23 Ağustos 2019 Cuma

Prag - Otele Doğru

Prag havaalanında, ıvır zıvır ödemeler için yanımızda bir miktar Çek Krona'sı olsun dedik ve bir bankamatik bulduk. Hani aşağı yukarı yirmi dolar falan karşılığı bir miktar. Tam kuru bilmiyorum, hadi bir'e yirmi olsun dedim, kafamda beş yüz Krona gibi bir miktar var.

Jelena kartını makineye soktu, beş yüz Krona yok, olsun, biraz daha fazla alalım, yirmi yerine elli dolar karşılığı olsun dedik, bin iki yüz Krona'yı seçtik. Makine bize altı yüz Frank karşılığı, kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Lan ne altı yüz Frankı? Bir Frank bir Dolar diye düşünün, canımızı alırlar altı yüz Franklık Kronayla sokakta gezersek...

Hemen iptal tuşuna bastık, neyse kart geri geldi. Acaba bin iki yüz diye yanlışlıkla on iki bin'e falan mı bastık dedim. İşlemi bu kez sıfırları ikimiz de ayrı ayrı sayarak bir kez daha yaptık. Yine aynı mesaj. Altı yüz Frank karşılığı...

Bir daha denedik, bu kez altı yüz Krona seçtik, yine altı yüz Frank karşılığı.

Kısacası, bankamatik ruhen biraz yıpranmış.

Başka bir bankamatikten, makul bir çevrimle beş yüz Krona aldık, şehre ulaşmak için otobüs duraklarına doğru yürümeye başladık.

Yanyana iki tane bilet makinesi var. Ben soldakinden bilet alıyorum, başka bir turist sağdaki makineye yaklaşıp, bilet almaya başladı. Gözüm takıldı, gülmemek için dilimi ısırdım.

Adamcağız sağ tarafımda pratik olarak bir bale şovu yapıyordu. Arkamda bir yerde yanlamasına durmuş, elini benim kolumun altından uzatıp, ekrana dokunmaya çalışıyor, kolumun üzerinden de kafasını uzatıp ekrana bakıyordu.

Çünkü makineler eski ankesörlü telefonlar kadar küçüktü ve abartmıyorum, iki makine birbirine o kadar yakındı ki, aralarında beş santim bile yoktu. Kısacası, iki insanın yan yana durup, bu makineleri kullanması olanaklı değildi, hele bunlardan biri benim hacmimdeyse..

Neyse, ben biraz sola çekildim, o da ikinci makineye sağ çaprazdan yaklaştı, ikimiz de birer balet narinliğiyle, kafalarımızı ve kollarımızı senkronize ederek biletlerimizi aldık.

Sonra otobüs geldi, hep beraber bindik. Ön tarafa, şoförün yanına gittim, adama "Şehir merkezi merede?" diye sordum. Anlamadım gibi başını salladı. "Centrum" dedim (yolunuz düşerse aklınızda olsun, Orta Avrupa'da 'Centrum' çok işe yarar). Şoför bana "Next Stop" dedi.

Arkaya, Jelena ile 🐝Mezzy🐝'nin yanına döndüm, Jelena'ya "Next Stop şehir merkeziymiş" dedim. Çek bir kız atladı, "Next Stop değil, Last Stop! Sonra da metroya bineceksiniz." Emin misin falan olduk, kız istasyon isimlerini bile söyledi.

Bir iki durak sonra otobüse haraşo-karoçe bir gurup Rus genç bindi. Hepsi tattoo, piercing falan, üzerlerinde de ilkokul önlüğü gibi birer Metallica t-shirt...

Facebook'ta görmüştüm, Metallica Prag'da çalacaktı, demek konser o günmüş.

Gurubun 'lideri' ön tarafa gidip, şoförle konuşmaya başladı. Şoför cam bir panonun arkasında, sesi pek gelmiyordu ama bizimki bayağı vokal, oturduğum yerden gayet net duyuyorum.

“Ver iz eyırport?”

"..."

"Yes eyırport"

"..."

"Next Stop... Haraşo!"

Bizi kurtaran Çek kız inmiş, şoförün Next Stop'larını nötralize edecek en kıdemli ben kalmıştım.

İngilizce "Bu otobüs havaalanına gitmiyor" dedim. Oğlan da ukala bir tonla "O zaman nereye gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. "Peki havaalanına gitmediğini nereden biliyorsun?" diye sordu, "Çünkü oradan geliyoruz" dedim.

Guruptaki kızlar şöyle bir kıkırdadı ama Rasputin hala pes etmiyor.

"Prag'da başka havaalanı var mı?" diye sordu.

Sinirim tepeme çıktı. De get la demek geçti içimden, sana yardım edende kabahat. İn next stop'ta da, gör annenin cinsel organını...

"Bilmiyorum" dedim, çevirdim başımı.

Aradan bir iki dakika geçti, alpha male utancından kendisi gelmedi, guruptan bir kızı yolladı

"Sör, havaalanına nasıl gideriz?"

"Ablacım" dedim, "Ben de buranın yabancısıyım, bilmiyorum. Ancak mantık diyor ki ilk durakta inip, caddenin karşısına geçer, aksi yöne giden otobüse binerseniz havaalanına gidersiniz. Çünkü şu anda ters yöne gidiyorsunuz..."

Teşekkür etti, geri döndü. Tekrar aralarında istişareye başladılar. Bunlar bir karar verene kadar zaten son durağa gelmiştik, hep beraber indik. Sonra ne yaptılar, bilmiyorum.

Bir metro bizi otelimize götürdü.

Otelimiz bir kaç yüz yıllık, güzelim bir binadaydı - gerçi Prag'da bir kaç yüz yıllık olmayan bir bina yok gibi. Dik bir merdivenden çıkıp, üzerinde zil bulunan bir kapıya ulaştık. Zilin üzerinde 'recepcia' yazıyordu.

Zile bastık, çalan zilin sesini duyduk. Bir kaç saniye sonra hoparlörden bir parazit geldi ve aynı çaldığımız zilin sesini hoparlörden bir kez daha duyduk. Anlamamıştık. Kapıyı bir ileri-geri zorladık, hala kitli.

Zili bir kez daha çaldık. Hoparlör yeniden açıldı ve aynı zil sesini bize geri çaldı. Kapıyı bir kez daha zorladık, nada...

İki Çinli kız geldi, plastik kartlarıyla kapıyı açıp, odalarına doğru yürüdüler. Kapı kapanmadan yakaladım, resepsiyona geçtik. Resepsiyonist kulaklıklarıyla müzik dinliyordu. Bizi karşısında görünce bayağı korktu. Sonra kendini toparladı, kulaklıklarını çıkarıp, "Otelimize hoş geldiniz" dedi.

Jelena hiç öyle mızmız biri değildir. İndiğimizden beri gördüklerine gıkını bile çıkarmamıştı ama artık dayanamadı, "Bugi, ne biçim bir yer burası?" dedi.

Kendi kendime gülümsedim. Gözünü sevdiğimin Çeko'su. 1993'te ilk gördüğümden beri hiç adetini bozmamıştı. Hiç bir şey beklendiği gibi çalışmaz ama sonunda mutlaka hedefinize ulaşırdınız...

Devam edeceğiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...