9 Eylül 2018 Pazar

Bir Bilen, Her Bilen, Hep Bilen

Şu sıralar "bizim" TV'lerde yeni bir akım popülarite kazandı. Gazeteci yada siyasetçiler ekranlarda ellerine bir tomar gazete alıp, günün haberlerini yorumluyorlar.

Bunlara bir de tartışma programlarını eklediğimde, ben bu yorumların bazılarını zevkle dinliyorum. Özellikle iş Türk siyasetine geldiğinde çok fazla şey öğreniyorum.

Ancak tedavisi imkansız, "Ben herşeyi bilirim, bilmesemde şeytani zekamla kıvırırım" sendromu yüzünden, bu arkadaşlar zaman zaman birer ekonomist, stratejist, erkan-ı harp, tarihçi, astro-fizikçi, dilbilimci vesaire olup, öyle yorumlar yapıyorlar ki, ya gülmekten kırılıyorum, ya da sinirden tırnaklarımı yiyiyorum.

Neye dayanarak, nasıl bir kibirle, nasıl bir cesaretle böyle saçmalıyorlar, anlaması gerçekten zor.

Bunlardan birisi geçenlerde ayın oluşumu ile ilgili bir haberi okudu. Sonrasında da kızarak "Ya, ne var bunda haber yapacak, Ay, dünyaya bir meteor çarpmasıyla oluşmuş bir gök cismi işte" deyip, çıktı işin içinden.

Son yüz yılı, ayın nasıl oluştuğunu araştırarak geçiren gökbilimcilerden sağ kalanları bir ürperti ile uyandılar, ölenler ise mezarlarında bir tur döndüler.

Ayın oluşumu o kadar gizemli ki, normal gökbilimsel fenomenlerin hiç biriyle açıklanamıyor. Akla yakın, ya da daha doğru bir biçimde bildiğimiz gökbilimsel ilkelere aykırı düşmeyen tek teori, dünya ile mars büyüklüğünde bir gezegenin çarpışması sonucu, eski dünya ve çarpan gezegenin toplamından dünya-ay sisteminin oluştuğu. Yani meteor çarpması falan değil. Bu teori de sadece açısal momentum, yerçekimi falan gibi temel teorilere aykırı olmadığı için ayakta durabiliyor. Yoksa ayın çekirdeğinin demir gibi ağır elementleri içermeyip, daha ziyade yüzeyde bulunan maddeleri içermesi gibi dolaylı bir kaç veriden başka hiç bir kanıt yok.

Ama bizim baba, bir cahil cesaretiyle meteor çarptı deyip sallayabiliyor, bir de haberi yapana kızıyor...

Başka biri, bankamatikten çektiği paranın yeni olduğuna dayanarak, Merkez Bankası'nın karşılıksız para bastığına kanaat getiriyor, bunu da devletin izlediği ekonomik politikaların başarısızlığına bağlıyor.

Anasını sattığımın makro ekonomisi, eğer iyiliği ya da kötülüğü bankamatikten çekilen paranın mürekkep kokusundan anlaşılıyor olsaydı, biz de iki sömestiri kanırarak geçirmezdik okulda. Kokla parayı, yeniyse ekonomi kötü, eskiyse işler yolunda 😛

Bu yorumları yapan sadece cahil değil, tabirimi hoş görün, bir de salak, hem de süzme salak.

Günümüzde bir paranın fiziksel bir karşılığı yok. Eskiden devletler altın stokları karşılığında para basarlarmış, şimdilerde kimse bu yöntemi kullanmıyor. Yani basılan her para, bu anlamda zaten karşılıksız.

Merkez bankası rutin olarak eskimiş ve yıpranmış paraları toplayıp, imha eder, yerine de yeni para basar. Banka görevlileri de bankamatiklerde eski paraların kolayca kıvrılıp, makinede tıkalı kalmalarından dolayı bu yeni banknotları tercih ederler.

Bu cahilin aslında ıkınıp söylemek istediği ama saçmaladığı konu ise "karşılıksız" basılan paranın değerinin düşmesi ve sonuçta enflasyonu artırıcı bir zararlı etkisi olması.

Bu elbette ki doğru bir argüman ama kapsamı bankamatik paraları koklayarak anlaşılmaz.

Çünkü kağıt para, piyasadaki paranın sadece bir bölümünü oluşturur.

Dolaşımdaki diğer para türüne kaydi para derler.

