerini ve dağlarını çok gezmek isterim. 🐝Mezzy🐝 “Çok isterseniz bir daha gidelim, ama son bir kez. Butlin çok soğuktu!” dedi.

Kim bilir, belki bir gün…

Sevgi ile kalın❤️

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Belfast

Dublin havaalanına iner inmez 🐝Mezzy🐝'nin deyişiyle bir "taski" 'ye atlayıp, otele geldik, sonrasında da bir şeyler atıştırıp, hemen uyuduk. Bu yüzden İrlandalılar'la ilk temasımız ertesi gün, bizi Connolly tren istasyonuna götüren banliyö treninde oldu. 

Bir "taski' bizi tersanelere götürdü.
Yanımızda benden biraz daha yaşlıca bir adam oturuyordu. "Günaydın" dedim, o da kendi dilinde cevap verdi. Biraz zaman aldı ama, bana İngilizce "Good morning" dediğini sonunda anlayabildim.

Ama nasıl bir aksanla!

Gönül rahatlığıyla söylüyorum, bu yaşıma kadar böylesini duymamıştım. İrlanda dışında karşılaştığım çok İrlandalı vardı ancak İrlanda'nın bağrında demek böyle oluyormuş. Abartmıyorum, bütün dikkatimi verdiğimde ancak söylediklerinin yüzde otuzunu anlayabiliyordum.

Ukalalık olarak almayın. İngilizce onların ana dili, bizim ikinci dilimiz. Elbette onlara kendi ülkelerinde, kendi dillerini nasıl konuşacaklarını öğretecek değilim. Ama biraz gayret göster be babacım. Elli kere "köğüv" desen bile görüyorsun ki bir şey değişmiyor, ben "Mooo" mu diyene kadar "cow" dediğini anlayamıyoruz.

İskoçların da çok ağır bir aksanları olabiliyor, ama İskoçya'dayken hepsi anlamak, anlaşabilmek için bir gayret gösteriyorlardı. Zerre kadar güçlük çekmemiştik. İrlanda ise bu konuda bir fecaat.

Amcam bir de öyle konulara giriyor ki, olay çok daha güçleşiyor. İsviçre'de yaşadığımızı öğrendikten sonra bana Franz isimli, ki o Frank diyor, aslen Alman bir "yoddler" 'ı falan soruyor.

Neyse, yolculuk ilerledikçe aksana biraz daha alışabildim, muhabbet bile edebilmeye başladık. Connolly istasyonuna geldiğimizde, bizi Belfast'a götürecek trenimize kadar götürdü.

Normal gezi rutinimiz önce bulunduğumuz şehri gezmek, sonra etrafta görülebilecek yerlere gitmektir, ancak bu kez bu alışkanlığın dışına çıktık. İrlanda'da iki tam günümüz vardı ve ikinci gün sevgili 🐝Mezzy🐝'nin doğum günüydü. Geleneklerimize göre 🐝Mezzy🐝'nin doğum günlerini bir Hard Rock Cafe'de kutlamamız gerekiyordu, ancak Belfast'ta bir Hard Rock Cafe olmadığından Dublin ikinci güne kalmıştı.

Teknik olarak İrlanda Cumhuriyeti'nden Birleşik Krallık'a geçtiğimiz için pasaportlarımızı da yanımıza almıştık, ancak kimse kontrol için durdurmadı. Eski sorunlu günlerden kalma tatsız anıları hatırlatmamak için bu kontrolleri yapmıyorlarmış.

Belfast'taki ilk durağımız şu ünlü Titanic'in yapıldığı Harland & Wolff tersaneleriydi. Burada Titanic'in yapıldığı kuru havuzu ve denize indirildiği, aynı zamanda ilk ve son yolculuğuna başladığı noktayı görmek mümkün. Bugünlerde buraya Titanic Quarter deniyor.

