11 Kasım 2019 Pazartesi

DHA EPA ve Civa

Sevgili arkadaşlar, yaşlanmanın birkaç çok açık belirtisi vardır. Hemcinslerim için konuşayım, kırmızı spor bir araba almak, arkadaşlar ile bilek güreşi yapmak, karıyı boşayıp, genç bir kızın peşine takılmak, bir de sağlıklı beslenmeye merak salmak.

Araba zevkimi kaybedeli çok oldu, bileğim derseniz kuvveti yerinde hala hamdolsun. Sevgili karımı da gerçekten çok seviyorum, öyle karı kız peşine öldürseniz gitmem. O yüzden gelin size sağlıklı beslenme geyiği yapayım bu akşam...

Hor görmeyin bu sağlıklı beslenme işini. Bakın mesela çav bella Soner Yalçın’a. Adam komünistliği bıraktı, bu yaştan sonra gıda mühendisliğine soyundu...

Neyse...

Şahsen tanıyanlarınız bilir, hayatım boyunca deniz ürünü yemişliğim yoktur. Deniz ürünlerine, ya da daha genelinde beyaz ete çok kötü bir alerjim var. Dahası da var da konumuzu dağıtmayalım. Yediğim zaman detaylarıyla midenizi kaldırmayayım, çok kötü olurum. O kadar pis bir iştir ki bu alerji, insanlar evlerine yemeğe çağırdıklarımda utanır, yerin dibine geçerim. Şunu yiyemem, bunu yiyemem diye bir liste hazırlarım, insanlar da çoğunlukla kardeşim ne yiyebiliyorsun, onu söyle, böylesi daha kolay derler.

Otuz seneye yakın tanıdığım iyi bir arkadaşım var. Bu Pazar ona yemeğe gideceğiz. Benim bu gereksiz yemek seçme durumuma o kadar alıştı ki kızcağız, bana ne hazırlayacağını adım gibi biliyorum. Kanlı seviyede az pişmiş bir biftek ve fırında patates! İlk bir kaç sene çok çalıştı farklı bir şeyler bulabilmek için, sonunda vazgeçti, ben de her defasında utanmaktan kurtulup rahat ettim Çeşitlemeyi şarapla yapıyoruz artık. Bu arada Lozan'ın en iyi yemek yapan hatunlarından biridir. Jelena ile ikisi oturup, kim bilir ne varyeteler deneyecekler gittiğimizde. Ben de et patates ve şarap tabi...

Anladığınız üzere işim zor yani...

🐝Mezzy🐝'nin ilk pediatri randevusu bu yüzden çok önemliydi. Bu alerji genetik olarak sevgili kızıma aktarılabilir mi, emin değildim. Elli sene boyunca çektiğim, ve halen çekmekte bulunduğum bu baş belasını kızım çeksin istemiyordum. Kafadan durumu peditarisyene anlattım. Kadın alerji kalıtsal olabilir denemek gerek dedi, ama 🐝Mezzy🐝 daha çok küçük olduğundan biraz beklemeye karar verdik.

Sonunda büyük gün geldi ve sevgili kızım ilk balığını yedi.

Bütün gün gözüm üzerindeydi. Kritik saatleri atlattık, alerjinin belirtileri yoktu. Bir kaç gün sonra garanti olsun diye bir porsiyon balık daha verdik, yine bir şey olmadı. Lütfen söylediğimde inanın, üzerimden öyle bir yük kalktı ki...

🐝Mezzy🐝'nin balık yiyebileceğini anladıktan sonra sıra hangi balığı yiyeceğini bulmaya gelmişti.

Yine balıkla alakam olmadığından ne tadlarını bilirim, ne de görünce hangi balık olduğunu tanırım. Belki Hamsiyi ayırabilirim, o da Lazların sayesinde, ama bir İstavritle yan yana koyun, yine çuvallarım. Kefal, Sazan, Lüfer, Çupra falan sadece kelime hazinesi bende...

Sorun sadece balığın tadı değil elbette. Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 için balıkların en yararlısını bulmak.

İş başa düştü, geçtim goo-gıl'ın başına. Bir kaç saat sonra bir yere varabilmiştim.

Meğer bu balık işi bayağı karışıkmış - hoş Google üzerinden doktorculuk, mühendisçilik oynamaya kalktığınızda her şey karışıyor ya...

Bir kere deniz mahsulleri başta cognitive developmemt dedikleri anlama yeteneği, çocuklarda beyin gelişmesi için hayati derecede önemli Omega 3 isimli yağ asitlerini içeriyormuş. Bu Omega 3'leri kraker paketlerinin üzerinde görmüşlüğüm vardı, biraz daha okuyunca anladım ki bu kara besinlerindeki Omega 3'ler, deniz mahsullerindeki Omega 3'lerle aynı değilmiş. Beyin gelişiminin olmazsa olmazı DHA ve EPA isimli iki Omega 3 asidi sadece deniz mahsullerinde varmış.

Yeri gelmişken sizlere son harfi 'A' olan üç harfli kısaltmaların açılımlarından uzak durmanızı şiddetle tavsiye ederim. Sondaki 'A' 'asit' anlamına gelir de, ilk iki harfin açılımı "Şemsi Paşa Pasajından Şemsiyeyle Geçtim" 'den beterdir - başka örnekler DNA, RNA. Çok istiyorsanız DHA, Docosahexaenoic acid, EPA ise Eicosapentaenoic acid demekmiş!

Bizi ilgilendiren kısmı ise kara mahsullerinde, özellikle fındık, fıstık, badem, vs.'de bulunan Omega 3'ler bu ikisinden farklılarmış ve bunların yerini tutamazmış.

Sözün özü, çocuk için doğum öncesi de dahil, bu iki Omega 3'ün alınması hayati önem taşıyormuş. Jelena'nın hamileliğinde bunu atlamışız, Jelena yeteri kadar balık yememişti, ben de kendime çok kızmıştım, ama doktor merak etme önemli bir sonucu olmamıştır demişti.

Deniz mahsulleri sadece çocuklarda beyin gelişimi için değil, yetişkinlerde kalp sağlığımdan başka bir çok vücut işlevi için de önemliymiş ama asıl önemlisi beyin gelişimi tabi.

Kıssadan hisse çocuğunuz akıllı olsun istiyorsanız dayayın balığı...

Ancak hayatta hiç bir şey siyah ve beyaz değil. Deniz mahsullerinin çok önemli bir ters etkisi de var.

Cıva!

Cıva doğada her yerde var ama sudaki özel bir bakteri tarafından formu değişen cıva balıklar bu cıvalı suda yüzdükçe vücutlarında birikiyor. Balıklar uzun yaşadıkça vücutlarındaki cıva miktarı da artıyor. Bir de büyük balık küçük balığı yer deyişinden yola çıkarsak, balıkların boyutları büyüdükçe yedikleri küçük balık miktarı artıyor, vücutlarındaki cıva miktarı da deniz suyundan aldıklarına ek olarak yedikleri küçük balıklardaki cıva yüzünden yükseliyor.

Balıklarındaki bu cıva yıkamakla, pişirmekle kaybolmuyor, insanlar balıkları yediklerinde de hop, vücutlarına giriyor.

Girince ne oluyor derseniz de... Cıva bir ağır metal. Ağır metaller de tam bir beladır sevgili arkadaşlar, kanser manser, her halt çıkıyor bunlardan. Ancak en önemli zararı çocukların gelişmekte olan beyinlerine veriyorlar.

Durum böyle işte. Artık iki kenarı keskin kılıç mı dersiniz, iki ucu boklu değnek mi bilmiyorum. Çocuğunuz Omega 3 alıp akıllı olsun diye balık yediriyorsunuz, yediği balıktan aldığı cıvayla aptal oluyor.

Ancak her balıktaki faydalı Omega 3 ve zararlı cıva miktarları aynı değil.

Örneğin sadece antropolojik verilere bakarak Hamside çok fazla Omega 3 bulunmadığı sonucuna varabiliriz 😜

İşin şakası bir kenara, gerçekten de hamsideki Omega 3 miktarı çok düşük. Bizim aradığımız Omega 3'ler unutmayın, birer yağ asidi, yani kısaca yağda bulunuyor. Hamsi de diğer küçük balık türleri gibi çok yağlı olmayan bir balık.

Biyolojiye çok dalmayalım. Omega 3 için aradığımız iri, yağlı, kırmızı etli balıklar. Ton balığı, Somon gibi büyük cinsler.

Bir sıralama yaparsak 50 gram Somon, 80 gram pembe Ton, 200 gram Beyaz Ton, 400 gram Morina, 600 gram midye ve bir kilo Karides aynı miktarda Omega 3 içeriyor. Başka bir deyişle elli gramlık Somondaki Omega 3'ü alabilmek için bir kilo Karides yemeniz gerekiyor.

İşin cıva ucu da aynı şekilde karışık. İçerdikleri cıva miktarının yüksekliği bakımından yanına bile yaklaşılmaması gerekli balık türleri Köpekbalığı, Kılıçbalığı, Pembe Tuna - dikkat, yukarda bunun için Omega 3 bakımından çok zengin demiştik, Levrek, Trança, Orkinos, Mezgit.

Düşük cıva içeren balık türleri ise Somon, Kedibalığı, Sardunya, Alabalık, Ringa, Midye, İstiridye.

Bu iki kümenin kesişimindeki en işe yarayan, yani hem Omega 3 miktarı yüksek, hem de cıva miktarı düşük balık ise Somon.

Somon bizde biraz snob sayılır, "İstersen Somon Füme getireyim" şeklinde şakası falan yapılır ama buralarda avam balığıdır sevgili arkadaşlar.

