23 Kasım 2022 Çarşamba

Edinburgh - Bir Peri Masalı

Edinburgh Haymarket, yani Samanpazarı istasyonundan çıkıp, otelimize doğru yürürken kendimi bir şehirde değil Disneyland’de zannettim. Gerçekten de kent bir peri masalı dekoru gibiydi. Neredeyse ortaçağdan kalma güzelim simsiyah taş binalar, merkezde bir tepe üzerine kurulmuş masalsı bir kale, devasa kulesiyle gotik bir kilise ve geri kalan her yer ağacıyla, çimeniyle yemyeşil.

Böyle yerden tabii ki Harry Potter çıkar
Ağızım bir karış açık, şehri seyrederken Jelena'ya dönüp "Şuraya baksana, böyle bir yerden tabii ki Harry Potter çıkar" dedim, sonrasında eklemeden de duramadım "Manchester gibi bir yerden de komünizm…" 😜

Edinburgh’ya geldiğimiz andan itibaren yağmur hiç durmamıştı. Öğle sağnak, fırtına falan şeklimde değil, orta şiddette ama düzenli ve tutarlı, insanın içine işlercesine yağan inatçı bir yağmur. Sokaktaki insanlar bu yağmura tamamen kayıtsızdılar. Sanki bu yağmur yokmuş gibi hayatlarını sürdürüyorlardı. Anlaşılan o kadar alışmışlardı ki, yağmur, onlar için şeffaf bir hale gelmişti. 

Yağmur, İskoçya'da hayatın o kadar ayrılmaz bir parçasıydı ki, kaldığımız otelde bir şemsiye kiralama makinesi bile vardı. Kredi kartınızı bipletip, iki pound'a bir günlüğüne şemsiye kiralayabiliyordunuz.

Check-in'den sonra hemen bir şeyler atıştırıp, Edinburgh'nun en görülesi yeri olan Royal Mile bölgesine doğru yürümeye başladık. Burası, şehrin merkezindeki kale ve oradan aşağı, etrafı pub ve mağazalarla dolu bir cadde.

The Royal Mile'a ulaşmamız on beş dakika falan almıştı ama arada bir Uber almamıza rağmen, İskoç yağmuru üçümüzü de sırılsıklam etmişti. Bunun da en güzel ilacı, İskoçya'dayken, İskoçlar'ın yaptığını yapmak, yani birer bardak Scotch içmekti!

Yağmur!
Royal Mile'ın üzerinde ilk gördüğümüz pub'a daldık. Mükemmel bir yer. Sizlere Birleşik Krallık'daki pub'lara deli olduğumu daha önce söylemiş miydim?

Bir viski söylemek için menüye baktık, ama viski bölümü tam iki sayfa! Kokulu, karamelli, çiçekli, böcekli, yukarılardan, aşağılardan, vs. diye bölümlere ayrılmış.

Biraz şaşırmıştım. Öyle viski içen biri değilimdir ama single malt, blended (harman) falan diye bir gruplama bekliyordum açıkçası. Yine beni şaşırtan başka bir şey, menüdeki bazı harmanların, maltlardan daha pahalı olmasıydı. Malumunuz single malt viski, harmanlara göre duty-free'de falan çok daha pahlıdır.

Jelena bara gidip, "Sadece viski istiyorum diyen birine ne veriyorsan, bize ondan iki tane ver" dedi. İster inanın, ister inanmayın, bardaki arkadaş bize birer bardak, bildiğiniz Johnnie Walker verdi. Johnnie Walker, viskinin ana vatanında en çok içilen markaymış! Hattızatında Edinburgh'da Johnnie Walker isimli bir cadde bile var!

İskoçya'dayken İskoçlar'ın Yaptığını Yapmak
Johnnie Walker blended, yani harman bir viski. Ama hor görmeyin, bazı varyantları menüdeki en pahalı viskilerden.

Çok başınızı ağrıtmadan, zaten bu konuda çok derin bir bilgim de yok, sizlere viski tiplerini kısaca anlatayım.

Viski, arpa, buğday gibi tahılları önce fermente edip, yani mayalandırıp, başka bir deyişle tahılın içindeki şekeri alkole çevirip, bu karışımı damıtarak, yani karışımı kaynatarak içindeki suyu buharlaştırıp, kalan alkolü topladıktan sonra, fıçılarda bekleterek yapılan bir içki türü. Tahılı doğrudan mayalandırarak yaparsanız bu viskiye straight, yani düz, tahılı mayalandırmadan önce suya basıp filizlendirir, sonrada kurutursanız bu viskiye de malt viski derler.

Malt viski sadece bir tek viskicinin ürettiği aynı tahıl maltından yapılmışsa ismi Single Malt, aynı fıçıdan geliyorsa da ismi Single Barrel Viski olur. Viski sadece fıçıda yıllanır. Şarabın aksine, fıçıda yada şişede fermantasyon devem etmez, sadece fıçıdayken tahtanın kokusunu, rengini falan alır. Şişede ise camdan herhangi bir renk, tad, vesaire alamayacağı için hiç bir değişikliğe uğramaz - şişede viski saklayıp, yıllandıracağını düşünenlere söylemeyin!

Harman viskiler malt ve/veya straight viskilerin, bazen farklı yıllardan karıştırılmasıyla yapılır. Sadece malt viskiler karıştırılırsa buna Blended Malt derler.

İşin aslı bildiğimiz viskilerin çoğu, örneğin daha önce de söylediğimiz üzere Johnnie Walker, Chivas Regal, Ballantine's, J&B falan hep harman viskilerdir. Bu viskilerin tadı hangi yıl yapılırsa yapılsın hep aynıdır, çünkü harmanlama sayesinde üreticiler tutarlı bir tatta viski yapabilirler.

Amerikada yapılan viskiye Burbon derler. Viski bu ikisinden başka bir çok ülkede üretilir.

Yani yukarda da söylediğim üzere bu viski işi öyle karışıktır ki arkadaşlar, içine bir girersek, bir daha çıkamayız. Her ülkede nasıl yapıldığına, içine ne konduğuna, hangi tür fıçılarda ne kadar yıllandığına göre nasıl sınıflandırılcağı, yani etikete ne yazabileceğinize dair farklı kurallar vardır. Önerim burada bırakmamız. Hatta viski yerine şarap içmeniz. Böylece hem daha lezzetli, hem de göreceli olarak daha sağlıklı bir alkol tüketmiş olursunuz.

Ben de, die hard bir şarapçı olarak, şarabı her daim viskiye tercih edeceğimi söylemiş olayım, ancak İskoçya'nın havasından mıdır, suyumdan mıdır, içtiğim o bir bardak Johnnie Walker'dan acayip zevk aldım.

O akşam çok zorlamadan otele döndük. 🐝Mezzy🐝 ile Jelena duş alırken ben çoktan uyumuştum.

Yıl 2004 sevgiki arkadaşlar. İkinci bekarlığımın tadını çıkardığım dönemler. Çok sevdiğim bir arkadaşım ile kendimize bir Brezilya tatili planladık. Aşılarımızı falan olup, uçuş gününde Zürih havaalanında buluştuk. Son anda kitapçıdan bir kitabı sadece Ingilizce olduğu ve best seller bölümünde olduğu için pek de ismine, yazarına falan dikkat etmeden aldım. İsviçre'de İngilizce kitap bulmak biraz eziyetlidir, o yüzden çok bakınmadım, sadece okumak için bir kenarda dursun diye aldım.

Rio'ya uçağımız o zamanki Brezilya'nın ulusal hava yolları Varig'in bir DC-10'uydu. DC-10 benim çocukluğumun uçağıdır. O günlerde en azından otuz yaşında bir uçaktı. Her tarafı dökülüyordu. Tepsim, sıkıştırdığım bir kağıtla düşmeden bir süre idare ediyor, sonradan sarsıntıdan kağıt sıkıştırdığım yerden çıkıyor, tepsi de çat diye kucağıma düşüyordu. Uyumak imkansızdı. Işık çalışmadığı için kitap da okuyamıyordum. Bütün uçuşu, uçmaktan korkup, kendini şampanyaya vuran bir Brezilyalı ile galley dedikleri mutfakta içerek geçirdim. İndiğimizde pratik olarak sarhoştum!

Rio'da çok yoğun iki gün geçirdik, otele döndüğümüzde sadece uyuyabilmiştik. Böylece havaalanında aldığım kitaba dokunamamıştım.

Sonra Amazonlar'a geçtik. Manaus'tan altmış kilometre falan uzaklıkta bir Amazon köyünde kalıyorduk. Bırakın elektriği, köye gitmek için yol bile yoktu. Tek ulaşım nehirden bir tekneyle yapılıyordu. Odalarda ise bildiğiniz bir araba aküsü, uyduruk bir lambayı yakabiliyordu, hepsi o.

Bir Amazon Köyünde Kalıyorduk
Sinekler yüzünden uyuyamadığım bir anda aklıma havaalanında satın aldığım o kitap geldi. Aldım elime ve o araba aküsü ile zar zor yanan ampülün ışığında okumaya başladım. Kitap öyle bir sardı ki, elimden bırakamıyordum. Sonrasında akü bitti, ben de odaya bıraktıkları mumu yakıp, patio'daki hamakta okumaya devam ettim. Geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum, ama ya o akşam sabaha karşı, yada ertesi akşam kitabı bitirmiştim.

Okumayı seven biriyimdir ama çok az kitap böyle beni, benden almıştı.

Kitabın ismi The Da Vinci Code'du. Dan Brown yazmıştı. Sonradan filmini falan yaptılar, Tom Hanks başrolünü oynadı, bilirsiniz. Kitabın da, filmin de kilit sahnesi Edinburgh yakınlarımda Rosslyn Chapel isimli bir kilisede geçer. Burada başroldeki kız, Mary Magdelene'in soyundan geldiğini öğrenir.

Mary Magdelene'i bilir misiniz, bilmiyorum, tövbe etmiş bir fahişedir. Bir çok kişi onun Hz. İsa ile birlikte olduğuna inanır. Dan Brown'ın kitabına göre Mary Magdelene ve dolayısıyla Hz. İsa'nın çocukları olmuş, bunların da korunması görevi Tapınak Şövalyeleri'ne verilmişti.

Tapınak Şövalyeleri'nin bir de herkesin paşinde oldukları bir hazineleri vardır.

İdda odur ki, Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'deki Hz. Süleyman Tapınağı’ndan topladıkları değerli parçaları, kendileri için Fransa'da yakalama emri çıktıktan sonra İskoçya'ya kaçırmışlardır. Tapınak Şövalyeleri dağılsa da, onların soyundan gelenler varlıklarını sürdürmüş, ve hazine bunlardan biri olan William Sinclair'in yaptırdığı bu kilisenin bir yerinde saklanmıştır.

Rosslyn Chapel Tapınak Şövalyeleri ile birlikte Masonlar'la da ilişkilendirilir, çünkü ileride de değineceğiz, kilise, bir taş oyma sanatı harikasıdır. Aynı zamanda ciddi miktarda insan, Masonlar'ın, Tapınak Şövalyeleri'nin devamı olduklarına inanır. Eğer öyleyse, Masonlar'ın, Hz. Süleyman'ın hazinelerini sakladığını düşünmek de mantıksız olmayacaktır.

Sonuç olarak bir ile biri toplarsak, Rosslyn Chapel'ın niçin bütün aklıevvell define avcılarının çekim noktası haline geldiğini daha iyi anlarız.

Hazinenin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. İnsanlar bunun Kutsal Kase'den, Hz. İsa'nın kalıntılarına kadar çok farklı şeyleri içerdiğine inanırlar.

Rosslyn Chapel'ın bir yerinde bu hazinenin saklı olduğuna inananlar işi öyle ileri götürmüşlerdir ki kazma-küreğini kapan bir çok define avcısı, kilisenin etrafını kazmaya başlamış, bina çökme tehlikesi geçirmiştir.