Titanic'in anısına koca bir bina inşa etmişler. İçinde de bir Titanic müzesi var. Ben interaktif dedikleri, çoğunlukla öykü-sınav karışımı bu tür müzelerden pek hoşlanmıyorum. Aynı hissi İnternet+Youtube ile de almanız mümkün. Bir de okuduğum kadarıyla müzede doğru düzgün relik yokmuş, Titanic reliklerinin satıldığı bir açık artırmaya girip, kaybetmişler. Bu yüzden biz müzeyi pas geçtik. Ancak doklarda gezerek bol bol Titanic havası kokladık. 

Titanic'in denize indiği nokta
Çok bahtsız bir gemiymiş Titanic. Daha ilk yolculuğunda batmış. Titanic'in iki kardeşi var, aslında bir ablası ve bir de küçük kardeşi. Abla yirmi beş sene hizmet verdikten sonra jilet olmaya gitmiş ama kardeş, daha ilk yolculuğuna bile başlayamadan Ege Denizi'nde bir mayına çarpıp, dibi boylamış. Bu Titanic ailesinde bir cenabetlik var sizin anlayacağınız.

Titanic ise malumunuz.

Elbette herkes gibi Titanic faciası benim de ilgimi çeker. O yüzden Titanic'in inşa edildiği kuru havuzun ve denize indiği noktanın etrafında dolaşırken bayağı etkilendim.

Bu konu, bir de kimsenin deneyip, onaylamadığı, sanayide yaptırdıkları plastik bir kutuya girip, batığı göreceğim diye annelerinin cinsel organını gören üç beş salak milyarderin ölmesiyle yeniden gündem oldu.

Titanic'e dönersek, hepimiz My Heart Will Go On ile Jack'in buzlu sulara gömülüşüne ağladık elbette. O yüzden sizlere uzun uzun Titanic nasıl battı anlatmayacağım, ancak bu facia her aklıma geldiğinde kafamı kurcalayan üç beş şey vardır. Sizlere biraz onlardan sözedeyim. 

Titanic Müzesi
Mesela koca buzdağını neden kimse görmemiş?

Titanic buz dağına çarptığında saat gecenin onikisi civarıydı. Ay'sız, kapkaranlık bir gece. Titanic'de ufku tarayan iki gözcü bulunmaktaydı, ama gece karanlık, bir de dalgalı olsaydı, buzula çarptığında köpüren suları görebilecekleri deniz aksine tamamen sakindi.

Ancak asıl mesele, bu gözcülerin dürbünlerinin olmamasıydı. Belfast'tan Southampton'a gelen gemideki görevlilerden biri dürbünleri bir dolaba kitleyip, anahtarı yanına almış ve kıyıya çıkmıştı. Acaba diyor insan böyle.

Aynı şey bugün olabilir mi diye sorarsanız, merak etmenize gerek yok. Her seyir gemisinde bulunan radarlar böyle bir buz kitlesini günümüzde en az seksen kilometre uzaklıktan tespit edilebiliyor.

Başka bir soru da neden gemide yeteri kadar filika bulunmadığı. Birçok kişi buna kimse Titanic'in batabileceğine inanmıyordu diye cevap veriyor. O zaman da niçin sadece geminin kapasitesinin üçte birini alacak kadar filika koydunuz diye sorası geliyor insanın. Öyle değil mi? Batmıyorsa hiç filika koyma, batabilir diyorsan da herkes için filika koy. 

Titanic'in inşa edildiği kuru havuz
Filika kapasitesi yolcu sayısından az olduğu için ne acı ki, gemi batarken personel sadece birinci sınıf yolculara yardım etmiş, ikinci ve üçüncü sınıftakilere "Bakın lan başınızın çaresine" demişler. Ancak "Önce kadınlar ve çocuklar" ilkesine uyulmuş. Kurtulanların çoğu kadın ve çocuk. Kaptan da gemiyi en son terketmiş - yani en azından gayret etmiş. İşin aslı, gemiyle birlikte dibe gitmiş.

