22 Eylül 2018 Cumartesi

Çoşe

Sevgili kızımız 🐝Mezzy🐝 her zaman fotoğraflarda göründüğü kadar masum ve sevimli değildir arkadaşlar. Öyle bir damarı, öyle bir karekteri vardır ki, nuh der, peygamber demez. Kafasını bir şeye taktığımda, mümkün değil, onu değiştiremez, 🐝Mezzy🐝'yi o şeyi yapmaktan alıkoyamazsınız.

Şimdi bir de parmak sallamayı öğrendi ki, atıyorum, 🐝Mezzy🐝 hadi odaya dediğinizde işaret parmağını kaldırıyor ve kafası ile birlikte "No! No! No!" diyerek sağa, sola sallıyor.

Dün otelin karşısındaki bakkala gidip, ona pamper aldık. Bakkaldan çıkarken, asılı plastik topları gördü ve "Ama ball" yani I want ball diye kendini yırtmaya başladı. Annesi ne yapsın, aldı bir tane.

O top alındığı andan itibaren yapıştı bize. Akşam yatağında bile sağa sola atıyordu o topu.

Top sonra bizle kahvaltıya geldi. Masaların arasında, dan dun, topla birlikte koşmaya başladı. Zar zor yerine oturttuk.

Bu kez top masada kullanılmaya başlandı. Masanın üzerinde ne varsa ona çarpıyor, deviriyordu. En son bir kase cereal'ın içine düştü.

İş artık "Yapma 🐝Mezzy🐝" safhasını geçmişti. Ciddi bir tepki gerekiyordu.

Bugüne kadar ne annesi, ne ben ona elimizi kaldırmış değiliz. Tabi ki hep beraber normali zaten bu, niye marifetmiş gibi söylüyorsun diyebilirsiniz ama çocuklara en azından bir iki şaplak zannettiğinizden daha yaygın sevgili arkadaşlar, hem de sadece "dünyanın kıskandığı" ülkemizde değil, heryerde.

Neyse.

Bizim 🐝Mezzy🐝'ye uyguladığımız disiplin protokolü, onu köşeye göndermek. Köşe'nin Sırpçası da "Çoşe". Ben de "Çoşe" demeyi daha çok seviyorum. O yüzden ne zaman 🐝Mezzy🐝 'nin ayarı kaçırdığında annesi de, ben de ona "Haydi Çoşe" diyoruz, bu da süklüm püklüm köşeye gidip arkasını dönüyor ve cezasının tamamlanıp, onu geri çağırmamızı bekliyor.

Masayı handball sahasına çevirdikten sonra annesi onu "çoşe" 'ye yolladı. Tam girişte oturuyoruz, köşe de kapının hemen yanında.

Salona giren herkes, çoğu da cezalı olduğunu anlamadığı için, bu maymunu köşede görünce, yanına gidip onun saçını okşamaya, öpmeye falan başladı. Hatta kurabiye falan verenler oldu.

Bizim ceza protokolü döndü mü 🐝Mezzy🐝'nin stand-up şovuna...

Jelena, n'apsın, çağırdı onu geri masaya. Normalde "Çoşe" cezası bitip, geri çağırdığımızda, ağızı kulaklarına varır, koşar, geri gelir, ikimize de sarılır, öper falan.

Bu kez bize dönüp, işaret parmağını sallayarak "No! No! No!" demeye başlamasın mı?

Bu sefer biz yalvarmaya başladık, "Haydi 🐝Mezzy🐝, gel kahvaltını bitir" demeye.

İşte böyle benim sevgili maymunum...

15 Eylül 2018 Cumartesi

Diş

Bu sağlık sigortası işlerinden çok anlamam ancak İsviçre'deki sigorta sisteminin kıymetini anlayacak kadar bilirim. Tedavinin maliyeti ne olursa olsun, nerede yapılırsa yapılsın, bir sene içerisinde cebinizden en fazla iki bin Frank çıkar. Eğer bir kaza sonucu başınıza bir iş gelmişse, o bile çıkmaz. Ülkede yaşayan herkes, mevkisi, geliri ne olursa olsun, aynı kalitede sağlık hizmetine ulaşabilir. Bu kadarını hiç bir yerde görmedim desem yeri.

Bu sağlık sigortasının kapsamadığı nadir tedavilerden birisi ise diş tedavisidir. Diş tedavileri o kadar yaygın, aynı zamanda da o kadar pahalıdır ki, dişi kapsayan sağlık sigortalarının pirimleri de hem oldukça yüksek, hem de coverage'ları, yani kapsama alanları biraz netamelidir. Bir çok tedavinin sigortanın karşılayacağı bir üst limiti bulunur, yani atıyorum, bir senede çürükler için en çok üç bin Frank gibi.

Ben bir ara çalıştığım şirketin sigortaya sağladığı kolaylıklardan faydalanıp, diş tedavisini de dahil edeyim istedim. Ne var ki, sigortamız olduğu halde diş tedavilerimizin çoğunu yine biz ödemek zorunda kaldık. Çünkü yukardakilere ek olarak, sigortanın masrafı karşılaması için, örneğin dolgu yapılan bir dişin, sigortanın başladığı tarihte yüzde yüz sağlam olması falan gerekiyordu.

Anladınız her halde, hep bu yüzden, insanlar sağlık sigortalarına büyük çoğunlukla diş harcamalarını dahil etmezler.

Sevgili karım Jelena'nın iki tane diş implant'i yaptırması gerekti. Yakın zamanda da tatile memlekete gideceğiz, hadi kendimizi Türk hekimlerine emanet edelim dedik. Bu da aradan çıkmış olur, biraz da ekonomi yapmış oluruz böylece...

Gugıl'a girdim, "diş+klinik+antalya" yazdım. Beklemediğim kadar sayıda sonuç geldi.

İlk sıradaki, gerçek ismi saklı kalsın hadi, Sütbeyaz Diş Kliniği'nin İnternet sitesine girdim.

Gerçekten profesyonelce hazırlanmış bir web sitesi. Hem İngilizce, hem Türkçe. Browser default language'im Ingilizce olduğu için Gugıl beni doğrudan İngilizce versiyonuna gönderdi, ben de biraz bakındım. Sitenin İngilizce'si de öyle süt mısırına milk egypt dedikleri gugıl tranzleytör İngilizce'si değil, cidden düzgün yazmışlar. Doktorların resimleri, özgeçmişleri falan bayağı düzgün. Kliniğin resimlerini koymuşlar, onlar da İsviçre'dekileri aratmayacak kadar modern, temiz ve zevkli.

Diş Turizmi diye bir sayfa da hazırlamışlar. Gözlerime inanamadım. Tatile gelen turistlere diş tedavi hizmeti veriyorlar. Sayfada bir form var, onu kullanarak şikayetinizi, ne tedavisi istediğinizi yazıyorsunuz, daha sizi görmeden hazırlıklarını yapıyorlar. Form üzerinde dosya göndermek için bir seçenek bile koymuşlar.

Bu kadarını beklemiyordum, işin açıkçası.

Hemen Jelena ve kendimin durumlarını yazdım, Jelena'nın diş röntgenlerini de ekleyip, gönderdim. Size kırk sekiz saat içinde geri döneceğiz diye bir mesaj gönderdiklerimin alındığını teyit etti.

Başka bir kliniğe bakmadım bile. Jelena'yı arayıp, bir klinik buldum diye haber verdim.

Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, yetmiş iki saat geçti, arayan, soran yok.

Yeniden web sitelerine girdim. Telefon numaralarını alıp, aradım. Böyle bir numara kayıtlı değil diye bir cevap aldım. O zaman bir email yazayım dedim, iletişim sayfalarında bir email adresi bulamadım. Sadece ilk gün kullandığım form var.

Biraz daha bakındıktan sonra Hakkımızda falan gibi bir yerde ikinci bir telefon numarası daha gördüm. Hemen onu aradım.

Neyse ki bu çalmaya başladı.

Telefon açıldı, karşıda bir kadın sesi. Ancak ne bir selamlama, ne bir kendini ya da müesseseyi tanıtma. Sadece net bir...

"Alo"

Ama öyle bir "Alo" ki, nasıl yazıya dökerim, bilmiyorum. "Ay-Lo" gibi geliyor kulağa. "L" 'yi de alabildiğince incelterek, "lo" kısmını kısa kesip, hıçkırık tutmuş gibi söylüyor.

"İyi günler han-fendi, benim adım Bülent Gü...."

"Alo, alo, alo, alo!"

Cümlemi bitiremedim. Kadın bir histeri krizine tutulmuş gibi devamlı "alo" diyor. Bir sussa, duyacak beni ama öyle bir otomatiğe bağlamış ki çaresiz, krizinin geçmesini bekledim.

Abartmıyorum, bir dakika falan boyunca kesintisiz "alo" dedikten sonra sakinleşti.

"Şimdi duyuyor musunuz han-fendi?"

"Hah şimdi duyuyorum."

Aferin sana. Süper sekreter bir, telefon tanrısı sıfır. Kırdık kaderimizin zincirlerini...

"Benim adım Bülent Güven Nalcı. Sütbeyaz Diş kliniği mi orası?"

"Evet, kimi aramıştınız?"

Bir diş kliniğini arayan insanların genellikle arama nedenleri bir diş problemidir, tanıdıklarıyla görüşmek değil. "Kimi aramıştınız?" yerine "Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?" gibi bir cevap daha mantıklı olabilirdi tabi.

Daha da kötüsü, eğer gayri ihtiyari "Özel birini aramadım" falan desem, çat diye kapatacak yüzüme.

O yüzden stratejik bir cevap verdim.

"Bir konuda bilgi almak istemiştim."

"Evet"

Tek kelimelik bir cevap. Kelime kirliliğine karşı bir savaş açılmış demek ki. Diş kliniğin sekreterinin ağızından birden fazla kelime almak, dişini çekmekten daha zor.

"Size eşim ve benim için birer form göndermiştim, sizden ce..."

"Hangi mail adresine gönderdiniz?"

