21 Ağustos 2019 Çarşamba

Prag - Prelüd

Çalışma hayatım boyunca bir çok kez Prag'a gittim. Bunların hemen hepsi toplantı, sunum, vesaire gibi birkaç günlük kısa ziyaretlerdi, yani bu şehirde çalışıp, yaşamışlığım hiç olmadı. Prag'ı şöyle ağız tadıyla kendi zevkim için gezememiştim desem yeridir.

Kısmet yirmi yıl sonrasına imiş.

Sevgili karım doğum günüm için bu geziyi ayarladı. Hedefin Prag olmasına çok sevinmiştim, çünkü her ikimizin de ayrı ayrı görüp, birlikte gitmediği nadir yerlerden biriydi Prag.

İşin aslı, özellikle bu sonbaharda planladığımız Balkan gezisinden sonra birlikte görmediğimiz çok az ülke ve şehir kalacak.

Bu eksik kalanlar listesinden aklıma ilk gelen ülkeler Macaristan, Polonya, Kazakistan, Romanya, Litvanya ve Slovenya - ha arada bir de Uruguay var. Burada bir köyde yarım gün geçirmişliğim olmuştu.

Toprağı bol olsun, eski patronum bir ara beni bir toplantı için Guatemala’ya gönderiyordu ki, eğer son anda iptal etmeseydik, bu ülke herhalde sonsuza dek benim görüp, sevgili karımla birlikte ziyaret etmeyeceğimiz bir ülke olarak kalacaktı.

Durum böyle işte. Bu vesileyle de sizlere ailemizle ilgili bu hayati bilgiyi aktarmış oldum!

Prag'a dönersek, sizlere hiç fazla lafı gevelemeden söyleyeyim. Prag, bırakın Avrupa'yı, dünyanın en güzel kentlerinden biridir. Paris, Londra ve Roma'dan sonra Avrupa'nın en çok turist çeken dördüncü kentidir. Bana sorarsanız, eğer bu yeni 'wannabe' Avrupalı ülkelerin soğuk savaş zamanlarından kalma hevesleri olmasaydı, Roma'yı da, Londra'yı da geçip, Paris'le kapışırdı.

Tarihi binaları, kiliseleri, yemekleri, biraları, şarapları bir kenara, Prag sözcüğün tam anlamıyla bir kültür ve sanat merkezidir sevgili arkadaşlar. Adım başı bir müze, bir klasik müzik konseri, bir bale, bir sokak gösterisi, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, hayli enternasyonel bar ve restoranları, ve elbette söylemesi bile gereksiz, fazlasıyla renkli bir gece hayatı ile tadından yenmez bu kent.

Önem sırasına bakmadan, Prag'ı anlatmaya birası ile başlayalım.

Çek Cumhuriyeti dünyada kelle başına en çok biranın tüketildiği ülkedir sevgili arkadaşlar. Hattızatında biraları da güzeldir. Örneğin çoğumuzun Amarikalı zannettiği Budweiser, öz be öz Çek birasıdır. Bildiğim kadarıyla özellikle Avrupa'da bir çok ülkede marka haklarını kazandılar. Amerikalılar biralarını bu pazarlarda "Bud" markasıyla satmak zorunda kalıyorlar.

Çeklerin bira kültürüne en büyük katkısı ise Pilsner türü birayı bulmalarıdır.

Pilsen, Çek Cumhuriyetinde, tarihte de Avusturya-Macaristan imparatorluğunun sınırlarının içinde, bu günkü adı Plzen olan bir kent. Bira işinden hiç anlamam, dilimin döndüğü kadarıyla, Pilsner birası, lager denilen, biranın mayalandıktan sonra düşük sıcaklıklarda işlendiği türün açık renkli hali. İlk Pilsner bira da Pilsner Urquell ismiyle bu kentte üretilmiş.

Yeri gelmişken çok iddalı biracıların hemen tümünden Efes Pilsen'in çok kaliteli bir Pilsner olduğunu duydum, kayıtlarımıza geçmiş olalım.

