10 Kasım 2018 Cumartesi

Tapınak Şövalyeleri II

Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri ortaçağın en gizemli topluluklarından biriydi. Bu gizemleri yizünden de geçmişten bu güne bir çok kişinin merak konusu olmuşlardır. Bu merakın kaynağı aslında Tapınak Şövalyelerinin kim oldukları ya da ne yaptıklarından değil, daha ziyade kim olmuş ya da ne yapmış olabileceklerindendir.

Gerçekten de Tapınak Şövalyeleri hakkında bilinmeyen bir çok şey vardır. Bu bilinmeyenler de, biraz tahmin , biraz da mistisizmle karıştırılıp öykülere dökülür, kitaplarda, filmlerde anlatılır.

Birçok kişinin ilgisini çeken bu öyküler çoğunlukla kayıp hazineleri, kutsal emanetleri, doğaüstü olayları konu alır, ki bunlara elbette geleceğiz. Ancak başlangıç olarak fantastik olmayan tarihin bu ilginç topluluk için ne dediğine balalım.

Tapınak Şövalyeleri ilk kurulduklarında dokuz kişilerdi. Kuruluş amaçları olan Hristiyan hacıları koruma misyonları göz önüne alındığında, dokuz kişi ile kimi ya da neyi koruyabilmişler, o biraz tartışılır tabi.

Kuruldukları günlerde tek gelir kaynakları yerel bağışlardı. Oldukça kısıtlı olan bu finansman, topluluğun büyümesini engelliyordu, hatta bu kadar az bir gelirle bu organizasyonun yaşayabileceği bile şüpheliydi.

Yardıma kurucu dokuz şövalyeden birinin de akrabası olan Saint Bernard de Clairvaux isimli Fransız bir papaz koştu. Zamanın en etkili din adamlarından biri olan Bernard de Clairvaux, bıkmadan, usanmadan, Katolik yönetiminin her kademesine, Tapınak Şövalyelerinin yaptığı işin önemini anlatan mektuplar yazdı, bu gurup için bol bol lobi yaptı.

Bu emekler karşılığını buldu. Üyeleri üst düzey Katolik papazları olan Troyes Konseyi, 1129 yılında Tapınak Şövalyelerinin kilise tarafından tanınıp, desteklenen bir topluluk olduğuna dair bir kararı onayladı. Bu karardan sonra Tapınak Şövalyeleri, Hristiyan dünyasında ayrıcalıklı bir gurup haline geldi ve tüm Avrupa ülkelerinden para, arazi ve ticaret fırsatları gelmeye başladı. Soylu aileler, erkek çocuklarını bu kutsal davada görev alabilmeleri için Kudüs'e göndermeye başladılar.

Başka önemli bir dönemeç de 1139 yılında geçildi. Papa Innocent II, imzaladığı Papal bir kararname ile Tapınak Şövalyelerini her türlü yerel kanundan muaf saydı. Tapınak Şövalyeleri hiç bir ülkenin kanunlarına değil, sadece Papa'ya karşı sorumlu olacaklardı. Böylece şövalyeler vergi ödemeyecek, istedikleri ülkeye hiç bir kısıtlama olmaksızın girebilecek ve burada kanuni hiç bir sonucu olmadan istedikleri her şeyi yapabileceklerdi.

Tapınak Şövalyelerinin sayıları hızlı bir biçimde arttı. Zamanın korkulan, etkili bir askeri gücü oldular.

Şövalyeler asker oldukları kadar birer din adamıydılar. Bunlar, dünyevi zevkleri ve zenginlikleri reddetmiş, Hz. İsa'nın öğretisini takip eden keşişlerdi. Bu özellikleriyle zamanın yağmalayıp öldüren sonra da içip zaferlerinin tadını eğlenerek çıkaran klasik asker tipinden önemli bir biçimde farklılaşıyorlardı.

Kendilerine amblem olarak fakirliği sembolize eden, bir at üzerine binmiş iki şövalyeyi seçmişlerdi.

Topluluğa katılırken normal bir rahibin ettiği yeminin aynısını ediyorlardı. Ancak diğer rahiplerin aksine, şövalyeler için insan öldürmek serbestti. Bu Katolik kilisesinin tarihinde bir ilkti.

Hem bir asker, hem de birer din adamı olmaları, beraber savaştıkları Haçlı ordusunun diğer askerleri tarafından bile tuhaf karşılanmıştı. Bazıları Tapınak Şövalyelerinin kimsenin bilmediği farklı bir görevleri olduğuna inanıyordu.

Yemek için çok basit yiyecekler seçer, ve bunları tek başlarına, kimseyle konuşmadan yerlerdi.

Hepsi çok iyi eğitim görmüş usta askerlerdi. Hem kendileri, hem de atları üzerinde kırmızı haçlar bulunan beyaz mantolar giyerlerdi. Savaşta en ön saflarda yer alır, çok hızlı bir biçimde saldırıp, düşman hatlarını yarar, ferideki asıl kuvvetin saldırması için uygun bir zemin hazırlarlardı.

Kendi koydukları kurallar gereği, hiç bir Tapınak Şövalyesi, savaştıkları gücün sayısı kendilerinin üç katından fazlası değilse geri çekilemezdi.

Tarihçiler, Selahattin Eyyubi'nin 25 bin askerine karşı üç bin küsür askerle karşılaştıkları Montgisard savaşında, zaferin kazanılmasını Haçlı ordusundaki 500 tapınak şövalyesine bağlarlar.

Özetle şövalyeler gerçekten güçlü, yerkin askerlerdi.

Ancak bu askerler toplam Tapınak Şövalyeleri personelinin sadece yüzde onunu oluşturuyordu!

Geriye kalan yüzde doksan, bugünün değişiyle masa başı işlerle meşguldü.

Vergiden muaf ve savaşan gücü dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş olan bu organizasyon bağışlar ve ticari faliyetleri sonucu çok büyük bir gelir elde ediyordu.

Tapınak Şövalyelerinin çiftlikleri, üzüm bağları, şaraphaneleri, tarlaları, atölyeleri, depoları vardı. Bunlarla birlikte Avrupa'nın hemen her noktasında kaleler, barınaklar, kiliseler, manastırlar yapmışlardı ve bunların tümü organizasyon için birer şube, birer temsilcilik biçiminde çalışıyordu.

Papa dışında kimseye de karşı sorumlu olmadıklarımdan serbestçe ticaret, ithalat ve ihracat yapıyorlardı.

Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk çek uygulamasını gerçekleştirmişlerdi.

Öncelikle Kudüs'e giden hacılar, sonrasında da Avrupa'nı her yerine seyahat eden yolcular, Tapınak Şövalyelerinin bürolarından birine gidiyor, nakit paralarını buraya yatırıp, karşılığında yazılı bir döküman alıyorlardı. Kudüs ya da Avrupa'daki gidecekleri yerlere vardıklarında da, bu kağıdı Tapınak Şövalyelerinin oradaki bürosuna götürüp, yatırdıkları parayı geri alabiliyorlardı.

Yüzde on gibi 'ufak' bir komisyon düşülerek tabi...