Bundan başka geminin varış zamanını kaçırmamak için hızlı gittiği, öndeki gemilerden gelen serseri buzdağları var uyarılarını dikkate almadığı falan söylenir. Bunların hepsi doğru da olsa kaptan, o günlerde kabul edilemez sayılabilecek hiç bir ihlal yapmamış.

Eğer ilginç bir şey arıyorsanız şuna bakın.

Titanic, Southampton'dan ayrıldığından battığı ana kadar kömür depolarının birinde bir yangın ile yol alıyordu. Size saçma gelebilir ama böyle yangınlar o günler için olağan sayılmaktaydılar.

Bu yangın doğrudan gemiyi batırmasada, faciaya şöyle bir katkıda bulunmuş.

Titanic'in buzdağına çarpmasını hepimiz katastrofik bir çarpışma olarak gözümüzde canlandırırız. Yani gemi çatırrrr diye buzdağına girmiş, sonra da güm diye patlayıp, dibe oturmuş şeklinde. İşin aslı, Titanic buzdağına çarpmamış bile, sadece yandan sürttürmüş. Bu sürtünme sonucunda gövde yarılmış, içeri su dolmuş ve gemi, uzun sayılabilecek bir kaç saatlik bir süre içinde batmış. Yolcuların önemli bir miktarı bu çarpışmayı hissetmemiş bile.

Bir teoriye göre, kömürlükteki yangın sonucu gövdedeki saçlar deforme olmuş, ve bu yüzden daha çabuk yırtılıp, gemiye daha fazla su girmesine, dolayısıyla da daha çabuk batmasına neden olmuş.

Neyse. Böyle yüksek profilli olayların her zaman bolca "what-if" analizleri yapılır. Sonuçta gemi battı ve binlerce hayat kaybedildi. Bunlar için üzülüp, insanlığın bu olaydan ders aldığını ummaktan başka yapacak fazlaca bir şeyimiz yok.

Titanic bölgesinden ayrılıp, yönümüzü şehir merkezine çevirdik. İrlanda'ya geldiğimizden beri yağmur yağıyordu, hem de öyle yaz yağmuru gibi değil, insan bayıltan sağnak şeklinde. Bu yağmur altında dolaşmak ise insanın bütün hevesini kaçırıyordu.

Belfast City Hall'u yani valilik mi, belediye mi dersiniz binasını şöyle bir gezdik. Büyük, cazibeli bir bina. Sağnak yağmura rağmen etrafında yüzlerce turist vardı.

Yağmur açıkta dolaşmayı iyice zorlaştırmıştı. Kendimizi Belfast'ın en neşeli bölgelerinden biri olan Cathedral Quarters'a attık. İsmine bakıp, yanlış bir fikre kapılmayın. Cathedral Quarters Belfast'ın barlar bölgesi. Acayip güzel, minicik sokakları ve bunların üzerindeki sağlı sollu sıralanmış Irish Pub'ları! Ben Birleşik Krallık'daki pub'lara zaten deli olurum, bir de bunların içinde ayrışan, dünyaca ünlü Irish Pub'ları düşünün… 

Cathedral Quarters
Kendimize güzel bir bar bulup, oturduk. Bir şeyler içip, yağmurun geçmesini bekledik.

Yağmur elbette dinmedi ama sağnaktan mutedile döndü ve biz de yeniden yola koyulduk. Yaya bölgesinde ise hayatımda ilk kez gördüğüm bir toplu taşım sistemi bizleri şaşırtmak için bekliyordu.

Bir vagon düşünün. Tam ortasında ise boylamasına yerleştirilmiş ince bir masa, etrafında ise zemine sabitlenmiş tabureler, her taburenin altında ise bisiklet misali pedallar. Oturan gençlerin tümü pedalları çevirerek bu taşıtı hareket ettiriyor, bu arada da yüksek sesli müzik eşliğinde bira içiyorlar. Bunlardan sadece Belfast'ta değil, Dublin'de de bolca gördük. Bira için eziyet çekmek benim hayat felsefeme tamamen aykırı, ama bu vagonun üzerindekiler hayatlarından gayet memnun görünüyorlardı.