"Mail göndermedim han-fendi, İnter..."

"Ne zaman postaya verdiniz?"

Yine bir gülme krizi geldi, zar zor bastırdım.

"İnternet sitenizden göndermiştim."

"Haa, form dediniz de, o yüzden sormuştum."

Form dedim diye email ya da posta tarihinin sormuş. Kabahat bende yani, form deyip yanılttım onu. Bütün Web sayfalarında bilgi yazıp, gönderdiğiniz haberleşme yapısına form denmesi, bizzati kendi sayfalarında aşağıdaki 'Formu' Doldurun, 'Form' Alındı falan gibi mesajların olması onu ilgilendirmiyor tabi.

"Hangi İnternet sitemizden göndermiştiniz?"

Anlamadım ne sorduğunu.

"Sizin İnternet sitenizden gönderdim."

Hoşnutsuzluğunu belli ederek biraz sertçe çıkıştı.

"Beyefendi dat kom'dan mı, dat kom dat ti-ar'dan mı gönderdiniz?"

Demek 'sutbeyazi.com' ve 'sutbeyazi.com.tr' diye iki ayrı web siteleri varmış.

Burada yanlış giden o kadar fazla şey var ki, hangisinin ucundan tutup kadına bir cevap vereyim bilemedim.

Bir kere niye ayrı ayrı iki isimde site kuruyorsun? Tek isimli bir site yap, insanların da kafası karışmasın. Yok eğer iki ismi de kullanmak istiyorsan, aptal gibi iki ayrı siteyi parelel olarak barındırmak yerine, iki ismi de tek bir siteye yönlendir, .com da, .com.tr da aynı sitede çalışsın.

Yok ben aptalım, böyle istiyorum, karışma bana diyorsan da, hangi siteden kim ne göndermiş, mesai harca, ikisini de takip et. Bana niye soruyorsun?

"Han-fendi, Gugıl'dan arayıp buldum, hangi adrese gittiğine dikkat etmedim."

"Beyefendi, bundan sonrası için söylemiş olayım, tarayıcınızın üstünde bir beyaz şerit var, oraya bakarsanız, hangi adrese gittiğinizi görürsünüz."

Allah kahretsin seni. Her linke tıkladığında kafanı kaldırıp, hangi adrese gittiğine bakıyor musun sen?

K&R C'yi okuduğumda yıl 1984'tü, o zamanlar sen dünyada bile yoktun. Yüz'den fazla web sitesi dizayn edip, kodladım. Bir tarayıcı nasıl çalışır, sen mi öğreteceksin bana?

Derin bir nefes aldım.

"Tarayıcı kullanmayı senden öğrenecek değiliz!"

Demedim tabi.

"Eyy Sütbeyaz Diş Kliniğinin sekreteri! Sen kimsin yaaa..."

Bu da içimden geçti, ama bunu da demedim 😛

"Han-fendi bu ikisi de sizin siteniz değil mi? Bakın, hangisinden göndermişim bulursunuz."

Bunu dedim ama...

"Ben bakıp, birazdan size döneceğim."

Dedi.

Teşekkür edip, kapattım. Bana dönmesini beklemeden, bir sonraki klinikten randevu aldım. Zaten o da bana geri falan dönmedi.

O kliniğin sahibi için üzüldüm sonra. İleri görüşlü biriymiş. Zamanını ve parasını harcamış, profesyonel bir web sitesi kurmuş. O gerçekten düzgün doktorları, uzmanları toplamış. Pazarın farkına varıp, sağlık turizmi için müessesesini hazırlamış.

Ama haftada yüz lira az vermek için telefonun başına koyduğu bir aşure beyinli yüzünden bütün yukardakiler ulaşılamaz bir durumda kalmış. Kliniğine harcadığı para, web sitesine harcadığı para, hep boşa gitmiş. İki implant, iki diş temizliği, bir iki de dolgu parasını on dakikada çöpe attı.

Bir hizmet işletmesinde, müşteri ile ilk teması kuran frontline man, müşterinin make or break noktasıdır. Gerisinde ne kadar deneyim, servis, fayda bekliyor olursa olsun, o ilk temas yanlış olursa müşteri kaçar, gider.

İsviçre’de ciddi organizasyonlarda bu kişiler çoğunlukla özel eğitim, en azından uzun bir süre on the job training alırlar. Telefona nasıl bakılır, müşteri ile nasıl konuşulur, bir dil problemi nasıl yumuşatılır ve çözülür, kötü haber nasıl verilir, vesaire, vesaire, ...

Bizde ise konuşmayı biliyorsa koy telefonun başına.

Siz siz olum, dişlerinize iyi bakın arkadaşlar ❤️

9 Eylül 2018 Pazar

Bir Bilen, Her Bilen, Hep Bilen

Şu sıralar "bizim" TV'lerde yeni bir akım popülarite kazandı. Gazeteci yada siyasetçiler ekranlarda ellerine bir tomar gazete alıp, günün haberlerini yorumluyorlar.

Bunlara bir de tartışma programlarını eklediğimde, ben bu yorumların bazılarını zevkle dinliyorum. Özellikle iş Türk siyasetine geldiğinde çok fazla şey öğreniyorum.

Ancak tedavisi imkansız, "Ben herşeyi bilirim, bilmesemde şeytani zekamla kıvırırım" sendromu yüzünden, bu arkadaşlar zaman zaman birer ekonomist, stratejist, erkan-ı harp, tarihçi, astro-fizikçi, dilbilimci vesaire olup, öyle yorumlar yapıyorlar ki, ya gülmekten kırılıyorum, ya da sinirden tırnaklarımı yiyiyorum.

Neye dayanarak, nasıl bir kibirle, nasıl bir cesaretle böyle saçmalıyorlar, anlaması gerçekten zor.

Bunlardan birisi geçenlerde ayın oluşumu ile ilgili bir haberi okudu. Sonrasında da kızarak "Ya, ne var bunda haber yapacak, Ay, dünyaya bir meteor çarpmasıyla oluşmuş bir gök cismi işte" deyip, çıktı işin içinden.

Son yüz yılı, ayın nasıl oluştuğunu araştırarak geçiren gökbilimcilerden sağ kalanları bir ürperti ile uyandılar, ölenler ise mezarlarında bir tur döndüler.

Ayın oluşumu o kadar gizemli ki, normal gökbilimsel fenomenlerin hiç biriyle açıklanamıyor. Akla yakın, ya da daha doğru bir biçimde bildiğimiz gökbilimsel ilkelere aykırı düşmeyen tek teori, dünya ile mars büyüklüğünde bir gezegenin çarpışması sonucu, eski dünya ve çarpan gezegenin toplamından dünya-ay sisteminin oluştuğu. Yani meteor çarpması falan değil. Bu teori de sadece açısal momentum, yerçekimi falan gibi temel teorilere aykırı olmadığı için ayakta durabiliyor. Yoksa ayın çekirdeğinin demir gibi ağır elementleri içermeyip, daha ziyade yüzeyde bulunan maddeleri içermesi gibi dolaylı bir kaç veriden başka hiç bir kanıt yok.

Ama bizim baba, bir cahil cesaretiyle meteor çarptı deyip sallayabiliyor, bir de haberi yapana kızıyor...

Başka biri, bankamatikten çektiği paranın yeni olduğuna dayanarak, Merkez Bankası'nın karşılıksız para bastığına kanaat getiriyor, bunu da devletin izlediği ekonomik politikaların başarısızlığına bağlıyor.

Anasını sattığımın makro ekonomisi, eğer iyiliği ya da kötülüğü bankamatikten çekilen paranın mürekkep kokusundan anlaşılıyor olsaydı, biz de iki sömestiri kanırarak geçirmezdik okulda. Kokla parayı, yeniyse ekonomi kötü, eskiyse işler yolunda 😛

Bu yorumları yapan sadece cahil değil, tabirimi hoş görün, bir de salak, hem de süzme salak.

Günümüzde bir paranın fiziksel bir karşılığı yok. Eskiden devletler altın stokları karşılığında para basarlarmış, şimdilerde kimse bu yöntemi kullanmıyor. Yani basılan her para, bu anlamda zaten karşılıksız.

Merkez bankası rutin olarak eskimiş ve yıpranmış paraları toplayıp, imha eder, yerine de yeni para basar. Banka görevlileri de bankamatiklerde eski paraların kolayca kıvrılıp, makinede tıkalı kalmalarından dolayı bu yeni banknotları tercih ederler.

Bu cahilin aslında ıkınıp söylemek istediği ama saçmaladığı konu ise "karşılıksız" basılan paranın değerinin düşmesi ve sonuçta enflasyonu artırıcı bir zararlı etkisi olması.

Bu elbette ki doğru bir argüman ama kapsamı bankamatik paraları koklayarak anlaşılmaz.

Çünkü kağıt para, piyasadaki paranın sadece bir bölümünü oluşturur.

Dolaşımdaki diğer para türüne kaydi para derler.

Çok basit biçimde cebinizdeki yüz lirayı bankaya koyarsınız. Banka bu parayı alır, başka birine kredi olarak verir. Krediyi alan kişi bu parayı ödemelerini yapmak için kullanır, ödeme yapılan kişi bu parayı alır, yeniden bankaya yatırır. Banka aynı parayı yine kredi olarak verir, bu böyle sürer, gider.

Paranın dolaşım hızına bağlı olarak bu nakit yüz lira, sonsuz miktarda para üretebilir.

Çoğu zaman bu kaydi paranın yaratılması için baştaki nakit paraya da gerek yoktur. Çek, senet, EFT gibi ödeme araçları ile başta sıfır lira nakitle piyasada yüksek miktarda para dolaşımı oluşturulabilir.

Bankaların sonsuz miktarda kredi dağıtması hem saçma, hem de tehlikelidir. Bunu önlemek için devlet bankaların dağıttığı kredilerin bir bölümünü nakit olarak tutmasını mecbur kılar. Buna "mevduat karşılıkları", ya da yirmi beş sene öncesinden doğru hatırlıyorsam "muzam karşılıkları" derler.