Herhalde anladınız Google önünde bir kaç saatimi nasıl harcadığımı.

Herneyse, 🐝Mezzy🐝 ‘nin balığını sonunda bulmuştuk.

Şimdi iş hangi miktarda Somon vereceğimizi bulmaya gelmişti.

Elimde hesap makinesi, yirmi küsür web sitesini dolaştıktan sonra pes ettim. Bu sitelerdeki tavsiye edilen balık miktarını Ounce, Cup, Serving gibi aptalca Amerikan ölçülerinden Gram gibi makul birimlere çevirdikten sonra baktım ki haftada elli gramdan beş yüz grama kadar değişen miktarda balık yemeliymiş sevgili kızım.

Demokrasi ve ifade özgürlüğünün kötü tarafı bu işte anasını satayım. Herkesin ağızı var, konuşuyor. Bizde olsa saraydan bir emir, "Yemeyin lan balık malık!" şeklinde... Sorun şakkadanak hallolurdu. Burada çık işin içinden çıkabilirsen. Elli gram diyen adam elli bir gram yerse ağır metalden zehirlenir, yarım kilo yesin diyen adam da balık tanrının bir hikmeti, yemeyen aptal kalır diyor.

FDA'in sitesinde bir yerde 8 Ounces per week gibi bir rakam görmüştüm, 230 gram gibi bir şey yapıyor. Kafama yattı. Doktoruyla da teyit ettikten sonra, altmışar gramlık dört porsiyon halinde birer gün arayla her hafta 🐝Mezzy🐝'ciğe vermeye başladık.

Bugün yine başka bir maksatla Google'lıyorum, tesadüfen bir yazıya denk geldim. Deniz mahsulleri yemeyin diyor.

Yine aklım başımdan gitti, yeniden çocuk, besin, vesaire sitelerine dalıyordum ki durdum. Nasılsa yine bir sonuca ulaşamayacaktım.

Sözünü face-value aldığım, bu işlerin uzmanı sevgili bir arkadaşım var. Hattızatında bana askorbik asitin havaya karışacağını söylediğinden beri efervesan Aspirin tabletlerini tamamen erimesini beklemeden içerim, Aspirin'in geri kalanı fosur fosur midemde çözülür 😜

Bat-signal'ımı yaktım, hemen yardımcı oldu sağolsun.

Kısaca der ki, deniz mahsullerinin zararları yararlarından çok daha fazla. Hiç yemesin. Omega 3'ü de yapay, yani tabletle alsın. Normalde işlenmiş besinlere karşı olduğunu söyleyerek devam ediyor, ancak bazen böylesi daha iyi diyor. Verdiği örnek de dokuz kilo portakal yemektense saygın bir firmanın tabletini kullanarak aynı miktarda C vitamini almanın daha iyi olduğu. Portakaldaki şekerden de kurtulmuş olursun diyor.

Daha sonra söyledikleri çok ilginç aslında.

Şehirlerin su arıtma tesislerinin Tylanol, antibiotik, doğum kontrol ilaçları gibi medikal kimyasalları filtre edemeyip denizlere saldığını, balıkların da bundan etkilendiğini anlattı. Balıklar yine çöplerden mikro-plastikleri sistemlerine alıyorlarmış. Bunca ilaç ve hormondan sonra hem erkek, hem dişi üreme organı olan balıklar türemiş.

Korkutucu geliyor insanın kulağına tabi, neyse ki ben muafım bu işten ama karım, kızım var ortada.

Peki ne yapacaksın diye sorarsanız...

Öncelikle bu günkü öğrendiklerimi bir hazmetmem gerekecek. Sonra da 🐝Mezzy🐝'ye bir cıva ölçümü. Ne durumdayız, bir görelim. Burada aldığımız Somon Norveç'ten geliyor, bir de onu gugıllamam gerekecek. Bu bilgilerin ışığı altında 🐝Mezzy🐝'nin doktoruyla bir istişare daha yapacağım. Bu Omega 3 supplement'ları için ne düşünüyor bir onu öğrenecek, bir de marka tavsiyesi alacağım.

Sonrasında sizi haberdar ederim.

Geceniz güzel olsun...

27 Ekim 2019 Pazar

Niş

Sevgili arkadaşlar, size uzun bir süredir yazamadım. Sevgili karımla hem özelde, hem de profesyonelde biraz yoğunuz, ama öyle tatsız değil, sonu hayırlı bir yoğunluk. Yok, ikinciyi beklemiyoruz. İlk maymun yetti de arttı bile. Başka işler 😍

Jelena'nın dişlerinin son taksidi için Sırbistandaydık, neyse ki halloldu, bitti. Aslında bu seyahat için çok güzel planlarımız vardı ama yarım akıllı kemikkafa bir eşeğin yüzünden gerçekleştiremedik, yoksa sizlere Bosna'dan, Hırvatistan'dan yazacaktım. Ne yapalım, başka bahara...

Niş'te bir hafta geçirdik. Bana sorarsanız çok güzel bir haftaydı. Ben Niş'i çok severim sevgili arkadaşlar. Üç yılımı geçirdim bu şehirde. Sevgili karımla tanıştım, evlendim buralarda. Çok güzel insanlar tanıdım, çok güzel zaman geçirdim.

Bu kez kayımpeder ve valide 🐝Mezzy🐝 'yi eğlendirdiğinden sevgili karımla başbaşa - ki çok nadir bir olaydır, bir akşam yemeği yeme, bir iki kadeh şarap içme fırsatımız oldu., hatta bir atış poligonuna gidip, Red Kit'çilik bile oynadık.

Niş 2006,
Sevgili karımla ilk günlerimiz...
İlk tanıştığımız Cafe’ye gittik. Kapanmış. İsmi Cafe Cafe idi. İlk gördüğümde elim ayağıma dolanmıştı. Sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir kız, elinde de bir bardak şarap. Aman demiştim, buldum dengimi. Bir iki içkiden sonra hadi mekan değiştirelim dedik. Önce benim favorim, canlı rock müziği çalan Salon isimli bara geçmiştik - o da kapanmış bu arada anasını satayım. Baktım hanım kızımız çok mutlu değil, hadi başka bir yere geçelim dedim. Senfoni isimli bir bara geçtik. Daha içkilerimizi söyleyemeden bir bar kavgası başladı. İnsanlar silahlarını çektiler, mekan birbirine girdi. Ne yapalım, başka bahara dedik. Bir hafta sonra boyfriend/girlfriend olmuştuk 😍 Anılar işte... Neyse. Cafe Cafe kapanınca biz de Mecburen başka cafe'ye geçtik. Eski günleri yad ettik. Aslında bu yeni cafe'de de başka anılarımız vardı. Niş işte, offf!... 😍

Yıllar sonra yine Niş'te beraber...
Uzun süredir görmediğim, çok sevdiğim bir arkadaşımla vakit geçirme şansımız oldu. Küs değildik ama gözden ırak, gönülden ırak, kopmuştuk biraz. Şu dünyada ARM mikroişlemcilerden AESA radarlarının sağlığa zararlarını geyikleyebileceğim iki kişiden biridir. İlkine çok içerlemiş durumdayım, o yüzden nasıl mutlu oldum, ikinci ekürim ile ağız tadıyla birkaç saat geçirebildik diye. Sağolsun, uçağımızın kalkmasına bir saat kala beni havaalanına yetiştirdi - bu arada Jelena'dan on dakika içinde beş kere telefon almasına rağmen 😜

Bir akşam sevgili kayımpederim 🐝Mezzy🐝'nin doğduğu yılda yaptığı bir ev şarabını açtı. %80 Prokupac, %20 Plovdina üzümünden. İçme de turşusunu kur, o kadar güzel bir şarap. Ya babacım, on dört sene sonra mı aklına geldi böyle güzel şarap yaptığını söylemek dedim. N'apayım dedi, Jelena'ya sor o niye getirmemiş gündeme. Zena (kadın) de bakayım, niye söylemedin bu zamana kadar babanın bir şarap ustası olduğunu? Sen Fransız şarabı seviyorsun falan dedi. Neyse, dört şişe kalmış, birini o akşam içtik. İkisini ben çaldım, son şişeyi 🐝Mezzy🐝 ergen olduğunda ona vermek için sakladı kayımpeder.

Château Petković 2015
Bir gün Pirot'a gittik. Jelena Niş'te doğup büyümüş ama baba tarafı Pirot'dan. 🐝Mezzy🐝'yi Jelena'nın dedesi ile anne annesinin mezarına götürdük. Dede Petar ile çok olmasa da tanışıp, biraz zaman geçirme fırsatım olmuştu. Babaanne Jelica ile biraz daha fazla. Her çalışan anne-babanın çocuğu gibi Jelena da dedesine çok yakındı. Babası kadar severdi. Mezarlarına gittik. 🐝Mezzy🐝 dedesinin anne annesinin mezarını ziyaret etti. Artık siz hesap edin, kaç jenerasyon! Petar ile Jelica'nın mezar taşını işaret etti Jelena. İlk başta anlayamamıştım, çünkü Kril alfabesi ile yazılmıştı. Bizdeki gibi soy ağacını yazmışlar, kayım oğlu Bülent'i de eklemişler. Gözlerim doldu. Işıklar içinde uyusunlar. Birer mum yaktık hepimiz 🙏❤️

Pirot'un mekika denen böreği meşhur. Bizde de aynısı var ama unuttum ismini, okuldayken Sakarya'da yerdik. Yağda pişmiş pufidik ekmek. Bir de meydanında bir sivrisinek heykeli vardı. Daha Jelena ile tanışmadan görmüştüm. Jelena'nın annesi kaldırdılar onu dedi. Bir anı daha tarihe gömülmüştü...