Bu söylentiler gerçek mi derseniz…

Bir kere içeriğini bilmediğimiz bir hazineyi nerede, nasıl ararız, bu başlı başına bir sorun. Bana sorarsanız, inançlı hiç bir Hristiyan'ın, bırakın Hz. İsa'nın kalıntılarını, kutsal kaseyi bile sarıp, sarmalayıp, toprağa gömeceğini düşünmüyorum. Eğer hazinede Ark of the Covenant varsa, ki bunun zaten kendisi kutsal sayılan koca bir sandık, gömersen, çürür, gider.

İşin aslı, eğer bir hazine varsa, bu altın, elmas gibi kıymetli taşlardan oluşuyordur. Tapınak Şövalyeleri büyük miktarda paraya sahiptiler ve bu paranın büyük bir bölümü bugüne kadar bulunamadı.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya Bir Saat Uzaklıkta
Kişisel görüşüm, böylesine değerli bir hazineyi toprağa gömmenin saçma olduğu şeklindedir. Bir yerde kullanmadıktan sonra yüz yıllar boyunca bu hazine niye saklansın? Eminim ki şövalyeliklerinden çok girişimcilikleriyle ünlü Tapınak Şövalyeleri bu para ile kendilerine bir ülke almışlardır.

Zaten tarihçiler ve kilisenin sahipleri büyük bir kararlılıkla, Rosslyn Chapel'ın Tapınak Şövalyeleri yada Masonlar'la herhangi bir bağlantısı olmadığını söylüyorlar. Hoş, herhangi bir bağlantısı olsaydı da yine böyle diyeceklerdi, neyse…

Rosslyn Chappel hakkında bilmediğimiz şeylerii zaten bilmiyoruz, biz bildiklerimize bakalım.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya bir saat falan uzaklıkta, şehir dışında, Roslin (yazım hatası yapmıyorum) isimli bir köyde bulunuyor. İskoç köyleri çok güzel ama Roslin daha da bir güzel. Kilise ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel, aynı zamanda da en farklı kiliselerden biri.

Kilisenin Dışı Eski Ama Göze Hoş Görünen Taşlarla Yapılmış
Kilisenin dışı eski ama acayip göze hoş görünen taşlarla yapılmış. Ancak Rosslyn Chapel'ı ilginç kılan içi. Bütün duvarlar, tavan ve sütunlar taş oyma desenlerle kaplı. Hayatımda ilk kez görüyordum böylesini.

Apprentice Pillar isimli bir sütun var, görseniz inanamazsınız, o kadar güzel süslenmiş. Rivayete göre, ki adından da anlaşılabileceği üzere, bunu çırak bir duvarcı yapmış. Ustası bunu görünce öyle kıskanmış ki, çat diye çırağını öldürmüş.

Bir de yeşil adam figürleri var. Bunlar hep pagan sembolleri. Bütün diğer kiliselerde Hz. İsa'nın çarmıhtaki hali, Meryem Ana gibi Hristiyan figürleri bulunurken, bu kilisede pagan figürleri bulunması hayli ilginç.

Alt kattaki crypt dedikleri gizli bölmeyi de ziyaret edebilirsiniz. Filmde Sophie ve Robert'ın burada bir sahneleri var.

Oldukça üzücü, içerde fotoğraf çekmek yasak. Yoksa o güzelim oyma taştan yapılma figürleri size gösterebilirdim. Yine de Internet üzerinde bol bol resimleri var. İlginizi çekerse bir gugıllayın derim.

Çok fazla başınızı ağrıtmayayım, Rosslyn Chapel'ı ziyaret etmek için bir Dan Brown fan'i, yada bir movie buff olmanıza gerek yok. O kadar güzel bir yer ki, sadece görmek için bile gidilebilir.

Harry Potter Müze Ve Mağazası
Edinburgh'da görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar. 

Edinburgh, Harry Potter'in doğum yeridir. Bu arada full disclosure bakımından, Amerika'ya uçarken ilk beş dakikasını izleyip, sonrasında uyuya kaldığım uçak yolcululuğunu saymazsanız, Harry Potter'ın hiç bir filmini görmedim. Aynısı Lord of the Rings ve Game of Thrones için de geçerli. Ama izlememiş olsam da, Harry Potter, Harry Potter işte.

Harry Potter'in yaratıcısı Joanne, yani J. K. Rowling, serinin büyük bir bölümünü Edinburg'da, The Elephant House isimli bir cafe'de, kahve içip, kek yerken yazmış.

Victoria Street
J. K. Rowling'in ilginç bir öyküsü var sevgili arkadaşlar. Sosyal yardım alarak yaşadığı fare dolu bir apartman dairesinden başlayıp, dünyanın en çok kazanan yazarı olmuş. Bir Portekizli ile evlenmiş, ondan bir çocuk yapmış. Ancak adam bunu her akşam dövüyormuş. Sonra boşanıp, yeniden evlenmiş, iki çocuk daha yapmış. Şimdi mutlu…

The Elephant house ciddi bir yangın geçirmiş, o yüzden biz oradayken kapalıydı. Sadece kapısının önünde bir resim çekebildik. Ancak Harry Potter nostaljisi yapmak için Victoria Street üzerinde bir Harry Potter mekanı var. Çok isterseniz, kırk pound verip, bir dal parçası alabilirsiniz.

Edinburgh Kalesi
Oraya kadar gitmişken Victoria Street’in tadını çıkarmanızı şiddetle öneririm. Siyaha yakın taşlardan yapılmış klasik Edinburgh binalarının altında kırmızıdan mora rengarenk giriş katlarını ekleyin, cihanda görebileceğiniz en hoş caddelerden birini bulursunuz.

Victoria Street'ten yukarı çıktığınızda karşınıza muazzam güzellikteki Edinburgh Kalesi çıkıyor. Kaleler dışardan güzeldir, ama içine girdiğinizde sadece taş duvar görürsünüz. Biz son zamanlarda kaleleri içerden gezmiyoruz. Hoş Edinburgh Kalesi'ni istesek de gezemezdik, biz geldiğimizde zaten kapanmıştı.

The Royal Mile caddesi, kaleden denize doğru uzanıyor. Kaleden çıkar çıkmaz karşınıza St Columba kilisesi çıkıyor. Muazzam yüksek bir kulesi var. İşin aslı bu kule Edinburgh'nun en yüksek noktası.

The Royal Mile peri masallarından fırlamış bir cadde. Her insan ölmeden önce burayı görmeli. Cadde boyunca başta St Giles katedrali, sağımızda solunuzda mağazalar, sokak çalgıcıları, pub'lar, mağazalar, aklınıza ne gelirse var. Cadde üzerinde kilt giymiş, gayda çalan tipik bir İskoç'u uzun uzun dinledik.

The Royal Mile
Edinburgh'da kaç pub'a girip, kaç bardak şarap ve viski içtik, bilmiyorum. Rötar yapıp, bizi havaalanında saatlerce diken uçağımız, bu gezimizde yolunda gitmeyen tek şeydi. Onun dışında gerçekten güzel vakit geçirdik.

Edinburgh'da kaç pub'a gittik, bilmiyorum.
Edinburgh, Avrupa'da gördüğüm en güzel kentlerden biri. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve mutlaka görün.

Sevgi ile kalın ❤️

12 Kasım 2022 Cumartesi

Liverpool - She Loves You

Manchester havaalanında pasaport kontrolü esnasında polis "Sadece Manchester'da mı kalacaksınız, yoksa gezme var mı?" diye sordu. "Geziyoruz" dedik. "Önce Liverpool, oradan da Edinburgh". Polis güldü "Kesin futbol fanlarısınız" dedi. Anama küfür edilmiş gibi oldum. "Absolutely not" dedim. Yani tam adamını buldun, oturup, Man-U, City, Liverpool falan geyiği yapacak.

Bilmiyor tabii bundan kırk yıl önce futbol ile olan tüm bağlarımı bir Beşiktaş-Ankaragücü maçımda kopardığımı.

Beşiktaşlı bir arkadaşın peşine takılıp, gitmiştim maça. Tribünde yer açmak için önce Beşiktaşlı maymunlar bizi Ankaragücü tarafına doğru itmeye başladılar. Arada polis var tabii, biz polislere doğru gittikçe polisler bizi copluyorlardı. İki saat boyunca düzenli olarak cop, tekme, vesaire yedik.

Maç esnasında bu kez Ankaragüçlü maymunlar ellerine ne geçtiyse bize atmaya başladılar. Plastik su şişelerini dolu halde fırlatıyorlardı. Bunlardan korunmak kolay sayılırdı. Ceketinizi kafanızın üstünde yelken gibi açınca, doğrudan size isabet etseler bile, sekip, gidiyorlardı. Ancak ayran kutuları birer el bombası gibiydiler. Düştüklerinde patlıyorlardı ve tribünde bembeyaz boyalı bölgeler oluşuyordu. Üstüm başım ayran ve sudan sırılsıklam olmuştu. İtoğluitler bir de bozuk para atıyorlardı. Bu paralar bizi iten Beşiktaşlı maymunlara kadar yetişmiyordu ancak biz sınır bölgesinde kaldığımız için tam anlamıyla ateş altındaydık. Balistik ve yerçekimi yüzünden bu paralar özellikle insanın kafasına geldiğinde acayip can yakıyorlardı.

Maç bitti, biz de kendimizi stadın dışına attık. Bu kez dışarda bir arbede başladı. Ben gruptan ayrı kaldım. Cüzdanım ceketimin cebinde, ceketim de beraber gittiğim arkadaşta kalmıştı, o arkadaşın Beşiktaş bayrağı da bende. Bu kez bayrağı gören Ankaragüçlüler etrafımı sardılar ve beni evire çevire dövdüler.

Yerlerde yuvarladığım için olan biteni göremiyordum ama herhalde polis geliyor diye beni bırakıp kaçtılar.

Ayağa kalktım ve ilk iş Beşiktaş bayrağını fırlatıp, attım. Saatlerce ateş altında, aç, susuz maçı bekledikten sonra akşam sopamı yemenin huzuruyla eve doğru yola koyuldum. Cüzdanım olmadığından yapacak bir şey yok, tabana kuvvet, Ankara'yı bilenleriniz daha iyi takdir edecektir, Ulus'tan Gaziosmanpaşa'ya kadar yürüdüm.

Futbol kariyerim böylece daha başlamadan sonlanmıştı.

Sınır polisini hayal kırıklığına uğrattığımın farkındaydım ancak çok umrumda da değildi.

Liverpool'un bir ruhu var!
Liverpool'a Liverpool F.C. için değil, müziğin kitabını baştan aşağı yeniden yazmış bir grup için gidiyordum.

Bu grup The Beatles sevgili arkadaşlar!

Meraklı olanlarınız biliyordur, The Beatles Liverpool’dan gelmedir.

Grubun iki asından biri gitarist John Lennon'un babası gemiciydi. John'ın doğduğu gün dahil, çoğunlukla evde değil, denizdeydi. Ancak evini ihmal etmiyor, düzenli olarak para gönderiyordu. Ancak baba Lennon bir gün ortalıktan kayboldu ve altı ay sonra ortaya çıkıp, evine döndü. Heyhat, anne Lennon başka bir adamın çocuğuna hamileydi. John'a teyzesi sahip çıktı. Sonra baba Lennon, John'ı Yeni Zelanda'ya götürmek isteyince iş mahkemeye gitti, John önce babayı seçse de, son anda annesiyle kalmaya karar verdi. Ama en sonunda ihale yine teyzeye kaldı, ve John Teyzesi ile büyüdü.

Liverpool'un bir ruhu var!
Grubun aslarından ikincisi, basçı Paul McCartney'nin annesi bir hemşire, babası ise savaştan önce ticaret, sonrasında ise itfaiyecilikle iştigal etmekteydi. Savaş bittikten sonra anne ebe, baba ise yeniden tüccar olmuştu.

Hem John, hem de Paul'un kökenleri İrlanda'dır. Her ikisi de The Beatles'in şarkılarının ezici çoğunluğunu yazmış, ve söylemişlerdir.