Bankalar bu parayı nakit tutmak yerine devlet tahvili alarak da değerlendirebilirler. Elbette ki devlet tahvilleri faiz getirdiğinden, bankalar bu parayı nakit tutup, hiç bir kazanç elde edememek yerine tahvil alıp, kar etmeyi tercih ederler ve günlük para çekimleri için bir miktar nakit ayırdıktan sonra kalan karşılık miktarı ile devlet tahvili alırlar.

Nakit para de böylece dolaşımdan çıkıp, devletin kasasına geri döner, yani o para hiç basılmamış gibi olur.

Şimdi bir an için devletin bu muzam karşılık oranını düşürdüğünü varsayalım. Bir anda tahvil karşılığı devletin kasasına dönecek olan para piyasada kalır ve yine bir kaç misli kaydi para üretir.

Alın size bir tane banknot basmadan enflasyon.

Piyasadaki para miktarını bu yöntemle artırmak en kolayıdır, böylece darphanedeki matbaacıları çalıştırmaya falan da gerek kalmaz.

İşin komiği, devlet bunu zaten yaptı, yani karşılık oranlarını düşürdü. Bunu anlamak için de gazete okumak yeter, öyle afgan tazısı gibi bankamatik koklamaya gerek yok.

Eskilerde para basma, devletin maaş ödemek için ihtiyacı olan parayı öyle piyasa dinamiklerine başvurmadan, kısa yoldan temin etmek için uygulanırdı. Şimdilerde bu iş daha bir zerafetle yapılıyor.

Hükümet çok başarılı, ekonomi çok iyi, aslında enflasyon falan yok demiyorum. Yazdıklarımı okuyorsanız, zaten battığımıza inandığımı biliyorsunuzdur. Söylemek istediğim, sadece bankamatik paralarının yeniliğine bakıp, böyle sonuçlar çıkarmanın anlamsız, çocukça bir çaba olduğu...

Zamanın başka popüler bir konusu şu S-400'ler.

Bütün gazeteciler, yorumcular bir şeyler söylüyor. Kimisi S-400'leri bir de F-35 uçaklarının teslimatı ile birleştirip, öyle senaryolar uyduruyorlar ki, dinlerken, ya da okurken utanıyorum.

Bu konunun en popüler argümanı, "Efendim S-400'ler NATO sistemleri ile entegre değil.", "Sistemlerimize entegre olmayan füzeleri almamız doğru olmaz.", "Bunları alırsak, paramızı sokağa atarız çünkü entegre değiller."

Birisini yakalayabilsem soracağım.

Ne demek lan, NATO sistemlerine entegre değil?

Gerçekten....

Ne anlıyorsun entegre değil dediğinde anasını satayım? Pirizleri mi uymuyor? 110 volt mu? El kitapları mı Rusça?

Bazıları öyle senaryolar uyduruyorki, sonunu beklemeden tuvalete gidiyorum. İran'dan füzeler atılıyor, Kürecik radarı bunları görüyor, ama "entegre" olmadığı için S-400 sıkamıyoruz falan...

S-400'ler tamamen bağımsız çalışabilen sistemlerdir sevgili arkadaşlar.

Eskiden bu hava savunma füzeleri sabit yerlere konulurdu. Mesela boğazların etrafında, bazıları taktik nükleer başlık taşıyan Nika Ajax ve Nike Hercules füzeleri vardı. Yine tepelere kurulmuş sabit radarlar - benim yaşıtlarım hatırlarlar, beyaz küre biçiminde koca yapılardır bunlar, bir hava saldırısını tesbit eder, bu bilgiye göre de Nike'ları hazırlayıp sıkarlardı.

Sonradan ABD, Wild Weasel isimli bir operasyon geliştirdi. Önce Shrike, sonra da Harm isimli özel ARM, yani Anti Radyasyon Füzeleri ile bu sabit arama radarlarının yaydıkları radyasyona kitlenip, radarları da, füzeleri de cart diye vurabilme kabiliyeti kazandılar.

Ruslar da buna karşılık hem füzeleri, hem de radarları mobil hale getirdiler, yani kamyonlara yüklediler, böylece kabak gibi yere çakılı ekipmanlarla "Gel beni vur" durumundan çıktılar. En önemlisi, uçsuz bucaksız hava sahalarını bu füzeleri sağa sola taşıyarak daha etkin bir biçimde korumaya başladılar.

S-300 ve 400 sistemleri 600 kilometre içinde başka hiç bir radara ya da enformasyona ihtiyaç duymadan tamamen bağımsız çalışabiliyorlar. Ne entegrasyonu? Neye entegrasyon?

Eğer Kürecik, İran'dan sıkılmış bir füzeyi bu 400 km'lik menzile girmeden yakalarsa, telefon açsınlar abicim, S-400'cüler kontağı açıp, müziği kapayarak füzelerin menzile girmesini bekleyebilirler. Zaten S-400 yerine Patriot da alsak 400 km'den önce bunları sıkamayız.

İşin başka bir enteresanlığı daha var.

Bu S-400'leri acaba hangi tehdide karşılık alıyoruz? Rusya'dan ya da Suriyeden gelecek uçaklara karşı mı, yoksa "entegre" olmak istediğimiz NATO tabanlı bir tehdide karşı mı? Bu sorunun bayağı gri alanda kalan bir cevabı var.

Bazen de yine temelsiz, tabansız S-400 menzili tartışmalarına denk geliyorum. Birisi diyor ki S-400'lerin menzili 300 kilometredir, bir başkası da n'ayır, 300 değil, 400 kilometredir. Ya da S-400 bir orta irtifa savunma sistemidir ya da n'ayır aslında bir yüksek irtifa sistemidir...

Gariplerim, S-400'leri tek bir füze tipi zannediyorlar. Bilmiyorlar ki S-400 bir savunma sisteminin adı. Aslen menzili 40 km'den 400 kilometreye kadar değişen dört ayrı füze ile çalışıyor. Hangisini sıkarsan, menzili de, irtifası da füzenin etkili olduğu tehdit tipine göre değişiyor.

İşte böyle. O kadar çok zırva dinledim ki bu S-400'ler hakkında, bayağı eskimiş "Çarıklı Erkanıharp" tabirini "Kalemli Erkanıharp" şeklinde değiştirmeyi öneriyorum.

Yine bu her şeyi bilenlerin ağababalarından biri dedi ki "Ünlü Marie-Antoinette aslında 'Ekmek yoksa pasta yesinler' dediğinde siz pastayı pasta zannediyorsunuz ama batı dillerinde pasta ekmek benzeri hamur işine denir" gibi bir şey söyledi.

Yani demeye getiriyor ki "Siz bilmezsiniz, pasta aslında makarna demek."

Eee, baba gazetesi sayesinde İtalya'ya hasıl olmuş, orada da bir menüye bakıp "pasta" bölümünü görünce makarnaya pasta dendiğini anlamış ve 1 ile 1'i toplayıp, Marie-Antoinette'i yanlış anladığımıza karar vermiş.

Kadın bu lafı yüzünden bütün ülkesinin nefretini kazanıp, kafasını giyotine kaptırdı, ben mi yanlış biliyorum dedim. Sonra da üşenmedim, baktım.

Marie-Antoinette, bu ünlü vecizesinin Türkçeye "Pasta" olarak çevrisinin orijinalinde "Brioché" demiş, yani "batı dillerinde" yanlış anlamaya yol açacak "Pasta" kelimesini bile kullanmamış. "Brioché" ise bildiğiniz kek, pasta. Nokta.

Ama baba biliyor işte. Ne söylesek boş. Dayanamadım, bir tivit attım, bakalım bir şey çıkacak mı?

Daha çok var da başınızı ağrıtmayayım. Yarın Pazartesi, hayat başlayacak, yatıp uyuyalım 😍

Edit: Muzam değil, Munzam karşılıkmış. Bir de bu karşılıklara bugün devlet tahvili yerine direkt TCMB faiz ödüyormuş.

1 Eylül 2018 Cumartesi

Zaman Yolculuğu

Genç kız bitkin bir halde, cafe'de kendisini bekleyen arkadaşının karşısına oturdu. Ellerini kalbinin üzerinde birleştirip, "Bir dakika soluklanayım, sonra senle konuşacağım" anlamında sempatik bir hareket yaptı. Bir kaç saniye dinlendikten sonra, masanın yanındaki ekrandan en sevdiği meyve kokteylini seçti. Açılan kapaktan bardağına uzanıp, ilk yudumunu aldı.

Arkadaşı dayanamayıp sordu:

"Çok mu zor geçti?"

"Sorma, canımı çıkardılar. Bir önceki gözlemde mühendislerden birinin gerçek babasının mahallenin kadastro müdürü olduğunu anladığından beri çok ince eleyip, sık dokuyorlar. Bir dolu psikolojik test, sağlık muayenesi, sinir kontrolü, prosedür uyum çalışması..."

İçeceğinden uzun bir yudum alıp, devam etti.

"Sabahın sekizinden beri test, mülakat, doktorlar... Sorma işte."

"Bu kadar didiklemekte aslında haklılar. Bu işlem çok masraflı. Ekipten biri kontrolünü kaybedip saçma bir şey yapar diye korkuyorlar."

"O yüzden yakın geçmişe bütün seyahatleri durdurdular ya. Zamanda yolculuk dikkat istiyor, geçmişe en ufak bir müdehale, bu günü değiştirebilir. Bundandır, yolculukları, ekipler geçmişe gittiğinde yakın akrabalarını göremeyecek şekilde planlıyorlar."

"Sonucu ne oldu? Seni kabul ettiler mi?"

"Onayladılar... Ama zar zor. O da gideceğimiz döneme ait annemin babasından dinlediklerini bildiğim için."

"İyi etmişler. Dedenle babaannen, anneni çok geç yaptıkları için, arada bir nesil kaybı olmadan bir çok şeyi sana aktarabilmiş."