Pirot'daki ev bir köy evi. Buraya en son bir Bulgaristan dönüşü uğramıştık. Petar dede ile oturmuş, Koni'nin yavru kedileri yalayışını seyretmiştik. Her ikisi de toprak oldu işte. 😭

Dirty Harry Magnum
Son günümüzde ise bir atış poligonuna gittik. Eski Yugoslavya'nın gururu bir 9 mm CZ şarjörlü tabanca, başka bir Dirty Harry Magnum revolver ve bir de İsrail malı Roni marka adaptörlü bir Heckler tabanca ile atış yaptık. Bu Roni/Heckler kombinasyonu ile - öyle üçüncü sınıf gangster muhabbeti yapmak istemiyorum ama, yirmi metre içinde tenis topundan büyük hiç bir şeyi kaçırmam, o kadar keskin, dengeli bir silah işte. Sevgili karımı ise sormayın. Guilliom Tell yanımda halt etmiş. Onu bir oklava ve hamur terapisine sokmam gerekiyor, yoksa işim zor. Hedefin gövdesine tenezzül etmedi bile. Hepsi kafaya!...

İşte size bir solukta Niş...

Sevgi ile kalın ❤️

14 Eylül 2019 Cumartesi

Şarap Yıllandırma

Sevgili arkadaşlar, bugün sizlere biraz şarap yıllandırma üzerine düşündüklerimi yazayım istedim.

Şarap nasıl saklanır, kaç yıl bekledikten sonra içilir gibi konular hakkında yazılmış abartısız binlerce kitap yada makale bulabilirsiniz. Eğer bir de meraklıysanız, bunları ciddiye alır, 2015 bir Château Margaux'yu 2030 yılından önce içerseniz zehirlenip, öleceğinize falan inanmaya başlarsınız.

İki kadeh şarap içmişliği olan herkesin kafasında hemen hemen aynı mantık dizini bulunur. İyi şarap daha pahalıdır, pahalı şarap daha güzel yıllanır, yıllanmış şarap da daha güzeldir.

İşin aslı biraz farklı.

Gelin önce bazı dogmaları yıkalım.

Dünya üzerindeki şarapların yüzde doksanı en uygun koşullarda yıllandırıldıklarında bile tadlarında hiç bir iyileşme olmaz. Bunu ben değil, bu işi bilenler söylüyor. Kimisi bu yüzde doksan oranını yüzde doksan dokuza kadar çıkarıyor. Bizim gibi bireysel şarapçılar yukarda sözü edilen 'en uygun' koşullarda yıllandırma yapamayacağımızdan mahzenimizdeki birçok şarap aslında yıllandıkça daha da kötü bir tada sahip oluyor.

Yıllanmış şarap işe daha genç şarap arasında ciddi bir tat farkı vardır. Şarap da bir tat meselesi olduğundan herkes yıllanmış şarabın daha dingin, daha dengelenmiş tat ve kokusunu, kahverengiye dönmüş çamursu rengini, bir de dibe çöken tortusunu tercih etmeyebilir. Örneğin ben kulunuzun zaman zaman kan kırmızı renkli, güçlü aromalı, asitli, taninli 'humpf' bir şaraba aş erdiği vakidir. Yani yıllanmış şarap her zaman, her ortamda, her kişiye uymayabilir.

Şarap devamlı evrilen dinamik bir üründür sevgili arkadaşlar. Zaman içerisinde tad, koku, renk ve kimyası sürekli değişir. Üzümden başlayıp, içilmesi en güzel anındaki şaraba gelirsek, bu değişikliğin yüzde sekseni ilk bir kaç ay içinde, yüzde on beşi de sonraki iki sene içinde gerçekleşir.

Yani yıllanma ile beklediğimiz iyileşme sadece bu geriye kalan yüzde beş!

Bundan sonra ise şarabın gerileme devri başlar. Şarap, yavaş yavaş şarap olma özelliğini kaybeder, şarapla ilişkisi kalmamış sirke benzeri bir sıvı haline dönüşür.

Yukardakilerden çıkardığımız sonuç, iki yaşına gelmiş bir şarabın tad potansiyelinin yüzde doksan beşine ulaşmış olduğudur. Hiç de fena değil aslında.

Bundan sonraki aşama ise bu kalan yüzde beş, yani şarabın Nirvana'ya ulaşması için ne kadar bekleyeceğimizdir. İşte yıllanma dediğimiz de bu bekleme süresi.

Eğer iki yıl dolduğunda şarabı hemen içersek tad potansiyelinin yüzde doksan beşini almış oluyoruz. Bir Château Margaux için bu yüzde yüz'e ulaşmak ise elli yıl falan alıyor.

Ne yapalım bekleriz diyorsanız iki ciddi riski göze almanız gerekiyor.

İlk risk, yıllanma esnasındaki depolama koşullarına bağlı ortaya çıkabilecek sorunlar. Kırk dokuz yıl bekleyip, mahzeninizde bir soğuk yaşarsınız, sonra dökün o şişeleri tuvalete. Bu konuya ilerde geleceğiz, şimdilik kısaca söylemiş olalım, şarabı doğru saklamak elbette çok çok önemli, ancak bazılarının abarttığı kadar da nükleer santral hassaslığında değil.

İkinci risk ise abartıp çok uzun beklemek ve şarabı gerileme devrinde içmek durumunda kalmak. Ne var bunda, gugıllayıp, Bordeaux kaç sene yıllanır diye bakarız, sonra da bu kadar bekleyip şarabımızı açarız diyebilirsiniz. Ancak unutmayalım, şarap tarımsal bir üründür. Her şarap bölgesi, aynı bölgedeki her şarapçı, aynı şarapçının farklı yıllarda ürettiği şaraplar ve aynı şarapçının aynı yılda ürettiği iki şişe şarap hep birbirinden farklıdır. Bunun üzerine, soğukça bir mahzende depolanan bir şarap, aynı şarabın daha ılıkça bir mahzende depolanmış kardeşime göre daha geç yıllanır. Yani bu işin ilmi yok.

Peki ne yapalım?

Bu sorunun cevabına uzun uzun bakacağız. Ama bir cümle ile özetlemek gerekirse - eski bir patronum söylemişti, onu da yad etmiş olayım, "Şarap kadın gibidir, çok beklersen tadı kaçar".

İşin seksist tarafı bir kenera, bir şarabı ne zaman açayım dediğimde ben de aynı mantığı uygularım.

Bir kere yüzde doksan beşlik gelişme aşaması garantilemek için şarabın etiketindeki yıla üç eklerim. Şarabın etiketindeki yıl üzümlerin toplandığı yıldır. Hasat Eylül, Ekim gibi yapıldığından üç yıl eklemek daha garantili olacaktır. Sonuçta hesapladığım bu yıl içerisinde şarabı içmekte en ufak bir sakınca görmem.

Eğer şarap biraz afili bir şeyse, örneğin Premier Cru/Grand Cru bir Burgundy yada Cru Bourgeois/Cru Classé bir Bordeaux, biraz daha yıllanmasını bekler, yedi-sekiz yaşlarında açar, içerim. Bu saydığım şaraplardan özellikle Bordeaux olanları kağıt üzerinde otuz-kırk sene yıllanabilen şaraplardır, ama hem benim bu kadar bekleyecek sabrım yok, hem de yemiyor işte, çünkü o riski alacak kadar bilgili ve deneyimli değilim. Ancak arada eş dost bir şişe açar, ya da ucuzluğa girmiş iyi bir tanesini bulursam, uzun süre yıllanmış bir şarabı da zevkle, hem de bayağı zevkle içerim.

Stratejimizi bu şekilde özetledikten sonra gelin bu yıllanma işine biraz daha yakından bakalım.

Resmi bir tanım olmasa da benim için yıllanma işlevi şarap içilebilir hale geldiğimde başlar. Yani iki yaşı civarında.

Elimizde içinde kabaca minik bakterilerin üzümdeki şekeri dönüştürdüğü etanol, yani alkol, hala biraz şeker, az biraz tanin, az biraz asit ve elbette bol bol su bulunan bir şişe var.

Yıllanma sonucunda bu şişenin içindeki şarabın asidik tadı yavaş yavaş azalır. Aslında sıvının asitlik oranı, yani pH'i değişmez ama ortaya çıkan yeni maddeler asidin tadını bastırır.

Şaraptaki asitler alkolle birleşerek Ester denilen kompleks molekülleri oluştururlar. Çok organik kimyayla başınızı ağrıtmayayım, organik maddeler karmaşıklaştıkça şaraptaki tat ve koku da karmaşıklaşıp ilginç ve dolayısıyla arzulanır bir hale gelir.

Ester'lerin oluşumu da şarabın asidik tadını azaltmakla kalmaz, yukarda anlattığım nedenle şarabın ilk halinde bulunmayan çok ilginç kokuları da ortaya çıkarır. Yine hidroliz isimli bir reaksiyon sonucu şaraptaki suyun kullanılmasıyla glukoz moleküllerine bağlı koku birleşenleri ayrılır, bu sayede yıllanmış şarap orijinal şarapta bulunmayan kokuları vermeye başlar. Yine başta tanin, diğer fenol moleküllerinin de karıştığı yüzlerce kimyasal reaksiyon yıllanmış şaraba yepyeni tat ve kokuları ekler.

Şarabımız bu noktada zirvededir.

