10 Mart 2017 Cuma

Bordeaux ve Şarap

Sevgili arkadaşlar, herşey iyi giderse birkaç saat içinde Fransada olacağım ve orada takriben yarım saat geçirip geri eve döneceğim.

Süresi kısa olsa da çok heyecan verici bir gezi olacak bu, çünkü şimdiye kadar içtiğim belki de en çok hoşuma giden şaraplardan birini almak için gidiyorum Fransaya.

Şarabın ismi Chateau La Serre. Fransanın, belki de dünyanın en ünlü şarap bölgesi olan Bordeaux'da şarap üreten yedi bin dört yüz küsür şatodan biri. Gözümü diktiğim yılı ise 2000, yani on yedi yıl önce hasatlanmış üzümlerden yapılmış bir şarap.

Birkaç gün önce denemek için iki şişe almıştım. Sonuçta şarap mükemmel çıktı. Başka hiçbir şarap denemeden hayatımın sonuna kadar bu şarabı içebilirim.

İşte bu vesile ile sizle biraz şarap geyiği yapalım istedim.

Şarabın batı kültüründe çok önemli bir yeri vardır.

Tarih boyunca tüm diğer alkollü içkileri gibi iki tane önemli kullanım alanı olmuştur. Bunlardan birincisi, fakir ve mutsuz halkın "Yaa bu kral niye bizim bütün paramızı alıyor" benzeri lüzumsuz sorular sormasını engelleyip keyfini artırmak, ikincisi ise ordudaki askerlerin savaşmasını sağlamak. Bir insanı büyük olasılıkla bağırsaklarının deşilip acılar içinde öleceğini bile bile savaşa göndermek kolay değildir. O yüzden Tarih boyunca şarap çok kullanışlı bir emtea olmuştur.

Neyse ki günümüzde TV ve Sosyal Medya şarabın bu tarihi rolünü üstlenmiş, şarap eski misyonunu bırakıp, bir zevk objesi haline dönüşmüştür.

Şarabın Hristiyan dünyasında dinsel bir önemi de vardır.

İnanışa göre Hz, İsa, havarileriyle birlikte yediği ölümünden önceki son yemeğinde şarap için "Bu benim kanımdır" demiş. Bu yüzden Katoliklerin Pazar ayinlerinde hala bir tür şarap ve ekmek - ki Hz. isa ekmek için de "Bu benim etimdir" demiş, dağıtılır.

Olmaz olmaz ya şimdi Şarap Hıristiyan içkisi ben içmem diyeniniz olursa, aynı bakış açısıyla ekmek de yememeniz gerektiğini bir hatırlatayım. Şarap ise Hristiyanlıktan çok çok önce de vardı. Yani çok fazla dini anlam yüklemeyin derim. Neyse, herkesin kendi bileceği iş.

Bordeaux'lulara şarap yapmayı ise Romalılar öğretmiş. Yani dünyaca ünlü Fransız şarapları aslen İtalyan kökenli sayılabilir. Aynı şekilde unutmayalım ki, dünyaca ünlü İtalyan makarnasını da Marko Polo Çin'den getirmiş. Kısaca şarabı Fransızlardan alıp İtalyanlara verirsek, lazanyayı da İtalyanlardan alıp Çinlilere vermemiz gerekir. Biz de aynı şekilde Musakka'yı Yunanlılardan alıp, onlara da cacığı geri veririz artık.

Şarabın çok kısa tarihçesi böyle arkadaşlar. Artık Bordeaux şaraplarına odaklanabiliriz.

Bordeaux, Fransanın güney batısında, Atlantik okyanusunun dibinde bir bölge. Bu bölgenin ortasında ise güney-doğudan kuzey batıya doğru akıp Atlantik Okyanusuna dökülen iki nehir var. Alttakinin adı Garonne (Garon), üsttekinin ise Dordogne (Dordon). Bu iki nehir birleşip Gironde (Jirond) ismini alır ve bir su yolu halinde okyanusa doğru bir süre daha akar. Bordeaux bölgesinin başkenti Bordeaux şehri, Garonne nehrinin Dordogne nehriyle birleştiği noktanın biraz güneyinde, Garonne nehri üzerinde yer alır.

Bu nehir sistemi Bordeaux şaraplarının alt türleri bakımından çok önemlidir.

Garonne nehrinin ve Gironde su yolunun batısındaki bölgeye Rive Gauche, yani Sol Kıyı, Dordogne nehri ve Gironde su yolunun doğusundaki bölgeye ise Rive Droite, yani Sağ Kıyı derler. Garonne ve Dordogne'un birleşene kadar arasında kalan bölgeye ise coğrafik olarak yanlış olsa da, iki deniz arası anlamına gelen Entre-Deux-Mers ismini vermiş Fransızlar.

Sol kıyı yine kendi arasında iki bölgeye ayrılıyor. Bordeaux kentinin güney doğusunda kalan alana Graves, kuzey batısına doğru uzayan alana da Medoc derler.