Bira için eziyet
Eski Belfast limanı ve denize bağlandığı nehir boyunca yürüyüp, tren istasyonuna ulaştık. Bizi Dublin'e götürecek trene bindiğimizde yine enteresan bir fenomenle karşılaştık. 

Boş bir yer bulup, oturduktan beş dakika sonra Çinli bir kız başımıza dikilip, "Burası benim yerim" dedi. Lan nasıl senin yerin? Biletlerde yer numarası yok ki. Kız bize biletini gösterdi, yer numarası var. İyi otur dedik, 🐝Mezzy🐝 bir koltuk kaydı, sonunda becerdik.

Bir iki dakika sonra bu kez İrlandalı bir çocuk geldi, "Burası aslında benim yerim ama önemli değil, ben başka bir yere geçerim" deyip, gitti. En son bir Hintli "Burası benim yerim" diye gelince dayanamadım. "Hemşerim, bizim yer numaramız yok, hangi koltuk boş, nereden bilip, oturalım?" diye sordum. Bana koltuğun üzerindeki bir grup ışığı gösterdi. Dolu koltuklar için kırmızı, boş koltuklar için yeşil yanan bir Zihni Sinir sistemi geliştirmişler. Bilmeyen, böyle bir sistemin olduğunun farkında bile olmaz, ne bir yerde yazıyor, ne de kimse bize söyledi. Sonra aynı tren için hem numaralı, hem numarasız bilet kesmenin mantığı ne? Üstelik biletler saatten bağımsız, Belfast-Dublin arası HER trende geçerliyken. Off yaa, zor işler bunlar. Büyük olasılıkla bu trene bir kez daha binmeyeceğim. Niye gerdiyse beni…

Dublin Connolly'e olaysız ulaştık. Bir "taski" bizi otele götürdü.

Belfast ruhu olan bir kent, ama bir boşluk, bir önemsemezlik havası var. Biraz da geçmişteki travmalardan kaynaklı bir hırçınlık, bir gerginlik. Bu havayı belki de en doğru biçimde Boney M'in çocukluğumdan kalma hepimizin bildiği şarkısı anlatıyor.

Got to have a belief in all the people
'Cause the people are leavin'
Belfast
When the country rings the leaving bell you're lost
Belfast
When the hate you have
For one another's past

Belfast'ı görün sevgili arkadaşlar, ama güneşli bir havada.

Sevgi ile kalın ❤️

1 Ağustos 2023 Salı

Ters Adamlar

"Bu mahalleye polis giremez!"

"Önce topuğundan vurun, hala anlamadıysa dizine sıkın. Olmuyorsa kesin cezasını."

"Bugünkü patlamada dört kişi öldü, on altı kişi yaralandı."

"Geçen yıl terör saldırılarında bin beş yüz insan hayatını kaybetti."

"Duvarın bu tarafı bizim, diğer tarafı onların bölgesi."

Yukardakiler ne Filistin'de, ne 1900'lerin Amerika'sında, ne de on iki Eylül öncesi Türkiye'de geçiyor. Tümü, hem de yakın sayılabilecek bir zamanda, Kuzey İrlanda'da, çoğu da başkenti Belfast'ta geçmiş olaylar. Üstelik bunlar istisnai, münferit falan değil, insanın tüylerini ürperttirecek kadar tekdüzelikte ve sıklıkta meydana gelmişler.

Nedeni ise Kuzey İrlanda'nın bağımsızlığını kazanıp, İrlanda ile birleşmesi için savaşan bir grubun eylem yapması.

Bu bağımsızlık hareketi o kadar karışık, o kadar birbirine girmiş ve o kadar uzun ki, burada yazsam hepiniz bayılırsınız. O yüzden çok kısa, sizleri sıkmadan anlatmaya çalışacağım.

