5 Ağustos 2023 Cumartesi

Belfast

Dublin havaalanına iner inmez 🐝Mezzy🐝'nin deyişiyle bir "taski" 'ye atlayıp, otele geldik, sonrasında da bir şeyler atıştırıp, hemen uyuduk. Bu yüzden İrlandalılar'la ilk temasımız ertesi gün, bizi Connolly tren istasyonuna götüren banliyö treninde oldu. 

Bir "taski' bizi tersanelere götürdü.
Yanımızda benden biraz daha yaşlıca bir adam oturuyordu. "Günaydın" dedim, o da kendi dilinde cevap verdi. Biraz zaman aldı ama, bana İngilizce "Good morning" dediğini sonunda anlayabildim.

Ama nasıl bir aksanla!

Gönül rahatlığıyla söylüyorum, bu yaşıma kadar böylesini duymamıştım. İrlanda dışında karşılaştığım çok İrlandalı vardı ancak İrlanda'nın bağrında demek böyle oluyormuş. Abartmıyorum, bütün dikkatimi verdiğimde ancak söylediklerinin yüzde otuzunu anlayabiliyordum.

Ukalalık olarak almayın. İngilizce onların ana dili, bizim ikinci dilimiz. Elbette onlara kendi ülkelerinde, kendi dillerini nasıl konuşacaklarını öğretecek değilim. Ama biraz gayret göster be babacım. Elli kere "köğüv" desen bile görüyorsun ki bir şey değişmiyor, ben "Mooo" mu diyene kadar "cow" dediğini anlayamıyoruz.

İskoçların da çok ağır bir aksanları olabiliyor, ama İskoçya'dayken hepsi anlamak, anlaşabilmek için bir gayret gösteriyorlardı. Zerre kadar güçlük çekmemiştik. İrlanda ise bu konuda bir fecaat.

Amcam bir de öyle konulara giriyor ki, olay çok daha güçleşiyor. İsviçre'de yaşadığımızı öğrendikten sonra bana Franz isimli, ki o Frank diyor, aslen Alman bir "yoddler" 'ı falan soruyor.

Neyse, yolculuk ilerledikçe aksana biraz daha alışabildim, muhabbet bile edebilmeye başladık. Connolly istasyonuna geldiğimizde, bizi Belfast'a götürecek trenimize kadar götürdü.

Normal gezi rutinimiz önce bulunduğumuz şehri gezmek, sonra etrafta görülebilecek yerlere gitmektir, ancak bu kez bu alışkanlığın dışına çıktık. İrlanda'da iki tam günümüz vardı ve ikinci gün sevgili 🐝Mezzy🐝'nin doğum günüydü. Geleneklerimize göre 🐝Mezzy🐝'nin doğum günlerini bir Hard Rock Cafe'de kutlamamız gerekiyordu, ancak Belfast'ta bir Hard Rock Cafe olmadığından Dublin ikinci güne kalmıştı.

Teknik olarak İrlanda Cumhuriyeti'nden Birleşik Krallık'a geçtiğimiz için pasaportlarımızı da yanımıza almıştık, ancak kimse kontrol için durdurmadı. Eski sorunlu günlerden kalma tatsız anıları hatırlatmamak için bu kontrolleri yapmıyorlarmış.

Belfast'taki ilk durağımız şu ünlü Titanic'in yapıldığı Harland & Wolff tersaneleriydi. Burada Titanic'in yapıldığı kuru havuzu ve denize indirildiği, aynı zamanda ilk ve son yolculuğuna başladığı noktayı görmek mümkün. Bugünlerde buraya Titanic Quarter deniyor.

Titanic'in anısına koca bir bina inşa etmişler. İçinde de bir Titanic müzesi var. Ben interaktif dedikleri, çoğunlukla öykü-sınav karışımı bu tür müzelerden pek hoşlanmıyorum. Aynı hissi İnternet+Youtube ile de almanız mümkün. Bir de okuduğum kadarıyla müzede doğru düzgün relik yokmuş, Titanic reliklerinin satıldığı bir açık artırmaya girip, kaybetmişler. Bu yüzden biz müzeyi pas geçtik. Ancak doklarda gezerek bol bol Titanic havası kokladık. 

Titanic'in denize indiği nokta
Çok bahtsız bir gemiymiş Titanic. Daha ilk yolculuğunda batmış. Titanic'in iki kardeşi var, aslında bir ablası ve bir de küçük kardeşi. Abla yirmi beş sene hizmet verdikten sonra jilet olmaya gitmiş ama kardeş, daha ilk yolculuğuna bile başlayamadan Ege Denizi'nde bir mayına çarpıp, dibi boylamış. Bu Titanic ailesinde bir cenabetlik var sizin anlayacağınız.