Bu hizmetin oldukça fazla müşterisi vardı. Bu, tam tanımıyla bir seyahat çeki olan sistem, yolculuk boyunca paranın çalınması ya da kaybını engelliyor, bu uygulamanın farkında olan haydutlar da bir şey alamayacaklarını bildiklerinden bu yolculara saldırmıyorlardı. Kısacası yolcular paralarını korumakla kalmayıp, canlarını da kurtarıyorlardı.

Gelir bu kadar fazla olunca bu paranın da değerlendirilmesi gerekiyordu tabi.

Tapınak Şövalyeleri Kazandıkları bu parayı Avrupa'daki monarklara, yani kral ve soylulara borç olarak veriyorlardı. Faiz o zamanlarda günah sayıldığı için de karşılığında kar payı istiyorlardı.

Kısacası Tapınak Şövalyeleri tarihin ilk bankasını kurmakla kalmamış, tarihin ilk çok uluslu şirketini de yönetiyorlardı.

Toplam personelin savaşla ilgisi olmayan yüzde doksanlık bölümü de bu ticari işlemler için çalışıyordu.

Tapınak Şövalyelerine militarist, teolojik ve mistik bir anlam yükleyen birçok kişiyi üzme pahasına, bu organizasyon askeri değil, ticari bir organizasyondu. Şövalyeler de birer tüccardı.

Şövalyelerin bir de diplomatik tarafları vardı.

Hem Musevi, hem de İslam kültürüne yakınlaşmışlardı. Arapça ve İbranice öğrenip, Müslüman ve Yahudi din adamlarıyla etkileşimde bulunmuşlar, onların kültürlerini, inançlarını öğrenmişlerdi.

Tapınak Tepesindeki karargahları Mescid-i Aksa'nın bir parçasıydı. Burada bir köşeyi diplomatik görevlerle arada bir gelen Müslüman ziyaretçilerin namaz kılıp, dua etmesi için ayırmışlardı.

Tapınak şövalyeleri alışılagelmişten çok farklı bir topluluktu.

—-

Devam edeceğiz...

8 Kasım 2018 Perşembe

Tapınak Şövalyeleri I

Ellerinin bir arada, dua eder şekilde bağlanmasında ısrar etmişti. Vücudunu Notre Damme Katedralini görcek şekilde çevirdiler. Sonra da üzerinde durduğu odun yığınını ateşe verdiler.

Jacqıes de Molay'ın ağızından çıkan son sözler şunlardı:

"Dieu sait qui a tort et a péché. Il va bientot arriver malheur à ceux qui nous ont condamnés à mort"

Yani "Tanrı kim haksız, kim günahkar biliyor. Çok yakında bizi ölümümüze gönderenlerin başına felaketleri gelecek".

Jacques de Molay ve yanındaki yoldaşı Geoffroi de Charney'in ölmeleri bir kaç saat aldı. Ortaçağın yaygın infaz yöntemlerinden biri olan canlı canlı yakılmak sanıldığı gibi bir anda alevler içinde kalarak ölmek biçiminde değil, zayıf bir ateşin üzerinde, yavaş yavaş kavrularak, acılar içinde can vererek gerçekleşiyordu.

18 Mart 1314'te biten bu dönem, bundan iki yüz yıl önce, 1095 yılında Papa II'nci Urban'ın, Clermont kentinde Katolik konseyine yaptığı bir çağrı ile başlamıştı.

Bu çağrışında Papa, Anadolu'da gitgide artan Müslüman varlığına dikkat çekiyor, özellikle güçlenip, büyüyen Selçuklu Türklerin ilerleyişini durdurmak için Bizans İmparatorluğuna yardım edilmesi gerektiğine işaret ediyordu.

Elbette ki bu yardımla birlikte asıl hedef Kutsal Topraklar ismini verdikleri Kudüs'ü ele geçirmekti.

Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği, daha sonra yeniden dirildiği, havarilerinin Hristiyanlığı yaymaya başladıkları Kudüs, yine Hz. İsa'nın doğduğu Bethlehem kentleri ve çevresi, bu inancı izleyenlerin gerçekten çok önem verdiği, kutsal kabul ettiği yerlerdir.

İncil'in Yeni Ahit isimli, Hz. İsa'nın hayatını anlatan bölümünün neredeyse tamamı bu bölgede geçen olaylarla doludur. Bu da Hristiyanların bu bölge ile arasındaki bağı devamlı taze ve güncel tutar.

Papa II. Urban'ın çağrısı açık ve netti.

"Ben haydutlardan şövalye olmalarını bekliyorum!"

Karşılığında da indulgence, yani semavi bir af öneriyordu. Bu kutsal savaşa katılan herkesin günahları sıfırlanacak, doğrudan cennete gitmeye hak kazanacaktı.

Batı Avrupa'da dört haçlı ordusu kuruldu. Bunların önemli sayılabilecek bir bölümü Avrupadaki katiller, hırsızlar ve benzeri suçlulardı.

Bu ordular İstanbul yakınlarında birleşti, önce İznik'i Kılıçarslan'dan aldılar, sonra da Antakya'yı ele geçirdiler.

Akdenizin doğu kıyısından güneye yürüyen Haçlı ordusu, yol üzerindeki kentleri ele geçirdi ve Kudüs'ü kuşattı. Zorlu bir mücadele sonrası Haçlılar Kudüs'ü ele geçirdi ve kentteki Müslümanların tümü ve Yahudilerin de bir bölümünü kılıçtan geçirdi.

Haçlılar Anadolu'da ele geçirdikleri Bizanslı Hristiyan kardeşlerine bıraksalar da, güneyde ele geçirdikleri yerleri Bizanslılara vermeyip, kendilerine sakladılar.

Böylece Orta Doğu'nun haritası tuhaf bir hale geldi. Bugün Suriye ve İsrail'in bulunduğu bölgede Batı Avrupalı Katolik devletçikler oluştu. Kudüs ise krallık statüsünü aldı.

Unutmayalım, sefere çıkan askerler aslen affedilme sözü almış suçlularla birlikte evleri, barkları Avrupa'da olan esnaf, işçi ve çiftçilerdi. Bu yüzden Kudüs alınıp, görev tamamlandığında Haçlı ordusu Avrupa'ya geri döndü.

Kudüs’ün yeniden hristiyanların egemenliğine girmesi Avrupa'da yaşayanların aklını başımdan aldı. Bir çok dindar Hristiyan, hacı olup, İncil'i yerinde yaşayabilmek için kutsal topraklara doğru yola koyuldu.

Kutsal topraklardaki Haçlı devletçikleri, bulundukları kentlerde egemenliklerini sağlamış olsalar da, geride kalan askerlerin sayılarının azlığımdan dolayı tam anlamıyla bölgesel bir hakimiyet kuramamışlardı. Hristiyan hacılar Betlehem'den Kudüs'e kadarki bir kaç kilometrelik yolda bile saldırıya uğruyor, paraları ve yanlarında taşıdıkları eşyaları ellerinden alınıyor, çoğu zaman da hayatlarını kaybediyorlardı.

Bir Fransız şövalyesi olan Hugues de Payens, Kudüs'ün çiçeği burnunda kralı Baldwin II'ye bu haçlıları korumak için askeri bir güç oluşturmayı teklif etti.

Kral bu teklifi kabul etti ve karargah olarak da de Payens'a Kraliyet Sarayı'nın sol kanadını tahsis etti.