İrlanda bildiğiniz üzere Büyük Britanya adasının batısında, Büyük Britanya'dan daha küçük olsa da hatrı sayılır büyüklükte bir ada.

İrlanda adasında da İrlandalılar yaşar, burada çok sürpriz yok.

İrlandalılar ise koyu Katoliktir.

Unutmayalım, Avrupa, Karanlık Çağ'ı Katolisizm'le savaşarak bitirdi. Aydınlanma ve Rönesans'la falan kazandığı bu mücadele sonucunda ilerleme ve uygarlaşma dönemine girdi, bugünkü halini aldı.

Ancak işin ilginçi, Avrupa Katolisizm'le yaptığı savaşı kazansa da, Katolisizm'i ortadan kaldırma gibi bir yol izlemedi.

Avrupa, benim fikrim elbette, Ortaçağ'ın en karanlık unsuru olan Katolisizm'i ortadan kaldırmak yerine, onu modernleşmeye zorladı.

Bunun ilk sonucu, Katolisizm'in ilerleme ve aydınlanmaya takoz olan etkisi ortadan kalktı.

Modernleşmeye zorlanan Katolik ülkeler uygarlık yolunda ilerleseler de, Ortaçağ bagajını taşımayan Protestan Avrupa ülkeleri koptu, gitti ve dünyanın en gelişmiş, en uygar, en zengin toplulukları haline geldiler. Örnek Kuzey Avrupa ülkeleri, Fransa, Amerika ve tabii ki Birleşik Krallık, yani İngiltere. Kalanlar ise bunları arkadan izledi. 
 
Günümüzde Protestan ülkelerde hatrı sayılır bir Katolik nüfus bulunsa da, bunlar Protestan ilkelerle, laik bir biçimde yönetilirler. Ancak Avrupa'da hala devlet yönetimini Katolisizm'e bağlamış, dinin Ortaçağ misali devlet işlerinde önemli bir yer tuttuğu ülkeler de vardır. Güneyde İtalya, İspanya, Portekiz, doğuda Polonya, Balkanlar'da da Hırvatistan bunlara verilebilecek örnekler.

Katolisizm'in Britanya adalarındaki güçlü bir temsilcisi ise İrlanda'dır.

Gözünüzde canlandırmaya çalışın, köküne kadar Katolik İrlanda ile yanıbaşındaki köküne kadar Protestan, emperyal ve dış politikasında dünyanın en yanlış, en sakar ve en ukala ülkesi İngiltere.

Alın size mesele çıkmasını yüzde yüz garantiliyen bir formül…

İngiltere, geleneksel huyuyla, yüz yıllar boyunca İrlanda bizimdir demiş. İrlandalılar ise nah sizindir demişler.

Önce bütün İrlanda'yı alan İngilizler, sonra "Bu katoliklerden kurtulalım da…" deyip, çoğunlukla Protestan, yada az sayıda da olsa İngiltere'ye bağlı kalmayı tercih eden Katolik İrlandalılar'ın yaşadığı, adanın kuzeyindeki bir bölgeyi İngiltereye bağlamışlar, adanın gerisi de bağımsız İrlanda Cumhuriyeti olmuş.

Ancak Kuzey İrlanda'da hala İngilizler'den ayrılıp, İrlanda ile birleşmek isteyen hatrı sayılır miktarda İrlandalı kalmış.

Bunlar da IRA, yani Cumhuriyetçi İrlanda Ordusu isimli bir örgüt ile yüz küsür yıldan beri bağımsızlık mücadelesi vermekteler.

Bu IRA'nın Katolik, Marksist, Eski, Yeni, Geçici, Kalıcı, Sinn Féin falan şeklinde o kadar farklı renkleri var ki, burada yazıp başınızı ağrıtmayayım. Şu kadarını söylemek yeterli olacak. Yazının girişindeki her şeyi bu ayrılıkçı grup yapmış.