Çok basit biçimde cebinizdeki yüz lirayı bankaya koyarsınız. Banka bu parayı alır, başka birine kredi olarak verir. Krediyi alan kişi bu parayı ödemelerini yapmak için kullanır, ödeme yapılan kişi bu parayı alır, yeniden bankaya yatırır. Banka aynı parayı yine kredi olarak verir, bu böyle sürer, gider.

Paranın dolaşım hızına bağlı olarak bu nakit yüz lira, sonsuz miktarda para üretebilir.

Çoğu zaman bu kaydi paranın yaratılması için baştaki nakit paraya da gerek yoktur. Çek, senet, EFT gibi ödeme araçları ile başta sıfır lira nakitle piyasada yüksek miktarda para dolaşımı oluşturulabilir.

Bankaların sonsuz miktarda kredi dağıtması hem saçma, hem de tehlikelidir. Bunu önlemek için devlet bankaların dağıttığı kredilerin bir bölümünü nakit olarak tutmasını mecbur kılar. Buna "mevduat karşılıkları", ya da yirmi beş sene öncesinden doğru hatırlıyorsam "muzam karşılıkları" derler.

Bankalar bu parayı nakit tutmak yerine devlet tahvili alarak da değerlendirebilirler. Elbette ki devlet tahvilleri faiz getirdiğinden, bankalar bu parayı nakit tutup, hiç bir kazanç elde edememek yerine tahvil alıp, kar etmeyi tercih ederler ve günlük para çekimleri için bir miktar nakit ayırdıktan sonra kalan karşılık miktarı ile devlet tahvili alırlar.

Nakit para de böylece dolaşımdan çıkıp, devletin kasasına geri döner, yani o para hiç basılmamış gibi olur.

Şimdi bir an için devletin bu muzam karşılık oranını düşürdüğünü varsayalım. Bir anda tahvil karşılığı devletin kasasına dönecek olan para piyasada kalır ve yine bir kaç misli kaydi para üretir.

Alın size bir tane banknot basmadan enflasyon.

Piyasadaki para miktarını bu yöntemle artırmak en kolayıdır, böylece darphanedeki matbaacıları çalıştırmaya falan da gerek kalmaz.

İşin komiği, devlet bunu zaten yaptı, yani karşılık oranlarını düşürdü. Bunu anlamak için de gazete okumak yeter, öyle afgan tazısı gibi bankamatik koklamaya gerek yok.

Eskilerde para basma, devletin maaş ödemek için ihtiyacı olan parayı öyle piyasa dinamiklerine başvurmadan, kısa yoldan temin etmek için uygulanırdı. Şimdilerde bu iş daha bir zerafetle yapılıyor.

Hükümet çok başarılı, ekonomi çok iyi, aslında enflasyon falan yok demiyorum. Yazdıklarımı okuyorsanız, zaten battığımıza inandığımı biliyorsunuzdur. Söylemek istediğim, sadece bankamatik paralarının yeniliğine bakıp, böyle sonuçlar çıkarmanın anlamsız, çocukça bir çaba olduğu...

Zamanın başka popüler bir konusu şu S-400'ler.

Bütün gazeteciler, yorumcular bir şeyler söylüyor. Kimisi S-400'leri bir de F-35 uçaklarının teslimatı ile birleştirip, öyle senaryolar uyduruyorlar ki, dinlerken, ya da okurken utanıyorum.

Bu konunun en popüler argümanı, "Efendim S-400'ler NATO sistemleri ile entegre değil.", "Sistemlerimize entegre olmayan füzeleri almamız doğru olmaz.", "Bunları alırsak, paramızı sokağa atarız çünkü entegre değiller."

Birisini yakalayabilsem soracağım.

Ne demek lan, NATO sistemlerine entegre değil?

Gerçekten....

Ne anlıyorsun entegre değil dediğinde anasını satayım? Pirizleri mi uymuyor? 110 volt mu? El kitapları mı Rusça?

Bazıları öyle senaryolar uyduruyorki, sonunu beklemeden tuvalete gidiyorum. İran'dan füzeler atılıyor, Kürecik radarı bunları görüyor, ama "entegre" olmadığı için S-400 sıkamıyoruz falan...

S-400'ler tamamen bağımsız çalışabilen sistemlerdir sevgili arkadaşlar.

Eskiden bu hava savunma füzeleri sabit yerlere konulurdu. Mesela boğazların etrafında, bazıları taktik nükleer başlık taşıyan Nika Ajax ve Nike Hercules füzeleri vardı. Yine tepelere kurulmuş sabit radarlar - benim yaşıtlarım hatırlarlar, beyaz küre biçiminde koca yapılardır bunlar, bir hava saldırısını tesbit eder, bu bilgiye göre de Nike'ları hazırlayıp sıkarlardı.