"Öyle. Dönemin bir çok yaşlısı bellek engram transfer teknolojisi gelişmeden ölmüştü. Annem geç geldiği için yetişebildi. İlerde bu bellek transferleri sadece akraba olmayanlar arasında da yapılabilecek herhalde, ama şimdilik ellerinde sadece ben varım."

"Tam olarak nereye ve hangi döneme gideceksiniz?"

"Türkiye'ye, yirmi birinci yüzyılın başlarına..."

"Türkiye mi? Ne işiniz var orada? Okulda tarih derslerinden hatırlıyorum, Amerika, Trump falan daha ilginç değil mi?"

"Şaka mı yapıyorsun? Yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi siyasal toplumbilimcilerin mabedidir. Bütün bilim dünyası iki yüz yıldır çalışıyor olsa da, hala o dönemin Türkiye'sinde olan biteni anlamış değil. Bunu çözen bilim adamı kesin Nobel alacaktır. Geçenlerde bulunan soğuk füzyondan daha fazla ses getirecek bir buluş olacak bu."

"Gerçekten mi? Nedir o dönemi bu kadar özel yapan?"

"Türkiye, tüm zamanların ülkelerine kıyasla, en kısa zamanda, en fazla tersine evrilip, geriye gitmiş bir ülke. On yıl içinde, yüzyıllarca geriye... Tüm tarihte başka bir örneği yok."

"Peki ülkenin insanları engelleyememiş mi bu gerilemeyi?"

"Ne engellemesi, ülkenin insanları istediği için bu gerileme kavgasız, gürültüsüz gerçekleşmiş!"

"Yani insanlar bile bile mi yüz yıllarca geriye gitmeyi kabul etmişler?"

"Aynen öyle. Kadınlar isteyerek haklarından ve özgürlüklerinden vaz geçmişler. İnsanlar o zamanın değişim aracı olan paralarının değer kaybettiğini görüp, bize ne demişler. Modern bir eğitimden, çağdışı bir eğitime geçişi kutlamışlar. Yine o zamanın kaynak paylaşım sistemi olan ekonomileri batmış, aldırmamışlar. Yargı sistemleri işlevini kaybetmiş, yine boş vermişler. Ülkede üretim durmuş, kaynaklar üretime ve ilerlemeye katkısı olmayan din görevlilerinin yetişmesine harcanmış. O zamanlar robotlar yok biliyorsun, madenlerde insanlar çalışıyormuş. Sistemin işlememesi yüzünden yüzlerce insan toprak altında kalıp, ölmüş, halk bu geriye gidişi daha da fazla desteklemiş."

"İnanmıyorum!"

"Tamamen gerçek! Bu yüzden kimse bunların nasıl olduğunu anlayamıyor ya..."

"Peki bu Türklerin zihinsel gelişimlerinde bir problem mi varmış ki, göz göre göre geriye gitmeyi kabullenmişler?"

"Uzunca bir süre bilim dünyası bunu araştırmış. Hatta Türklerin o zaman Homo Sapiens düzeyine evrilemediklerini falan düşünenler olmuş, ama bulunan fosiller bu teorileri kanıtlayamamış. Türkler görünüşe göre antropolojik olarak normal insanlarmış."

Meyve suyundan bir yudum alıp, devam etti.

"Ancak mezarlarda bulunan kafatasları incelendiğinde, beyinlerinde ufak bir anormallik bulunmuş. Synapsis anında oluşan homongolus kromozomlarının dizilişindeki bir hata yüzünden Türkler doğuştan her şeyi bildiklerine inanıyorlarmış."

"Eh, anlaşılabilir bir şey bu. Yetersiz beslenme, fakirlik ve eğitimsizlik yüzünden tabi..."

"Yok, yok, tam tersine. Bu bozukluk zamanın hali vakti yerinde, düzgün beslenmiş, eğitimli aydınlarında daha da fazla, daha da etkin görülüyormuş."

"Nasıl yani? Eğitimli biri her şeyi bildiğine inanabilir mi?"

"Bu yüzden işte yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi ilginç bir hale dönüşüyor ya..."

"Gerçekten ilginçmiş. Peki bu aydınlar ülkenin nereye gittiğini görüp, bir şeyler yapmamışlar mı?"

"Yapmışlar. Sosyal medya dedikleri bir ortamda, ülkenin nasıl kötüye gittiğini, ülkenin nasıl kötüye gittiğini zaten bilen başka aydınlara bıkmadan, usanmadan, defalarca anlatmışlar."

"Ama o anlattıkları aydınlar zaten ülkenin kötüye gittiğini anlamışlarsa, niye onlara yeniden anlatmışlar? Anlamayan cahillere anlatsalarmış ya..."

"Anlamayan cahiller de diğer anlamayan cahillere ülkenin nasıl iyiye gittiğini anlatıyorlarmış çünkü. İşin aslı aydınlar anlatsalar da bu cahil kesimin anlayacağı şüpheliymiş. Yukarda söyledim ya, bu her şeyi bilme bozukluğundan..."

"İnanılmaz..."

"Bu görev niye bu kadar önemli zannediyorsun?"

"Peki bu ekipte senin görevin ne olacak?"

Tablet bilgisayarının üzerinde bir sayfa açıp, arkadaşına gösterdi.

"Bana bu adamı inceleme görevi verildi."

"Kim bu? Kılıbık, Kıçılık, Kılçık, Kıçımlık..."

"Kılıçdaroğlu...."

"Neyin nesi bu adam?"

"Tarihin iktidar olmayı istemeyen tek muhalefet lideri. Görevinin sağdan soldan cumhurbaşkanı adayı 'atamak' olduğuna inanan tuhaf bir karekter."

"Böyle deliler her dönemde vardır. Bunun özelliği ne?"

"Bunun özelliği falan yok. İşe yaramaz, aptalın biri. İki sayıyı toplamayı beceremeyen, doğru düzgün bir cümle kuramayan, üçüncü sınıf bir muhasebeci. Aldığı hiç bir karar, yaptığı hiç bir öngörü, verdiği hiç bir taahhüt doğru çıkmamış."

Durup, meyve kokteylimden bir yudum daha aldı.

"Bu adamı ilginç kılan, dokuz seçim kaybetmesine rağmen, taraftarlarının bunun 'başarılı' olduğuna inanmaları. Bunun sayesinde iktidar partisi lideri adım adım belediye başkanlığından Sultanlığa evrildi. Her seçimi kaybettiklerinde muhalefet taraftarları muhalefet liderini başarısından dolayı kutlayıp, bir sonraki seçimi kazanacaklarına inandılar. Arka arkaya dokuz kere! Son seçimle ülkenin rejimi değiştikten sonra muhalefet taraftarları buna sonunda "Sen artık git" demeye başladılar. Bu sefer de bu, hayır, ben başarılıyım, niye gideyim diye çıktı işin içinden. Antropologlar da sonunda pes edip, topu biz siyasal tarihçilere attılar."

"Peki iktidardaki partiyi ve liderini kim araştıracak?"

"Kimse araştırmayacak. İktidarın hiç bir orijinalliği yok ki. Tarih boyunca örneğini bol bol gördüğümüz, tipik bir din sömürücü demogog. İcraatları o kadar klişe ki, yarım günlük bir ders bütün tarihini anlatmaya fazla geliyor..."

"Sen anlatınca daha iyi anladım. Bu işi çözerseniz, kesin ucunda Nobel var. İyi şanslar..."

17 Ağustos 2018 Cuma

Goodbye America

Otelimizden check out yapmış olsak da valizlerimizi Jelena'nın artık iyi arkadaşı "Betty" 'ye bırakıp bir taksi çağırdık.

Önümüzde çok yorucu bir üç gün olacaktı, çünkü bu süre boyunca yatakta bile uyuyamayacaktık. Los Angeles'da tam bir gün geçirip, akşam otel yerine New Yorka uçağına binecek, gece boyu uçacak, New York’da günü geçirip, yine gece boyu uçarak Avrupa'ya dönecektik. Porto'ya inip, bir başka uçakla Cenevre'ye geçecek, oradan Fransa'ya geçip mutfak alış verişimizi yapacak, oradan da Lozan'a, eve dönecektik.

Demek hala o kadar yaşlanmamışız.

Taksi, bizi (ne mutlu ki) son kez göreceğimiz Hollywood Bulvarı'na bıraktı. Tur otobüsü bizi Beverly Hills'e götürdü, oradan da başka bir otobüsle Santa Monica'nın yolunu tuttuk.

Bir süre boyunca da eski Route 66 üzerinde yolumuza devam ettik. Oradan da Santa Monica'ya ulaştık.

Santa Monica, Los Angeles'lıların Çeşme'si gibi bir yer. Okyanus kıyısında bir sayfiye yeri ancak aynı zamanda bir şehir olduğundan ticaret de var.

Route 66'nın bitiş noktası
Okyanus, bol bol dalga, büyük bir kumsal, surfing ve Beach Boys, biraz yemek, biraz eğlence. Alın size bir cümlede Santa Monica. Bana sorarsanız manzara sıkıcı, dalgalı, pis, tatsız bir deniz. San Diego gibi, altı, gıdıkladı. Kötü değil ama bir özelliği yok.

Önce Santa Monica Pier'ine, yani iskelesine gittik. Bu Amarikan 'iskeleleri' eğlenceli olur, Burası da fast food büfeleri, bir lunapark ve bir iki mağazası ile San Francisco'daki Pier 39'u andırıyordu.

Ancak bu pier'in önemli bir özelliği var sevgili arkadaşlar. Route 66 tam burada 'bitiyor'. Oraya bir bitiş tabelası koymuşlar zaten.

Cheescake Factory
Buradan 3rd Street Promnade isimli yürüyüş yoluna geçtik. Güzel bir yer. Bir cadde buyumca cafe'ler, mağazalar, ama en önemlisi sokakta şarkı söyleyen amatör sanatçılar. Rap, pop, rock, Karayip, her türlü müzik var.

Jelena ile 🐝Mezzy🐝 alış verişe gittiler, ben de zenci bir şarkıcıdan hafif jazz'imsi bir müzik eşliğinde bir açık hava kahvesinde oturup, onları bekledim.