Zaman ilerledikçe ortaya çıkan bu yeni moleküller çözülür, şarabın asidik tadı yeniden baskın olmaya başlar. Zaman daha da ilerledikçe neredeyse sadece asit tadı kalır ki buna da sirke diyoruz.

Yani yıllanmış şaraptan, genç şarapta olmayan koku ve tatları, azalan tanin ve azalan asidik tad yüzünden yumuşak bir içim bekliyoruz.

Bekliyoruz da, bu ortaya çıkan karmaşık koku ve tatları farkedecek kadar damak tadımız ve şarap deneyimimiz var mı, bu da ayrı bir soru. Şarabı anlayabilmek için bir şarap tadı geliştirmek mutlak bir gereksinim. Bu olmadan en güzel şarabı bile üç kuruşluk sokak şarabından ayırmak olanaksız. Hayatı boyunca et yememiş bir vejeteryana Hacıbey'den iskender yedirirseniz midesi kalkacak, bu güzelim yemeğin tadını alamayacaktır. Şarap da aynı hesap.

Şarabın yıllanması, aslında şarabın yapılmasından içilmesine kadarki her süreç bir denge, bir zamanlama ayarlaması sevgili arkadaşlar. Bu süreçte hiç bir şey ani ve hızlı değil. Bu kurallara uyarsak şarap denen bence dünyanın en güzel içkisinden en yüksek hazzı almak olanaklı. Ancak bu aşamalardan herhangi birini atlar ya da aceleye getirirsek işin bütün tadı kaçıyor.

Yıllandırma sürecinin en önemli parçalarından biri de şarabın depolanması. Yani geçen yıllar boyunca hangi koşullarda korunduğu.

Şarabın saklanması yapılması kadar önemli. Türkiye'de kalmış bir çok yabancı tanıdığımın ortak problemi bir gün içip, çok beğendikleri bir Türk şarabını ertesi gün denediklerinde içilmez bulmalarıydı. Bunun da tek nedeni elbette şarabın depolanma yöntemi.

İşin aslı, bu yıllandırmasanız da bir kaç ay evde bulundurduğunuz şaraplar için de çok çok önemli. O yüzden biraz detayına bakalım.

Şarap saklamanın üç altın anahtarı var. ısı, ışık ve nem.

Eksperler şarabı 10-15 derecede saklayın derler. Bu değerlere obsesif olmuş, mahzenini laboratuarlardaki temiz odalar gibi tutan, binlerce Frank verip, devasa klima cihazları taktıranları tanıyorum. Başka bir gurup ise sıcaklık değişimlerini sıfıra indiren özel dolaplar kullanıyorlar. Bu dolaplar İsviçrede oldukça popüler.

Size tavsiyem bu yola girmeyin.

Ben Yukardaki sınırları 5-30 dereceye çıkarıyorum, yeter ki ısı değişikliği ani olmasın, bir de alt ve üst ekstremlerde uzun zaman kalınmasın. Bunları kıçımdan uydurmuyorum, hepsi deneyimle sabit.

Kaynağım Burgundy'de iki parsel Grand Cru sahibi, şaraplarının Gorbaçov'a ikram edilmek üzere seçildiği çok ünlü bir şarapçı. Yıl 2000 falandı. Ondan iki kasa Grand Cru almıştım. Gevrey-Chambertin'den eve bir kaç saat yol var, ben hemen aman üzerlerini örtelim, üşümesinler, canları acımasın falan oldum. Bu bana bakıp güldü, gel sana bir şey göstereyim dedi.

Dünyanın en ünlü şaraplarının birinin üretildiği yer ama tek katlı bir bina, makine olarak da sadece bir etiketleme makinesi var. Arkada da iki ırgat, şarap kutularını paletliyorlar. "Bunlar nereye gidiyor biliyor musun?" diye sordu. Ben "Hayır" dedim. "Amerika'ya" dedi, "Bir şilebin içinde, ne klima, ne ısıtıcı... Merak etme don yemesin, şaraplarına hiç bir şey olmaz"

Öğüdünü tuttum. Hava çok soğuk olduğunda sadece odanın bir köşesine taşıdım o şarapları, hepsi o. Sonra ben Sırbistan'dayken üç sene depoda kaldılar. Döndüğümüzde de zevkle içtim. No problem!

Evde şaraplarınızı mutfak gibi sıcak ve aydınlık yerlere koymayın. Mümkünse serince noktada bir dolaba, varsa kutusuyla kaldırın. Bence yeterli olacaktır.

Şarabın ruhuna geri dönüyorum. Yaparken, saklarken ve içerken ani değil, biraz zamanla, hızlı değil, yavaş yavaş.

Şarap saklamanın ikinci anahtarı ışık.

Şaraplar görünür ışığın yüksek frekansları, yani mavi, mor renkli ışık ile mor ötesinin düşük frekansları yani Ultra Violet A dedikleri ışık türlerine alerjik. Bu tür ışıklar şarabın yıllanmasını hızlandırıyor, bu da yukarda tekrarladığımız ani ve hızlı değişimler sınıfına giriyor.

Bu tür zararlı ışığın en ağababası direkt güneş ışığı. Bir kere içinde bol bol mor ötesi ışıması var. Güneşten aldığımız beyaz ışık da maviler, morlar dahil her frekanstan ışığı içerir - ortaokul prizma deneyini hatırlayın.

Bunlardan başka başta floresan, Edison ampülleri gibi yapay ışıklar da bol bol mor ötesi ışık içerir.

Ama şarapları depolamak için hemen bir karanlık oda bulup, ona kırmızı bir ampül takmadan önce biraz düşünelim.

Şarabı aldığımız mağaza - hele bizim memlekette canavar gibi güneş ışığını alır. İçerdeki aydınlatma da neredeyse her zaman floresan ışıkla yapılır.

Ne oldu bizim şaraplara o zaman?

Şarapların ilk bakışta fark etmediğimiz birer güneş gözlükleri vardır sevgili arkadaşlar. Şişeleri. Özellikle kırmızı şarapların şişeleri yeşil, hatta daha da iyisi kahverengidir. Bu renkli camlardan yapılma şişeler zararlı ışıkların yarısından tamamına yakınına kadarını durdurur.

Gerisini de şarapları direkt güneş ışığından koruyarak siz yapabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğimiz dolap karanlık bir ortam sağlayarak ışığın da zararlı etkisini azaltacaktır.

Şarap saklamanın üçüncü anahtarı ise nem.

Bu noktada mümkün olduğu kadar nem istiyoruz sevgili arkadaşlar. Ortam kurursa şarabın mantarı kurur, büzüşür, şarap gereğinden fazla havayla temas ederek sirkeye döner. Yüksek nemin tek zararı ise şişenin etiketini bozması. Eğer estetik kaygılarınız yoksa yüksek nemden korkmayın.

Yine pratikte yapmanız gereken bir humidifier almak yada kuru havalarda hortumla şarapların üzerine su sıkmak değil, havanın ekstrem biçimde kuru olduğu ve bu kuruluğun süreklilik gösterdiği nadir günlerde şaraplarınızı evin nemli bir odasına taşımaktır.

Şarapları saklarken titreşimden uzak tutun falan derler. Elbette şarabı devamlı sallarsanız kimyasal reaksiyonların bazılarını hızlandırırsınız ama ayda bir şişelerin tozunu almakla gerçekten bir şey olmuyor.

Şişeleri yatık saklama mantarı nemlendirip, büzüşmesini önleme bakımından çok faydalıdır. Ancak şişenizi bir kaç ay içinde açıp, içecekseniz yatık saklayacağım diye çok kasmayın derim.

Şarabı yıllandırmak bir nefeste bu kadar oldu sevgili arkadaşlar.

Umarım başınızı ağrıtmadım.

Sevgi ile kalın🍷

25 Ağustos 2019 Pazar

Prag - Kent Gezisi

Avrupa'da çok az kent İkinci Dünya Savaşı'nı yerle bir olmadan geçirebilmiştir sevgili arkadaşlar. Prag da bunlardan biri. Savaş esnasında ufak tefek bombardımana maruz kalsa da bunları göreceli olarak az hasarla atlatmış. Sovyetlerin elinden kurtulduktan sonra binalara bir boya atınca her yeri tarih, dünyanın en cazibeli kentlerinden biri çıkmış ortaya.

Old Town Square ve Old Town Hall
Prag'ın kalbi Old Town Square isimli meydanda atıyor sevgili arkadaşlar. Prag'ın Castle Town, Lesser Town, Old Town gibi tarihe dayalı bölümleri var. Bunların en eskisi de Eski Şehir anlamına gelen isminden anlayacağınız üzere Old Town.

Old Town Square ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri. Bu meydandaki nev'i şahsına münhasır yapılara geleceğiz elbette ancak zevkli mimarileriyle farklı renklerdeki binaları, arnavut kaldırımları, cafe ve restoranları ile meydanın bir bütün olarak kendisi, insanı gerçekten etkiliyor.

Meydanın girişinde büyük bir kilise var. İsmi Saint Nicolas. Bir Ortadoks kilisesi. Oldukça büyük bir yapı, ancak meydana asıl havasını veren kilise Tyn kilisesi. Bu kilisenin kara, sivri iki kulesi herhalde Prag kartpostallarının yüzde sekseninin üzerinde bulunuyordur.

Old Town Square ve Tyn Kilisesi'nin Kuleleri
Tyn kilisesini görmek için özel bir nedenim vardı. Önceki birkaç yazıda size uzun uzun anlattığım Tycho Brahe'nin mezarı bu kilisedeydi. Hemen bu kiliseye koştuk, ancak kilisenin yanına geldiğimizde ufak bir sorunla karşılaştık.

Kilisenin kapısı yoktu!