Sonradan ABD, Wild Weasel isimli bir operasyon geliştirdi. Önce Shrike, sonra da Harm isimli özel ARM, yani Anti Radyasyon Füzeleri ile bu sabit arama radarlarının yaydıkları radyasyona kitlenip, radarları da, füzeleri de cart diye vurabilme kabiliyeti kazandılar.

Ruslar da buna karşılık hem füzeleri, hem de radarları mobil hale getirdiler, yani kamyonlara yüklediler, böylece kabak gibi yere çakılı ekipmanlarla "Gel beni vur" durumundan çıktılar. En önemlisi, uçsuz bucaksız hava sahalarını bu füzeleri sağa sola taşıyarak daha etkin bir biçimde korumaya başladılar.

S-300 ve 400 sistemleri 600 kilometre içinde başka hiç bir radara ya da enformasyona ihtiyaç duymadan tamamen bağımsız çalışabiliyorlar. Ne entegrasyonu? Neye entegrasyon?

Eğer Kürecik, İran'dan sıkılmış bir füzeyi bu 400 km'lik menzile girmeden yakalarsa, telefon açsınlar abicim, S-400'cüler kontağı açıp, müziği kapayarak füzelerin menzile girmesini bekleyebilirler. Zaten S-400 yerine Patriot da alsak 400 km'den önce bunları sıkamayız.

İşin başka bir enteresanlığı daha var.

Bu S-400'leri acaba hangi tehdide karşılık alıyoruz? Rusya'dan ya da Suriyeden gelecek uçaklara karşı mı, yoksa "entegre" olmak istediğimiz NATO tabanlı bir tehdide karşı mı? Bu sorunun bayağı gri alanda kalan bir cevabı var.

Bazen de yine temelsiz, tabansız S-400 menzili tartışmalarına denk geliyorum. Birisi diyor ki S-400'lerin menzili 300 kilometredir, bir başkası da n'ayır, 300 değil, 400 kilometredir. Ya da S-400 bir orta irtifa savunma sistemidir ya da n'ayır aslında bir yüksek irtifa sistemidir...

Gariplerim, S-400'leri tek bir füze tipi zannediyorlar. Bilmiyorlar ki S-400 bir savunma sisteminin adı. Aslen menzili 40 km'den 400 kilometreye kadar değişen dört ayrı füze ile çalışıyor. Hangisini sıkarsan, menzili de, irtifası da füzenin etkili olduğu tehdit tipine göre değişiyor.

İşte böyle. O kadar çok zırva dinledim ki bu S-400'ler hakkında, bayağı eskimiş "Çarıklı Erkanıharp" tabirini "Kalemli Erkanıharp" şeklinde değiştirmeyi öneriyorum.

Yine bu her şeyi bilenlerin ağababalarından biri dedi ki "Ünlü Marie-Antoinette aslında 'Ekmek yoksa pasta yesinler' dediğinde siz pastayı pasta zannediyorsunuz ama batı dillerinde pasta ekmek benzeri hamur işine denir" gibi bir şey söyledi.

Yani demeye getiriyor ki "Siz bilmezsiniz, pasta aslında makarna demek."

Eee, baba gazetesi sayesinde İtalya'ya hasıl olmuş, orada da bir menüye bakıp "pasta" bölümünü görünce makarnaya pasta dendiğini anlamış ve 1 ile 1'i toplayıp, Marie-Antoinette'i yanlış anladığımıza karar vermiş.

Kadın bu lafı yüzünden bütün ülkesinin nefretini kazanıp, kafasını giyotine kaptırdı, ben mi yanlış biliyorum dedim. Sonra da üşenmedim, baktım.

Marie-Antoinette, bu ünlü vecizesinin Türkçeye "Pasta" olarak çevrisinin orijinalinde "Brioché" demiş, yani "batı dillerinde" yanlış anlamaya yol açacak "Pasta" kelimesini bile kullanmamış. "Brioché" ise bildiğiniz kek, pasta. Nokta.

Ama baba biliyor işte. Ne söylesek boş. Dayanamadım, bir tivit attım, bakalım bir şey çıkacak mı?

Daha çok var da başınızı ağrıtmayayım. Yarın Pazartesi, hayat başlayacak, yatıp uyuyalım 😍

Edit: Muzam değil, Munzam karşılıkmış. Bir de bu karşılıklara bugün devlet tahvili yerine direkt TCMB faiz ödüyormuş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...