Oradan, caddenin sonundaki bir Cheesecake Factory'de yemek yedik. İzleyenleriniz hatırlayacaktır, The Big Bang Theory dizisinde Penny ve Bernedate bu restoranda garsonluk yaparlar.

Rodeo Drive
Hiç de fena bir yer değildi. Yemekleri çok güzel, bir de isterseniz özel bir menü'den low calori yemek seçebiliyordunuz. Ama zaten balık batmış, son günümüzde de oturup low calori yemedik tabi. Şarapları da güzeldi, mutlu olduk sizin anlayacağınız.

Bu alış veriş merkezinde annesi 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için ona bir Swarowski Mickey kolye aldı. Canım kızım hem annesinden bir Swarowski, hem de babasından bir Pandora Mickey kolye ile hatırlayacak bu doğum gününü.

Otobüsümüz bizi Beverly Hills'e bıraktı. Oradan Rodeo Drive'da biraz yürüyüp, Versace'nin bulunduğu yaya bölgesinde bir kaç resim çektik.

Willshire Bulvarı
Buradan Beverly Drive'a geçip bir şeyler yedik, ben de LA'deki son şarabımı içtim. Bir taksi bizi otelimize geri götürdü. Çantalarımızı alıp başka bir taksiyle de hava alanına, ünlü LAX'e geçtik.

Gece saat on ikide kalkan Delta'nın bir B-757'si sabah saat sekizde bizi New York'un JFK hava alanına indirdi.

Penn Station'da bir Philedelphia Steak and Cheese sandviçi yedim, ki bu seyahatin önemli hedeflerinden biriydi, ve hemen sonra o kadar başımıza gelenin ardından alabilmeyi umduğumuz Liberty Cruise'un kalkacağı World Trade Center civarına ulaştık.

11 Eylül'den hemen sonra gelmiştim buraya. O zaman ikiz kulelerin bulunduğu yer sadece temelleri kalmış bir hafriyat alanı halindeydi. Şimdi kulelerin yerine anıt olarak birer havuz yapmışlar.

Buradan iskeleye geçip gemiye bindik.

Ellis adasının yakınlarında ayağa kalkıp bir resim çekeceğim, arkamdan biri, bir kadın, sivri tırnağını omuzuma pıt pıt diye vurup...

"Sit daun piliiiiz..." dedi.

Manhattan gökdelenleri
Sinema salonu değil ki burası, herkes ayağa kalkıp resim çekiyor. Ama aksanı yetti. Canını yediğimin müptezeli tabi ki Türk! Benim Türk olduğumun da farkında değil, yanında babası mı öyle biri var, ona hava basıyor aklınca Ingilizce sit daun piliz diye...

Resimlerimi çekene kadar ayakta durmaya devam ettim, sonra da oturdum.

Bu hala arkadan söylenmeye devam ediyor.

"Resim çekeceksen git önden çek kardeşim, niye benim manzaramı bozuyorsun!..."

Önde resim çekilebilir ama yanda çekilemez gibi bir kuralı kendi kendine nasıl koymuş bilinmez ulu kanuni sultan, ama öyle hissediyorsa öyledir tabi. Tabiyetimiz icabı her şeyi biliriz malumunuz...

Döndüm, Türkçe "Bunca insan resim çekmek için bu gemiye para verdi, farkında mısın?" dedim.

Benim de Türk olduğumu anlayınca önce biraz kızardı ama Türk istikbalinin evladı, eğilir, kırılmaz, çıktı hemen üste.

Özgürlük Anıtı
"Ama, ama siz ayağa kalkınca ben göremiyorum, resim çekecekseniz çekin, sonra oturun..." falan diye zırvalamaya devam etti.

Bu arada geminin yan tarafında, açık alanda arka arkaya oturuyoruz. Manzarasını falan kapatıyor değilim.

Heykele yaklaştığımızda tabi ki herkes kalkıp resim çekti. Bunlar kalktı gitti sonra.

Biz de canım kızıma verdiğimiz sözü tutup, Özgürlük Heykelini ona göstermiş olduk.

Gittiğinizde bu turu almanızı tavsiye ederim sevgili arkadaşlar. Denizden Manhattan'ı, Jersey City'yi, Brooklyn ve Manhattan köprülerini çok güzel, çok değişik açılardan görüyorsunuz.

Amerika gezimiz işte böyle sonlandı sevgili arkadaşlar. Sizleri de biraz baydım, kusuruma bakmayın.

Ne dersek diyelim, Amerika doğasıyla ve kültürüyle gidilmesi, görülmesi gerekli bir yer.

Brooklyn Köprüsü
Hepimiz yönetimine biraz kızgınız, çoğu zaman da haklı olarak, ama insanları gerçekten naif, iyi niyetli insanlar. Biraz dünyadan habersizler. Pancake, maple syrup ve peanut butter'ın olmadığı bir kahvaltının olamayacağını düşünürler. Ancak unutmayın, ben, yakınlarım da dahil, bir çok Türkün "Yaa, bırak bu acayip peynirleri, yok mu kahvaltılık beyaz peynir, zeytin" dediğine de şahidim.

Yine dünyadan habersiz, her şeyin en iyisinin Amarika'da olduğunu düşünürler. Bu da doğru, ama yine Türkiye'den dışarı adımını atmamış, hatta Antalya'yı görmemiş bir çok Türk’ün, inanarak, "Türkiye cennettir, böyle memleket dünyada yok" dediğini de biliyorum.

Her şey siyah yada beyaz değil yani.

Ne olursa olsun günümüzün modern kültürünün önemli bir parçası Amerika kaynaklı, bu da bu ülkeyi görülesi bir yer yapıyor.

Sağlıcakla kalın and be good 😍

16 Ağustos 2018 Perşembe

Hollywood

Yeni günümüz Hollywood Bulvarında, Dolby Theater'in önünde başlamıştı. Jelena daha İsviçre'den bulmuştu hangi turu alacağımızı. Hemen gitti, biletlerimizi aldı.

Hop On - Hop Off dedikleri bu iki katlı ve genelde üst katın açık olduğu otobüsler sizi ziyaret ettiğiniz kentin önemli noktalarına götürür, kulaklıkla şehir hakkımda bilgi verirler. Duraklarda serbestçe inip etrafı gezebilir, bir sonraki otobüse binerek de gezinize devam edebilirsiniz.

Özellikle büyük ve tarihi biraz eskiye giden şehirlerde biz mutlaka bu otobüsleri almaya dikkat ediyoruz. Sadece gezmek için değil, bir yerden bir yere gitmek için de çok pratikler.

Ancak Hollywood gibi bir yerde bu otobüslerin önemi kat be kat artıyor sevgili arkadaşlar.

Hollywood, ünlülerle, sinema ve müzik tarihiyle dolup taşan bir kent. Ancak neyin nerede olduğunu biri size söylemezse her yer geniş bir cadde ve etrafındaki bir iki katlı güzel binalardan oluşan bir kent manzarası olarak kalıyor.

Öyle binaların önünde Tarantino, Travolta'yla Pulp Fiction için anlaşmak üzere burada yemek yedi, Pretty Woman bu otelde çekildi, ya da Sharon Stone bu mağazadan alış veriş eder diye tabelalar yok maalesef.

Gittiğinizde eğer hazırlıksızsanız, öyle etrafınıza bakınıp "Tamam Hollywood'dayım da şimdi ne?" diye kalıyorsunuz.

Biz otele dönerken, taksi şoförümüz Todd, otelimizin elli metre ilerisindeki bir barı işaret edip "Bakın burası Robert De Niro'nun barı" demişti. O söylemese bu mekanın bizim için bir Dunkin' Donuts'dan farkı olmayacaktı.

Oralarda yaşayan bir arkadaşınız var, ancak bu işlere meraklı biri değilse büyük olasılıkla o da sizi heyecanlandıracak bir çok şeyi bilmiyor olacaktır.

Gitmeden önce okumak biraz yardımcı oluyor tabi. Ne var ki, işe yarar ve işe yaramaz bilginin birbirine karıştığı İnternet ortamında bunun bile gezinizi verimli bir biçimde yaptırabileceğine emin değilim. İşin aslı, ben gitmeden de, geldikten sonra da ziyaret ettiğimiz yer hakkımda bol bol okurum sevgili arkadaşlar. Ancak bizim deneyimimizde önceden okumak, gidilmesi gereken yerlerin genel bir listesini hazırlamakta, ya da gittiğimiz yerlerde eğer herkesin ilgisini çekmeyebilecek özel bir yeri ziyaret etmek veya özel bir şeyi görmek istediğimizde çok işe yarıyor. Bütün sorunları çözmüyor.

Hollywood'u ziyaret ederken bence en doğrusu profesyonel yardıma başvurmak. Hop hop otobüsler burada hem çok düzgün işliyor, hem de hatları ve dinlediğiniz bilgiler gerçekten özenerek hazırlanmış. New York’da örneğin, bunlar çok laçka ve çok daha az işe yarar bilgi veriyorlar.

Turumuz Hollywood Bulvarında başladı bir kısa bir süre sonra Hollywood Bulvarına parelel, Sunset Bulvarına döndük.

Sunset Bulvarının Crescent Highlights Bulvarı ile Beverly Hills arasında kalan kısmına Sunset Strip derler. Burası Paris'deki Avenue des Champs-Élysées ya da Manhattan'daki Broadway kadar ünlü bir caddedir. Mutlaka filmlerde, şarkılarda duymuşsunuzdur.

Sunset Strip gece kulüpleri, mağazaları, restoranları ile meşhur bir caddedir. Bir çok ünlünün takıldıkları mekanlar hep Sunset Strip'in üzerindedir,

Bu caddenin bu kadar ünlü gece klüpleriyle dolu olmasının tarihsel bir sebebi var arkadaşlar.