Etrafında bir tur attık ama hak getire. Daha sonra meydandaki bir binanın içinden geçerek kiliseye girebileceğimizi keşfettik. Ancak kara bahtımız, kilise Pazartesileri kapalıymış. Ne yapalım, ertesi güne bıraktık.

Old Town Meydanının en görülmeye değer anıtı ise hiç kuşkusuz Old Town Hall binasının üzerindeki astronomik saat.

Astronomik Saat
Bu saat dünyadaki üçüncü en eski astronomik saat, ancak hala çalışan en eskisi. 1400'lü yılların başımda yapılmış, o gün, bu gün çalışmakta.

Astronomik saatle kast edilen aslımda günün herhangi bir saatinde ay, güneş, takımyıldızlar gibi çıplak gözle görülebilir astronomik cisimlerin yerini göstermesi. Bu saatin iki büyük daire şeklinde kadranı var. Üstteki daire saati, alttaki daire de ayları gösteriyor. Saati gösteren dairenin üzerinde güneşin gökyüzündeki yeri, dolayısıyla doğuşu ve batışı, hem de uzayıp, kısalan günleri de dikkate alarak doğru bir biçimde sembolize edilmiş. Bundan başka ayın safhaları ve burçları sembolize eden takımyıldızlar da işaretlenmiş. Ha bu arada saat kaç, onu da görmek mümkün tabi...

Her saat başı bu bu saatin altında oldukça büyük bir kalabalık toplanır ve ellerinde kameralarıyla saatin çalmasını beklerler. Saat çalmaya başladığında asıl kadranın üzerindeki iki pencere açılır ve Hz. İsa'nın on iki havarisi bu pencerelerin önünden geçerler.

Malum eskiden Prag deneyimim var, oturduğumuz yerden rahat rahat bu şovu izleyebilmek için karşısındaki bir restorana oturduk. Günün ilk şarabıyla beklerken elinde kamera, sırtında koca bir çanta, bir Jackie Chan tam önüme dikildi. Oğlum bak git falan oldum ama umrunda değil. Neyse ki restoranın sahibi son anda gelip kovaladı da saat başını kaçırmadık.

Altı yüz yaşında bir mekanik saatten bir Broadway şovu beklemeyin elbette, aksi halde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu minik gösteri daha ziyade Prag ziyaretçileri için bir anı, bir ritüel niteliğinde.

Prag'daki ikinci durağımız yine bu kentin dünyaca bilinen Charles Bridge köprüsü oldu.

Charles Bridge
Charles Bridge, ya da orijinal ismiyle Karluv Most, Praglı Kutsal Roma İmparatoru Charles IV tarafından yapılmış, şehri ikiye bölen Vltava nehri üzerinde taş bir köprü. Bugün sadece yayalara açık. Bu köprünün en dikkat çeken özelliği ise her iki tarafındaki güzelim heykeller. Yine köprünün üzerindeki ressamlar, satıcılar ve müzisyenlerle insanı sürreal bir havaya sokuyor.

Köprünün Karşısında, sağ tarafında bir heykel oldukça ilginç. Ben bakınca başka bir şeye benzetemedim. Bıyıklı, göbekli, palalı bir akraba zindandaki Hristiyan mahpusları bekliyor. Heykellerin açıklamalarını Wikipedia'da okuduğumda bizimkilere bir referans göremedim ama yolunuz düşerse bir bakın, siz de benle aynı şeyi düşüneceksiniz.

Charles Bridge'in karşısı, kentin Mala Strana, yani Küçük Kent isimli bölümü. Burasını da görmeden anlatmak zor. Prag kalesi ve sarayının eteklerinde, ve tarih boyumca genelde soyluların, sanatçıların, bilim adamlarının yaşadığı bir bölge. Kırmızı kiremitli çatıları ve rengarenk binalarıyla müthiş cazibeli bir yer.

Mala Strana
Mala Strana'da da bir Saint Nicolas kilisesi var, bu da gerçekten güzel bir kilise.

Mala Strana'dan yukarı yürüdüğümüzde ise Prag'ın kalesine ulaşıyorsunuz. İsminin kale olduğuna bakıp, aldanmayın. Burası içinde saray binaları, kiliseler ve devasa bir katedralin bulunduğu minik bir şehir.

Saraya girerken geleneksel nöbet değişim törenine denk geldik. Açık mavi üniformalarıyla, süngülü, tüfekli Çek askerlerini izlemek ilginç geldi.

Saray kompleksi yine birbirinden güzel binalarla, kiliselerle dolu. Biz sarayın içini gezmedik ancak gezenler oldukça mutlu.

Sonra da Saint Vitus katedraline girdik. Bu katedrali ilk kez bir Indiana Jones video oyununda görmüştüm. Şehre hakim bir tepede, bütün Prag'dan görülebilen çok büyük bir yapı. Bir Katolik katedraline göre de fazlasıyla renkli, fazlasıyla aydınlık.

Sizlere habire kilise, katedral anlatıyorum, eğer Çek'lerin çok dindar olduğu gibi bir izlenim aldıysanız bu pek doğru olmayacaktır. İşin aslı Çek Cumhuriyeti, Avrupanın en yüksek, dünyanın da üçüncü en yüksek ateist nüfus oranına sahip ülkesi. Nüfusun yüzde kırkına yakını ateist.

Vitus Katedrali
Birçok kişi bunu Sovyet dönemindeki din yasaklarına bağlar ancak bu kesinlikle doğru bir varsayım olmayacaktır. Sovyet zamanlarında Çekoslavakya ile aynı konumda olan komşu Polonya, o kadar dindardır ki Hristiyanlığın Suudi Arabistanı sayılır. Komünizmin ağababası Rusya, ateist ülkeler sıralamasında ilk altıda bile değildir- hoş, Çin bu listede birinci, Japonya da Çek Cumhuriyeti'nin önünde ikinci durumda.

İşin aslı, Çekler Katolik kilisesine karşı başlatılmış Reform ve arkasından gelen otuz yıl savaşlarında çok önemli roller oynamışlar. Katı Katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğu dönemindeki din baskısı da olaya tuz biber ekince insanlar hafif inançsız bir yaşama evrilmişler.

Saraydan çıkıp, Mala Strana'dan aşağı, tekrar Charles Bridge'e doğru yürüdük. Charles Bridge'in ayaklarının dibinde ise beni hayatımda o güne kadar görmediğim bir manzara bekliyordu. Yüzlerce turistin ortasında genç bir kız kendi başına yürüyordu. Ve bu kızın kaynanasının onu güzel mi diye hamamda görmesine de gerek yoktu, çünkü tamamen anadan üryan bir durumdaydı. Öyle erotik, sanatsal nü falan değil, tripıl eks, yani tüm manzara açıkta, utanmak, saklamak yok. Şaşkınlıktan resim de çekemedim, hoş çekseydim de Facebook paylaşmama izin vermezdi zaten.

Charles Bridge'deki Heykeller
Jelena çok kızar böyle şeylere, ben biraz daha liberalimdir. Yarım saat söylendi, ortalıkta çocuklar var, polis yok mu bu ülkede diye. Ben halimden çok şikayetçi değildim tabi... 😜

Old Town Square'e geri döndük. Meydanın tam ortasında, içlerinde insanlar, dev bir panda ile aynı büyüklükte bir kutup ayısı bulduk. 🐝Mezzy🐝 onlarla bol bol oynadı.

Sonrasında yine astronomik saatin yakınlarında bir restorana gittik, orada doğum günü yemeğimi yedik. Prag'da etler ve daha önce de yazdığım üzere şaraplar bir numara. Tatlı olarak da patenti bana alt, bir kaşık vanilya dondurmasının üstüne bir shot Becherovka döküp yedim. Becherovka, Çek'lerin milli içkisi. Sert bir alkol, içinde de ne oldukları sır kırk farklı baharat var. Tavsiye ederim. Genelde tonikle karıştırıp içiyorlar, buna da Be-Ton diyorlar. Anlamı aynı bizdeki ve aslen Fransızca'daki beton.

Otele giderken yolda bir Latino barı gördük. Orta Amerika'dan, Karayiplerden mükemmel Rasta müzikleri çalıyorlardı. Bir bardak şarapla 'nightcap' yaptık.

Otele gittiğimizde ise odada doğum günü için bıraktıkları dekoratif kuru yemişleri bulduk. Bu otele ilk gelişimizdi ama bağlı olduğu holding, Disneyland'e gittiğimizde kaldığımız otelin ait olduğu holdingle aynıymış, onların kayıtlarından doğum günüm olduğunu öğrenmişler. Teknoloji işte...

Yaşlanmanın üzüntüsünü mükemmel bir Çek şarabıyla bastırıp, uykuya daldık.

Old Town Square
Sabah kalktığımızda hemen Old Town Square’e, önceki gün göremediğimiz Tyn kilisesini görmeğe gittik.

Çok güzel bir kilise tabi, ancak içeride bir bekçisi var. Elimde kamerayı görünce hemen "No photo please!" dedi. Ben "No flash" falan demeye kalktım, dinlemedi bile "No photo please!".

Hatırlayacaksınız, buraya gelme amacım Tycho Brahe'nin mezarını görmekti. O yüzden herkes havaya, vitraylara, fresklere, heykellere falan bakarken ben yerlerde Brahe'nin kitabesini arıyorum.