Prag'da elbette Pilsner Urquell içmek mümkün, ancak bunun için Prag'a gitmeye gerek yok. Örneğin İsviçre’de her yerde bulunabiliyor. İlgimi çekmediği için dikkat de etmedim ama en azımdan Avrupa'da bu biraya erişmenin kolay olduğunu düşünebiliriz.

Prag'da ise kendi biralarını üreten bir çok bar ve bira bahçesi var. Eskilerde bu brewery'lere birkaç kez gitmiştim. Biranın tadını bana sormayın, ancak diğer içenler deli olmuşlardı. Ben çok sevmesem de ev yapımı birayı, bir biracıda, bira dekorasyonu ile içmek eğlenceli gelmişti.

Yolunuz düşerse Krakow’da da benzeri ev yapımı biraların satıldığı brewery'ler var. Bir gün ofiste çalışıp, akşamımda arkadaşlarla bunlardan birine gitmiştik. Ben çok hevesli değildim, gelin şarap içelim falan dedim, onlar da sadece bir bardak bira, sonra şarapçılara gideriz demişlerdi. Gittiğimizde gerçekten de bir bardak bira söylediler. Ancak gelen bardak her halde beş litre falan hacmindeydi. Tek elimle kaldıramamıştım! İnadına bütün gece içip, bitirmiştim tabi, ama otele dönerken arkadaşlardan destek almak zorumda kalmıştım...

Çek şarapları ise bir içim su!

Gerçek bir şarap kültürüne sahipler ve ucuz house wine'ları dahil, hemen bütün şarapları mükemmeldir. Tahmininiz üzere Prag ziyaretlerim boyunca bu güzelim şarapları elden geldiğince çok deneyip, tadlarını çıkardım.

Şarap konusunu kapatmadan söylemiş olayım, Çeklerin imparatorluk kankaları Macarların şarapları da birinci sınıftır sevgili arkadaşlar. Her ikisini de şiddetle tavsiye ederim. Bu yazıyı çok dağıtmayalım, başka bir fırsatta sizlere Budapeşte anılarımı ve Egri Bikaver şaraplarını da anlatırım.

Tanıyanlarınız teyid edeceklerdir, öyle çok müze gezmeyi seven biri sayılmam. Bu gidişimizde de bir müze gezmedik. Ancak eski ziyaretlerime dayanarak yüzlerce resim, heykel gibilerine ek olarak Prag'da başka çok ilginç müzeler olduğunu söyleyebilirim. Bir bunalım anında örneğin, bir işkence yöntem ve aletleri müzesini gezmiştim. Çarklar, iron maiden'lar, mengeneler, ve burada anlatıp içinizi kaldırmamak için detaylarına girmediğim yüzlerce başka işkence aleti.

Alın size başka bir müze. Sadece tabelasını gördüm, KESİNLİKLE GİRİP GEZMEDİM. Seks Müzesi! 😜

Bunların dışında yürürken gördüğüm Komünizm, Yahudi, Lego, Çek Biraları hatta bir Apple (bilgisayar) müzesi bile var.

Klasik müzik seviyorsanız Prag tam size göre bir yer sayılır. Her iki kenti de görmüş biri olarak söylüyorum, bence bu işlerin en iddalısı Viyana'yı bile sollar geçer. Kilise ve katedrallerde bile düzenli klasik müzik konseri veriyorlar. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım Prag'da bir kaç sene geçirmişti. Klasik müziğe doyup, döndü.

Bu kültürel birikim, Prag'ın zengin tarihiyle yakından ilgili. Çok başınızı ağrıtmadan kısaca geçeyim, Prag tarihteki hani şu kristalleriyle ünlü Bohemia ülkesinin başkenti. Bohemia Moravia ve Silesia ile birleşip, yola bir dükalık olarak çıkmış, sonra da bir krallık olmuş, Kutsal Roma İmparatorluğuna katılmış. Bu Kutsal Roma İmparatorluğu, bildiğimiz Sezar'lı, Brütüs'lü Roma İmparatorluğu değil, o eski Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra onun mirasına konmayı hedefleyen bir Avrupa oluşumu. Neyse, Prag bu imparatorluğa imparator bile çıkarmış.

Bohemia krallığı daha sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçası olmuş.