Sunset Strip aslında Hollywood'un değil, West Hollywood'un sınırları içerisinde kalır. Hollywood, Los Angeles şehrinin bir parçasıdır, West Hollywood, dolayısıyla da Sunset Strip ise Los Angeles County'nin.

İçkinin yasak olduğu 1920'li yıllarda Sunset Strip üzerinde el altından ya da arka odalarda içki servisi yapılabiliyormuş, çünkü sorumluluğu şehirle sınırlı LAPD yerine Los Angeles County Şerifini "ikna etmek" daha kolay oluyormuş.

Hal böyle olunca, Sunset Strip Hollywood'un eğlence mekanı haline dönüşmüş.

Strip'in üzerinde ilk dikkatimi çeken mekan Whisky A Go Go isimli gece kulübü.

Bazılarınız "Aaaa" oldu tabi...

Benim neslimin ve Ankara'daki aynı isimli mekanın asıl tadını çıkaran bir önceki nesilin belleğine hiç de yabancı bir isim değil bu. Whisky A Go Go Ankara'nın en ünlü gece klüplerinden biriydi. Yerini çıkartamamıştım, abim yardımıma koştu. Tunus Caddesinde, Akay yokuşunun tam başındaydı.

Sunset Strip'deki Whisky A Go Go'nun levhasının fontları bile Ankara'daki ile aynıydı, "Lan" dedim, "Bizimkiler levhasını bile çalmışlar". Sonra Wikipedia'dan öğrendim ki, Amerikalılar da bu ismi Paris'te bir gece klübünden çalmışlar. Zaten "Whisky" de Amarikanca'daki gibi "Whiskey" diye yazılmamış. Avrupa'dan arak olduğu belli.

Whisky A Go Go
Ben oradayken içeride Jefferson Starship çalıyordu. Önceleri Jefferson Airplane olan bu gurup bir Rock Oracle'ıdır. Ta Woodstock'da falan çaldılar hatırlarsanız.

Hele bir geçmişine baktığımda dilimi ısırdım. Kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan. Whisky A Go Go da çalmaya başlayıp meşhur olanların ya da ünlendikten sonra bu mekanda çalanların bazıları The Doors, No Doubt, The Byrds, Buffalo Springfield, Steppenwolf, Van Halen, Frank Zappa, Johnny Rivers, Guns N' Roses, Linkin Park, Mötley Crüe...

Hollywood dediğimizde aklımıza hep film yıldızları gelse de bu bölgenin müziğe, özellikle Amerikan Rock müziğine bu kadar katkı sağladığını bu gidişimde daha bir iyi anladım.

1900'lerin ilk yarısında sinema ile birlikte, zamanın ünlü jazz ve blues ustaları hep Strip'de çalarlarmış. Ancak Las Vegas devreye girip, burada kazandıklarının on katına bu ünlüleri Vegas şovlarına transfer edince Hollywood da aradaki boşluğu o zaman yeni yeni tutulmaya başlayan Rock ve daha sert türevleri müziklere sponsor olarak kapatmış. Hollywood'da Whisky A Go Go gibi rock müziklerinin çalındığı bir çok kulüp var.

Consumers Liquor
Sunset Boulevard 7151 de, Consumers Liquor isimli bir mağaza var. Burası Sunset Bulvari, Sunset Strip olmadan önce mi, sonra mı hatırlamıyorum, sizleri yanıltmayayım. Kulüplerin birinde çalan bir house band üyeleri her akşam bu mağazaya gelip parasızlıktan ucuz bir Kaliforniya şarabı alıp beraber içmek üzere evlerine götürürlermiş.

Bu şarabın ismi Night Train"miş, gurubunki de Guns N' Roses! Bu arkadaşları biraz sevenler, Appetite For Destruction albümünün bu şarap için yazılmış şarkısını hatırlarlar herhalde.

Buranın biraz ilerisindeki Guitar Center isimli müzik mağazasının bir bölümünde ise birçok ünlü gurup ve müzisyenin beton üzerinde el izleri bulunuyor. İşin açıkçası ben çok takılmadım. Bir öykü, olay ya da anıyla ilişkili değilse böyle şeylere tapınmayı sevmiyorum. Bir çok kişinin ilgisini çekse de, aynı sebeple ünlülerin evlerine giden turları almadım.
Guitar Center

Yine yakınlarda bir yerde Johnny Depp'e ait The Viper Room isimli kulüp var. Buranın açılışını Ivır-Zıvır Tom ve Kalpkırıcılar (Tom Petty and the Heartbreakers) yapmış. Burada da sıkı rock gurupları çalarmış. The Viper Room, ayrıca ünlülerin de sık göründüğü bir mekanmış. Ancelina Coli ile bir hatıra fotoğrafı çektirmek için gidilebilecek bir yer sizin anlayacağınız.

Strip üzerinde başka bir mekan ise Rainbow Bar and Grill, ya da eski ismi ile Villa Nova. Altı restoran, üstü gece kulübü. Marilyn Monroe ile Joe DiMaggio burada tanışmışlar.

Buraya müşteri olarak gelen, ya da sahne alan sanatçılar yine insanın sinirini bozuyor. Bazıları Alice Cooper, Harry Nilsson, John Lennon, Ringo Starr, Neil Diamond, Elvis Presley, Mötley Crüe, Poison, Guns N' Roses, W.A.S.P., Motörhead, Red Hot Chili Peppers, KISS, Led Zeppelin, Billy Idol, vesaire, vesaire. Bazen buraya eğlenmek için gelmiş olsalar bile, üç beşi bir araya geldiklerinde çıkar sahneye, hep beraber jam yaparlarmış.

Troubadour, Sunset Strip üzerindeki başka bir gece kulübü. Burada da kariyerine bu kulüpte başlayan ya da bu kulüpte çalmış uzun bir ünlü listesi var. Ünlü olmadan burada çalmış müzisyenlerin bazıları Elton John, Linda Ronstadt, James Taylor, The Eagles, The Byrds, Carole King, Bonnie Raitt, Jackson Browne, Van Morrison, Buffalo Springfield, vs... Yine yoları buradan geçmiş bir kaç müzisyeni listelersek Fleetwood Mac, Rod Stewart, Don McLean, Bette Midler, Bruce Springsteen, Billy Joel, The Pointer Sisters, Liza Minnelli, Sheryl Crow, The Everly Brothers, The Knack, Rise Against Machines, Leonard Cohen, vesaire, vesaire. Bu "vesaire" 'ler gerçekten vesaire. Tam liste için Wikipedia'ya bir bakın derim. Ben sadece sizlerin ilgisini çekecek bir kaçını aldım.

The Commedy Store
Yine Roxy isimli bir başka kulübünü not edin. Burada da epey ünlü müzisyen var ama çok baş ağrıtmayayım.

Sunset Strip üzerinde bu kez gece kulübü olmayan başka ilginç bir mekandan bahsedelim. İsmi Piazza del Sol. Bu bina uzun bir süre Kalifornia'nın en ünlü kerhanesi olarak hizmet vermiş (!)

The Commedy Store yine Sunset Strip'in kayda değer bir mekanı. Stand-up komedyenlerin sahne aldığı bu tiyatronun tezgahından geçip, ünlü olan bir çok isim var. Jim Carrey bunlardan biri. Jay Leno, Whoopi Goldberg gibi ünlü komedyenler hep bu tiyatroda sahne almış.

Laf komedi kulüplerinden açılmışken Laugh Factory isimli mekanı da not edin. Popüler bir yer.

Laugh Factory
Sunset Strip'i bıraktıktan sonra Santa Monica Bulvarına çıktık. Tabii istemsiz olarak Sheryl Crow'un o güzel şarkısı kafamda çalmaya başladı.

All I wanna do is have some fun,
Untill the sun comes up,
Over Santa Monica Boulevard

Santa Monica Bulvarında zebehe kadar dens diyor Sheryl Crow 😛

Bu bulvar Downtown Los Angeles'dan başlayıp, ta okyanus kıyısına, Santa Monica'ya kadar gidiyor. Üzerinde, özellikle Hollywood bölgesinde bol bol otel, motel, kulüp, sinema salonu, direktörler sendikası, senaristler derneği, gösteri salonu, ve benzeri yerler görebilirsiniz. Yine Trip Advisor olmayalım diye tek tek anlatmıyorum.

Bu bulvarın ilginç bir noktasından bahsedeyim size. Burası da bar, restoran, gece kulübü falan dolu. Ancak Hollywood'un gerisinden farkı, popülasyonun yüzde sekseninin i.ne olması - ki ismi zaten durumu açıklıyor, "Boys Town".

Otobüsteki anonsun uyarısıyla fotoğraf makinesini hazırladım ve sağ tarafta, büyük bir göbeği geçip yönümüzü kuzeye çevirdiğimizde kaldırımın üzerindeki, trafik işareti benzeri ters üçgen levhanın resmini çektim.

Beverly Hills Shield
Bu bir trafik işareti değil, bütün kentin etrafına serpiştirilmiş beş "Beverly Hills Shield" dedikleri levhadan biriydi. Kahverengi, üzerinde Beverly Hills yazan sade bir levha, ancak ister inanın, ister inanmayın, Beverly Hills belediyesi bu işaretin kullanım hakkını tescillemiş. Fotoğrafını çekip, kendi albümünüze koymak serbest ama umuma açık kullanırsanız, telif hakkı ödüyorsunuz.

Beverly Hills'de Los Angeles şehrinden ayrı bir şehir ama Los Angeles County'nin bir parçası, o yüzden de ayrı bir Polis teşkilatı, ve o yüzden de Beverly Hills Cop isimli bir dizi olabilmiş (inanın ben de tam anlayamıyorum bu Amarikalıların administratif ayrımını, tam city nedir, county nedir anladım derken, ortaya borrough'lar falan çıkıyor, yine kafamı karışıyor).

Beverly Hills'in Polisleri de havalıymış. Zsa Zsa Gabor arabasıyla giderken bir polis bunu durdurunca sinirlenip, çat diye çakmış polise bir tane. Zsa Zsa Gabor falan dinlememişler, atmışlar içeri kadını.