Grubun ikinci gitaristi George Harrison'ın babası eskiden bir gemide çalışmış olsa da, otobüslerde biletçilik yapmaktadı. Anne Harrison ise bir mağazada tezgahtardı. Anne Harrison'ın kökenleri de İrlanda'daydı.

Grubun son üyesi Ringo Starr, yada gerçek ismiyle Richard Starkey'in ailesi, grubun gerisi kadar işçi ve emekçi bir geçmişten ziyade, biraz daha bohem bir hayat biçimine sahipti. Ringo tek çocuktu ve bu müzik dinleyip, dans etmeyi seven çift ile biraz daha el bebek, gül bebek büyümüştü.

John Lennon, 1957 yılında, on yedi yaşındayken Quarrymen, yani taş ocağı işçileri isimli bir grupta çalıyordu. Grup, Liverpool'ın dışında, hem de bayağı dışımda - gittiğim değil, gidemediğim için ne kadar uzakta olduğunu biliyorum, Woolton isimli bir semtin festivalinde çalmıştı. Ortak bir arkadaşları, Woolton'da bulunan St Peter's Church isimli kilisenin karşısındaki bir salonda Lennon ile McCartney'yi tanıştırdı.

St Peter's Church kilisesindeki mezarlıktaki mezar taşlarından biri Eleanor Rigby ismini, mezarda yatanın bir akrabası olarak gösterir. Yine aynı mezarlıkta başka bir mezar taşının üzerinde McKenzie ismi yazılmıştır. Paul ve John, kilisenin yanında, devamlı çaldıkları okula gitmek için bu mezarlığı kestirme olarak kullanırlarmış.

Herhalde The Beatles'ın unutulmaz şarkısı Eleanor Rigby'nin nereden geldiğini anladınız. İşin komiği, McCartney ısrarla şarkıyı yazarken bu mezarlıktan ilham almadığını, mezar taşlarının olsa olsa bilinç altından şarkının sözlerini etkilediğini söylemektedir, ancak haliyle buna pek de inanan yoktur.

Paul, arkadaşı George Harrison'ı gruba davet etmiş, John ise George'un gitarını beğenmiş olsa da çok genç olduğu nedeniyle gruba uyum sağlayacağına emin olamamıştır. Yine Paul'un ayarladığı ikinci bir okazyonda, George, bir belediye otobüsünün ikinci katında gitarı ile bir şov yapmış, ve sonrasında John onu gitarist olarak gruba almaya razı olmuştur.

The Quarrymen'in geri kalan müzisyenleri gruptan ayrılıp, kendi yollarına gittiklerinde, o aralar üçü de gitarist, John, Paul, George ve kalan basçıları, bir davulcu bulabildiklerinde orada burada çalmaya devam ediyorlardı.

Liverpool'dayız
Bu arada grubun ismi de evrilmeye başlamıştı. The Quarrymen önce Beatals, sonra da Silver Beatles olmuş, en sonunda ise kısaca The Beatles olarak kalmıştı.

O zamanki menejerleri sayılabilecek, aslen çakma bir organizatör gruba davulcu olarak Pete Best isimli bir müzisyeni yamamış, sonra da gruba Hamburg'da, kerhanenin tam ortasında, üç beş strip klübün birleşmesiyle genişlemiş bir mekanda çalmaları için bir iş ayrlamıştı.

Klübün sahibi bunların rakip başka bir klüpte de çaldığını öğrenince önce Alman otoritelerine yaşını büyük göstererek çalışma izni alan George'u ihbar etmiş, sonra da klüpte bir prezervatifi ateşe veren Paul ve Pete'i kundakçı olarak tutuklatmıştı. Almanlar bunların üçünü de ülkeden attılar.

Buradan sonra ikinci bir Almanya deneyimi dahil, grup biraz her telden, her dilden olmuştu. Basçıları da gidince Paul gitarı bırakıp, basa geçti.

Grup Liverpool'a döndüğünde, The Cavern Club isimli bir klüpte düzenli olarak çalmaya başladı.

The Cavern Club'ın Kapısındayız
The Cavern Club, kariyerine bir caz mekanı olarak başlamıştı, ancak sonradan günün modası Rock'n'Roll müziğine evrildi.

The Beatles bu klüpte günün modası, Elvis'ten, Little Richard'dan falan şarkıları çalıp, söylüyorlardı. Sayısı az olmakla birlikte, kendi tarzı şarkılarını da araya sıkıştırıyorlardı.

The Beatles bombası işte bu performansların birinde patladı sevgili arkadaşlar. Brian Epstein isimli lokal bir müzik otoritesi The Beatles'ı The Cavern Club'da dinledi, deli oldu.

Sonrasında grup Best'i yollayıp, yerine Ringo Starr'ı aldı ve The Beatles kısa bir süre içinde bugün bildiğimiz The Beatles'a evrildi.

The Cavern Club da, The Beatles sevenlerinin bir mabedi haline dönüştü.

The Cavern Club
GPS bizi The Cavern Club'a getirdiğinde Jelena bozuk bir ifade ile "Kapalı" dedi. Gerçekten de üzerinde mekanın isminin yazılı olduğu kapının üzerinde koca bir asma kilit vardı. Sevgili karım benim burayı ne kadar çok görmek istediğimi bildiğinden en az benim kadar üzülmüştü.

Ancak bu senaryoda yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. İsviçre'de, geziyi planlarken gördüğüm resimdeki kapı ile üzerinde kilit bulunan bu kapı birbirine benzemiyordu.

Biraz ilerleyince doğru girişi bulduk. The Cavern Club açıktı!

Kapının önünde gençten bir adam, ama sarhoş mu, uçmuş mu, anlamak zor, yıkılıyor.

"Gjjjjjoooooin innnnn?" diye sordu. "Yes" dedik. "İiiiiiiitzzzzzzz ghghghgreeeeeyt" dedi. "İçeri çocukla girebilir miyiz?" diye sordum, "Bbbbiiiiiiitııııılz izszsz aaaa ghghghgreeeeeyt beeeeenddddd" diye cevap gerdi. Kapıdaki 'bouncer' güldü, çocukla girebilirsiniz gibisinden başını salladı.

Bar Hopping
Merdivenlerden yerin yedi kat dibine indik, sonra da içeri girdik. Elli altı yaşımda öyle çığlıklar atıp, ağlamadım tabii, ama içim şöyle bir inip, kalktı. Sonuçta etiyle kemiğiyle The Cavern Club'daydım amk.

Söylediklerine göre dekoru The Beatles zamanlarıyla aynı tutmuşlar. Bir çocuk da akustik gitarıyla The Beatles'ın o günlerde çaldıkları şarkıları çalıyor. Bence o günlerin havasını çok güzel vermişler. Öyle Amerikalılar'ın Las Vegas'ta yaptıkları gibi bir Elvis kopyesini soytarı gibi giydirip, Wooden Heart söylerken kızların yanaklarını okşatmıyorlar.

The Cavern Club'da uzun sayılabilecek kadar kaldık, sonra da aynı cadde üzerindeki başka bir pub'a geçtik. Bar hopping malumunuz. Ben Birleşik Krallık'taki pub'ların delisi oldum sevgili arkadaşlar. Hem dekorları, hem müzikleri, hem de yiyecek ve içecekleri mükemmel ötesi.

Liverpool'daki kısa gezimizi sonlandırıp, Manchester'a dönmek üzere trenimize bindik.

Liverpool bence ruhu olan bir şehir sevgili arkadaşlar. İnsan gezerken kenti içinde hissedebiliyor. İnsanlar da çok iyi, yardımsever ve güler yüzlüler.

Kesinlikle görün derim.

31 Ekim 2022 Pazartesi

Manchester - Sol Eller Havaya!

Sevgili arkadaşlar, bugünkü konumuz gereği biraz komünizmin köklerini araştıracağız. Ne olur komünizm dediğimde sosyalizmi de anlayın çünkü aralarındaki yapay fark yazımızın anlamını değiştirmeyecek kadar küçük.

Birçoğumuz, komünizm, sosyalizm gibi sol ideolojileri genellikle Rusya ve Çin ile özdeşleştiririz. Bu da fazlasıyla doğal bir reflekstir. Çünkü Rusya ve Çin, dünya üzerimde komünizm ile yönetilen - kendi iddaları tabii - önemli büyüklükte iki ülkedir. Bu kokteyle tat versin diye bir tutam Küba, Vietnam falan da eklerseniz, ortalık bayağı bayağı kırmızılaşmaya başlar.

Ancak, tanıdığım bir çok eski/hala komünist arkadaşımın hayallerini yıkma pahasına söylemeden edemeyeceğim. Komünizm, ne Rusya'da, ne Çin’de doğmuştur. Hatta komünizm doğduğunda, bu iki ülkede birinci sınıf Orta Çağ artığı monarşiler vardı. Aynı şekilde bu iki ülkede komünizmin temeli, endüstriyelleşme ve ezilen bir işçi sınıfı falan da o zamanlar hiç bir şekilde yoktu. Neredeyse tamamı kırsal, yani köylü bir nüfus vardı ve tabiatıyla katma değer, kapital falan gibi kavramlar da bu ülkenin halklarına pek uygulanabilir değildiler.

Hard core kominist okuyucuların "Ama köylü nüfus sömürülmüyor muydu?" dediğini duyar gibiyim. Aslında köylü nüfusun sömürüldüğü doğrudur tabii ki. Ancak köylü nüfus, ağalığın, beyliğin icad edildiği Ortaçağ'dan beri sömürülmekteydi. Yani bunları kurtarmak için Marks'a, Lenin’e falan gerek yoktu. Robin Hood bu işi gayet güzel beceriyordu.

Zaten bu yüzden kırk sene öncesinin copy/paste komünistleri, Türkiye'de işçinin, emekçinin özgürlüğü falan diye ortaya atıldılar, sonra bir de baktılar ki ülkede ne endüstri, ne de öyle hatrı sayılır, sömürülen bir işçi sınıfı var. Sonrasında söylemlerini işçinin/köylünün özgürlüğü şeklinde değiştirdiler,. Ancak bir kez daha gördüler ki, köylüleri sömüren Das Kapital sermayedarlar değil, toprak ağalarıydı. Sözde gaddar, özel sektör kapitalist sermaye sahiplerinin işçileri ise hayatlarından oldukça memnundular.

İşin ilginçi, bu köylü temelli komünizm Türkiye’de tutmamış olsa da, Çin, köylüleri temel alan komünist bir devrim gerçekleştirdi. Mao, Çinli köylülere opera dinleterek başa geldi. Ancak Çin, günümüzün anlamında gerçek bir endüstri toplumuma dönüştüğünde, yani tam komünizmin şakkadanak oturacağı bir zamanda, gitti, kapitalist ve emperyal bir devlet haline dönüştü.

Türkiyedeki solculara dönersek, mesaisini harcayıp okumuş, ne dediğini bilen azınlığı tenzih ederek söylüyorum, bunlar baktılar ki bu sermayenin işçi sömrüsünü temel alan klasik komünist yaklaşımı tutmadı, bu kez sermaye sahipleri yerine, devlette çalışan işçilere arka çıkmayı denediler. Böylece Türkiye, 'kapitalist' devletin sömürdüğü işçileri kurtarmak için ortaya çıkmış, yine devletçi, sosyalist bir ideolojiyi benimseyen acayip bir toplulukla karşı karşıya kaldı (tevellütü yetenler DİSK'leri, falan hatırlarlar). Başka bir deyişle bu 'devrimciler' becerebilselerdi, devletçiliği bunlar kapitalist diye kaldırıp, yerine sosyalizm diye yine devletçiliği getireceklerdi.

Keşke, ülkeye, gelişmiş toplumlardaki endüstri devriminin ortaya çıkardığı komünizm gibi bir ideoloji yerine, Orta Çağ'ı sonlandıran aydınlanma gibi daha basit bir devrime ihtiyacı olduğunu görseler, ve enerjilerini bu ilkel toplumu endüstri toplumuna dönüştürmek için harcasalardı, biz de bu günlerde malum sorunlarla uğraşmıyor olurduk.