Bohemia Kralları bilime sanata çok önem vermişler, böylece Prag'da doğan ya da buraya gelip yerleşen sanatçı ve bilim insanları kentin kültürel ve bilimsel kişiliğini oluşturmuşlar.

Prag'da doğmuş, ya da burada yaşamış çok miktarda sanatçı var, ancak Prag denince akla gelen ilk isim Franz Kafka'dır.

Kafka, Prag'da doğmuş bir Yahudi, ancak ana dil olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dolayısıyla Almanca konuşuyordu. Bildiğiniz üzere Çekler Slavdır ve Çekçe de Slavik bir dildir. Rivayete göre Kafka Almancayı bir Çek aksanı ile konuşurmuş, ancak kendisini hiç bir zaman iyi seviyede Çekce konuşan biri olarak görmemiş. Kafka'nın yazılarında kullandığı dil çok kompleks, çok ağır bir Almancaymış - ben bilmediğim için değerlendiremiyorum, bazen Almanca'nın inceliklerini kullanarak bir sayfa uzunluğunda cümleler kurabiliyormuş. Almancayı aksanla konuşan biri için azımsanamayacak bir dil hakimiyeti, değil mi?

Kafka'nın çok ilginç bir hayat hikayesi var sevgili arkadaşlar. Eserlerini okumasanız bile biyografisine bir göz atın derim. Hiç evlenmemiş, hayatını hep kerhanelerde geçirmiş. Öyle çok libido bir adam da değilmiş, hatta beceremeyebilirim diye korku içinde yaşarmış.

Yazdıklarının hayrını yaşarken görmemiş. Zaten başladığı hiç bir romanını da bitirememiş, yazdıkların büyük bir bölümünü de yakmış. Geri kalan müsveddeleri Max Brod isimli bir arkadaşına öldükten sonra yakılması şartıyla vermiş. Neyse ki Brod bu isteğe uymamış ve insanlık bu dahi sanatçının eserlerini okuyabilmiş. Kafka yazdıklarının başka bir bölümünü de o zamanki kız arkadaşına yine öldüğünde yakılması şartıyla bırakmış. Kız da Brod gibi bu isteğe uymamış, ancak bu müsveddeler ilerleyen günlerde Gestapo'nun eline düşmüş, bir daha da bunları kimse görmemiş. Wikipedia'ya göre akademisyenler hala bunları bulacaklarını umuyorlarmış, nasıl yapacaklar en azından ben anlamış değilim.

Kafka her büyük sanatçı gibi bir dahi, her dahi gibi de biraz kafayı sıyırmış biriymiş. Ben bu insanların hayat hikayelerini tutkuyla okur, okudukça da biraz daha insan olduğumu hissederim. Kafka'nın eserlerini özelliklerde doksanlarda merak salıp, okumuştum. Tarzı bana biraz fazla ağdalı gelmişti - ben daha basitlik yanlısıyım. Ama unutmayalım, benim okuduklarım İngilizce çevrilerdi. İngilizcede, Almanca gibi bir sayfalık cümleler kuramazsınız. Bu da çevirmenin sırtına bir yorumlama yükü bindirir. Belki de benim ağdalı, karmaşık bulduğum tarz çevirmenin çaresizliğiydi. Bilinmez. Ancak önemli olan Kafka gibi insanların yaşamış ve yazmış olmaları, benim beğenmem değil. Kafka hiç kuşkusuz yirminci yüzyılın edebiyatına can vermiş bir sanatçıdır.

Sanattan bilme geçelim ve Prag'ın ev sahipliği yaptığı başka bir tarihi kişilikten söz edelim.

Tycho Brahe Danimarkalı bir bilim adamıydı. Bir astronomdu, ne yazık ki bir teleskopu yoktu çünkü onun yaşamımda henüz teleskop icad edilmemişti. Teleskopsuz bir astronom, stetoskopsuz bir doktora benzer. Zordur işi. Buna rağmen Brahe çıplak gözle teleskoplu astronomları kıskandıracak kadar hassas gözlemler yapmıştı. Bunlar arasında galaksimizde çıplak gözle görülebilen son süpernova da vardı.