İngilizler de elbette, geleneksel müstemleke taktiklerini uygulayıp, orduyu, paraşütçüleri falan Kuzey İrlanda'ya göndermişler, sınıra nöbetçiler, dikenli teller falan koymuşlar.

Ee, bunları Hindistan'da, Orta Doğu'da yapınca, sıkıya geldiğinde "Ne haliniz varsa görün" deyip kaçabilmiş olsalar da, bu işlere komşuda kalkınca olay biraz farklı olmuş tabii. IRA bu kez İngilterenin göbeğinde bomba patlatmaya, adam kurşunlamaya başlamış.

Lafı uzatmayayım, 1998 yılında bir anlaşma yapıp, işi tatlıya bağlamışlar. İrlanda’daki sınırları kaldırıp, telleri sökmüşler. Kuzey İrlanda hala Birleşik Krallık'a bağlı kalsa da, adanın her tarafında yaşayan nüfusa sınırsız seyahat ve çalışma özgürlüğü getirmişler.

Yeri gelmişken İngilizler İrlandalılar'a yaptıklarının birebir aynısını İskoçlar'a da yapmışlar, Bravehart filminden hatırlayacaksınızdır. Ancak İskoçya ile arada sekteryan, yani mezhepsel bir sürtüşme olmadığı için İskoçya'nın bağımsızlığı, İrlanda'ya nazaran şiddetten çok daha uzak yürümekte.

İngilizler'i aslen çok severim. Uygarlığa, bilime, demokrasiye çok katkıları olmuştur. Fazlasıyla iyi, saygılı, kültürlü, kibar, yardımsever insanlardır. Hatta, ayarlarınızla biraz oynarsanız, mizah anlayışlarını da sevebilirsiniz. Ancak bu emperyal işlerden uzak dursalar iyi olur. Olmuyor, beceremiyorlar işte. Dünyanın yarısı hala bunların yüzünden birbirlerini yiyiyor.

Kuzey İrlanda özelinde, hatta tüm İrlanda'da, yukarda anlattığım nedenlerden, İngilizler'e karşı çok şiddetli bir antipati var sevgili arkadaşlar. Bunu dolaylı olarak hissetmeye falan da gerek yok. Her şey apaçık ortada.

Belfast'ra ilk takside…
Belfast'ta trenden inip, taksiye bindiğimizde, ülke değiştirmenin heyecanı ile, taksiciye gayri ihtiyari "So, now, we're in the UK." dedim. Kafadan sözümü kesti. "You're not in the UK, you're in 'occupied' Ireland!", yani, ben "Şimdi Birleşik Krallık'tayız" dediğimde, cevap olarak "Birleşik Krallık'ta değil, işgal altındaki İrlanda'dasınız!" dedi.

Başka bir taksi ile limana giderken taksici anlatıyordu "Britanya'nın en büyük tersaneleri Belfast'tadır. Herkes ayrımın mezhepler yüzünden olduğunu düşünse de, İngilizler Kuzey İrlanda'yı aslında bu tersaneler yüzünden bizden 'çaldılar'!"

İrlandlılar çok çekmiş, bu yüzden katılaşmış, pişmiş bir halk sevgili arkadaşlar. Ters adamlar sizin anlayacağınız. Ruhen Birleşik Krallık'tan tamamen kopmuş durumdalar. İrlanda Cumhuriyeti AB üyesi, para olarak Euro kullanıyor. Kuzey İrlandalılar'ın yerinde olsam - Katolik arkadaşlarım kızmasın, köyümdeki kilisenin papazının bile Vatikan tarafından atandığı Katolik bir İrlanda yerine Birleşik Krallık'a bağlı, laik bir İrlanda'da yaşamak isterdim, ancak, gidişat gösteriyor ki, er yada geç, Kuzey İrlanda, İrlanda Cumhuriyeti'ne katılacak. Sonrasında ne olur, bilmem.

İrlanda çok ilginç bir ada, Belfast ise daha da ilginç bir kent. Ancak gelin filmi biraz geri saralım ve İrlanda gezimizin başına dönelim.