Kraliyet sarayı Kudüs’ün, belki de dünyanın en çok bilinen ve en çok kutsal sayılan "Tanrının Evi" isimli tepesinde bulunuyordu. Bu tepeye Müslümanlar "Harem El Şerif", Yahudiler ise "Har HaBáyit" ismini vermişlerdi.

Ancak hemen herkes için bu tepenin ismi Tapınak Tepesiydi, çünkü inanca göre Solomon Tapınağı bu tepede inşa edilmişti.

Solomon ismi İbraniceden Arapçaya ve sonrasında da Türkçeye Süleyman olarak geçmiş. Her üç semavi dine göre, Hz. Davut'un oğlu Hz. Süleyman, İsrail Krallığını babasından devralmış, varlıklı bie bir hükümdarmış. Serveti ile de M.Ö. 957 yılımda bu tapınağı yaptırmış.

Tapınak tanımını pagan anlamıyla, örneğin bir Yunan ya da Roman tapınağı şeklinde değil, daha ziyade büyük boyutlu bir Sinagog şeklimde düşünmek gerekir. Bugün, özellikle Ortadoks inancında, Katolisizm'de Katedral şeklinde isimlendirilen büyük kiliselere hala Tapınak derler.

Yine inanışa göre içinde, üzerinde on emirin yazıldığı tabletlerden ikisinin de bulunduğu Kutsal Sandık ve Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'un asası da bu tapınakta muhafaza ediliyormuş.

Solomon Tapınağı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yağmalanıp, yıkılmış. M.Ö. 516 yılında İsrailliler aynı yerde ikinci bir tapınak inşa etmişler. Bu da M.Ö. 70 yılımda Romalılar tarafımdan yıkılmış. Musevi inancına göre bir gün yine bu noktaya üçüncü ve son bir tapınak yapılacaktır.

Museviler için bu tepe çok önemli ve kutsal bir yerdir. Nasıl Müslümanlar namaz kılarken kıbleye dönerlerse, Yahudiler de dua ederken Solomon Tapınağının bulunduğu bu tepeye dönerler. Bazı Yahudiler hala bir parçalarının burada olduğuna inandıkları dinen kutsal kişileri rahatsız etmemek için bu alanda yürümezler bile.

Bu tepe İslam inancında da kutsal bir yerdir. Hz. Muhammed Miraç"a buradan yükselmiştir. Müslümanlar da bu tepeye Mescid-i Aksa camiini ve Kubbet-üs Sahra isimli, altın renkli dev bir kubbesi olan ibadethaneyi inşa etmişler.

Öykümüze geri dönersek, Hristiyan hacıları korumak için kurulan güç bu üç din için de kutsal sayılan tepede konuşlanmıştı.

Kendilerini de mütevazi bir biçimde isimlendirmişlerdi. Latincesiyle "Pauperes commilitones Christi Templique Salomonici", İngilizcesiyle "Poor Fellow-Soldiers of Christ and of the Temple of Solomon", yani "Hz. İsa ve Solomon Tapınağının fakir yoldaş askerleri".

Ancak bütün dünya onları bilinen isimleriyle çağıracaktı. "Knights Templar" yani "Tapınak Şövalyeleri".

—-

Devam edeceğiz...

1 Kasım 2018 Perşembe

Montmartre

Paris dünyanın en güzel, en romantik şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Ancak bana sorarsanız bu cazibe ve romantizmini Eyfel Kulesi ya da Zafer Anıtı gibi turist noktalarına değil, bir şehir olarak bir ruhu, bir enerjisi olmasına borçludur.

Eyfel Kulesine çıkar, Zafer Anıtındaki Meçhul Asker meşalesinin önünde de bir resim çektirir, bir de Mona Lisa'yı görüp eve döner, sonra da Paris'i gördüm diyebilirsiniz.

Bunda da bir problem yok elbette. İlk Paris'i gördüğümde size yukarda yazdıklarımın bire bir, tamamen aynısını yapmıştım.

Ancak bize iki buçuk saat yakınlığından ötürü, Paris'e birden fazla, hatta çok çok daha fazla gitme şansım oldu. Bundandır, bu kenti gezip görmenin ötesinde, deyimi yerindeyse biraz ruhunu da koklayabildim.

Paris'i bu kadar cazibeli ve romantik bir kent yapan da işte bu ruhu sevgili arkadaşlar. Bir şeyleri görmeyi bırakıp, bir şeyleri yaşayabilmek için bu güzel şehre geldiğinizde, Paris'in tadını çıkarıyorsunuz işte böyle.

Örneğin Avenue des Champs-Élysées'de yürüyüp, Louis Vuitton yerine bir sokak cafe'sinde bir kahve içmek, Saint-Michel'de küçük bir öğrenci lokantasında, kötü bir bardak kırmızı şarap ile bir Fransız bifteği yemek, Sen nehri üzerinde, Bateaux-Mouches ile bir nehir turu yapmak, metroya binip Parizyenlere karışmak, bu kenti anlamanın ilk adımları.

Bu listenin belki de en önemli maddesini bilerek en sona sakladım.

Çünkü bu akşamımızın konusu, Paris'in ruhunu hissetmenin en kritik noktalarından biri olan Montmartre.

Montmartre, Paris'de bir semt.

Montmartre'ın alt bölgeleri günümüzde olmasa da on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar çok renkli, çok ünlü gece kulüpleriyle doluymuş. Filmlerden hatırlayabilirsiniz, Chat Noir yani Karakedi, Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen kulüpleri hep buralarda.

Buffalo Bill bile te Amarikalardan gelip, bu mekanlarda kabare seyredermiş. Gece kulübü falan diyoruz da, buraları bizim anladığımız şekliyle pavyon tabi.

Ben Moulin Rouge'da bir kabere izlemeyi çok istiyorum. Kan kan dansının doğduğu yerler buraları. Bakalım, dünya gözü ile görebilecek miyim, çünkü buralara geldiğimizde genellikle ya yanımızda misafirler olur, ya da zamanımız kısıtlıdır.

Pigalle isimli bu bölgede günümüzde gece kulüplerinin yanlarında sex shoplar, ayıp sinemalar, dönerciler, kebapçılar falan var. Gidip, gezinmekte hiç bir problem yok ama yukarda romantik şehir falan diye çok üsteledim, eğer amacınız romans ise karınızı, kocanızı alıp gitmeyin Montmartre'ın aşağılarına. Bu bölgede başımdan geçmiş üç beş olay var ki, sizlere bunları yazabilmek için alkol seviyemin bayağı yükselmesi lazım. Ancak tavsiye ederim, beni şarap ile tavlayıp konuşturun, hep beraber bol bol güleriz.

Neyse. Konumuz Pigalle değil.

Paris'in en yüksek noktası olan Montmartre ile aynı isimli bir tepe de bu semtin sınırları içinde bulunuyor. Bu 'tepenin' tam 'tepesinde' de herhalde çoğunuzun bileceği, ya da görünce hatırlayacağı Sacré-Cœur isimli kilise var.

Sacré-Cœur, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biridir sevgili arkadaşlar. Notre Damme falan yanında halt etmiş sizin anlayacağınız.

Bizim Pamukkale gibi, taşların yapısı nedeniyle yağmur yağdıkça çamaşır suyu misali, bütün dışı süt beyazı rengine bürünüyor. O kadar beyaz ki, güneşli bir günde parlaklığı nedeniyle fotoğrafını zar zor çekebiliyorsunuz.