İsviçre'de bence Beverly Hills'dan daha fazla milyoner, milyarder yaşıyordur, sevgili arkadaşlar, ancak hemen her yerde, onların yaşam alanları İsviçre zerafeti ile göze batmayacak bir hale gelmiş, yaşadıkları köylerin içinde kaybolmuştur.

"Burası parası olanların yaşadığı bir yerdir!"
Beverly Hills ise tam aksine, "Burası parası olanların yaşadığı bir yerdir!" diye bar bar bağırıyor.

Girişine metrelerce uzunlukta "Beverly Hills" yazılı bir işaret koymuşlar ki insanlar önünde resim çektirebilsin diye. Her cadde, diğer caddelerden farklı bir ağaç türüyle süslenmiş, ama sadece tek bir ağaç türü. Yangın muslukları bile Los Angeles'ın her yerinde sarıyken, burada göze batmasın diye gri bir renge boyanmış.

Beverly Hills üzerinde aktif sosyal hayatın sürdüğü iki önemli cadde var.

Bunlardan ilki Beverly Drive. Bu cadde restoranları, barları, mağazaları ile canlı, cıvıl cıvıl bir yer. Hollywood gibi pis değil, insanlar iyi, kibar ve güler yüzlü.

Rodeo Drive
Beverly Hills'deki ikinci kayda değer cadde ise Rodeo Drive.

Biraz dünyayı görmüş biri olarak söyleyebilirim ki, şimdiye kadar Rodeo Drive gibi ışıltılı, klas bir yer görmedim. Ağırlıklarını bahane edip, her türlü otobüs, tren, kamyon gibi gözü rahatsız edecek aracı yasaklamışlar. Her iki arabadan biri Süper İtalyan bir marka, Ferrari, Lamborghini, Bugatti, Et al. Gerisi de Rolls, Aston Martin, arada bir gariban bir Porsche, vesaire, vesaire.

Biz bir akşam, güneş batarken gelmiştik. Ağaçların hepsi binlerce minik ampulle süslü. Yol boyunca oturmanız için yol kenarına masalar ve sandalyeler konmuş. Öyle cafe falan değil, belediyenin hizmeti. Cadde boyunca full Wi-Fi coverage tabi.

Mağazaların en ucuzları Max Mara, Gucci, Fendi, Versace. En pahalıların ismi bile yok.

Bijan Efendi
Ancak bir mağaza var ki halen dünyanın en pahalı butiği. Bir tek şubesi var, o da Rodeo Driva'da. İsmi House of Bijan, ya da benim neslimin Turgut Özal'ın buradan aldığı bir takım elbiseden hatırlayacağı "Bijan Efendi".

Ortalama bir müşterisi bir senede yüz bin dolarlık alış veriş yapıyormuş. Ortalama olmayanlar ise devlet başkanları, şeyhler, film yıldızları, futbolcular. Onlar için "Sky is the limit!"...

Bijan Pakzade, İranlı bir modacı. İran'ı anlayabileceğimiz sebeplerden bırakmış, önce Avrupaya - hatta bizim buralardan bir Swiss-German hanımla evlenmiş, sonra da Amarika'ya gitmiş. Orada da helal olsun, işini kurmuş, artık kaç milyonluk milyoner olmuş, bilmiyoruz.

Bijan Efendi 2011 yılında, beyin kanamasından hayatını kaybetmiş. Dükkanını ise Louis Vuitton satın almış. İşe aynı markayla onlar devam ediyor.

Jelena ile 🐝Mezzy🐝, Rodeo Drive'dan bir şey almış olalım diye Guess'e girdiler ama kadın mantığı, hiç birini beğenmedim diye çıktılar 😛

Beverly Wilshire Hotel
Rodeo Drive'ın sonuma doğru, Wilshire Bulvarıyla kesiştiği yerde yine bir tarihi bina var, Beverly Wilshire Hotel. Ortaya daha fazla ünlü ismi atıp sıkıntı yaratmak istemiyordum ama bir bakın arkadaşlar şu insanlara, sonra da kızın isterseniz bana. Elvis Presley ve Warren Beatty burada yıllarca kalmış. John Lennon da karıyla kavga edip bu otelde üç beş ay geçirmiş. Diğer misafirler ise şöyle: On sekiz delik Barack Obama, Japon Imparatoru Hirohito, Dalai Lama, Sadruddin Aga Khan, Eric Clapton, Mark Knopfler, Elton John, Michael Caine, Michael Douglas, Farrah Fawcett, Bette Midler, Dustin Hoffman, Anjelica Huston, Robert Pattinson, Walter Matthau ve Al Pacino!

Pretty Woman'da Roberts ve Gere de bu otelde kalırlar. Ambassador otelinde çekilen lobi sahneleri dışında otel sahneleri hep burada çekilmiş. Filmi hatırlarsanız, beraber alış verişe çıktıkları mağazalar da hep Rodeo Drive'da.

Otobüs turumuzun geçtiği her noktada o film, bu artist anonslarını sonu gelmedi. Ben öyle çok filmobik biri değilimdir. Hatta çok avam bir zevkim vardır, verin bana James Bond, sabah akşam seyrederim. Öyle Besson, Tarantino, Kubrick filmleri seyredersem afaganlar basar, sonunu bile bekleyemem. Ancak ben bile sınırlı film zevkimle gördüklerim ve duyduklarımdan etkilenmiştim.

Downtown LA
Günün içerisinde bir de Downtown Los Angeles'a gittik. Klasik bir Amerikan grid city. Bol bol gökdelen, yarısı banka, diğer yarısı da diğer iş kolları.

Los Angeles'da de bir China Town var, ancak bir Korea Town'u ilk kez gördük. Los Angeles'da İran dışındaki en büyük İranlı popülasyonu ve yine çok büyük bir Ermeni komünitesi var.

Downtown'da gerçekten gördüğünde insanı etkileyen bir Disney Gösteri Merkezi, ve ilk Richard Harris'ten duyduğumuz, ancak benim neslimin Donna Summer'ın muhteşem sesinden dinlemeye alıştığı unutulmaz şarkının ismi ve konusu olan MacArthur Park bulunuyor.

Biraz daha az noble bir şarkı ile ilişkili başka bir nokta isterseniz, size merkezdeki Ritz otelini ve Taco'dan Puttin' On The Ritz şarkısını verebilirim.

İşin aslı, şarkının ilk solisti Taco değil, Harry Richman, Şarkıda ismi geçen Ritz de Los Angeles'daki Ritz değil, Londra'daki Ritz oteli. Puttin' On The Ritz ise Frapan giyinme anlamına gelen bir deyim.

Madame Tussaud Müzesi
Ama denemiş olduk böyle işte 😍

Bu otobüs turları arasında bir de Hollywood'daki Madame Tussaud müzesini gezdik, bunca zamandır görürüm, ama iştahımı hep Londra'ya sakladığım için bir kere bile gezmemiştim. Bu müze ziyareti, Hop Hop otobüslerine aldığımız biletin zoraki parçası olunca, güneşin tepede olduğu bir öğlen vakti girip, gezdik bu müzeyi.

Bu müzeyi kafamda hep karanlık, düzenli, heykellere dokunmanın, yaklaşmanın yasak olduğu bir yer olarak canlandırmıştım. Ancak her yeri çok rahat, aydınlık ve eğlenceli biçimde tasarlamışlar. Heykellere yaklaşabiliyor, dokunabiliyor, yanlarına bıraktıkları aksesuarları kullanarak resim çekebiliyorsunuz. Adamlar Don Corleone'nin yanına bir 'fötür' şapka, Clint Eastwood'un yanına bir kovboy şapkası, Rocky"nin yanına da bir çift boks eldiveni koymuşlar.

Madame Tussaud Müzesi
Müzedeki ünlülerin gerçek boyutlu heykelleriyle yan yana geldiğinde insan filmlerde ya da resimlerde gördüğünden çok daha fazlasını görüp, hissedebiliyor. O Lady Gaga denen kadın neredeyse 🐝Mezzy🐝 kadar, abartmıyorum. Ancelina ise maşallah, boyu, posu yerinde. Marilyn, Liz, Madonna falan gerçekten perdede ya da sahnede göründüklerinden çok daha küçükler. Arnold ise gerçek bir terminatör 😛

Umduğumuzdan çok daha güzel vakit geçirdik burada. Bir daha aynı müze bile olsa yine giderim.

Hollywood'da bir günümüzün öyküsü böyle işte sevgili arkadaşlar.

Bu uzun günün sonunda akşam oteli nasıl bulduğumuzu bilmiyorum. Üçümüz de yatıp, uyuduk.

Bu hepimize sonsuz gibi gelen Amerika yazılarının da sonu göründü neyse. Bir sonrakinde görüşmek üzere ❤️

Hollywood - Prelüd

Los Angeles'ın eski tarihi daha önce size yazdığım San Diego yada Kaliforniya'nın geri kalanı ile neredeyse aynı. İspanyollar 1500'lü yıllarda buradaki yerlileri kovalamışlar, sonra Meksikalılar bağımsızılıklarını elde etmişler, sonra da buraları Amerikalılara kaptırmışlar. Kentin tarihinin bu bölümünde fazlaca orijinallik yok.

Önce bu bölgeye tren yolu ulaşmış. Bugün inanması biraz güç ancak sonrasında kentin büyümesi 1800'lerin sonunda yakınlarda petrol bulunmasıyla başlamış.

Kent büyüdükçe su kaynakları yetmez hale gelmiş ve kente yeni bir su yolu yapmışlar. Sözleşmeye göre bu suyolunun sağladığı su sadece ve sadece Los Angeles kenti için kullanılabilirmiş. Yani kent yönetiminin fazla suyu satması önlenmiş. Durum böyle olunca çevre kentler bu sudan faydalanabilmek için Los Angeles ile birleşmeye başlamışlar.

Hollywood da bu birleşen kentlerden biri olmuş.

1850'li yıllarda bugünkü Hollywood'un yerinde sadece kerpiçten bir kulübe varmış. Bu bölgede tarım iyi sonuç verdiği için küçük bir zirai komünite oluşmuş.