Brahe zamanın Danimarka kralıyla, rivayete göre bir hatun mevzusundan dolayı kavga etmiş, Bohemia Kralı'nın davetiyle de Prag"a yerleşmişti. Brahe içmeyi de severmiş. Bir akşam, biraz da şaraptan sonra bir arkadaşıyla sen mi daha iyi matematikçisin, ben mi diye düelloya tutuşmuş. Rakibinin bir kılıç darbesi burnunun üst tarafını alıp, götürmüş. Brahe de kopan bu parçanın yerine metal bir plaka takmış.

Brahe'nin gözlemleri hassas olsa da bundan çıkardığı sonuçlar pek doğru değildi. Ay'ın Dünya'nın etrafında, gezegenlerin de Güneş'in etrafında döndüğünü doğru olarak saptamış, ancak dünyayı merkeze oturtup, güneşi dünyanın çevresinde döndürmüştü.

Neyse ki yanında yine dünyanın kaderini değiştirecek başka bir dahi vardı, asistanı Johannes Kepler. Prag'ın ev sahipliği yaptığı bu bilim insanı, ustası Brahe hasta yatağımda ölürken ona Güneş'in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylese de, o güneşin merkezde olduğundan emindi. Ustasının ölçümlerini kullanarak Güneş sisteminin mekaniğini doğru olarak hesapladı.

Tycho Brahe’nin mezarı tarih boyunca iki kez açıldı.

Bunun ilk nedeni Brahe'nin burnuna taktığı metal tabakanın altın mı, gümüş mü olduğunu anlamaktı. Ne var ki bu plaka ucuz pirinçten çıktı.

Mezarın açılmasının ikinci nedeni ise Brahe'nin hangi hastalıktan hayatını kaybettiğini bulmaktı. Bir çok kişi Brahe'yi, ölçümlerine ulaşabilmek için Kepler’in zehirlediğine inanıyordu. Ne var ki Brahe’nin idrar kesesinin patlamasından dolayı öldüğü anlaşıldı.

Prag'la ilişkilendirdiğim ve size bahsetmek istediğim son tarihi kişilik Aleksander Dubcek.

Dubcek'in öyküsü biraz netamelidir. Hızlı Çav Bella solcular, onu Sovyetlere baş kaldırdı diye sevmezler, Amarikan ajanı falan derler. Kendimi namuslu bir solcu olarak konumlandırdığımdan, ben Dubcek'in emperyal Sovyetlere karşı direnişini gerçek bir sol hareket olarak görürüm. Dubcek, Slovak'tı ve Çekoslavakya Komünist Parti’nin genel sekreteriydi. Aslında sadece halkı içn biraz daha fazla refah, biraz daha fazla serbestlik istiyordu.

Bunu da becerdi. Bazı ekonomik yetkileri yerel yönetimlere devretti. Düşünce ve ifade özgürlüklerini artırdı, seyahat kısıtlamalarını azalttı. Çek ve Slovak ulusları ayırıp bir federasyon oluşturdu.

Sen misin bu işlere kalkan... İki yüz bin Sovyet bloğu askeri ve binlerce tank Prag'a girdi. Bu işgale Prag Baharı ismi verildi - kıssadan hisse, isminin içinde "bahar" geçen her harekattan korkun. Mücadele sekiz ay sürdü ve sonuçta Dubcek'in bütün reformları geri çevrildi. Sadece çek ve Slovak devletleri kaldı. Dubcek sıradan bir memur görevine atandı, yerine bir kukla kondu.

Bir ulusun umutları ve özgürlükleri zorbaca bastırıldı.

Prag Baharı'na bir çok kişi aşırı romantik ve iyimser anlamlar yüklerler. Bana sorarsanız Prag Baharı'nın Mor Devrim ve Sovyetlerin çöküşüne bir etkisi hiç olmadı. İnsanlara moral, umut ya da mücadele gücü falan da vermedi. Olsa olsa bu mücadele için bol bol şarkı ve piyes yazılmasına neden olmuştur. İşin gerçeği, Prag Baharı 1968'de gerçekleşti. Sovyetler ise Çekoslovakya'yı 1991'de terk etti.

Dubcek Mor Devrim'i ve Sovyetlerin Çekoslovakya'yı terk etmelerini görecek kadar yaşadı.

Devam edeceğiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...