Montmartre'nin kalbi ise Sacré-Cœur kilisesinin hemen yanındaki bir meydan ve etrafımdaki restoran ve cafe'lerde atar sevgili arkadaşlar.

Meydan ressamlarla dolu. Tuvalleri, boyaları, sigaraları, pipoları, konyakları falan, artık aklınıza ne gelirse açık havada kendilerinden geçmiş, resim yapıyorlar. Hepsinin üstü başı kirli, yırtık pırtık giysileri, altları mosmor, içleri kıpkırmızı gözleriyle sanki etraflarında başka kimse yokmuş gibi sanatlarına dalmışlar.

Etraftaki cafe'lerden birisine giriyorsunuz, yine İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış, Vive la Résistance bir Fransız garson kız, önce masanızı siliyor sonra da sizi kırk yıldır tanıyormuş gibi sohbete başlıyor. Saatin kaç olduğuna bağlı olarak ya kahve ve croissant'ınızı, ya da bir bardak şarabınızı söyleyip, kim bilir sokakta kimin çaldığı bohem bir müzikle kendinizi bu büyülü ortama bırakıyorsunuz.

Siz şarabınızı içerken yine yolda görseniz dilenci diye eline bir Frank sıkıştıracağınız biri omuzunuza dokunuyor. Elinde bir tahta tablet, üstünde de artık köşeleri buruşmuş çizim kağıtları. Ufak bir ücret karşılığında siz içkinizi içerken karakalem portrenizi çiziyor.

Biz Paris'e her geldiğimizde, eğer yürümesi imkansız bir sağanak yağış falan yoksa mutlaka Montmartre'a geliriz. 🐝Mezzy🐝 daha altı aylık bile değilken buradaydık, başka bir kez bir 1 Ocak sabahında, başka bir kez...

Montmartre bugün böyle bir yer, ancak yakın geçmişte size yukarda tasvir etmeye çalıştığım bohem havası tepe noktasındaymış. Eline fırçasını, boyasını, tuvalini alan ünlü, ünsüz, bir çok ressam Monmartre'a gelmiş, parasızlıktan aç kalmış, evsiz kalmış, ama sanatlarını icra etmişler.

Kısaca bir bakalım kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan.

Van Gogh, Picasso, Monet, Renoir, Amedeo Modigliani, Edgar Degas, Henri de Toulouse-Lautrec, Suzanne Valadon, Piet Mondrian, Camille Pissarro, vesaire, vesaire. Çok sanat tarihi olmayalım, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Montmartre nasıl bir yermiş, gözünüzde canlandı her halde.

Montmartre deyince akla bir kelime gelir arkadaşlar.

Bohem!

Bu sözcük Türkçede de var. Biraz hassas bir çeviri yapmak istersek berduş, gamsız, avare sanatçı gibi bir şeyler diyebiliriz.

Yolunuz düşerse Montmartre'da bir kaç saatliğine olsa da bir 'Bohem' olmayı deneyin derim.

Geceniz güzel olsun ❤️


26 Ekim 2018 Cuma

Philip'in Öyküsü

Philomena banyo yapmak için odaya girdiğinde bir rahibe ile aynı çalışma evinde kalan başka bir kadının bağırmasını duydu.

"Niye ben yapacakmışım? Git zencinin anasına söyle, o yapsın bu aşağılık işi!'

Philomena ilk defa oğluna zenci anlamına gelen ve onur kırıcı bir sözcük olan "nigger" dendiğini duymuştu.

Banyoya girmeden önce çimenlerin üzerinde duran ve içlerinde evlilik dışı doğmuş çocukların olduğu beşiklere yaklaşıp, çocukları inceleyen çiftler dikkatini çekmişti.

Bu çiftlerden biri içinde oğlu Philip'in olduğu beşiğin yanında durmuş, kadın ve kocası çocuğa uzun uzun ve dikkatli bir biçimde bakmaya başlamıştı.

Philomena yanındaki arkadaşına dönüp sordu:

"Ne istiyor bunlar benim Philip'imden?"

Arkadaşı gülüp cevap verdi.

"Bunlar evlat edinecek bir çocuk arıyorlar, aptal. Dua et de senin çocuğunu alsınlar. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu bu."

Hayat Philomena için bu çalışma evi dedikleri yerde gerçekten bir cehennem gibiydi.

Kendine bakamayanların kalacak bir yer ve yiyecek karşılığında çalıştıkları bu evde Philomena gibi on sekiz tane daha evlilik dışı çocuk doğurmuş kadın vardı.

Ama sadece Philomena'nın çocuğu siyahiydi.

Bu yüzden işlerin en kötüleri ona veriliyor, diğer kadınlar ve rahibeler dahil herkes onu devamlı dövüyordu.

Çocuğu siyahi olduğu için o hiç bir değeri olmayan bir çöptü.

Ama oğluna nigger denmesi bardağı taşırmıştı.

Odadan çıktı ve oğluna nigger diyen kadına bir tane çaktı. Kadın karşılık verince de onu eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Odadaki rahibe de Philomena'ya vurmaya başladı. Philomena onu da evire çevire dövdü.

Diğer rahibeler araya girdi ve Philomena'ya kiliseye gidip, tanrıya onu affetmesi için yakarmasını söylediler.

Philomena kiliseye gitti ama dua etmek yerine sunağa çıkıp, bağırmaya devam etti.

Evin yöneticileri ona sakin olmasını söylediler ve önüne imzalaması için bir kaç sayfa kağıt getirdiler.

"İmzala bunları Philomena, sonra buradan çıkıp, İrlanda'ya dönebilir, istediğin gibi yaşayabilirsin."

"Bu kağıtlar ne?" diye sordu Philomena.

"Philip'i evlatlık olarak verebilmemiz için gerekli bu kağıtlar."

Philomena, "Philip benim oğlum, o bir eşya değil ki. Nasıl veririm onu?" diye bağırıyordu.

Koşarak yatakhaneye gitti, Philip'i de alıp, yangın merdiveninden yukarı çıktı.

Herkes onun, çocuğu ile birlikte atlayarak intihar edeceğini düşünmüştü.

Philomena'nın ise başka bir planı vardı. Ertesi gün on sekiz yaşına basacaktı ve o zaman kimsenin oğlunu elinden alamayacağını biliyordu. Sadece bu geceyi atlatması gerekiyordu.

Philomena o geceyi atlattı.

Philip'in babası Cecil, İngiliz Guyana'sından bir zenciydi. Hava kuvvetlerinde görevliydi. Beyaz bir kadınla beraber olduğu anlaşılınca 1948 yılında Birmingham'dan Londra'ya sürmüşlerdi. Philomena ise bundan habersiz, Cecil'in ilişkiden sıkılıp, kaçtığını düşünmüştü.

Bir kaç ay sonra hamile kaldığını anladı ve Philip doğdu. Philomena da kendisini bu gayri meşru çocuk annelerinin kaldığı çalışma evinde buldu.

Philomena o gecenin sonrasında Cecil'i buldu ve Cecil'e olan biteni anlattı. Adam üzülmüş, Philomena'ya niye hamile olduğunu öğrendiğinde ona haber vermediğini sormuştu.

Cecil çocuk için Philomena'ya yardım etmeyi kabul etti. Philomena da Manchester'a taşındı ve sekiz yaşına kadar Philip'e burada baktı.