Bulamayınca yine bizim bekçiye gittim, "Tycho Brahe'nin türbesi nerede?" diye sordum. Altarın yanındaki sütuna gönderdi beni. Bakındım, yine göremedim. Benim elektrik süpürgesi gibi yerlerde süründüğümü görünce dayanamadı, yanıma gelip, eliyle gösterdi. "Bir fotoğraf çeksem..." falan diye sızlanacak oldum, hemen “No photo please!” tabi. Ben de mezarın başında birkaç dakika geçirdim. Resim? Tabi ki çekmedim...

Tyn Kilisesi
Old Town Square'den bir kaç kilometre ötede Prag'ın Yahudi mahallesi var. Çek Yahudileri İkinci Dünya Savaşındaki trajediden elbette paylarını almışlar, ancak Polonya’nın aksine bu mahalledeki sinagoglar ve evler yakılıp, yıkılmadan günümüze ulaşabilmişler.

Bu mahallede Kafka'nın doğduğu evi ve Avrupa'daki en eski sinagogu görebilirsiniz.

Prag'daki son durağımız Wenceslas Square oldu. İsmi meydan olsa da aslında uzun, geniş bir cadde. Prag hakkında izlediğim bir belgeselde bir Praglı bu meydanda "Anneannem burada Nazileri, annem de Rus tanklarını yürürken gördü. Ben ise bu meydanda Mor Devrim’i (Sovyetlerin Çek Cumhuriyetinden ayrılması) yaşadım." diyordu.

Wenceslas Square Bana çok başka şeyleri hatırlatır. Bir iş toplantısı için geldiğim Prag'da, sabah kalktığımda takım elbisemin altına sadece birlikte seyahat ettiğim spor ayakkabılarımın olduğunu farketmiş, bu meydandaki bir Bata mağazasının camına yapışıp, tezgahtarlara n'olur açın diye yalvarmıştım. Elbette açmamışlardı, tam saatini bekleyip, sonra beni içeri almışlar, ben de ilk bulduğum bir çift ayakkabıyı satın alıp, toplantıya yetişmiştim. Ayakkabılar yılan mı, timsah mı, öyle egzotik, yanar-döner bir deriden yapılmışlardı, ve bütün gün onlarla bir p.venk gibi dolaşmıştım...

Prag işte böyle sevgili arkadaşlar. Çok fazla söze gerek yok. Hala görmediyseniz, hemen atlayın uçağa. Görmeden ölmek yazık olur.

Sevgi ile kalın ❤️

23 Ağustos 2019 Cuma

Prag - Otele Doğru

Prag havaalanında, ıvır zıvır ödemeler için yanımızda bir miktar Çek Krona'sı olsun dedik ve bir bankamatik bulduk. Hani aşağı yukarı yirmi dolar falan karşılığı bir miktar. Tam kuru bilmiyorum, hadi bir'e yirmi olsun dedim, kafamda beş yüz Krona gibi bir miktar var.

Jelena kartını makineye soktu, beş yüz Krona yok, olsun, biraz daha fazla alalım, yirmi yerine elli dolar karşılığı olsun dedik, bin iki yüz Krona'yı seçtik. Makine bize altı yüz Frank karşılığı, kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Lan ne altı yüz Frankı? Bir Frank bir Dolar diye düşünün, canımızı alırlar altı yüz Franklık Kronayla sokakta gezersek...

Hemen iptal tuşuna bastık, neyse kart geri geldi. Acaba bin iki yüz diye yanlışlıkla on iki bin'e falan mı bastık dedim. İşlemi bu kez sıfırları ikimiz de ayrı ayrı sayarak bir kez daha yaptık. Yine aynı mesaj. Altı yüz Frank karşılığı...

Bir daha denedik, bu kez altı yüz Krona seçtik, yine altı yüz Frank karşılığı.

Kısacası, bankamatik ruhen biraz yıpranmış.

Başka bir bankamatikten, makul bir çevrimle beş yüz Krona aldık, şehre ulaşmak için otobüs duraklarına doğru yürümeye başladık.

Yanyana iki tane bilet makinesi var. Ben soldakinden bilet alıyorum, başka bir turist sağdaki makineye yaklaşıp, bilet almaya başladı. Gözüm takıldı, gülmemek için dilimi ısırdım.

Adamcağız sağ tarafımda pratik olarak bir bale şovu yapıyordu. Arkamda bir yerde yanlamasına durmuş, elini benim kolumun altından uzatıp, ekrana dokunmaya çalışıyor, kolumun üzerinden de kafasını uzatıp ekrana bakıyordu.

Çünkü makineler eski ankesörlü telefonlar kadar küçüktü ve abartmıyorum, iki makine birbirine o kadar yakındı ki, aralarında beş santim bile yoktu. Kısacası, iki insanın yan yana durup, bu makineleri kullanması olanaklı değildi, hele bunlardan biri benim hacmimdeyse..

Neyse, ben biraz sola çekildim, o da ikinci makineye sağ çaprazdan yaklaştı, ikimiz de birer balet narinliğiyle, kafalarımızı ve kollarımızı senkronize ederek biletlerimizi aldık.

Sonra otobüs geldi, hep beraber bindik. Ön tarafa, şoförün yanına gittim, adama "Şehir merkezi merede?" diye sordum. Anlamadım gibi başını salladı. "Centrum" dedim (yolunuz düşerse aklınızda olsun, Orta Avrupa'da 'Centrum' çok işe yarar). Şoför bana "Next Stop" dedi.

Arkaya, Jelena ile 🐝Mezzy🐝'nin yanına döndüm, Jelena'ya "Next Stop şehir merkeziymiş" dedim. Çek bir kız atladı, "Next Stop değil, Last Stop! Sonra da metroya bineceksiniz." Emin misin falan olduk, kız istasyon isimlerini bile söyledi.

Bir iki durak sonra otobüse haraşo-karoçe bir gurup Rus genç bindi. Hepsi tattoo, piercing falan, üzerlerinde de ilkokul önlüğü gibi birer Metallica t-shirt...

Facebook'ta görmüştüm, Metallica Prag'da çalacaktı, demek konser o günmüş.

Gurubun 'lideri' ön tarafa gidip, şoförle konuşmaya başladı. Şoför cam bir panonun arkasında, sesi pek gelmiyordu ama bizimki bayağı vokal, oturduğum yerden gayet net duyuyorum.

“Ver iz eyırport?”

"..."

"Yes eyırport"

"..."

"Next Stop... Haraşo!"

Bizi kurtaran Çek kız inmiş, şoförün Next Stop'larını nötralize edecek en kıdemli ben kalmıştım.

İngilizce "Bu otobüs havaalanına gitmiyor" dedim. Oğlan da ukala bir tonla "O zaman nereye gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. "Peki havaalanına gitmediğini nereden biliyorsun?" diye sordu, "Çünkü oradan geliyoruz" dedim.

Guruptaki kızlar şöyle bir kıkırdadı ama Rasputin hala pes etmiyor.

"Prag'da başka havaalanı var mı?" diye sordu.

Sinirim tepeme çıktı. De get la demek geçti içimden, sana yardım edende kabahat. İn next stop'ta da, gör annenin cinsel organını...

"Bilmiyorum" dedim, çevirdim başımı.

Aradan bir iki dakika geçti, alpha male utancından kendisi gelmedi, guruptan bir kızı yolladı

"Sör, havaalanına nasıl gideriz?"

"Ablacım" dedim, "Ben de buranın yabancısıyım, bilmiyorum. Ancak mantık diyor ki ilk durakta inip, caddenin karşısına geçer, aksi yöne giden otobüse binerseniz havaalanına gidersiniz. Çünkü şu anda ters yöne gidiyorsunuz..."

Teşekkür etti, geri döndü. Tekrar aralarında istişareye başladılar. Bunlar bir karar verene kadar zaten son durağa gelmiştik, hep beraber indik. Sonra ne yaptılar, bilmiyorum.

Bir metro bizi otelimize götürdü.

Otelimiz bir kaç yüz yıllık, güzelim bir binadaydı - gerçi Prag'da bir kaç yüz yıllık olmayan bir bina yok gibi. Dik bir merdivenden çıkıp, üzerinde zil bulunan bir kapıya ulaştık. Zilin üzerinde 'recepcia' yazıyordu.

Zile bastık, çalan zilin sesini duyduk. Bir kaç saniye sonra hoparlörden bir parazit geldi ve aynı çaldığımız zilin sesini hoparlörden bir kez daha duyduk. Anlamamıştık. Kapıyı bir ileri-geri zorladık, hala kitli.

Zili bir kez daha çaldık. Hoparlör yeniden açıldı ve aynı zil sesini bize geri çaldı. Kapıyı bir kez daha zorladık, nada...

İki Çinli kız geldi, plastik kartlarıyla kapıyı açıp, odalarına doğru yürüdüler. Kapı kapanmadan yakaladım, resepsiyona geçtik. Resepsiyonist kulaklıklarıyla müzik dinliyordu. Bizi karşısında görünce bayağı korktu. Sonra kendini toparladı, kulaklıklarını çıkarıp, "Otelimize hoş geldiniz" dedi.

Jelena hiç öyle mızmız biri değildir. İndiğimizden beri gördüklerine gıkını bile çıkarmamıştı ama artık dayanamadı, "Bugi, ne biçim bir yer burası?" dedi.

Kendi kendime gülümsedim. Gözünü sevdiğimin Çeko'su. 1993'te ilk gördüğümden beri hiç adetini bozmamıştı. Hiç bir şey beklendiği gibi çalışmaz ama sonunda mutlaka hedefinize ulaşırdınız...

Devam edeceğiz...

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Prag - Prelüd

Çalışma hayatım boyunca bir çok kez Prag'a gittim. Bunların hemen hepsi toplantı, sunum, vesaire gibi birkaç günlük kısa ziyaretlerdi, yani bu şehirde çalışıp, yaşamışlığım hiç olmadı. Prag'ı şöyle ağız tadıyla kendi zevkim için gezememiştim desem yeridir.