Yanlış anlamayın, bu solcu güruhun hemen tümünün niyetleri iyiydi, ideolojilerine de tüm kalpleriyle inanıyorlardı. Bu süreçte çok da canları yanmıştı. Onlara hala derin bir sempati beslerim. Ancak o zaman da aynı fikirdeydim, şimdi de öyleyim, insan ne için savaştığını bilerek bir savaşa girmeli, öyle gençlik aklıyla okuduğu kitaplardaki klişelere göre değil. Herneyse, konumuz bu değil.

Komünizm'in olmazsa olmazı endüstriyelleşme, yani fabrikalar, fabrikaları finanse edecek kapital yani sermaye, ve fabrikalarda çalışan, sermayenin sömürdüğü işçilerdir. Bu yüzden de Komünizm'in kökenini bulmak için bu üç unsurun bulunduğu yerlere bakmamız gerekir.

Yukarda da söyledim, komünizmin kökenini Rusya'da, Çin'de falan bulamazsınız. Buralarda bulsanız bulsanız koministim deyip, diktatörlüğe evrilmiş Stalin gibilerinin reliklerini bulursunuz. Moskova'yı, Saint Petersburg, yani Leningrad'ı, Pekin'i, Şangay’ı adım adım gezmiş biri olarak söylüyorum.

Komünizmin köklerini bulmak için kömür yakıp, buhar gücüyle makinelerin çalıştırıldığı, yani endüstri devriminin başladığı İngiltere'ye bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar. Yani Avrupa'ya, özellikle de Manchester kentine.

Manchester, İngiltere'nin kuzeyinde, dikkat, adanın değil, İngillere ülkesinin kuzeyinde, yani İskoçya'nın güneyinde, bir kent. 1800'lü yılların ruhuyla başkent Londra'dan uzak, renksiz bir yer. Benim çocukluğumun, memurların şark hizmetini görmeye gittiği Doğu Anadolu gibi düşünebiliriz. Buhar gücü bulunup, mertlik bozulmadan önceki tek faaliyeti, binlerce kadının çıkrıkçı tezgahlarımda ürettiği pamuklu kumaşlarmış.

Kömür ve buhar gelince de bu el işi tezgahlar tekstil fabrikalarına dönüşmüş.

Manchester, dünyanın ilk endüstrileşmiş kentidir sevgili arkadaşlar.

Fabrika demek artan üretim ve daha kaliteli mamul demektir. Başta Osmanlı, dünyanın geri kalanının bir zamanlar yere göğe koyamadığı 'İngiliz Kumaşı' hep bu fabrikalarda üretilmiştir.

Endüstrileşme ile gelen dönüşüm, Liverpool, Preston gibi Manchester'ın komşusu kentlerinde de başlamış, kısa zaman içerisinde Kuzey Ingiltere, ülkenin endüstri merkezi haline gelmişti.

Fabrikaların çoğalması bu bölgede bir anda iş imkanlarını artırdı. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde on binlerce kişi iş bulabilmek için bu bölgeye akın etti. Manchester kontrolsüz bir biçimde büyüdü.

Kominist dostlarım kızmasın, kapitalist ekonominin kuralı çok açıktır. Talepten çok arz varsa fiyatlar düşer. Çalışmaya hevesli bunca işsiz bir kente doluşunca elbette maaşlar da azalır. Fabrika sahipleri haftada altı gün, günde de on altı saat çalıştırdıkları işçilere gerçekten açlıktan ölmeyecekleri kada bir para veriyorlardı. Bir de bahraneleri vardı, bir nevi dış güçler söylemi sizin anlayacağınız. Napolyon'un çıkarttığı savaşlar yeni bitmişti ve sözde, ülkede işler bu yüzden kesattı!

Aynı anda başka bir tezgah dönmekteydi. Zamanın İngiltere'sinde 'Corn Laws' ismi verilen bir dizi ithalat kanunu yürürlükteydi. 'Corn Laws', 'Mısır Kanunları' şeklinde çevrilse de, siz mısırı tahıl olarak anlayın.

Bu kanunlara göre Ingiltere’ye tahıl ithâl etmek koşullara göre ya imkansız, yada çok yüksek gümrük vergilerine tabiiydi. Bunun sebebi de Ingiltere’de tahıl eken azınlığın cebine para girmesini garantilemekti elbette. Eğer yurt dışından ucuz tahıl gelmezse, İngiltere’de üretilen az miktarda tahılın fiyatı anormal düzeylere yükseliyordu.

Kısaca ekmeğin fiyatı o kadar yükseldi ki, zaten maaşları kuşa dönmüş işçiler açlıkla karşı karşıya kaldılar.

İşçiler bağırmaya başladılar ama onları duyan olmadı. O günlerde zaten zar zor nüfusun yüzde onu oy kullanabiliyordu, bunların da çok azı Kuzey İngiltere'deydi. Mesela Liverpool falan gibi kentlerin Avam Kamarasında temsiliyeti komik derecede düşük seviyelerdeydi, sadece bir-iki milletvekili. Manchester'in ise hiç milletvekili yoktu.

Temsiliyeti artırmak için iki yüz elli bin imzayla bir kanun değişikliği isteğinde bulundular. Avam kamarası bunları dinlemedi bile.

Sonrasında, Ağustos 1819'da, Henry Hunt isimli bir radikal, Manchester'a, St Peter's Field isimli bir alana kadınlı, erkekli on binlerce işçiyi yığdı.

Vali de İngiliz ordusunu yardıma çağırmıştı.

İşçiler gürültüye başlayınca emir geldi ve süvariler kılıçlarıyla kalbalığın arasına daldılar.

On sekiz ölü, bine yakın da, orası burası kesilmiş, kopmuş yaralı vardı.

On dokuzuncu yüzyılda İngiliz topraklarında meydan gelmiş en kanlı hareketti bu. Kısa zaman önce Napolyon'un yenildiği Waterloo Savaşı'na göndermeyle, İngilizler bu vahşete Peterloo Katliamı dediler.

Elbete, İngiliz hükümeti ordunun arkasında durdu, Hunt tutuklanıp, yargılandı ve hüküm giydi falan. Ne var ki, Peterloo ile başlayan bu eylemler durmadı, Kuzey İngiltere'de bir çok yerde gösteriler devam etti.

Peterloo Plaketi
Ve 1832'de, Manchester ilk milletvekilini parlementoya soktu.

Peterloo elbette komünist bir hareket değildi, ancak işçilerin başlattığı ilk kayda değer başkaldırma olduğu, başka bir deyişle komünizme giden yolun başlarında önemli bir aşama olduğu tartışılmaz.

Bugünkü haliyle Manchester'da bir St Peter's Field falan kalmamış tabii, ama bir St Peter's Square, yani meydan var. Güzel de bir yer. Peterloo'dan kalan tek şey ise Radisson Otel'in duvarına asılmış, kırmızı bir plaka.

Herneyse…

Komünizmin gerçek başlangıcı için tanıdık bir kaç isme bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar,

Marksist-Leninist klişesini hepimiz biliriz. Meraklısı olmayanlar, bunların ikisinin kafa kafaya verip, komünizmi icat ettiğini falan zannederler. İşin aslı Marx ve Lenin şu fani dünyada sağken aynı anda bulunmamışlardır bile. Marks bir filozoftur, komünizmin ne olduğunu anlatır. Lenin ise bir devrimci, bir ideologdur. Marks'ın fikirlerini alıp, Rusya'ya monte etmiştir.

12 Eylülcülerin yerinde ben olsaydım, Marksist-Leninist yerine mesela Marksist-Engelist gibi bir tanımlama kullanırdım. Çünkü komünizmin mucitleri aslında bu ikisi, yani Karl Heinrich Marx ve Friedrich Engels'dir.

Marks, Almanya'nın Trier kentinden gelmedir. Trier, Kartpostal gibi bir yerdir, yolunuz düşerse mutlaka görün. Marks'ın ailesi, aslen Yahudidir, ancak babasının işleri Yahudi oldukları için kesat gidiyor diye Hristiyanlığa dönmüşlerdir. Marks için sonrası malum tabi, dinle minle alakası kalmamıştır.

Her filozof gibi, her şeye hayır diyen birisi olduğundan daha gençliğinde Alman/Prusyan hükümeti Marks'a gıcık olmaya başlamıştır. Zaten sonunda vatandaşlıktan da atılmıştır. Gazete çıkarmış, kitap yazmış birisidir. Detaylarla kafanızı şişirmeyeyim. Marks'ın çok renkli bir biyografisi vardır. İlginizi çekerse mutlaka okuyun.

Marks'ın Trier'deki evini gördüm. Öyle kafanızda canlanacak bir fakirhane değil. Bugünkü standardlara göre bile lüks sayılabilecek bir yer. Ancak 'aykırı filozofluk' 'ta öyle ciddi para olmadığından, Marks hayatını hep kısıtlı parasıyla geçirmeye mecbur kalmıştır.

Engels ise, Marks'ın aksine sözcüğün tam anlamıyla bir kapitalist çocuğuymuş. Alman olmasına rağmen, babasının Kuzey Ingiltere’de tekstil fabrikaları varmış, hani şu ezilen işçi sınıfının bulunduğu bölgelerde.

Babası, hayatı öğrensin diye Engels'i fabrikalarının yanına İngiltere'ye göndermiş. Engels de burada birinci elden çalışnların ölmemeye gayretle nasıl yaşadığını görmüş.

Marks'la Engels gerçi ilk kez Paris'te tanışmışlar, hatta ilk defasında birbirlerine acayip de gıcık olmuşlar. Ancak muhabbetleri Manchester'de ilerlemiş.

Chetam's Library
Manchester'de Chetam's Library isimli bir kütüphane var sevgili arkadaşlar. Burası Ingilizce konuşan ülkelerdeki kütüphanelerin en eskisi. Tam altı yüz yaşında! Humphrey Chetam isimli bir adam kurmuş. Kimi kimsesi yokmuş, eşek gibi de parası varmış. Devlete gideceğine, halka bir yardımı dokunsun deyip, eski bir manastırı satın almış, ve burayı bir kütüphaneye çevirmiş. Bütün servetiyle kitap almışlar. Burası umuma açık, herhangi bir üyelik gerektirmeden herkesin faydalanacağı bir yer. Ancak kitapları ödünç alıp, evinize götüremiyorsunuz, burada okumak zorundasınız.

Zamanın gereği, kitapları zincirlemek için zincir ve halkalar var. İçerdeki kitaplar hala orijinal. Örneğin Isaac Newton'ın yazdığı, belki de tüm insanlık tarihindeki en önemli kitap olan Principia Mathematica'nın (n'olur PrinKipia diye okuyun, PrinSipia değil) orijinalini bugün bile elinize alıp, ücretsiz okuyabilirsiniz. Bunun için sadece online bir form doldurup, rezerve etmeniz gerekiyor, bir de Latince bilmeniz tabii.

Marks ve Engels'in Sırası
İşte bu kütüphanenin bir kanadında bulunan ufak bir girintiye yerleştirilmiş eski bir sıranın etrafında Marks ve Engels komünizmin el kitabı olan Komünist Manifesto'nun büyük bir bölümünü yazmışlar. Manifesto'nun el yazması Almanca müsveddelerini Trier'de görmüştüm. Ama aha bu kütüphane, komünizmin doğduğu yer sayılabilir sevgili arkadaşlar.

Sevgili karımla bu masaya oturup, bayağı nostalji yaptık. Jelena, yaşıtlarının tümü gibi vesikalı bir komünisttir. Eski Yugoslavya'da doğar doğmaz, tıpış tıpış parti üyesi oluyordunuz.