O günün İngilteresindeki slogan "Zenciler, İrlandalılar ve köpekler giremez" olduğundan 1957 yılında Philomena oğlunu Dublin'e, annesi ve babasının yanına gönderdi.

Hayatının bir cilvesi, Philomena ilerleyen yıllarda iki çocuk daha yaptı ve Philip'in aksine, bunları evlatlık verdi.

İrlanda, Philip için daha güvenli bir yerdi. Siyahi bir çocuk, İrlanda'nın gerisiyle oldukça belirgin bir kontrast oluştursa da, karşılaştığı ırkçılık, İngiltere'ye göre çok daha azdı.

Gerçek bir İrlandalı olarak büyüdü ve ülkesine hep bağlı kaldı.

Philip, annesinin Lynott olan soyadını almıştı ancak babasının soyadı olan Parris'i de ikinci ismi olarak kullandı.

Peynir kadar beyaz İrlanda, bu kara tenli, zenci sesli, zenci saçlı, zayıf, incecik oğlandan bir yıldız yaratacak, ona İrlanda'dan çıkmış en iyi müzisyen sayıp, Dublin'e koca bronz bir heykelini dikecekti.

Phil, 1965 yılında Black Eagles isimli gruba vokalist olarak katılıp, Dublin'de, kulüplerde zamanın popüler şarkılarını söyledi. Burada devam ettiği okulda da davulcu Brian Downey ile tanışıp, arkadaş oldu.

1967 civarlarında Kama Sutra isimli bir grupta vokalist olarak seyirciyle etkileşim yeteneklerini geliştirdi.

Phil, 1968 yılında Skid Row gurubundan (Amerikan heavy rock grubu Skid Row değil) bas gitarist Brendan Shiels ve Brian Downey'in kabul etmemesi yüzünden davulu alan Noel Bridgeman ile birlikte yine zamanın popüler şarkılarını çalan bir orkestra kurdu. Phil bir enstrüman çalmayı bilmediğimden solo anlarımda eko yardımıyla müziği kendi sesiyle mırıldanıyordu. Sahne hayatının gerisinde sürdüreceği, gözlerinin altına ayakkabı boyası sürme adetine de bu günlerde başlamıştı.

Gurubun gitaristi Guinness fabrikasında (burada bu birayı çok seven, ebediyete intikal etmiş bir dostumu yad edeyim) full time bir iş bulup ayrılınca, yerini yine Belfast'lı bir gitarist, Gary Moore almıştı.

Phil'in çok ilginç bir sesi olmasına rağmen şarkı söylerken zaman zaman detone oluyordu. Problemin bademciklerinde olduğunu anlayınca tedavi olmak için geçici olarak grubu bıraktı. Döndüğünde ise vokali Shiels'in aldığını gördü.

Shiels bir dostunun ayağını kaydırdığı için üzgün, ilerde müzik hayatına yalnız devam edebilsin diye Phil'e bas gitar çalmayı öğretti.

Phil, Brian Downey ile birlikte Orphanage isimli bir gurup kurdu. Burada yine vokaldeydi ve bas öğrenmeye devam ediyordu.

1969 yılımda artık yeteri kadar bas gitar çalabileceğine inanmış, yine Brian Downey ile birlikte, yanlarına gitarist Eric Bell ve klavyeci Eric Wrixon'u alıp yeni bir gurup kurdu.

Dandy isimli bir çizgi romandan Tin Lizzie adında bir karekterden esinlenip, guruplarının ismini Thin Lizzy koydular. Rivayete göre Tin'e ekledikleri "h" Dublin aksanını sembolize ediyormuş.

İlk single'larından sonra klavyeciyi atıp, yollarına üç kişi devam ettiler.

İkinci albümleri Shades of a Blue Orphanage'dan sonra Phil az daha Thin Lizzy'i terk edecekmiş. O aralar Ian Gillan ile papaz olan Ritchie Blackmore, davulcu Ian Paice ile birlikte Baby Face isimli yeni kuracakları gruplarına bir vokalist arıyorlarmış. Phil ve Ritchie beraber çalmışlar, aslında fena da gitmemiş ama Phil, kendi grubumda lider olmayı başka bir grupta bir şarkıcı olmaya tercih ederim demiş ve Thin Lizzy ile yoluna devam etmiş.

Thin Lizzy ilk çıkışını 1973 yılında bir İrlanda folk şarkısı olan Whisky In The Jar ile yaptı.

Eric Bell bu esnada gruptan ayrılmış ve yerini sonradan gruptan yüz elli sekiz kere ayrılıp, üç yüz kırk dokuz kez yeniden katılacak Gary Moore'a bırakmıştı.

Phil Lynott
Ancak bence grubun yükselişini tetikleyen en önemli değişim, Amarikalı gitarist Scott Gorham'ın gruba katılması oldu. Gorham'ın kız kardeşi Supertramp'in davulcusuyla evliymiş ve bu vesileyle İngiltereye gelmiş. Bu adamın gitarını gerçekten çok severim. Phil'in gerisinde kalmış gibi görünse de Gorham, Thin Lizzy'yi Thin Lizzy yapan çok önemli bir karakterdir bence.

Önce Bell'in, sonra da Moore'un ayrılması Phil'in grubun yapısını değiştirmesine yol açtı. Phil gurupta iki gitarist olsun istemiş ki, biri kaçarsa, turneleri kalan gitarist ile bitirebilsinler.

Böylece Gorham ile birlikte gitarcı Brian Robertson da gruba dahil oldu.

Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Grupta iki gitar olunca bu arkadaşlar da normalde akıllarına gelmeyecek ilginç fikirleri uygulamaya başlamışlar.

Bir gün stüdyoda bir teknisyen aynı gitar kaydını bir iki mili saniye gecikmeyle aynı melodinin üstüne çalmış ve ortaya çok ilginç bir sound çıkmış. Eh, grupta iki gitar olunca da Gorham'ın fikriyle bu efekti sahnede canlı yapmaya başlamışlar ve ortaya Thin Lizzy’nin alameti farikası olan harmonize gitar riff'leri çıkmış.

Sonraki hit'leri The Boys Are Back in Town, Thin Lizzy'nin adını müzik dünyasının ölümsüzleri arasına yazdırdı.

Thin Lizzy'nin öyküsünün buradan sonrası tüm müzikseverlere malum sevgili arkadaşlar.

Still In Love With You, Don't Believe A Word, Waiting For An Alibi, Thunder And Lightning, Killer On The Loose, Emerald, Cold Sweat, Chinatown, Rosalie, Dancing On The Moonlight herhalde rock müziğini seven herkesin bileceği ya da dinlediklerinde hatırlayacağı mükemmel şarkılar.

Ancak rock dünyasının geleneksel hastalığına Thin Lizzy de bağışıklı değildi. Gurup 1980,lerde başlayan uyuşturucu kullanımı yüzünden çatırdamaya başladı ve Lynott 1983'de gurubu dağıttı.

Gorham uyuşturucu tedavisinden galip çıkmış, ancak Phil, Gorham kadar şanslı olamamıştı. 1986 yılımda, daha 36 yaşımdayken hayata gözlerini yumdu.

Hala hayatta olan annesi Philomena neredeyse her gün mezarına gidip, ağlıyormuş.