Kısmet yirmi yıl sonrasına imiş.

Sevgili karım doğum günüm için bu geziyi ayarladı. Hedefin Prag olmasına çok sevinmiştim, çünkü her ikimizin de ayrı ayrı görüp, birlikte gitmediği nadir yerlerden biriydi Prag.

İşin aslı, özellikle bu sonbaharda planladığımız Balkan gezisinden sonra birlikte görmediğimiz çok az ülke ve şehir kalacak.

Bu eksik kalanlar listesinden aklıma ilk gelen ülkeler Macaristan, Polonya, Kazakistan, Romanya, Litvanya ve Slovenya - ha arada bir de Uruguay var. Burada bir köyde yarım gün geçirmişliğim olmuştu.

Toprağı bol olsun, eski patronum bir ara beni bir toplantı için Guatemala’ya gönderiyordu ki, eğer son anda iptal etmeseydik, bu ülke herhalde sonsuza dek benim görüp, sevgili karımla birlikte ziyaret etmeyeceğimiz bir ülke olarak kalacaktı.

Durum böyle işte. Bu vesileyle de sizlere ailemizle ilgili bu hayati bilgiyi aktarmış oldum!

Prag'a dönersek, sizlere hiç fazla lafı gevelemeden söyleyeyim. Prag, bırakın Avrupa'yı, dünyanın en güzel kentlerinden biridir. Paris, Londra ve Roma'dan sonra Avrupa'nın en çok turist çeken dördüncü kentidir. Bana sorarsanız, eğer bu yeni 'wannabe' Avrupalı ülkelerin soğuk savaş zamanlarından kalma hevesleri olmasaydı, Roma'yı da, Londra'yı da geçip, Paris'le kapışırdı.

Tarihi binaları, kiliseleri, yemekleri, biraları, şarapları bir kenara, Prag sözcüğün tam anlamıyla bir kültür ve sanat merkezidir sevgili arkadaşlar. Adım başı bir müze, bir klasik müzik konseri, bir bale, bir sokak gösterisi, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, hayli enternasyonel bar ve restoranları, ve elbette söylemesi bile gereksiz, fazlasıyla renkli bir gece hayatı ile tadından yenmez bu kent.

Önem sırasına bakmadan, Prag'ı anlatmaya birası ile başlayalım.

Çek Cumhuriyeti dünyada kelle başına en çok biranın tüketildiği ülkedir sevgili arkadaşlar. Hattızatında biraları da güzeldir. Örneğin çoğumuzun Amarikalı zannettiği Budweiser, öz be öz Çek birasıdır. Bildiğim kadarıyla özellikle Avrupa'da bir çok ülkede marka haklarını kazandılar. Amerikalılar biralarını bu pazarlarda "Bud" markasıyla satmak zorunda kalıyorlar.

Çeklerin bira kültürüne en büyük katkısı ise Pilsner türü birayı bulmalarıdır.

Pilsen, Çek Cumhuriyetinde, tarihte de Avusturya-Macaristan imparatorluğunun sınırlarının içinde, bu günkü adı Plzen olan bir kent. Bira işinden hiç anlamam, dilimin döndüğü kadarıyla, Pilsner birası, lager denilen, biranın mayalandıktan sonra düşük sıcaklıklarda işlendiği türün açık renkli hali. İlk Pilsner bira da Pilsner Urquell ismiyle bu kentte üretilmiş.

Yeri gelmişken çok iddalı biracıların hemen tümünden Efes Pilsen'in çok kaliteli bir Pilsner olduğunu duydum, kayıtlarımıza geçmiş olalım.

Prag'da elbette Pilsner Urquell içmek mümkün, ancak bunun için Prag'a gitmeye gerek yok. Örneğin İsviçre’de her yerde bulunabiliyor. İlgimi çekmediği için dikkat de etmedim ama en azımdan Avrupa'da bu biraya erişmenin kolay olduğunu düşünebiliriz.

Prag'da ise kendi biralarını üreten bir çok bar ve bira bahçesi var. Eskilerde bu brewery'lere birkaç kez gitmiştim. Biranın tadını bana sormayın, ancak diğer içenler deli olmuşlardı. Ben çok sevmesem de ev yapımı birayı, bir biracıda, bira dekorasyonu ile içmek eğlenceli gelmişti.

Yolunuz düşerse Krakow’da da benzeri ev yapımı biraların satıldığı brewery'ler var. Bir gün ofiste çalışıp, akşamımda arkadaşlarla bunlardan birine gitmiştik. Ben çok hevesli değildim, gelin şarap içelim falan dedim, onlar da sadece bir bardak bira, sonra şarapçılara gideriz demişlerdi. Gittiğimizde gerçekten de bir bardak bira söylediler. Ancak gelen bardak her halde beş litre falan hacmindeydi. Tek elimle kaldıramamıştım! İnadına bütün gece içip, bitirmiştim tabi, ama otele dönerken arkadaşlardan destek almak zorumda kalmıştım...

Çek şarapları ise bir içim su!

Gerçek bir şarap kültürüne sahipler ve ucuz house wine'ları dahil, hemen bütün şarapları mükemmeldir. Tahmininiz üzere Prag ziyaretlerim boyunca bu güzelim şarapları elden geldiğince çok deneyip, tadlarını çıkardım.

Şarap konusunu kapatmadan söylemiş olayım, Çeklerin imparatorluk kankaları Macarların şarapları da birinci sınıftır sevgili arkadaşlar. Her ikisini de şiddetle tavsiye ederim. Bu yazıyı çok dağıtmayalım, başka bir fırsatta sizlere Budapeşte anılarımı ve Egri Bikaver şaraplarını da anlatırım.

Tanıyanlarınız teyid edeceklerdir, öyle çok müze gezmeyi seven biri sayılmam. Bu gidişimizde de bir müze gezmedik. Ancak eski ziyaretlerime dayanarak yüzlerce resim, heykel gibilerine ek olarak Prag'da başka çok ilginç müzeler olduğunu söyleyebilirim. Bir bunalım anında örneğin, bir işkence yöntem ve aletleri müzesini gezmiştim. Çarklar, iron maiden'lar, mengeneler, ve burada anlatıp içinizi kaldırmamak için detaylarına girmediğim yüzlerce başka işkence aleti.

Alın size başka bir müze. Sadece tabelasını gördüm, KESİNLİKLE GİRİP GEZMEDİM. Seks Müzesi! 😜

Bunların dışında yürürken gördüğüm Komünizm, Yahudi, Lego, Çek Biraları hatta bir Apple (bilgisayar) müzesi bile var.

Klasik müzik seviyorsanız Prag tam size göre bir yer sayılır. Her iki kenti de görmüş biri olarak söylüyorum, bence bu işlerin en iddalısı Viyana'yı bile sollar geçer. Kilise ve katedrallerde bile düzenli klasik müzik konseri veriyorlar. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım Prag'da bir kaç sene geçirmişti. Klasik müziğe doyup, döndü.

Bu kültürel birikim, Prag'ın zengin tarihiyle yakından ilgili. Çok başınızı ağrıtmadan kısaca geçeyim, Prag tarihteki hani şu kristalleriyle ünlü Bohemia ülkesinin başkenti. Bohemia Moravia ve Silesia ile birleşip, yola bir dükalık olarak çıkmış, sonra da bir krallık olmuş, Kutsal Roma İmparatorluğuna katılmış. Bu Kutsal Roma İmparatorluğu, bildiğimiz Sezar'lı, Brütüs'lü Roma İmparatorluğu değil, o eski Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra onun mirasına konmayı hedefleyen bir Avrupa oluşumu. Neyse, Prag bu imparatorluğa imparator bile çıkarmış.

Bohemia krallığı daha sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçası olmuş.

Bohemia Kralları bilime sanata çok önem vermişler, böylece Prag'da doğan ya da buraya gelip yerleşen sanatçı ve bilim insanları kentin kültürel ve bilimsel kişiliğini oluşturmuşlar.

Prag'da doğmuş, ya da burada yaşamış çok miktarda sanatçı var, ancak Prag denince akla gelen ilk isim Franz Kafka'dır.

Kafka, Prag'da doğmuş bir Yahudi, ancak ana dil olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dolayısıyla Almanca konuşuyordu. Bildiğiniz üzere Çekler Slavdır ve Çekçe de Slavik bir dildir. Rivayete göre Kafka Almancayı bir Çek aksanı ile konuşurmuş, ancak kendisini hiç bir zaman iyi seviyede Çekce konuşan biri olarak görmemiş. Kafka'nın yazılarında kullandığı dil çok kompleks, çok ağır bir Almancaymış - ben bilmediğim için değerlendiremiyorum, bazen Almanca'nın inceliklerini kullanarak bir sayfa uzunluğunda cümleler kurabiliyormuş. Almancayı aksanla konuşan biri için azımsanamayacak bir dil hakimiyeti, değil mi?

Kafka'nın çok ilginç bir hayat hikayesi var sevgili arkadaşlar. Eserlerini okumasanız bile biyografisine bir göz atın derim. Hiç evlenmemiş, hayatını hep kerhanelerde geçirmiş. Öyle çok libido bir adam da değilmiş, hatta beceremeyebilirim diye korku içinde yaşarmış.