Sözde solcu aklı evvel bir Türk gazetesi, Trump başkan olduğunda şöyle yazmıştı: "First Lady' Melania Trump'ın emekçi babası Komünist Parti'sine kayıtlı!" Sanki başka bir alternatifi varmış gibi... Ama bilmiyor işte, böylesi kulağa dramatik de geliyor ya, salla gitsin anasını satayım…

Bu arada sanki sevgili karım metazori komünist olmuş izlenimine de kapılmayın. Ruhu hala kıpkırmızıdır 😍

Herneyse, bu tarihi masanın üzerine Marks ve Engels'in okuduğu kitapları koymuşlar. Gördüklerimin hepsi İngilizceydi. Demek ki ikisi de İngilizce biliyorlardı.

Komünist Manifesto'yu elbette ünlü Das Kapital izledi. Das Kapital için Engels kendisine paye almaz, krediyi Marks'a bırakır. Ancak ikinci ve üçüncü ciltleri Marks'ın notlarından yararlanarak Engels tamamlamıştır. Ben gençliğimde bir kaç kez okumaya niyetlendim ama nada, hem tercüme çok kötüydü, hem de konu çok ağır.

Hard Rock Cafe Manchester
Gönül isterdi ki, komünizmin ilerisine de bakalım, ama bu yazı zaten gereğinden fazla uzadı, daha da baymayayım sizi. Başka bir bahara artık…

Manchester böyle işte.

Ben Birleşik Krallığı çok sevdim sevgili arkadaşlar. Çoğu iyi, kibar, yardımsever insanlar. Gülmeyi de çok iyi biliyorlar.

Ancak en önemlisi doğal, gerçek bir müzik zevkleri var. Manchester'da Hard Rock Cafe'de iki kız öyle güzel söylediler ki, konserde bu kadarını bulamazsınız. Bir pub'a girdiğinizde Bad Company yada 10cc duyabiliyorsunuz. Böyle şeyler Avrupa'nın gerisinde pek olmaz. Olursa da tesadüftür. Birleşik Krallık'ta ise 'business as usual'…

İşte bu saydıklarımın hepsi Manchester'da bol bol var, ama başka ne var derseniz, burada biraz dikkatli olayım, pek bir şey yohtur.

Akşamınız güzel olsun ❤️

17 Ekim 2022 Pazartesi

Londra XI - Zaman Ve Terör

Einstein zaman görecelidir, yani herkesin kendine göre işleyen bir zamanı vardır dediğinde kastettiği, size birazdan anlatacağım şey değildi elbette sevgili arkadaşlar, ancak dünyanın gördüğü en zeki insanın bu sözünü hem anarak, hem de biraz esneterek aşağıdaki fenomene uygulayabiliriz.

İş seyahatindesiniz. Toplantılarınız bitmiş, otelinize dönmüşsünüz. Akşam vakti, güneş batmış, bir kadeh şarap içme zamanı gelmiş. Şarabınızı yudumlarken telefonunuzu çıkarıp, dünyanın diğer ucundaki karınızı arıyor, iyi bir koca olarak "Hayatım seni çok özledim!" diyorsunuz. O da size "Ben de seni" diyor, "Nasıl gidiyor, ne yapıyorsun?" diye soruyor. Siz de "Toplantılarımız bitti, otelde bir kadeh şarap içiyorum" diyorsunuz. Karınız parlıyor "Alkolik mi oldun be adam, sabahın köründe şarap mı içilir?" diye bağırıyor size. Siz de saatinize bakıp, "Ama karıcım, saat akşamın sekizi, ne sabahı?" diyorsunuz. Karınız ise "Manyak mısın, saat sabahın dokuzu" diyor. Siz de, karınız da, "Lan ben mi yanlış gördüm, saat gerçekten kaç?" deyip saatlerinize bakıyorsunuz. Gerçektende sizin saatiniz saati akşam sekizi, karınızın saati de sabah dokuzu gösteriyor.

Peki, saat gerçekte kaç?

Bu soruyu cevaplamadan önce, niye sizin ve karınızın saatlerinin farklı olduğuna bakalım.

Her hangi bir anda dünyanın güneşe bakan yarısı aydınlık, diğer tarafı karanlıktır. Sorun ise dünyanın dönmesidir. Dünya dönerken üzerindeki her nokta günün başka bir bölümünü yaşar. Zamanlarını gündelik aktivitelerine göre düzenleyen insanlar da örneğin kahvaltı sabah saat dokuzda edilir diyebilmek için saatlerini kahvaltı vaktinde dokuzu gösterecek şekilde ayarlarlar. Yukardaki örnekte şarap akşam sekizde içileceği için saatinizi akşam vakti sekizi gösterecek şekilde ayarlarsınız. Karınızın saati ise size sabah sabah şarap içilir mi diye şarlayabilmesi için sabah dokuzu gösterecek şekilde ayarlanmıştır.

Başka bir deyişle insanlar sabah kahvaltı vaktini herkes için dokuz olarak gösterebilmek için dünyanın başka boylamlarında yaşayanların saatlerine göre kendi saatlerini ileri, yada geri alarak bir düzeltme yaparlar.

Peki saatleri bu ileri ve geri alma işi dünyanın hangi noktasındaki saat dikkate alınarak yapılır? Yani hangi referans saate göre ileri yada geri alınır?

Cevap, Londra’nın hemen dibinde, Greenwich isimli bir kentte bulunan bir rasathanenin üzerinden geçen meridyen üzerindeki saat kaçı gösteriyorsa ona göre.

Yani bu noktadan, dünya üzerinde doğu yada batıya doğru ilerledikçe, insanlar aşağı yukarı kahvaltı vaktinde saatlerin dokuzu göstermesi için saatlerini bir saatlik aralıklarla artırır, yada azaltırlar. Bu meridyenin özelliği ise slfır numaralı, yani saymaya başladığımızdaki ilk meridyen olmasıdır.

Başka bir yönden bakarsak saat sadece Greenwich (ve bu noktadan geçen meridyenin üzerinde) saat gerçekten kolunuzdaki saatin gösterdiği değerdir. Diğer her noktada düzeltilmesi gerekir.

Çok karıştırmadım umarım kafanızı.

Greenwich saati, GMT yani Greenwich Mean Time diye adlandırılır. Dünyadaki diğer zamanlar GMT+ yada GMT- şeklinde tanımlanır. Örneğin, eğer Ortaçağ kafasının bizi dünyadan kopardığı bu ilkel yaz/kış saati uygulamasının eksikliğini dikkate almazsak, Türkiye zamanı GMT+2, Orta Avrupa ise GMT+1'dir.

Orta Avrupa için GMT+1 yerine CET, yani Central European Time kısaltılması da kullanılır.

GMT için kullanılan popüler bir alternatif tanım ise UTC, yani Coordinated Universal Time'dır.

GMT'ye bazen "Time [Meridian] Zero" 'nun "Z" 'sinin fonetik karşılığı olan "Zulu" da denir. Filmlerde duyarsınız, "We will attack at oh-eight-hundered Zulu" dediklerinde, saat Greenwich'de 08:00 olduğunda saldıracağız demektir.

Bu referans noktasının Greenwich'te olması, Greenwich'in sahip olduğu bir özellikten kaynaklanmıyor sevgili arkadaşlar. Dünyanın her hangi başka bir noktasındaki zaman da referans, yani başlangıç zamanı sayılabilirdi. Görünüşe göre İngilizler bu ayrıcalığı kapmışlar.

Herkes Greenwich'te saatin kaç olduğuna göre saatlerini ayarlıyor da, Greenwich'te saatin kaç olduğunu kim hesaplıyor derseniz, onu da arzedeyim.

GMT, bir süre, Greenwich'te gökyüzüne bakıp, güneşin tam tepede olduğu an saat 12'dir şeklinde belirlenmiş. Güneşin tam tepede olduğu an doğru açıyla dikilmiş bir çubuğun hiç gölgesinin olmadığı andır.

Ancak astronomik fenomenlere göre zaman saptama yöntemi artık kullanılmamaktadır sevgili arkadaşlar. Örneğin bir gün de her zaman 24 saat değildir. Başta gel-git'ler, dünyanın ve yörüngesinin şeklindeki kusurlar yüzünden dünyanın çevresindeki dönüş hızı farklılık göstermektedir. Bu yüzden her öğlen saat 12'de, Greenwich'te güneş, gökyüzündeki en yüksek noktasında olmayabilir, yada güneş tam tepedeyken saat 12 olmayabilir. Yumurta-Tavuk meselesi…

Günümüzde zaman, atom çekirdeklerinin osilasyonlarına yani titreme sayılarına göre hesaplanır. Boulder, Colorado'da, NIST isimli bir labaratuvardaki bir atomik saat, doğru zamanı, sezyum atomunun titreşim sayısına göre hesaplar ve bu saatin yayımladığı zaman değeri dünyada çoğunlukla gerçek zaman, yani UTC, yani Greenwich'te saatin kaç olduğu şeklinde kabul edilir. İnternet üzerinden bu saati okuyarak saatlerinizi ayarlayabilirsiniz.

Eh, biz de Greenwich'e kadar gelmişken, bu tarihi rasathaneyi görmesek olmazdı tabii ki.

Bahçeden Londra'nın Gökdelenleri

Greenwich'teki, doğru ismiyle Royal Observatory, Greenwich, yani Greenwich Kraliyet Rasathanesi hayli büyük ve gerçekten çok güzel bir parkın içindeki bir tepenin üzerine kurulmuş. Bahçesinden Londra'nın gökdelenlerinin çok güzel bir görüntüsü var.

İçeride ise devasa bir teleskop ile astronomi ve zaman ölçümü ile ilgili gereçler sergilenmiş. Ancak kuşkusuz, buraya gelenlerin görmek istediği tek bir nokta var, daha doğrusu tek bir 'çizgi'…

Sıfır Meridyeni!

Bahçe üzerine net bir şekilde işaretlenmiş ve her gelen de bunun üzerinde bir selfie çekiyor doğal olarak. Hatta müze, meridyen çizgisi üzerinde çekilen selfilerin katıldığı bir yarışma başlatmış.

🐝Mezzy🐝 Meridyen Sıfirda
Biz de bu ilginç noktada bol bol resmimizi çektik. Hem 🐝Mezzy🐝, hem Jelena rasathaneyi ve meridyen çizgisini ilgi ile gezdiler. Buraya gelme fikri benimdi ve ikisinin de sevip, sevmeyeceğini kestiremiyordum açıkçası.

Londra'daki öğle yemeklerimizi hep Taco Bell'de yemiştik, bu kez de Holborn'da bir Taco Bell'e gidip, taco'larımızı afiyetle yedik, ve yeniden yola koyulduk.

Whitechapel, Londra'nın doğusunda bir semt sevgili arkadaşlar. 1880'li yılların sonunda burası Londra'da iş bulmaya gelen yerli ve yabancılarla dolu bir gecekondu bölgesiymiş. Bu bölgede de zamanın ruhu, bol bol orospular bulunurmuş. 1888 ile 1891 yılları arasında birisi yada birileri bu kadınlardan on birini cart curt kesip öldürmüş.

Bu cinayetler hiç bir zaman aydınlatılamamış. Halk, olasılıkla gazetecilerin tirajlarını artırmak için yazdığı sahte bir ifşaat mektubundan esinle bu katili Jack The Ripper ismiyle tanımış. Bizde Karın Deşen Jack diye geçse de tam anlamı parçalayan, kırpan Jack'dir.

The Ten Bells Pub
Bu on bir cinayetten özellikle 1888 yılında işlenen beşi birbirine çok fazla benzerlik gösteriyormuş. Her beşinde de kurbanın önce boğazı kesilmiş, öldükten sonra da abdomen ve jenital bölgeleri açılarak iç organları çıkarılmış. Bu on bir cinayetin kaçını Jack'in işlediği bilinmese de, en azından bu beşi ona mal edilir.

Cesetlerden iç organların maharetle çıkarılmış olması, Jack The Ripper'ın, bir cerrah kadar olmasa bile en azından bir miktar anatomik bilgisi olduğunu göstermiş.