İşte bir çalışma evinde başlayıp, mezarlıkta biten acıklı bir öykü sevgili arkadaşlar. Öykünün içine de rock dünyasının bir efsanesi sıkışmış böyle. Ancak bunca başarı, bunca yetenek ve bunca mücadele, uyuşturucu gibi, artık kullananın sonunu hiç değişmeksizin getiren bir melanetin yüznden çöpe gitmiş.

Kimseye şunu yap, bunu yapma demeyi sevmem. Hiç uyuşturucu kullanmadım ama günde paketlerce sigara içerdim. Dokuz sene oldu bırakalı. Yine abartılı biçimde alkol içerdim, şimdi sadece şarap içiyorum. Diyeceğim o ki, yazık etmeyelim kendimize. Bizi sevenleri düşünelim, uzak duralım bunlardan.

Phil de alkol ve uyuşturucunun sonunda olacakların farkındaydı. Bunun için de "Got To Give It Up", yani "Bırakmam Lazım Bu Mereti" isimli şarkıyı yazdı zaten. Eğer şarkıda dilediğini yapabilseydi, bugün belki de hala müzik yapıyor olacaktı.

Geceniz dumansız, alkolsüz, ama en önemlisi uyuşturucusuz olsun. Ancak şarap serbest tabi 😛🍷🎸


14 Ekim 2018 Pazar

Zaman Yolcuları

"...2008 yılında yeşil mercimek sağlığa zararlı demiş, dün de muhtarlar toplantısında yeşil mercimek kadar sağlığa yararlı bir şey yok demiş, ha, ha, ha!"

Sol elini yumruk yapıp, sağ elinin avuç içiyle üstüne vurdu.

"Nasıl geçirdim ama! Kesin en az elli 'layk' alırım bunla..."

Sonra da 'Paylaş' tuşuna dokundu.

Kısa bir süre sonra bir 'ping' ile ilk beğeni geldi.

"Batuhan beğenmiş. Köpek gibi beğeneceksin tabi! Ben de senin 'Cumhuriyet Elden Gidiyor' paylaşımını beğenmiştim."

Sonra başka bir 'ping'...

"Aney! Hanzade de beğenmiş! Bir iş çıkacak bu karıdan, kesin!"

Bir 'ping' daha...

"Tufancan yorum yazmış. 'Böyle halka böyle lider!', sinirli adam suratı ve 'Yanıtla'..."

Odanın uzak köşesindeki iki gözlemci birbirlerine baktılar.

Out-of-phase dedikleri, vücutlarını oluşturan maddenin quark ve elektronları evrenin geri kalanına göre dik bir açıda döndüğünden kimsenin onları görmesi ya da onlara dokunabilmesi imkansızdı. Onlar ise çevrelerinde olan biteni görüp, duyabiliyorlardı.

Zaman yolculuklarında out-of-phase kalmak zorunluydu. Eğer geçmişteki olaylara müdehale ederlerse gelecek değişebilir, kendi varlıkları dahil bir çok kişinin geleceği tehlikeye düşebilirdi. Yirmi ikinci yüzyılda kimse de doğal olarak böyle şeyler olsun istemiyordu.

Zaman yolcularından erkek olanı kadın olanına döndü.

"Olan biteni anlayabildin mi?"

"Hayır. Günlerdir bu deneği gözlemliyoruz, bir adım bile ilerleyendik."

"Bu yaptıklarının anlayamadığımız bir nedeni olmalı. Acaba ek olarak bizim bilmediğimiz vokal olmayan bir iletişim şekli mi kullanıyorlar da tüm verilere ulaşamıyoruz?"

"Onu bilmiyorum ama böyle giderse görev başarısızlıkla sonuçlanacak. Ben phase-in olup doğrudan iletişime geçeceğim bu denekle."

"Dur, yapma, prosedür dışına çıkma..."

Kadın arkadaşının sözünün bitmesini beklemedi bile. Belindeki phaser cihazının düğmesini kapadı ve odanın köşesinde maddeleşti. Mobil telefonu ile oynayan genç, arkası dönük olduğu için kadını görememişti.

Kadın gence yaklaşıp, hafifçe eliyle omuzuna dokundu.

"Hay ananı s...."

"Korkuttuğum için özür dilerim. Benim ismim MZ2307!"

"Kimsin sen? Nereden çıktın böyle? Ne zaman girdin eve?"

"Her şeyi açıklayacağım, ancak lütfen öncelikle sakin olun."

"Tamam, sakinim, anlat şimdi!"

"Başlangıç olarak, burada yalnız değilim."

"Ne dedin sen? Başkaları da mı var odamda?"

"Benden başka sadece bir kişi daha var. Phase-in olurmusun XJ1908?"

Erkek gözlemci istemeye istemeye phaser'ını kapattı?

"Güzel zamanlar. Benim ismim XJ1908."

"Güzel zamanlar mı? İyi günler demek istedin her halde."

"İlk karşılaşma sonrası pozitif bir refleksiyonda bulunmak istedim. Döneminize uygun olmayan bir vokal dizin kullandıysam özür dilerim."

"Kimsiniz, ne yapıyorsunuz evimde?"

"Biz yirmi ikinci yüzyıldan zamanınıza gözlem için gelmiş iki politik sosyoloğuz."

"...ve yirmi birinci yüzyılın başında, ülkenizde gerçekleşen sosyo-politik değişimin nedenlerini anlamaya çalışıyoruz."

"Peki benden ne istiyorsunuz?"

"Bizim misyonumuz ülkenin yönetici topluluğuna karşıt bireylerin analizi."

"Yani muhalefeti anlamaya çalışıyoruz. Siz de gördüğümüz kadarıyla bir muhalifsiniz."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla iktidara oy veren seçmenlerin doğru bir eylem yapmadığını düşünüyor...."

"...bunu da onların bilgisizliğine bağlıyorsunuz."

Genç adam bu zaman yolcularının sırayla birbiri ardından konuşmalarını biraz yadırgasa da sonlara doğru alışmıştı.

"Söyledikleriniz doğru."

Dedi.

"Peki niçin bu insanlara gerçeği ve doğruyu anlatmıyor da, bunları yine sizin gibi düşünen başkalarıyla paylaşıyorsunuz?"

"Ama onlar cahil, aptal. Anlatsak da anlamazlar ki?"

"Peki zaten anlamış olanlara yeniden anlatarak nereye varmaya çalışıyorsunuz?"

"Aydınlar olarak bir araya gelmek istiyoruz."

"Peki zaten bunu yapan bir parti yok mu?"

"Var tabi ama onlar bir şey yapmıyorlar. Sadece liderleri o gün kimin ölüm yıldönümüyse ona taziyelerini belirten bir tivit atıyor."

"Peki madem bir işe yaramıyorlar, niye hala bu partiyi destekliyorsunuz?"

"Ne yapalım yani? Akepe'ye mi oy verelim?"

"Akepe'ye oy vermenizi önermedim, sadece davranışınızı anlamaya ça..."

Kadın araya girdi.

"Denek reductio ad absurdum yapıyor, literal alma söylediklerini."

"Hop, hop, sesimizi çıkarmadık diye sen de bizi iyice ilkel ettin şimdi. Biz de biliriz öyle bilimsel konuşmayı. Paradigma, fenomen ve aksiyom yani!"