Hollywood ismi ilk kez 1887 yılımda Los Angeles County tapu ofisine, bu günkü Hollywood'daki 160 dönüm arazisi için gayrimenkul yatırımcısı Harvey Henderson Wilcox tarafından tescil edilmiş.

Harvey Wilcox'un bu ismi karısı Daeida Wilcox'un isteği ile koyduğunu da biliyoruz.

Kesin olarak bilmediğimiz, Daeida'nın bu ismi nereden bulduğu.

Bir rivayete göre Daeida bir seyahati esnasında, trende yanındaki Ohio'lu bir kadının memleketinin Hollandalı göçmenlerin koyduğu ismi olan Hollywood'u duymuş, beğenmiş ve kocasına önermiş.

Başka bir rivayete göre ise Daeida bu ismi Ivar Weid isimli bir arkadaşından, Ivar Weid ise yine bu bölgeden 480 dönüm arazi alan, Hollywood'un babası lakaplı, başka bir gayrimenkul baronu H. J. Whitley'den duymuş.

H. J. Whitley'in tuttuğu bir günlüğe göre, tepelerin birine çıkıp sonradan Hollywood olacak vadiye bakarken, bir çinliyi at arabasıyla bir şeyler taşırken görmüş. Ne yapıyorsun diye sorduğunda "Hauling Wood", yani odun taşıyorum demiş, ama Çinli aksanıyla "Holly-wood" gibi duyulmuş. Whitley de kafasında kuracağı yeni şehre bu ismi vermiş.

Böylece Hollywood, Hollywood olmuş.

1900'lü yılların hemen başında H. J. Whitley Prospect Avenue üzerinde Hollywood Hotel'i açmış. 1910 yılımda Hollywood Los Angeles ile birleştiğinde ise Prospect Avenue, bugünkü Hollywood Bulvarı ismini almış.

Film endüstrisi ise 1910'lu yıllarda Hollywood'a gelmeye başlamış.

Bunun en önemli nedeni, zamanın filmlerinin doğal ışıkta, yani güneş ışığında çekilmeleriymiş. Bunun için de yılın neredeyse her ayı güneşli olan Kaliforniya'dan daha iyi bir yer bulmak zor olurdu herhalde.

Ancak yine görenleriniz bilir, Hollywood deniz kıyısından bayağı uzaktadır. Film yapımcıların böyle bir seçim yapmalarının nedeni ise denizle birlikte gelen haze'den yani pustan korunmakmış.

Yine de zaman zaman yönetmenler deniz kıyısına gitmişler tabi.

Bunların birinde deniz kıyısında bir gün doğumu sahnesi çekmeleri gerekiyormuş. Takdir edersiniz ki Los Angeles, batıdaki Pasifik Okyanusuna komşu bir kenttir. Burada da okyanus üzerinde mükemmel güneş batımı sahneleri çekmek mümkünse de, güneş doğuşunu hakkıyla çekebilmek için ta Miami'ye falan gitmek gerekir.

Bir aklıevvel, Los Angeles'da, daha doğrusu kıyıdaki Santa Monica'da bir güneş batışı çekip, filmi tersine oynatmayı düşünmüş. Aslında hiç de fena da bir fikir değil. Gerçek hayatta güneşin batışı ile doğuşu arasında manzara olarak çok az fark vardır.

Neyse, bunlar gün batımını çekmiş ve tersine gösterip, bir gün doğuşu sahnesi oluşturmuşlar.

Her şey çok iyi gitmiş, ta ki filmi izleyenler geri geri uçan martıları fark edene kadar...

Bu hikayeyi otobüste dinlemiştik, çok gülmüştüm 😍

Birinci dünya savaşı öncesi Warner Brothers, Paramount, Columbia gibi büyük firmalar hep Hollywood'a taşınmış. 1920'lerin sonunda ise eski ahbabımız Howard Hughes, burada filmlerini çekmeye başlamış.

Hollywood ve Hughes'ın hikayesini biraz da fiction'la karışık, zevkli bir biçimde okumak isterseniz Harold Robbins'in The Carpetbaggers kitabını kaçırmayın derim. Kitapta protogonistin ismi Howard Hughes değil Jonas Cord, ama öykü Hughes'un öyküsü.

Yine 1920'lerde, gayrimenkul satışını desteklemek için Hollywood Hills'deki tepelerden birine, ayrı ayrı harflerden oluşan "HOLLYWOODLAND" yazılı, devasa bir işaret koymuşlar. 1950'lerde bu harfler artık eskiyip, kırılıp dökülünce, Hollywood Ticaret Odası, Los Angeles belediyesiyle bu işareti tamir etmek için bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre, sözcüğün sonundaki gayrimenkul satışını anımsatan "LAND", yani "arazi", "diyar" anlamına gelen kısmı kalkacak, sadece "HOLLYWOOD" kısmı kalacaktı.

Tepelerdeki ünlü Hollywood yazısı da işte böyle ortaya çıkmış.

Unutmadan, söyleyeyim. Yukarda "Hollywood Hills'in tepelerinden birine..." gibi bir şeyler yazdım. "Hollywood Hills", zaten "Hollywood Tepeleri" demek. "Hollywood Tepeleri, tepelerinin birine..." diye okuyup da gülmeyin bana. Hollywood Hills aynı zamanda bir semt ismi. Çevirmeden, sadece İngilizcesini okuyun 😛

İron Maiden'in bir şarkısında dediği gibi;

The Sheriff of Huddersfield locked in his castle
Look down on Hollywood Hills
The Sheriff of Huddersfield locked in his castle
You're our own Hot Rod on wheels

Iron Maiden'in menajeri Rod Smallwood için yazılmış bir şarkı. Adam çok pinti biriymiş. Hollywood Hills'de bir eve taşınmış ama hep guruba pahalılıktan şikayet ediyormuş. Gurup da gırgır olsun diye bu şarkıyı onun için yapmış. Şarkının içinde şerif olarak konuşan da Rod Smallwood'un kendisi zaten. Şerif benzetmesi ise Robin Hood'daki Sheriff of Nottingham'a ithafen. Komik bir şarkıdır, bir dinleyin fırsatını bulursanız...

Hollywood Hills
Bu arada İron Maiden gibi bir Ingiliz gurubun menajerinin Hollywood'a yerleşmesi de tesadüf değil, ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Hollywood'un gelişmesi sonrasında da sürmüş, film yıldızları, yönetmemler falan hep bu bölgeye yerleşmişler. İlerde bunlardan bazılarının detaylarına gireceğiz.

Filmler seslenmiş, renklenmiş, kaliteleri artmış, konuları çeşitlenmiş.

Ancak gelişen teknoloji bir çok endüstriyi olduğu gibi, Hollywood'un da tahtını sarsmış.

Bir kere artık güneş ışığı eski önemini yitirmiş. Bir çok sahne doğal ışığa gerek kalmadan Sound Stage denilen film stüdyolarında çekilebilir hale gelmiş.

Yine teknoloji sayesinde önce basit montajlama, sonrasında da post prodüksiyon esnasında, filmlere efektler aracılığı ile karmaşıklığı git gide artan müdehaleler yapılabilir olmuş.

Ancak en büyük darbe bilgisayarların gelişmesiyle vurulmuş. Önemli sayıda sahneler, aktör ve dekor olmaksızın, bilgisayarlarda hazırlanmaya başlamış.

Hollywood da bütün bunlarla birlikte bir mekan olarak yavaş yavaş eski cazibesini kaybetmiş.

Bana sorarsanız sinema bu günkü anladığımız haliyle ölmeye mahkum bir sektör sevgili arkadaşlar.

Gelişen teknoloji sayesinde, geleceğin film yıldızları tamamen bilgisayarda doğmuş, ete kemiğe hiç bürünmemiş sanal artistler olacak.

Sonasında interaktif sinema gelecek. Sinema filmleri bugün sizden bir girdi almadan başı, sonu belli, hiç değişmeden gösterilen senaryolar şeklindedir. Gelecekte izleyiciler de filme katılıp, gerekirse filmin sonunu bile etkileyebilecek katkılarda bulunabilecekler. Artistlere şuraya git, bunu söyle falan gibi komutlar verebilecekler.

Bu aslında çoktan başladı. Şimdilik onlara bilgisayar oyunları diyoruz, ve ana akım sinema seyircisine henüz tam anlamda ulaşmış değiller.

Ancak er yada geç ulaşacaklar ve sinema filmleri tarihe gömülecek.

Öngörebildiğim son aşama ise seyircilerin de film ortamına bizzat girecekleri üç boyutlu projeksiyonlar. Yani sadece seyretmeyecek, gittiğiniz filmin de bir parçası olup, içinde oynayacaksınız. Uzay yolunda bunun çok detaylı bir tasviri vardır. İsmi Holodeck. Yani Holografik Platform. Ancak 'Holodeck' sözcüğünün 'Hollywood' sözcüğüne yakınlığı da pek tesadüf olmasa gerek.

Unutmayın, Uzay Yolu'nun yaratıcısı Gene Roddenberry, hem akıllı mobil telefonları, hem de tablet bilgisayarları Steve Jobs'dan çok daha önce tasvir etmiş bir dahiydi. O yüzden benim yaşam süremde, dizideki Holodeck kadar karmaşık olmasa da, ona yakın bir konsepti görebilmek çok sürpriz olmayacaktır.

Umarım Hollywood ve Los Angeles yazılarımızın geri planını, yani dekorunu yeteri kadar oluşturabildik.

Bir sonraki yazımızda bol bol fortune-fame diyeceğiz. Iron Maiden ile başladık, Metallica ile bitirelim.

Heavy rings hold cigarettes
Up to lips that time forgets
While the Hollywood sun sets behind your back

And can't the band play on?
Just listen, they play my song
Ash to ash
Dust to dust
Fade to black

Fortune, fame
Mirror vain
Gone insane...
But the memory remains

Bizi izlemeye devam edin...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...