Yukarda sözü geçen beş cinayet kurbanından Annie Chapman ve Mary Jane Kelly, her biri farklı tarihlerde, evlerine dönmek üzere The Ten Bells isimli pub'dan çıkmışlar ve sonrasında Jack The Ripper'ın saldırısına uğramışlardı. Büyük olasılıkla Jack'de aynı pub'ın bir müdavimiydi ve kadınları burada gözüne kestirip, eve gitmek üzere çıktıklarında takip etmiş ve öldürmüştü.

Hit The Road 'Jack'...
Biz de bir şeyler içmek üzere bu pub'a girdik. Ne Whitechapel, ne de The Ten Bells 1880'lerdeki gibi elbette. Whitechapel fazlasıyla modern, çekici bir semt haline gelmiş. The Ten Bells ise popüler, posh bir mekan. Pub'ın içinde o günlerden kalma resimler var, havasını çok değiştirmemişler. Çok güzel bir yer. Jack için olmasa bile, sadece çekici, cazibeli bir yerde oturmak için gidin derim.

Bir sonraki durağımız ise ünlü Hyde Park'tı.

Gölleriyle, havuzlarıyla, bahçeleriyle çok güzel ancak çok büyük bir park. Yine ünlü Kensington Palace Hyde Park'ta bulunuyor. Diana, bu sarayı çok severmiş. Londra'yı gezerken, güneşli bir günde bir iki saat geçirip, biraz da dinlenmek için gidilesi bir yer.

Hyde Park ve Kensington Palace
Londra'da son günümüzün, son saatleri yaklaşırken yeniden Piccadilly Circus'a geçtik. Buradan aşağı, Regent Street'te 🐝Mezzy🐝 için ona doğum günü hediyesini aldık. Geleneksel bir seramik mağazasından, Londra'dan bir anı olması için de sevgili kızıma iki kişilik, İngiltere'ye özgü seramik çay takımı aldım. "İlerde hayat arkadaşınla oturur, birer bardak çay içerken, Londra'yı ve beni hatırlarsın" dedim. Gerçi eve döner sönmez "Mommy, I want tea with my new cups" diye tutturdu, ama 🐝Mezzy🐝 işte…

Ertesi sabah uçağımız çok erken saate kalkacaktı. Bu yüzden Greenwich'teki otelimizden ayrılıp, Heathrow yakınlarındaki bir otele check-in yaptık. Londra'daki son aktivitemiz sevgili karımla bu otelde içtiğimiz Earl Grey çayı oldu.

Ertesi gün ise bizi deniz ve güneş bekliyordu.

Londra'ya Yeniden Görüşmek Üzere Veda
Sevgili arkadaşlar, sizi bilmem tabii, ama benim için gezilerimizin çoğu geldim, gördüm, check şeklindedir. Gittiğimiz yerlerin çok azına geri döner, yada dönmek isteriz. Bu yerlerin kötü olduklarından değil elbet, sadece yeniden dönersek, ilk gittiğimizden farklı yapacak fazlaca bir şey olmadığından.

Ancak örneğin bir Paris, bir New York her zaman gidebileceğimiz, gittiğimizde de her zaman güzel vakit geçirebileceğimiz yerlerdir. Londra da bu yeniden gidilesi yerler listesindeki yerini tartışmasız bir biçimde aldı. Kimse benden Londra'ya gidelim mi şeklinde bir tavsiye beklemiyor elbette, ancak adetimizi bozmayalım ve fikrimizi söylemiş olalım.

Londra’yı görün sevgili arkadaşlar.

Sevgi ile kalın ❤️



15 Ekim 2022 Cumartesi

Londra X - Geri Dönsek Mi?

Karım Jelena alış-verişi çok sever sevgili arkadaşlar. Henüz arkadaş olduğumuz günlerde bile, bir yere gittiğimizde mutlaka etraftaki AVM'lere gider, ne var, ne yok diye, almasa bile en azından bir bakardı.

Benim çarşı pazar gezmeyi sevmediğimi bildiğinden, ben uyurken erkenden kalkar, gezimizin alış veriş kısmını tek başına yapardı.

Şimdi bakıyorum da neredeyse son on senedir AVM'lere gitmemizin tek nedeni bir tuvalet bulmak.

Sevgili karım tabii ki alış-verişten soğumuş değil, ama mağaza mağaza gezip, ellerindeki kısıtlı envanterden zar zor beğendiği bir şeyi fahiş bir fiyata satın almaktansa, iPad ile yarım saat harcayıp, sınırsız seçeneklerden kötülerin iyisini değil, tam olarak istediği şeyi, hem de saçma düzeylerde düşük fiyatlarda bulup, alabiliyor.

Anladığımdan değil, sadece duyduğumdan söylüyorum, kendisine bir Moschino bilmemnesi almış. Verdiği para, Lozan'da sokakta bulabileceği bir noname giysiden daha ucuz.

Hayat böyle işte. Retail, yani perakendeci giyim, ayakkabı, vesaire mağazaları hep ölmekte olan sektörler. Tıpkı analog film, kağıt gazete ve kağıt kitap gibi. İnternet üzerinden, zerre kira, tezgahtar maaşı ve envanter maliyetlerine katlanma gereksinimi olmayan mağazalar, ürünlerini çok daha ucuz olarak son kullanıcıya ulaştırabiliyorlar.

Bundan en çok etkilenen kentlerden biri de Londra.

Londra, uzun yıllar boyu tüm avrupa için posh bir alış-veriş kenti olmuş sevgili arkadaşlar.

Sadece üçüncü dünya ülkelerinin zenginleri için değil, batılı, gelir seviyesi yerinde bir çok ülke için bile hafta sonu alış veriş yaptım demek için gidilen bir haline gelmiş.

Regent Street
Ama İnternet icat olmuş, yiğitlik bozulmuş.

Buna rağmen Londra'nın büyük alış-veriş caddeleri hala bir şekilde cazibelerini koruyorlar.

Bu caddelerin en önemlilerinden biri de Regent Street.

Tarihi binaları ve büyük mağazaları ile gerçekten çok güzel bir yer. Aslında aynı şey, Londra'nın diğer bilinen caddeleri için de geçerli. Oxford, Cambridge, Coventry, vs. 'streets'. Alış veriş başta, yemek, sinema, tiyatro, vs. eğlence aktivitelerinden bol bol var buralarda.

Regent Street'ten yürüyerek Piccadilly Circus'a ulaştık.

Piccadilly Circus
New York için Times Square ne ise, Londra için de Piccadilly Circus aynı şey demek. Bu arada 'Circus' İngilizce'deki 'Sirk' değil, Latince'deki 'Daire' anlamımda. Gerçekten de Piccadilly Circus, başta Regent Street, Londra'nın üç-beş önemli caddenin kesiştiği bir meydan. Hayli neşeli bir yer.

Akşam olmuştu ve bizler de fazlasıyla yorulmuştuk. Günün son ziyaret noktasına doğru yola koyulduk.

Deptford, Londra ile otelimizin bulunduğu Greenwich arasında bir semt.

Tarihi olarak gerçekten önemli bir yer, hatta Thames üzerinde eski, işlek bir liman. Ancak Deptford'un şahsımı ilgilendiren tarafı ise ne Cutty Sark gemisi, ne de Sir Francis Drake.

Deptford, parasızlıktan, kardeşi ile ucuz olsun diye Londra’nın en kötü yerlerinden birinde bir daireyi paylaşan Mark Knopfler isimli bir müzisyenin, rock tarihinin en çok bilinen şarkılarından birini yazdığı, ve bu şarkının sözlerinin konusunun geçtiği yerdir sevgili arkadaşlar.

Mark Knopfler bilebileceğiniz üzere Dire Straits grubunun frontman'idir. Hem çalar, hem söyler. Bir Fender Stratocaster gitarını alır, onu penasız, bir mandolin gibi hem ağlatır, hem güldürür.

Dire Straits grubunu dünyaya tanıtan şarkılarının ismi Sultans Of Swing'dir ve bu şarkı başından, sonuna kadar Deptford'da geçer. Knopfler, bu şarkıyı yazdığında Dire Straits diye bir grup bile yokmuş hattızatında.

Sultans Of Swing, Deptford'da, yağmurlu bir akşamda, kendini bir pub’a atan Knopfler'ın içerde dinlediği, Dixieland çalan bir müzik grubunu konu alır.

South of the river, you stop and you hold everything,
Way on down-south London town
A band is blowing Dixie, double four time,
You feel alright when you hear the music ring

Bu grup öyle çok istekli, arzulu, sofistike bir grup değildir. Knopfler'in çizdiği portrede gitarist, gitarını zar zor alabilmiş, öyle solo falan atmakla uğraşmayan, sadece ritim çalan tembel biridir.

You check out guitar George, he knows-all the chords,
Mind, it’s strictly rhythm he doesn’t want to make it cry or sing!
They said an old guitar is all, he can afford!
When he gets up under the lights to play his thing. 

Piyanist ise gün içinde başka bir işte çalışan, piyanosunu da iş olsun diye çalan biridir.

And Harry doesn’t mind, if he doesn’t, make the scene!
He’s got a daytime job, he’s doing alright
He can play the Honky Tonk like anything!
Savin’ it up, for Friday night

Ama knopfler'ı en çok etkiliyen şey, gecenin sonunda solistin "Teşekkürler, iyi geceler, artık eve gitme zamanı, Bizler Sultans of Swing, yani Swing'in Sultanları'yız" anonsudur.

And then the man he steps right up to the microphone
And says at last just as the time bell rings
"Goodnight, now it’s time to go home”
Then he makes it fast with one more thing
We are the Sultans, we are the Sultans of Swing

Bildiğiniz üzere Swing, caz benzeri bir müzik türüdür. Bu arada Knopfler'ın şarkısının Swing ritmi ile bir alakası da yoktur.

Bu şarkı dünyaca meşhur olmuştur. Buna rağmen kimse, şarkıda geçen Sultans of Swing grubu biziz diye ortaya çıkıp, bir iddada bulunmamıştır.

Ben şahsım, Dire Straits için deli olurum. Müzikleri benim genel zevkime göre biraz fazla yumuşaktır ama kim takar… Çocukluğumdan beri tutkuyla dinlerim bu adamları.

Trende bir istasyon beklesek Greenwich'de otelimize gidecekken Deptford'da indik. İstasyondan ayrılıp, nehre doğru yürümeye başladık.

İstasyon fena değildi ama içeri girdikçe manzara değişmeye başladı. 🐝Mezzy🐝 "Daddy, this place stinks!" dedi, yani "Baba, burası çok pis kokuyor!"

Gerçekten de Londra'da değil, Uganda'da gibiydik. Londra'nın bal dök, yala sokakları gitmiş, yerine post-apokaliptik bir Mad-Max sahnesi gelmişti.

Bu konu açıldığında hep aynı örneği veririm, ikinci baskı oluyorsa affınıza sığınıyorum.

Sevgili karım hiç de öyle mızmız, çıtkırıldım biri değildir.

Hem master’ını yaptığı, hem de öğretim görevlisi olduğu sıralarda Priştina’da kafasının üzerinden mermiler vızır vızır geçerken, tankların arasından yürüyerek, her gün evden okula gitmişliği vardır. Bu öykülerin çok daha fazlası da var, ancak çoğu tatsız olduklarından burada bırakayım.

Jelena’nın gözü karadır sizin anlayacağınız.

Meksika'nın en heyheyli zamanlarında büyük şehirlerinin birinde, arka sokaklarında yayan yürümüşlüğümüz, Moskova'da, Tayland'da, New York'un o malum bölgelerinde, gece vakti Hollywood Boulevard'ın karanlığında, orospuların arasında, çoğumuzun girmekten korktuğu yerlerde gezip, dolaşmışlığımız, oturup, içmişliğimiz vardır onla.

Ancak bu kez döndü, ve "Bugi, buraları tekin değil, hadi geri dönelim" dedi.

Deptford, Geri Dönsek Mi?
Çok az böyle "Gel yapmayalım" demişliği vardır.