"Yanlış anladıysanız özür dilerim. Reductio ad absurdum, konuyu abartılı boyutlara çekip, iddayı komik hale getirerek küçümsemek anlamına gelir."

"Tekrar konuya dönersek, Akepe'ye karşı olan başka kimse yok diye yeterli bulmasanız da bu adama oy veriyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?"

"Evet."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla Akepe lideri, sizin yetersiz muhalefete oy vermenize rağmen önce belediye başkanı, sonra başbakan olmuş, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açmış, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirmiş, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirmiş, sonra da kendini başkan seçtirmiş."

"Evet."

"Şimdi bir an için abartmak maksadıyla söylemiş olsanız da, bu bahsettiğimiz seçimlerde oyunuzu muhalefet yerine Akepe'ye verdiğinizi düşünelim. O zaman ne olacaktı?"

"Akepe lideri, önce belediye başkanı, sonra başbakan olacak, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açacak, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirecek, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirecek, sonra da kendini başkan seçtirecekti."

"Yani hiç bir şey değişmeyecekti."

"Nereye getiriyorsunuz lafı?"

"Muhalefet yetersiz olmasına rağmen sizden oy aldıkça, Akepe'ye oy vermiş gibi oluyorsunuz."

"Olur mu öyle şey?"

"Siz söylediniz. Muhalefet yerine Akepe'ye oy verseydiniz de aynı şey olacaktı."

"Bu nasıl oldu, anlamadım."

"Biz de anlayamadığımız için sizle konuşmaya karar verdik ya..."

"Peki muhalefete oy vermeseydik ne olacaktı?"

"Muhalefet yeniden yapılanıp, sizi geri kazanmaya çalışacak, başındaki yetersiz lideri değiştirip, yerine yeni, işe yarar bir lider bulacaktı."

"Peki ne yapmalıyız sizce?"

"Bizim geçmişteki olayları değiştirmeye yetkimiz yok, ancak hala bu soruyu sorduğunuza göre zaten gelecek de pek değişmeyecek gibi."

"Muhalefet partisi ülkenin geleceği için modern, laik bir yönetim şekline inanıyor, doğru mu anlıyoruz?"

"Evet."

"Peki bunu halka söylüyor mu?"

"Hayır, daha ziyade dinden bahşediyor, sürekli dinci adaylar gösteriyor."

"Bu yaptığı dürüst mü peki?"

"Ama Akepe dini sömürerek çoğunluğun oyunu alıyor."

"Bizim gözlemlediğimiz kadarıyla muhalefet de Akepe'nin argümanlarını kullanarak, dua, namaz diyerek aynı Akepe gibi dini sömürmeye çalışıyor. Tek farkı, bunu beceremiyor."

"Biz de niçin sizin Akepe'ye dini sömürüyor diye kızdığınızı anlamaya çalışıyoruz."

"Ama Akepe lideri yalan söylüyor."

"Peki muhalefet lideri dindar halkın oylarını alabilmek için Said Nursi okuturken, herkesin önünde namaz kılarken doğruyu mu söylüyordu?"

"Ama onlar yalan söylüyorsa, biz de yalan söyleriz tabi..."

"Özür dileriz, bu dürüst bir yaklaşım değil. O zaman diğerine de yalan söylüyor diye kızmamanız gerekir. Seçmenler de aptal değil zaten. Herkes anlıyor olan biteni."

"Size başka bir soru, muhalefet, istemediği bu iktidara karşı olanları birleştirmek için ne yapıyor?"

"Ne yapabilir ki? Medya iktidarın elinde."

"Çok yanlış! Zamanınızda fazlasıyla aktif bir sosyal medya var. Toplantılar, mitingler, iktidara oy veren kitleyle konuşmalar, kahve ziyaretleri, muhalefetin yanındaki gazetelerle halka ulaşma, uluslararası medya, sivil toplum kuruluşları, bilboardlar, yapacak çok şey var. Seçimlerin güvenliğini sağlamak, seçim hilelerini zamanında tesbit edip, hemen tepki göstermek, seçmene ve halkın gerisine güven veren, tutarlı bir lider ve parti profili oluşturmak..."

"Ama her şeye rağmen muhalefet başarılı. Bu koşullarda bundan iyisi olmaz."

"Gel MZ2307, bırak bunları, ne halleri varsa görsünler. Başlarına gelen her şeyi hakediyor bunlar."

Her iki zaman yolcusu da phaser'larını aktive edip gözden kaybolurlar...

11 Ekim 2018 Perşembe

Without You

Geçenlerde sevgili karımla beraber bir akşam yemeği hazırladık, ben de bir şarap açtım. Jelena pek şarap içmese de beraber yerken bir kadeh de olsa alır benim kalbim kırılmasın diye. Ben de onun kadehine şarabını doldurdum, çin çin yapacağız, şarabını şöyle bir kokladı ve "Nereden bu şarap?" diye sordu.

Sonra da benim cevabımı bile beklemeden, "Bordeaux, değil mi?" diye devam etti.

Anlamadım, "Niye sordun?" dedim.

"Bıktık yahu, yok mu başka bir şey?" dedi.

Eh, emir demiri keser, süpermarkete gidip, Bordeaux olmayan bir kaç şarap aldım.

Geçen akşam Katalunya,dan bir şarap denedik. Çok iyi şaraptı. Yarın da yemeğe misafirimiz var, bu kez Valencia'dan başka bir şarap açacağız, bu akşam onu bir QA yapayım dedim.

Şarap flying colors! Tempranillo diye çok çok tipik İspanyol orijinli bir üzümden yapılma. Bir çok İspanyol şarabında bulunur. Son bir kaç senede içtiğim göreceli olarak az sayılabilecek İspanyol şaraplarının çoğunda da Tempranillo vardı tabi ama onlar hep Cabernet, Syrah falan ile blend halindeydi. Bu şarap saf, yüzde yüz Tempranillo.

Normalde Tempranillo dengeli bir tat ve aromaya sahiptir o yüzden hangi üzümle harmanlanırsa, şarabın ona göre çok farklılaşan bir tadı olur. Sadece Tempranillo'dan yapılan şaraplar ise doğrudan fıçının tat ve aromasını alır.

Bizim şarabın yapımcısı, fıçıların meşesini Amarika'dan getirtmiş ve şarabı yedi ay bu fıçılarda tutmuş. Çok da iyi etmiş, bence on numaradan vurmuş. Harika bir tat! Hatta yarın misafirimize mahçup olmamak için bir şişe daha açabilirim bu akşam, bakalım 'her' şişesi aynı güzellikte mi diye 😛🍷

Gecenin şarabını Nilsson'dan Without You şarkısını dinleyerek içtik.

7 Ekim 2018 Pazar

Osmanlı ve Kölelik

Yakın zamanda birileri sinirimi kaldırdı, biraz detaylarına baktım sevgili arkadaşlar. Orasını, burasını bölük pörçük duyarız hep ancak tümünü bir arada görünce insan biraz anaaa oluyor böyle.

Konumuz Osmanlı'da kölelik.

Wikipedia konuya şöyle girmiş.

"Kölelik, her zaman Osmanlı ekonomisi ve toplumunun önemli bir parçası olmuştu."