Yazdıklarının hayrını yaşarken görmemiş. Zaten başladığı hiç bir romanını da bitirememiş, yazdıkların büyük bir bölümünü de yakmış. Geri kalan müsveddeleri Max Brod isimli bir arkadaşına öldükten sonra yakılması şartıyla vermiş. Neyse ki Brod bu isteğe uymamış ve insanlık bu dahi sanatçının eserlerini okuyabilmiş. Kafka yazdıklarının başka bir bölümünü de o zamanki kız arkadaşına yine öldüğünde yakılması şartıyla bırakmış. Kız da Brod gibi bu isteğe uymamış, ancak bu müsveddeler ilerleyen günlerde Gestapo'nun eline düşmüş, bir daha da bunları kimse görmemiş. Wikipedia'ya göre akademisyenler hala bunları bulacaklarını umuyorlarmış, nasıl yapacaklar en azından ben anlamış değilim.

Kafka her büyük sanatçı gibi bir dahi, her dahi gibi de biraz kafayı sıyırmış biriymiş. Ben bu insanların hayat hikayelerini tutkuyla okur, okudukça da biraz daha insan olduğumu hissederim. Kafka'nın eserlerini özelliklerde doksanlarda merak salıp, okumuştum. Tarzı bana biraz fazla ağdalı gelmişti - ben daha basitlik yanlısıyım. Ama unutmayalım, benim okuduklarım İngilizce çevrilerdi. İngilizcede, Almanca gibi bir sayfalık cümleler kuramazsınız. Bu da çevirmenin sırtına bir yorumlama yükü bindirir. Belki de benim ağdalı, karmaşık bulduğum tarz çevirmenin çaresizliğiydi. Bilinmez. Ancak önemli olan Kafka gibi insanların yaşamış ve yazmış olmaları, benim beğenmem değil. Kafka hiç kuşkusuz yirminci yüzyılın edebiyatına can vermiş bir sanatçıdır.

Sanattan bilme geçelim ve Prag'ın ev sahipliği yaptığı başka bir tarihi kişilikten söz edelim.

Tycho Brahe Danimarkalı bir bilim adamıydı. Bir astronomdu, ne yazık ki bir teleskopu yoktu çünkü onun yaşamımda henüz teleskop icad edilmemişti. Teleskopsuz bir astronom, stetoskopsuz bir doktora benzer. Zordur işi. Buna rağmen Brahe çıplak gözle teleskoplu astronomları kıskandıracak kadar hassas gözlemler yapmıştı. Bunlar arasında galaksimizde çıplak gözle görülebilen son süpernova da vardı.

Brahe zamanın Danimarka kralıyla, rivayete göre bir hatun mevzusundan dolayı kavga etmiş, Bohemia Kralı'nın davetiyle de Prag"a yerleşmişti. Brahe içmeyi de severmiş. Bir akşam, biraz da şaraptan sonra bir arkadaşıyla sen mi daha iyi matematikçisin, ben mi diye düelloya tutuşmuş. Rakibinin bir kılıç darbesi burnunun üst tarafını alıp, götürmüş. Brahe de kopan bu parçanın yerine metal bir plaka takmış.

Brahe'nin gözlemleri hassas olsa da bundan çıkardığı sonuçlar pek doğru değildi. Ay'ın Dünya'nın etrafında, gezegenlerin de Güneş'in etrafında döndüğünü doğru olarak saptamış, ancak dünyayı merkeze oturtup, güneşi dünyanın çevresinde döndürmüştü.

Neyse ki yanında yine dünyanın kaderini değiştirecek başka bir dahi vardı, asistanı Johannes Kepler. Prag'ın ev sahipliği yaptığı bu bilim insanı, ustası Brahe hasta yatağımda ölürken ona Güneş'in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylese de, o güneşin merkezde olduğundan emindi. Ustasının ölçümlerini kullanarak Güneş sisteminin mekaniğini doğru olarak hesapladı.

Tycho Brahe’nin mezarı tarih boyunca iki kez açıldı.

Bunun ilk nedeni Brahe'nin burnuna taktığı metal tabakanın altın mı, gümüş mü olduğunu anlamaktı. Ne var ki bu plaka ucuz pirinçten çıktı.

Mezarın açılmasının ikinci nedeni ise Brahe'nin hangi hastalıktan hayatını kaybettiğini bulmaktı. Bir çok kişi Brahe'yi, ölçümlerine ulaşabilmek için Kepler’in zehirlediğine inanıyordu. Ne var ki Brahe’nin idrar kesesinin patlamasından dolayı öldüğü anlaşıldı.

Prag'la ilişkilendirdiğim ve size bahsetmek istediğim son tarihi kişilik Aleksander Dubcek.

Dubcek'in öyküsü biraz netamelidir. Hızlı Çav Bella solcular, onu Sovyetlere baş kaldırdı diye sevmezler, Amarikan ajanı falan derler. Kendimi namuslu bir solcu olarak konumlandırdığımdan, ben Dubcek'in emperyal Sovyetlere karşı direnişini gerçek bir sol hareket olarak görürüm. Dubcek, Slovak'tı ve Çekoslavakya Komünist Parti’nin genel sekreteriydi. Aslında sadece halkı içn biraz daha fazla refah, biraz daha fazla serbestlik istiyordu.

Bunu da becerdi. Bazı ekonomik yetkileri yerel yönetimlere devretti. Düşünce ve ifade özgürlüklerini artırdı, seyahat kısıtlamalarını azalttı. Çek ve Slovak ulusları ayırıp bir federasyon oluşturdu.

Sen misin bu işlere kalkan... İki yüz bin Sovyet bloğu askeri ve binlerce tank Prag'a girdi. Bu işgale Prag Baharı ismi verildi - kıssadan hisse, isminin içinde "bahar" geçen her harekattan korkun. Mücadele sekiz ay sürdü ve sonuçta Dubcek'in bütün reformları geri çevrildi. Sadece çek ve Slovak devletleri kaldı. Dubcek sıradan bir memur görevine atandı, yerine bir kukla kondu.

Bir ulusun umutları ve özgürlükleri zorbaca bastırıldı.

Prag Baharı'na bir çok kişi aşırı romantik ve iyimser anlamlar yüklerler. Bana sorarsanız Prag Baharı'nın Mor Devrim ve Sovyetlerin çöküşüne bir etkisi hiç olmadı. İnsanlara moral, umut ya da mücadele gücü falan da vermedi. Olsa olsa bu mücadele için bol bol şarkı ve piyes yazılmasına neden olmuştur. İşin gerçeği, Prag Baharı 1968'de gerçekleşti. Sovyetler ise Çekoslovakya'yı 1991'de terk etti.

Dubcek Mor Devrim'i ve Sovyetlerin Çekoslovakya'yı terk etmelerini görecek kadar yaşadı.

Devam edeceğiz...

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Saint-Nicolas-de-Bourgueil

Sevgili arkadaşlar, bu hafta sonu sevgili karımla kendimize bir şişe Saint-Nicolas-de-Bourgueil şarabı açtık. İsmi Bordo ya da Burgonya şarapları kadar yaygın olarak duyulmasa da, Saint-Nicolas-de-Bourgueil, şarap komünitesi tarafından güzel Fransız şarapları arasında değerlendirilir.

Saint-Nicolas-de-Bourgueil, ve yakın akrabası Bourgueil şaraplarının orijinleri Fransanın içlerindeki Loire nehrinin kıyılarıdır. Tamamen ya da çok yüksek bir oranda Cabernet Franc ya da bu bölgedeki ismiyle Breton isimli üzümden yapılırlar.

Cabernet Franc'ı meraklılarınız Bordo şaraplarından hatırlayacaktır. Bordo şaraplarının harmanı aslen Cabernet Sauvignon ve [Cabernet] Merlot üzümlerinden oluşur. Cabernet Sauvignon koyu, sert tatlı, Merlot ise meyve tatlı, kuvvetli aromalı, orta açıklıkta bir üzümdür.

Üzüm, tarımsal bir üründür ve her yılın hasadı tad ve aroma bakımından bir önceki yıla göre farklıdır. Bordo'daki şarap üreticileri eğer o senenin Cabernet Sauvignon'u kuvvetliyse, harmandaki yüzdesini düşürüp, üstünü Cabernet Franc ile tamamlar, çünkü Cabernet Franc Bordo harmanına nötüraldir. Eğer azalan Cabernet Sauvignon'u Merlot oranını artırarak tamamlasaydı, şarap bu kez olması gerektiğinden daha fazla aromatik ve meyve tatlı olacaktı. Cabernet Franc ile harmanı tamamlama yöntemi o yılın hasadında zayıf ya da kuvvetli gelen Merlot için de geçerlidir.

Bu söylediklerimden Cabernet Franc'ın tatsız tuzsuz bir üzüm olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz ama bu doğru olmayacaktır. Cabernet Franc sadece Bordo harmanına nötüraldir. Eğer hiç tadı olmasaydı örneğin kuvvetli Cabernet Sauvignon yerine eklendiğinde Merlot dahil tüm harmanın tadını, kokusunu azaltıyor olacaktı. İşin aslı Cabernet Franc hayli kuvvetli bir tadı olan, meyveli bir üzüm türüdür. Bu da Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi hayli içilebilir, ilginç bir şarap yapar.

Bugün açtığımız Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi bir arkadaşınız getirmişti. Şişemiz biraz gençti ancak özellikle bir saat kadar karaflandıktan sonra mükemmel içilebilir hale geldi.

Kendi adıma konuşuyorum, Saint-Nicolas-de-Bourgueil benim tipim değil, ancak değişiklik olarak hiç de fena gitmedi. Başka bir değişle bir gece için hoşlaşabiliriz ama aramızda ciddi bir ilişki olması mümkün değil 😛

Hafta sonunuz güzel olsun 😍❤️🍷

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...