Devam edeceğiz…

27 Temmuz 2023 Perşembe

Sinéad O'Connor

Yavrum Sinéad'de toprak olmuş. Benim jenerasyonumun neredeyse tümünün, hiç yoksa duymuşluğu vardır bu İrlandalı hatunu, çoğumuzun da şarkılarıyla bir anısı, bir mevzusu.

Müziğini cidden çok severim, güzel müzik yapar. Üzerine bir de Müslüman neyin olunca bizim mahallede bolca sempati toplamıştır.

Ancak hattızatında kafayı hafifçe sıyırmış bir hatundur.

Dört kere evlenmiş, en uzunu da zar zor bir sene sürmüş. Önce lezbiyenim, sonrasında da üç çeyrek kadın, bir çeyrek ibneyim demiş. Bir kaç kez kendini öldürmeye kalkmış, bipolarite, kişisel bozukluk falan gibi bir kaç ruhi hastalık teşhisi konmuş.

Üçü evlilik dışı, dört çocuğu olmuş. Bunlardan biri kendini asmış.

Dört kere ismini, bir kere de dinini değiştirip, Müslüman olmuş. Son ismi Şüheda Sadakat. Şüheda ismini Sinéad'e benziyor diye almış. Sinéad, "Şineyd" diye okunur, "Sined" değil. Şu kadın voleybolcu Sinéad Jack Ksal'a "sinedcek" dediklerinde beni bu yüzden afaganlar basıyor, neyse bu başka bir konu.

Otuz yıl boyunca ot içmiş.

Hayatının uzun bir bölümünü de kafayı kazıtıp, pırıl pırıl gezerek geçirmiş.

Dün itibarıyla da toprak olmuş. Ailesi ölüm nedenini açıklamamış.

Ben bu kadını bu şarkısıyla hatırlarım.

Yattığı yerde rahat uyusun.



24 Temmuz 2023 Pazartesi

Çimiçuri

Sevgili arkadaşlar, Madrid’de, ayıptır söylemesi, gourmet bir Arjantin restoranındayız. Bunca senelik deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki dünyanın en güzel steak'ini Arjantin’de yiyebilirsiniz. 

Burada da et mükemmel ötesiydi, özellikle çimiçuri ile.

Çimiçuri’nin ne demek olduğunu bilmiyorsanız, lütfen listemden ayrılın. Çünkü çimiçurinin ne olduğunu bilmeyen biri ile herhangi bir düzeyde ilişki kurmam mümkün değil. Özür dilerim. 

Şöyle izah edeyim.

Kanlı steak’imi sipariş ettim. Eti beklerken garson kız ufak bir kap içinde sirke kılıklı bir sıvı getirdi.

Ablacım, bu nedir diye sorduğumda ‘çimiçuri’ dedi.

Yine anlamamıştım. Ne bu diye bir kez daha sordum. Yine ‘çimiçuri’ dedi.

Sonrasındaç sos ve içeriği ile ilgili sorduğum her soruya ‘çimiçuri’ diye cevap vermeye devam etti.

Tamam ablacım dedim, bırak kalsın.

Kız gidince gugılladım. ‘çimiçuri’ meğer ünlü bir Arjantin sosuymuş.

Et delisi biri olarak Arjantin’de birden fazla, hem de sadece gezmek için değil, iş için de bulundum.

Ve hemen her gün et yedim.

Ancak çimiçuri sosunu yemin ediyorum, bir kere bile duymamıştım.

Kısmet bugündeymiş.

Etle yalnız mükemmel gidiyor. Denk gelirse mutlaka deneyin.

Ancak kulağınıza küpe olsun, eğer ‘çimiçuri’ ne demek bilmezseniz, Arjantin restoranlarında Sebastian muamelesi görüyorsunuz. 

Benden söylemesi ☀️

Not: Çimiçuri, patateslerin altındaki, yarısı görünen kabın içindeki sos.



Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...