Erkek köleler Kapıkulu, Yeniçeri gibi askeri birinlerle, pipileri kesilerek ya da testisleri ezilerek hadım edildikten sonrasında haremde, Enderun denen okula gittikten sonra devlet kademelerinde, tarım işlerinde, garson ve hizmetçi olarak ve oğlan durumlarında seks amaçlı kullanılırmış.

Erkek kölelerin en makbulleri sekiz ile on yaşımda olanlarıymış. Çünkü bu köleler hemen her zaman zorla Müslüman yapıldıkları için yaşı geçmiş çocuklar bu dönüşümü genç çocuklar kadar rahat ve verimli geçiremezlermiş. Ayrıca sekiz yaşımda bir çocuğu şekillendirip, artık istedikleri neyse öyle bir insan haline getirmek daha kolay olurmuş.

Bu köleler genelde Balkanlardan, Orta ve Doğu Avrupadan, Anadolu içlerinden hatta ta Macaristan'dan falan getirirlermiş. Çocuklar Hristiyanlardan alınır, Yahudiler örneğin devşirilmezmiş.

Köle adayı çocuklar genelde zorla ailelerinden koparılır, bu işlem de çoğu zaman acılı gerçekleşirmiş. Çocuğunu vermemek için öldüren ya da duruma katlanamayıp intahar eden anne babalar hiç de az sayıda değilmiş.

Sırbistanda yaşadığım günlerden biliyorum, hala bir çok folk şarkısı bu zorla alınıp, Yeniçeri yapılan çocuklara yakılan ağıtlarla doludur.

Osmanlı yönetiminin önemli bir bölümü bu devşirmelerden oluşurmuş. Mimar Sinan, Sokullu Mehmet Paşa falan hep devşirmedir. Sokullu zaten Sırptır ve Sırbistan'da Sokoliç kentinden gelmedir.

Siyahi harem ağalarının hikayesi daha bir iç kaldırıcı sevgili arkadaşlar. Kuran hadımı yasakladığı için Osmanlılar bu hadım işlerini genelde Kıpti papazlara havale ederlermiş. Afrikanın Sudan, Etiyopya gibi bölgelerinde yakalanan sekiz yaşımda çocuklar Kıptiler tarafından zincirle masalara bağlanır, önce pipileri ve testisleri cart diye bağırta bağırta kesilir, kesilen yere bir bambu kamışı sokulur, sonra da zavallı çocuklar bu halde boğazlarına kadar kuma gömülüp, iyileşmeleri beklenirmiş. Bu işlemden iyileşerek canlı kurtulanların oranı sadece yüzde onmuş! Sonra bunlar Osmanlıya satılır, Hristiyan Kıptiler para yapar, Müslüman Osmanlılar da Kuran'ın emrinin dışına çıkmamanın rahatlığıyla bu zavallı insanları kullanırmış. Bir aralar bu siyahi köleler o kadar popüler olmuş ki haremdeki kadınlara sadece bunlar bakmış. Beyaz hadımlar ise İçoğlanı denilen erkek seks köleleriyle ilgilenmiş.

Kölelerin normal zamanda satış işlemleri öncelikle İstanbul, ve diğer büyük merkezlerdeki köle pazarlarında yapılırmış. Ordu seferden döndüğünde kölelerin fiyatı düşermiş, çünkü askerler ganimet olarak köle toplamış olurlarmış.

Bir kölenin fiyatı kölenin yaşına, tenine sağlık durumuna ve bakire olup olmadığına göre çok fazla farklılık gösterirmiş. En pahalı köle kızlar 13-25 yaş arası Avrupalı bakireler ile 12-19 yaşımdaki oğlanlarmış. Fiyatları karşılaştırmak zor haliyle o yüzden Wikipedia'nın örneğini kullanalım. Girit'te satılmış bir köle kızın fiyatı 350 kuruşmuş. Yine o günlerde Hanya'da bir evin değeri de 300 kuruş. Yani bir seks kölesi almak bir ev almak kadar pahalıymış. Öyle herkes pazara gidip, eve bir karı alamıyormuş.

Köleler savaş zamanı ganimet olarak getirilir, barış zamanı da esir akınları dizenlenirmiş. Kuzey Afrikalı berberiler bu işi sanat haline getirmişler. İtalya, Fransa, Balkanlar demeden Avrupa'ya saldırır, karıları toplarlarmış. İyileri de sonra İstanbula.

Şanslı kadın köleler elbette ki saraya kapağı atabilenler olurmuş. Padişahların kız isteme adeti olmadığı için Osmanlı Sultanlarını hep köle saymak doğru olacaktır. Zaten çoğunluğu da önceden köle olarak getirilen kızlarmış.

Bakalım padişahların sultansı zevkleri hangi coğrafyalardanmış...

Abhaz 27,
Türk 14,
Çerkez 12,
Sırp, 10,
Yunan, 8,
Gürcü 6,
Kafkaslar 5,
Arnavut 3,
Bulgar 2,
Fransız 1,
Ermeni 1,
Boşnak 1

Listemiz tam değil. Memleketleri bilinmeyen çok sultan var, bazılarını da listeyi uzatmamak için almadım. Ukrayna'dan İtalya'ya, Kafkaslar'dan Polonya'ya, daha bir dolu Sultan var.

Dönem dönem farklı memleketler popüler olmuş. Kuruluş ve genişlemede çoğunluk Balkanlardan. Bir süre Kafkaslar ve civarları, Abhazlar, Çerkezler falan çok revaçtaymış.

Ama bunlar sadece sultanlar. Yani Padişahların anneleri. Bu arada Osmanlı ne kadar yerli, ne kadar milli anlıyoruz hep beraber. Fatih Sırpça'yı, Türkçe'den iyi konuşurmuş derler. Ana Hüma Hatun'un orijini resmi olarak bilinmese de İlber Hoca Sırp olduğunu teyit etmiş. Bizim damat yani...

Bu arada Fatih bu zevkini gizlemeye gerek duymayan bir oğlancıymış. Bir keresinde 14 yaşındaki oğlunu istediği Bizans bilmemnesi vermeyince oğlanın da, babanın da, evde olan damatlarının da kafalarını kestirip saraya getirtmiş.

Neyse, konumuz bu değil...

Sultanların bir alt sınıfı cariyeler. Bunların hepsi güzel, akıllı köle kızlar. Orijinleri de Sultanlarınki gibi. Savaşlar yada esir akınlarıyla toplanmış kadınlar.

Osmanlının saray dışındaki eliti de köle kız ve oğlanları bol bol, uzun, uzun kullanmış. İkinci Mahmut bu köleliği kaldırmaya çalışsa da, kayıtlara göre kölelik müessesesi 1908'e kadar aktif olarak sürmüş.

Şimdi olaya biraz da gerçekçi bakalım. Ayy bu Osmanlı ne kadar çağdışıymış falan gibi yorumlar yapmadan önce o zamanın koşullarını bir gözden geçirmekte fayda var.

Kölelik sadece Osmanlı'da değil, dünyanın hemen her yerinde varmış. Belki Osmanlı biraz uzatmış bu işi ama olur o kadar. Yine kadınların seks amaçlı kullanımı, oğlancılık gibi içimizi kaldıran aktiviteler de zamanımda normalmiş.

Diyeceğim o ki geçmişi kınamaya gerek yok, en önemlisi, olanları bilelim ve anlayalım.

Geçmişi geleceğe taşımayalım da...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...