Titanic ise malumunuz.

Elbette herkes gibi Titanic faciası benim de ilgimi çeker. O yüzden Titanic'in inşa edildiği kuru havuzun ve denize indiği noktanın etrafında dolaşırken bayağı etkilendim.

Bu konu, bir de kimsenin deneyip, onaylamadığı, sanayide yaptırdıkları plastik bir kutuya girip, batığı göreceğim diye annelerinin cinsel organını gören üç beş salak milyarderin ölmesiyle yeniden gündem oldu.

Titanic'e dönersek, hepimiz My Heart Will Go On ile Jack'in buzlu sulara gömülüşüne ağladık elbette. O yüzden sizlere uzun uzun Titanic nasıl battı anlatmayacağım, ancak bu facia her aklıma geldiğinde kafamı kurcalayan üç beş şey vardır. Sizlere biraz onlardan sözedeyim. 

Titanic Müzesi
Mesela koca buzdağını neden kimse görmemiş?

Titanic buz dağına çarptığında saat gecenin onikisi civarıydı. Ay'sız, kapkaranlık bir gece. Titanic'de ufku tarayan iki gözcü bulunmaktaydı, ama gece karanlık, bir de dalgalı olsaydı, buzula çarptığında köpüren suları görebilecekleri deniz aksine tamamen sakindi.

Ancak asıl mesele, bu gözcülerin dürbünlerinin olmamasıydı. Belfast'tan Southampton'a gelen gemideki görevlilerden biri dürbünleri bir dolaba kitleyip, anahtarı yanına almış ve kıyıya çıkmıştı. Acaba diyor insan böyle.

Aynı şey bugün olabilir mi diye sorarsanız, merak etmenize gerek yok. Her seyir gemisinde bulunan radarlar böyle bir buz kitlesini günümüzde en az seksen kilometre uzaklıktan tespit edilebiliyor.

Başka bir soru da neden gemide yeteri kadar filika bulunmadığı. Birçok kişi buna kimse Titanic'in batabileceğine inanmıyordu diye cevap veriyor. O zaman da niçin sadece geminin kapasitesinin üçte birini alacak kadar filika koydunuz diye sorası geliyor insanın. Öyle değil mi? Batmıyorsa hiç filika koyma, batabilir diyorsan da herkes için filika koy. 

Titanic'in inşa edildiği kuru havuz
Filika kapasitesi yolcu sayısından az olduğu için ne acı ki, gemi batarken personel sadece birinci sınıf yolculara yardım etmiş, ikinci ve üçüncü sınıftakilere "Bakın lan başınızın çaresine" demişler. Ancak "Önce kadınlar ve çocuklar" ilkesine uyulmuş. Kurtulanların çoğu kadın ve çocuk. Kaptan da gemiyi en son terketmiş - yani en azından gayret etmiş. İşin aslı, gemiyle birlikte dibe gitmiş.

Bundan başka geminin varış zamanını kaçırmamak için hızlı gittiği, öndeki gemilerden gelen serseri buzdağları var uyarılarını dikkate almadığı falan söylenir. Bunların hepsi doğru da olsa kaptan, o günlerde kabul edilemez sayılabilecek hiç bir ihlal yapmamış.

Eğer ilginç bir şey arıyorsanız şuna bakın.

Titanic, Southampton'dan ayrıldığından battığı ana kadar kömür depolarının birinde bir yangın ile yol alıyordu. Size saçma gelebilir ama böyle yangınlar o günler için olağan sayılmaktaydılar.

Bu yangın doğrudan gemiyi batırmasada, faciaya şöyle bir katkıda bulunmuş.

Titanic'in buzdağına çarpmasını hepimiz katastrofik bir çarpışma olarak gözümüzde canlandırırız. Yani gemi çatırrrr diye buzdağına girmiş, sonra da güm diye patlayıp, dibe oturmuş şeklinde. İşin aslı, Titanic buzdağına çarpmamış bile, sadece yandan sürttürmüş. Bu sürtünme sonucunda gövde yarılmış, içeri su dolmuş ve gemi, uzun sayılabilecek bir kaç saatlik bir süre içinde batmış. Yolcuların önemli bir miktarı bu çarpışmayı hissetmemiş bile.

Bir teoriye göre, kömürlükteki yangın sonucu gövdedeki saçlar deforme olmuş, ve bu yüzden daha çabuk yırtılıp, gemiye daha fazla su girmesine, dolayısıyla da daha çabuk batmasına neden olmuş.

Neyse. Böyle yüksek profilli olayların her zaman bolca "what-if" analizleri yapılır. Sonuçta gemi battı ve binlerce hayat kaybedildi. Bunlar için üzülüp, insanlığın bu olaydan ders aldığını ummaktan başka yapacak fazlaca bir şeyimiz yok.