Bir keresinde, eski Yugoslavya yapımı askeri bir jet uçağında uçacaktım,"Eğer o uçağa binersen, yarın evde beni bulamazsın" demişti. Uçmadım. Bir de Dominik'teyken, aynı adada bulunan Haiti'ye gitmek istemiştim, "Gitme Bugi!" demişti.

Konuyu tamamlama açısından, sevgili karımı öyle Xena gibi, at üzerinde kılıç sallayan bir Amazon şeklimde düşünmememiz bakımından söyleyeyim, Jelena roller coaster'lardan acayip korkar.

Bir keresinde Disneyland'de Indiana Jones'a beraber binmek için bayağı dil dökmüştüm. Indiana Jones, bayağı sert, öyle taklalı, tombalaklı bir roller coaster. Hayır dedi. Evliliğimizin ilk yılları, ona "Hani iyi günde, zor günde beraberdik?" şeklinde duygu sömürüsü yaptım. Mecburen benle birlikte roller coaster'a bindi ama aradan on beş yıl geçti, hala dişlerini sıkarak anlatır bu maceramızı…

Herneyse, sevgili karım bu kez haklıydı. 🐝Mezzy🐝'yi de düşünerek, geri istasyon'a döndük.

Tifüs yada kolera kapma olasılığımızın göreceli olarak daha az olduğu bir barda iki kadeh şarap içip, Sultans of Swing'i andık ve ilk trenle Greenwich'e geçtik.

Londra’da son bir günümüz kalmıştı.

Bir aksilik olmazsa tez zamanda bitiriyoruz sevgili arkadaşlar.

Sevgi ile kalın ❤️

13 Ekim 2022 Perşembe

Londra IX - Londra'nın Gizli Cevherleri

Takip edenleriniz bilir sevgili arkadaşlar, Tapınak Şövalyeleri'ne özel bir ilgim vardır. Bu konuda bilgisi az bir çok kişi, şövalyelerin haçlı, zırhlı resimlerini gördüklerinde, bunları Haçlılar, Hristiyanlık için savaşan, İngilizce de söyledikleri gibi "Defenders of the Faith", yani inancın koruyucuları gibi bir şey zanneder.

Elbette Tapınak Şövalyeleri'nin mayalarımda hristiyanlık vardır, ve elbette şövalye oldukları için üzerlerindeki haç sembolleriyle at üstünde kılıç, mızrak sallarlar. Ancak işin aslı, örneğin hard-core haçlılara nazaran acayip islam dostu, hatta sadece İslam da değil, diğer tüm dinlerin dostu bir felsefeleri vardır.

İyice derinine inersek, bunlar, şövalyeden de çok, birer banker, birer iş adamlarıdır. Hatta iş adamlığı konusunda çığır açmışlardır. İlk çeki, daha doğrusu seyahat çeklerini bulup, kullanan bunlardır. Hristiyan hacılar Avrupa'da Tapınak Şövalyelerine para verir, karşılığında bir belge alırlardı. Kudüs'e gittiklerinde bu kağıdı Tapınak Şövalyeleri'nin Kudüs şubesinde paraya çevirirler, böylece yolda soyulmaktan kurtulurlardı.

Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferleri dönemlerinde fazlasıyla büyüyüp, güçlenmiş, Avrupa'nın zamanındaki Monark'ları için önemli bir endişe kaynağı haline gelmişlerdi. Krallıkların kumpasları çerçevesinde bunlara, bir ata iki kişi biniyor diye ibne demişler, komploları kıvamına gelince de, bir gece kralların emriyle çoğu yakalanıp, önce ciddi bir işkenceden geçirilmiş, sonra da genelde yakılarak öldürülmüşlerdi.

İlginizi çekerse burada Tapınak Şövalyeleri hakkında bol bol yazmıştım, bakabilirsiniz.

Tapınak Şövalyeleri Britanya Adasında, Kıta Avrupası'ndaki gibi nefretle karşılanmamış, kendilerine bir yaşam alanı bulabilmişlerdi. Sağ kalan şövalyelerin Masonik geleneği başlattıkları düşünülür. Daha da ileri giden bazıları, günümüz İsviçre'sini kurup, bugünkü refah seviyesine getirenlerin Tapınak Şövalyeleri olduklarını idda ederler.

Ne olursa olsun ilginç bir topluluklarmış.

Temple Church - Tapınak Kilisesi
Londra gezimizin şimdiki durağı ise kentin en önemli Tapınak Şövalyeleri noktası. İsmi ise, sıkı durun, Tapınak Kilisesi, yada kısa haliyle Tapınak! Bu kilise şövalyelerin İngiltere'deki karargahları, yani genel merkezleriymiş.

Mimari itibarıyla çok eski bir kilise. Yuvarlak bir ibadet alanı var, sanki bir cami gibi. Gerçi İkinci Dünya Savaşı esnasında çok ciddi hasar görmüş, ancak yavaş, yavaş yeniden yapmışlar.

İçini ne yazık ki gezemedik, birinin Vaftizi yada Komünyonu vardı. Ancak bahçesinde oturup, bir yarım saat dinlendik.

Girişte ve çevredeki duvarlarda mermer üzerine yazılı, eskiden kalma tabelalar bulunur. Bunlar da genelde başta Latince, Jelena'nım konuştuğu bir dilde olduğundan hep ona sorarım, ne diyor diye. Yine öyle bir tabela gördüm, hemen "Jelenacım, ne diyor bu?" diye atladım. Bana bakıp güldü, "Farkındaysan Londra'dayız, tabela da İngilizce" dedi. Gerçekten de dikkatli bakınca gördüm, belki bir milenyum yaşında olsa da, İngilizce hala İngilizce. Utandım…

Temple Church'dan ayrıldık, ancak çok yakında Birleşik Krallıkta bulunan, neredeyse dünyanın en tanınmış başka bir Tapınak Şövalyeleri noktasını ziyaret edeceğiz sevgili arkadaşlar. Oradan da biraz Tapınak Şövalyeleri nostaljisi yaparız zamanı geldiğinde.

Şimdi konumuzu biraz dünyevi zevklere çevirelim.

Türkiye bir çay ülkesidir. Her evde, her zaman çay içilir. Keza İngiltere. Çay, bu kültürün gerçekten de önemli bir parçasıdır.

Tarihte biraz geriye gidersek, çayın içilmeye başlamadan önce yenilen bir bitki olduğunu görürüz. Evet, kökeni olan Doğu Asya'da insanlar çok eski çağlarda çay yerlermiş. Sonra çay yapraklarını kaynatıp yeşil çay, yaprakları kaynatmadan önce de kurutup, bildiğimiz siyah çay içmeye başlamışlar.

Twinings Çay Mağazası
Kayıtlara göre ilk kez çay üretilip, içilen ülke Çin'miş. Zaten bugün de dünyadaki çayın çoğu Çin'de üretiliyor. Avrupa'da ise ilk kez Hollanda'da içilmeye başlammış. Sonrasında da Fransa ve Amerika. Çay İngiltere'ye çok daha sonra gelmiş.

Ama bir gelmiş, pir gelmiş.

Londra'da açılan bir çayhaneden bütün ülkeye yayılmış. Bu ilk çayhane, yada İngilizcede dedikleri üzere Tea House, 216 Strand Caddesinde. Thomas Twining isimli bir İngiliz, satın aldığı bir kahvehaneyi, kahve sektöründeki rekabetten kurtulmak için çayhaneye çevirip, işletmesiyle hayatına başlamış. Bugün Twinings çayları en ünlü İngiliz çaylarının başımda gelir. Çocukluğumda Avrupa'ya, Kıbrıs'a gidenlerden Twinings getirmelerini rica ederdik.

216 Strand'de bugün bir Twinings çay mağazası var. Girip, nostalji yapmanız, farklı çayları tatmanız olanaklı.

Twinings mağazasının önünde bir kaç dakika nostalji yapıp, yönümüzü başka ilginç bir mekana çevirdik.

Tapınak Şövalyeleri'nden söz edip, Masonları atlamak olmaz.

Freemasons' Hall
Masonlar bizde dünyayı gizli gizli yöneten, James Bond filmlerindeki Drax, Stormberg gibi vilanların organizasyonları şeklinde algılanırlar. İşin aslı, Masonlar hakkımda bildiğimiz kadar bilmediğimiz de çok şey olsa da, şimdiye kadar Mason oldukları için başlattıkları bir savaş, neden oldukları bir yıkım, kısacası yaptıkları bir kötülük bilinmiyor. Hattızatında Süleyman Demirel de tescilli bir Mason'du. Sıkışınca şapkasını alıp gitti. Dünyanın hiç bir yerinden de Türkiye’nin üzerine nükleer füzeler, bulaşıcı hastalıklar falan salınmadı.

Herneyse, çok başınızı ağrıtmayayım. İlgilenirseniz burada biraz Masonlardan da bahsettim. Bir bakın isterseniz.

İngiltere, Avrupa'nın gerisine göre daha liberal bir yer olduğundan, Masonlar burada biraz daha göz önündeler sevgili arkadaşlar. Londra'nın göbeğinde gerçekten insanı etkileyen devasa bir merkezleri var. Artık hangi Lodge, hangi Chapter bilmiyorum ama binaları 'ben buradayım' diyor. İçini gezmeye hazır değildim, yeteri kadar okumamıştım, bir de, şu sıralar hep tekrar ettiğim üzere zamanımız çok azdı.

Her iki duvarın birinde
Etrafında şöyle bir dolanmakla yetindik. Her iki duvarın birinde bunu bilmem kim yaptı, her iki binanın birinde de bunu bilmem kim tasarladı diye levhalar var. Malumunuz Masonlar duvar ustalarıdır, zamanın Karadenizli müteahhitleri gibi yani.

Herneyse, görmek isterseniz, Mason'ların Londra karargahının kısa ismi Freemasons' Hall, yeri de Holborn yakınlarında.

Sıradaki ziyaret noktamız, Londra'da en çok görmek istediğim yerlerden biriydi sevgili arkadaşlar.

Bir cümleyle özetlersek 'Shaken, not stirred' diyebiliriz. Evet, tahmin ettiğiniz üzer söz ettiğim kişi 'Bond, James Bond'.

SIS (MI6) Karargahı
Monte Carlo'dan Rio'ya, Alp'lerin zirvelerinden, Venedik'in kanallarıa bir çok James Bond lokasyonunu gezmişliğim vardır. Ne var ki, bu kez kafadan 007'ın evine gidiyorduk.

MI6'in gerçek hayattaki merkezi Londra'nın Vauxhall bölgesinde. Koca bir kompleks, resmi ismi ise SIS, uzun hali ile Secret Intelligence Sevice. Yani Gizli İstihbarat Servisi, Bond işte yahu…

Koca, yeşilli beyazlı modern bir bina. Goldeneye'da ilk kez görünmüş, ancak izlediyseniz World Is Not Enough'da, Bond'un jet takviyeli bir sürat motoru ile duvarından fırlayıp, Thames nehri üzerinde başlattığı unutulmaz kovalama sahnesinden hatırlayabilirsiniz.

Binanın bir tarafı caddeye, diğer tarafı ise Thames Nehri'ne bakıyor. Nehir kıyısı daha romantik tabii ama binanın bu tarafında bir tür inşaat vardı. Yine de World Is Not Enough hattına bir iki resim çektik.

Yakalarsak Oyarız...
Binanın etrafını çevreleyen duvarlarda, belli ki geçmişte meraklı, gereğinden biraz fazla şarja takılı kalmış, şan şöhret peşinde üç beş adamın yüzünden başlarına işler gelmiş, böyle gereksiz vakaları önlemek için durumu net olarak anlatan bol bol uyarı levhası vardı. Bunlar mealen şöyle diyorlardı: "Burası giriş ve çıkışın izne tabii olduğu bir devlet binasıdır. İçeri izinsiz girmeye çalışmak suçtur. Yakalarsak oyarız!"

Belki gerçek hayatta 'Double-Oh' ve 'Q' gibi servisleri yok ama MI6 görünüşe göre hala ciddi!…

SIS'in Thames Cephesi
Cok severim Bond'u. Özellikle Moore ve Brosnan'ı. Hadi Lazenby'ye de biraz kredi verelim. Onun için binlerce metre yükseklikte, Schiltorn'da, Piz Gloria isimli bir restorana bile çıkmışlığım vardır, ama adam gitti, bir kızla evlendi ya! Sean abim kızları tokatlardı, bu ise Bond'un şerefini iki paralık etti.

Sean Connery, benim gibi yaşlı bir dinozora göre bile eski sayılır, saygım vardır, ama sever miyim, çok emin değilim.

Tim Dalton, Moore ve Brosnan arasında geldi, öyle aklımı başımdan almadı ama çok da kötü değildi. O Bratislava macerası mesela bayağı iyiydi, ditto, filmdeki Slovak kız.

Londra güzel şehir arkadaşlar.

Gezimiz sürüyor.

Bizi izlemeye devam edin 😍

10 Ekim 2022 Pazartesi

Londra VIII - Kraliyet

Kambersiz düğün, Kraliyet'siz de İngiltere olmaz sevgili arkadaşlar.

İngiliz Monarşisi, dünyanın en ileri demokrasisi ile birlikte sorunsuz yürüyen acayip bir yönetim şekli. Momarklar ise binlerce yıllık geleneklerin izlerini taşıyan acayip bir aile.

Kraliyet saray, saray da her zaman, her yerde entrika, kıskançlık, kibir ve kapalı kapılar arkasında bitmeyen kavgalar demektir. İngiliz Monarşisi de elbette bunlardan fazlasıyla payını almış.

İngiliz Monarşisi'nin tartışılmaz karargahı, Londra'nın göbeğindeki Buckingham Sarayı'dır.

Buckingham Sarayı
Geçenlerde hayata gözlerini yuman Kraliçe Elizabeth, Philip ile hayatını birleştirdiğinde, annesi Ana Kraliçe Elizabeth hayattaydı. Düğünden sonra başka bir saraya taşınmayı reddetti ve kızına yakın olabilmek için Buckingham Sarayı'nda kalmaya devam etti. Asıl amacı tabii ki devlet işlerinde söz sahibi olmaya devam etmek, kızının kulağına ne yapması gerektiğini fısıldayabilmekti.

Prens Philip bu işe çok bozulmuştu. Birisi karısı Kraliçe II. Elizabeth'in kulağına bir şeyler fısıldayacaksa, bu ancak kendisi olabilirdi.

O yıl kış soğuk geçiyordu. Philip, hemen saraydaki görevlilere talimat verdi ve Ana Kraliçe'nin kaloriferlerini kapattırdı. Ana Kraliçe ertesi gün saraydan ayrıldı.

Yılmaz Özdil, bu Philip'in seceresini geçenlerde çok güzel anlatmış, okumadıysanız mutlaka bir bakın derim.

Buckingham Sarayı, İkinci Dünya Savaşı'nda tam dokuz kez bombalanmış. Bir keresinde, Kraliçe ve kocası da evdeyken bir bomba sarayın tepesine inmiş, şapeli havaya uçurmuş ve sarayın bütün pencereleri kırmış. Kraliçe bombardıman bittikten sonra hasarı incelerken "Aman, iyi olmuş, bomba binayı yıkmış, artık doğu kanadını daha rahat görebileceğiz" demiş.

Battle of Britain zamanında bir Alman uçağı sarayı bombalamak için dalmış. Arkasındaki Ray Holmes isimli İngiliz pilotunun cephanesi bittiğinden Hurricane uçağını Alman bombardıman uçağına çatır diye geçirmiş, sonra da kendisi paraşütle atlamış. Alman uçağı sarayı bombalayamadan düşmüş.

Buckingham Sarayı'nın bugün de hala tam olarak çözülememiş çok ciddi bir sorunu var sevgili arkadaşlar.

Fareler!

Yine İkinci Dünya Savaşı esnasında Ana Kraliçe elinde bir tabanca ile gezer, bir fare gördüğünde "dan" diye vururmuş. Soranlara da talim yaptığını söylermiş, eğer Hitler sarayı işgal ederse…

İngilizlerin, hatta Birleşik Krallığın çoğu Kraliyet Ailesi için deli olur. Onları görmek, özel hayatlarını izlemek sokaktaki adam için çok önemlidir. Hal böyle olunca, Buckingham Sarayı, ister istemez şan, şöhret peşinde bir dolu avanak için bir numaralı çekim merkezi haline geliyor.

Gençten biri bir gece sarayın avlusuna sızıp, bir kat tırmanmış ve açık bir pencereden içeri girmeyi başarmış. Önce taht odasında bir selfie çekmiş, sonra da kapılardaki isimlere baka baka ilerlemiş, ve 'Her Majesty' yazılı kapıyı açıp, içeri girmiş.

Kraliçe'nin yatak odası!

Kraliçe de yatağında uyuyor. Bu gitmiş, Kraliçe'nin ayak ucuna oturmuş. Kraliçe uyanmış, bunu görünce önce bir 'ciyak' olmuş tabii. "Sen de kimsin?" diye sormuş. Adam ismini söylemiş. Kraliçe bu arada alarmı çaldırdığından nöbetçiler koşmuş, bunu paketleyip götürmüşler.

Filmini de izledim, bunu bahçede ite kaka götürürlerken kapüşonunu indirip, etrafa gülücükler saçıyordu. Nasıl girdin diye sorduklarında "Bu ilki değildi ki" dedi, inanır mısınız?

Buckingham Sarayı genç sayılabilecek bir yapı, sadece iki yüz yaşında. İngiliz Monarşi'sinin tarih boyunca ikametgahı olan Windsor Kalesi ise tam bin yıldır asilzadeleri ağırlamakta. Mesela Prens Charles ile Lady Diana burada evlenmiş. Buckingham Sarayı yapıldıktan sonra bile Monarklar, Buckingham'ın keşmekeşinden biraz sıyrılıp, kafa dinlemek için Windsor Kalesi'ne gelirlermiş.

Kraliçe Elizabeth de bir hafta sonu konvoyuyla Buckingham'dan Windsor'a gelmiş.

Ama kapı duvar. Kimse kapıyı açmıyor!

Resimlerini gördüm, çok güldüm. Kraliçe bir başörtüsü takmış, ama aynen yazmalı gelin, Kemocum görse, kesin koşar, hemen helalleşir, sinirle arabasında oturuyor. Arabaları kalenin girişinde, hava almak için kapılarını açmış, korumaların ve diğer azaların bir ayakları dışarı sarkmış, sallanıyor, içlerinden biri de gitmiş, "Kimse yok mu?" diye kapıyı zorluyor.

Etraftan geçenler gülmeye başlamış. Sonradan 'bekçiyi' bulup, kapıyı açtırmışlar tabii ama Kraliçe bu işe çok bozulmuş.

Bu gidişimizde Windsor Kalesi için vaktimiz yoktu ancak bir sonraki ziyaretimizde mutlak göreceğiz.

Bunlar eğlenceli öyküler. Bir de her sarayda olduğu gibi burada da geçmiş yüzlerce acı ve üzüntülü öyküler var.

Lady Di çok çekmiş bu asilzadelerden. Kıskançlıktan, remen kızı hayatından bezdirip, kaçırmışlar. Kraliyet ailesi kız öldükten sonra günlerce ağızlarını açmamış, halktan tepki görünce çok üzüldük falan olmuşlar.

Bana sorarsanız Fransızlar bile Ingilizlerden daha çok sahip çıkmışlar Lady Diana'ya. Paris'e yolunuz düşerse görmeye çalışın, hemen Eyfel kulesinin karşısında, nehrin diğer tarafında Diana ile Dodi'nin kaza geçirdiği tünelin önünde bir heykeli var. Bunca zamandan sonra bile hala insanlar gelip, çiçek bırakıyorlar.

Herhalde bir sonraki ziyaret noktamızı anladınız sevgili arkadaşlar.

Buckingham Sarayı'nda Kraliçe'nin muhafızlarının nöbet değiştirme töreninin izleyecektik.

Sabah kalkar kalkmaz 🐝Mezzy🐝 hemen sordu "Kraliçe geleceğimi biliyor, değil mi?" diye. Güldük, "Bilmiyorum, geleceğiz diye bir mail attım ama…" dedim.

Bir Şeyler İçmek İçin Oturduk
Önce Victoria İstasyonu'na gittik, sonra da saraya doğru yürümeye başladık.

Buckingham'a beklediğimizden biraz daha çabuk ulaşmıştık. Nasılsa vaktimiz var, bir cafe'ye oturup, bir şeyler içelim dedik.

Cafe'de garson vızır vızır yanımızdan geçiyor, yüzümüze bakmıyordu. Jelena buna şarladı "Sipariş vermek istiyoruz" diye. Adam da "İnternet'ten verebilirsiniz" dedi. Londra’da herkes kibar değil elbette. Nasıl verceğiz diye sorunca, muhtemelen anlatmak siparişi almaktan daha zor geldi arkadaşa, "Tamam, ben alayım siparişinizi" dedi.

Bizim buralarda 'escargot' derler, yani salyangoz, Fransızların ne dediği aklımıza gelmedi sabah sabah, kıvrımlı, üzümlü şu herkesin bildiği Fransız çöreği. İngilizler ne diyor buna hiç bilmiyorum. Adama spiral, üzümlü çöreklerden istiyoruz dedim. Zorlama, hatta komik bir taklit Fransız aksanıyla "Pain aux raisins" dedi. Kör istedi bir göz, adam bize Fransızca'sını söylüyor. Rengini baştan belli etmişti gerçi, havalı bir arkadaş anladığınız üzere. "Pain aux raisins it is mösyö, getir anasını satayım" dedik.

Ben diyeyim beş,
siz deyin on bin insan
Saraya ulaştığımızda ağızım açık kaldı. Ben diyeyim beş, siz deyin on bin insan sarayın duvarlarına, yollara, meydanlara yayılmış, nöbet değişimini bekliyordu. Atlı polisler insanların sağa sola taşmalarını önlemek için dolaşıyor, herkes birbirinin üzerinde, Temmuz güneşinin altında baygınlık geçiriyordu.

Sonunda nöbetçiler kesintisiz bir drum-roll eşliğinde dışardan gelip, sarayın avlusuna girdiler.

Gencecik çocukları görünce içim acıdı, bu insan bayıltan güneşin altında, koca kürklü şapkaları ve Blek'in hep dövdüğü kırmızı ceketli üniformaları ile, ikişer ikişer, avlunun kapısına kadar gelip, geri nöbet yerlerine dönüyorlardı. Bu yürüyüş esnasında ciddiyetleri hiç bozulmuyor, yüz ifadeleri duvar gibi, hiç değişmiyordu. Ama İngiliz mizah anlayışı işte. Değişim noktasından avlunun kapısına bir elli metre var, iki tanesi raptiye rap rap, kapıya kadar geldiler, yürüyecek yer kalmadı, geri dön yapıp yerlerine gidecekler. Aramızda on beş santim falan var, bir tanesi bana "Good morning!" dedi, dönüp, yerlerine gittiler.

Önümüzdeki Fransız kadından rica ettim, sağolsun, yer değiştirdik, en önden bunların resmini çekme şansım oldu.

God, Save The Queen!

Etrafımızdakilerden duyduklarım doğruysa Kraliçe biz oradayken saraydaymış. Bilmiyorduk, zar zor bir aylık ömrü kaldığını. Hayat işte…

Buckingham Sarayı'nı görmek bir deneyim elbette sevgili arkadaşlar. Hele bir de bu Kraliyet meselelerine ilginiz varsa eminim fazlasıyla hoşunuza gidecektir.

Biz ise bu Kraliyet havasından sıyrılıp, Londra gezimize devam ettik.

Bu güzelim şehirde hala yapacak çok şeyimiz vardı.

Devam edeceğiz 😍

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...