Titanic bölgesinden ayrılıp, yönümüzü şehir merkezine çevirdik. İrlanda'ya geldiğimizden beri yağmur yağıyordu, hem de öyle yaz yağmuru gibi değil, insan bayıltan sağnak şeklinde. Bu yağmur altında dolaşmak ise insanın bütün hevesini kaçırıyordu.

Belfast City Hall'u yani valilik mi, belediye mi dersiniz binasını şöyle bir gezdik. Büyük, cazibeli bir bina. Sağnak yağmura rağmen etrafında yüzlerce turist vardı.

Yağmur açıkta dolaşmayı iyice zorlaştırmıştı. Kendimizi Belfast'ın en neşeli bölgelerinden biri olan Cathedral Quarters'a attık. İsmine bakıp, yanlış bir fikre kapılmayın. Cathedral Quarters Belfast'ın barlar bölgesi. Acayip güzel, minicik sokakları ve bunların üzerindeki sağlı sollu sıralanmış Irish Pub'ları! Ben Birleşik Krallık'daki pub'lara zaten deli olurum, bir de bunların içinde ayrışan, dünyaca ünlü Irish Pub'ları düşünün… 

Cathedral Quarters
Kendimize güzel bir bar bulup, oturduk. Bir şeyler içip, yağmurun geçmesini bekledik.

Yağmur elbette dinmedi ama sağnaktan mutedile döndü ve biz de yeniden yola koyulduk. Yaya bölgesinde ise hayatımda ilk kez gördüğüm bir toplu taşım sistemi bizleri şaşırtmak için bekliyordu.

Bir vagon düşünün. Tam ortasında ise boylamasına yerleştirilmiş ince bir masa, etrafında ise zemine sabitlenmiş tabureler, her taburenin altında ise bisiklet misali pedallar. Oturan gençlerin tümü pedalları çevirerek bu taşıtı hareket ettiriyor, bu arada da yüksek sesli müzik eşliğinde bira içiyorlar. Bunlardan sadece Belfast'ta değil, Dublin'de de bolca gördük. Bira için eziyet çekmek benim hayat felsefeme tamamen aykırı, ama bu vagonun üzerindekiler hayatlarından gayet memnun görünüyorlardı.

Bira için eziyet
Eski Belfast limanı ve denize bağlandığı nehir boyunca yürüyüp, tren istasyonuna ulaştık. Bizi Dublin'e götürecek trene bindiğimizde yine enteresan bir fenomenle karşılaştık. 

Boş bir yer bulup, oturduktan beş dakika sonra Çinli bir kız başımıza dikilip, "Burası benim yerim" dedi. Lan nasıl senin yerin? Biletlerde yer numarası yok ki. Kız bize biletini gösterdi, yer numarası var. İyi otur dedik, 🐝Mezzy🐝 bir koltuk kaydı, sonunda becerdik.

Bir iki dakika sonra bu kez İrlandalı bir çocuk geldi, "Burası aslında benim yerim ama önemli değil, ben başka bir yere geçerim" deyip, gitti. En son bir Hintli "Burası benim yerim" diye gelince dayanamadım. "Hemşerim, bizim yer numaramız yok, hangi koltuk boş, nereden bilip, oturalım?" diye sordum. Bana koltuğun üzerindeki bir grup ışığı gösterdi. Dolu koltuklar için kırmızı, boş koltuklar için yeşil yanan bir Zihni Sinir sistemi geliştirmişler. Bilmeyen, böyle bir sistemin olduğunun farkında bile olmaz, ne bir yerde yazıyor, ne de kimse bize söyledi. Sonra aynı tren için hem numaralı, hem numarasız bilet kesmenin mantığı ne? Üstelik biletler saatten bağımsız, Belfast-Dublin arası HER trende geçerliyken. Off yaa, zor işler bunlar. Büyük olasılıkla bu trene bir kez daha binmeyeceğim. Niye gerdiyse beni…

Dublin Connolly'e olaysız ulaştık. Bir "taski" bizi otele götürdü.

Belfast ruhu olan bir kent, ama bir boşluk, bir önemsemezlik havası var. Biraz da geçmişteki travmalardan kaynaklı bir hırçınlık, bir gerginlik. Bu havayı belki de en doğru biçimde Boney M'in çocukluğumdan kalma hepimizin bildiği şarkısı anlatıyor.

Got to have a belief in all the people
'Cause the people are leavin'
Belfast
When the country rings the leaving bell you're lost
Belfast
When the hate you have
For one another's past

Belfast'ı görün sevgili arkadaşlar, ama güneşli bir havada.

Sevgi ile kalın ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...