İnanın, size hıyarlık olsun diye coğrafya dersi vermek için bunca şeyi anlatmıyorum. Fransız şarapları için yapıldıkları bölge yani orijinleri belki de en önemli ayrıcı özellikleridir. Bundan dolayı AB anayasasında bile hangi şarap neredeki bölgeden gelmiş yazılıdır.

Gerçekten de üzümün yetiştiği bölgenin jeolojik ve coğrafi koşulları o şarabın "kişiliği" üzerinde çok önemli bir rol oynar. Öyle olmasaydı Bordeaux'da yetişen üzümleri Nevşehirde de eker, aynı yöntemle şişeler ve Bordeaux şarabı ayarında bir şarap elde ederdik.

Fransızlar bütün bu çevresel özelliklere Terroir derler.

Terroir sözcüğü kök olarak toprak demek olsa da, kast edilen sadece toprağın cinsi, kimyasal bileşimi, asiditesi vesaire değil, ek olarak üzüm bağlarının ne kadar güneş yağmur, vesaire aldığı, mevsimlerin uzunluğu, sulama içen kullanılan suyun özellikleri, tepelerin eğimleri falandır.

Bir şarabın ya da o şarabın yapıldığı üzümlerin deyimi yerindeyse "terroir" 'ı bu kadar önemli olunca Fransız şaraplarının (ve peynirlerinin, ve baharatlarının vesaire) hangi bölgeden geldiğini garantilemek için AOC, yani Appellation d'origine contrôlé, ya da kısaca Appellation isimli bir kontrol sistemi kurulmuştur. Bu Appellation sistemi, Bordeaux şaraplarında, ek olarak bir de şarabın yapıldığı şatoyu belirler.

Appellation sistemi sayesinde mesela bir şarap üreticisi ucuz diye üzümü Zambiya'dan ithal edip, Bordeaux şarabın içine koyamaz - en azından öyle olduğunu umuyoruz.

İşte Bordeaux da tam elli dört tane Appellation'a tabi şarap bölgesi var.

Üzümlerin kaynağını belirledik. Şimdi cinslerine bakalım.

Bordeaux şarapları her zaman birer harmandırlar. Yani birden fazla üzüm türü kullanarak yapılırlar. Sol kıyı bölgesinin şarapları kaba bir hesapla %70 Cabernet-Sauvignon, %15 Cabernet-Franc ve %15 Merlot türü üzümlerden yapılır.

Bu bir tesadüf değildir. Özellikle Medoc bölgesi tam bir Cabernet-Sauvignon cennetidir. Bir ziraat mühendisi ya da "üzümolog" değilim, o yüzden size Cabernet-Sauvignon'un bütün tarımsal karekteristiklerini ya da sevdiği toprak türlerinin bilimsel adlarını burada yazamayacağım, ancak bu işi bilenler bu bölgenin çakıllı toprağının Sauvignon için mükemmel olduğunu söylüyorlar. Zaten yine sol yakada, Medoc bölgesinin hemen güneyinde kalan Graves, İngilizcede 'gravel' yani 'çakıl' ya da 'mıcır' demek.

Cabernet-Sauvignon Kırmızı bir üzüm türü. Üzümleri normalden küçük ve kalın kabuklu bir tür. Bu sebeple bir kilo Cabernet-Sauvignon'da mesela bir kilo Merlot'ya göre çok daha fazla kabuk oluyor.

Daha fazla kabuk şarapta daha fazla tanın, asit ve yoğunluk.(body kelimesini çevirmeye çalıştım) anlamına geliyor.

Cabernet-Sauvignon Ağırlıklı şaraplar bu yüzden koyu renkli, az tatlı - naneye benzer bir armoalı, biraz da sert olurlar.

Cabernet-Sauvignon Ağırlıklı şarapların bir güzelliği de asidik doğaları yüzünden daha güzel yıllanabilmeleri. Ama bu bir avantaj mı, yoksa bir handikap mı tartışılır. Bunun nedeni. genç Cabernet-Sauvignon şarapların biraz zor içilebilir, doğru düzgün yıllanmış olanların da biraz pahalı olması.

Düşünün, o kabukların hepsinin fermente olması zaman alıyor tabi.

Ancak güzel yıllanmış bir Cabernet gerçekten mükemmel bir şarap olur. Koyu kırmızı, kan gibi, çok özel bir tadı vardır.

Sol kıyı Bordeaux şaraplarına ek olarak Şili ve Napa şarapları da bol bol Cabernet-Sauvignon içerir.

Napa şaraplarının iyisi çok güzel oluyor ancak şarap kültürünün biraz geç gelmesi yüzünden Amerikada oturmuş bir şarap üretim geleneği yok. Durum böyle olunca, arada bir çok kötü bir Kaliforniya şarabına denk gelmeniz de mümkün. Kötüsü de öksürük şurubu gibi oluyor malesef.

Ben Şili şaraplarını çok daha fazla seviyorum. Hem ucuz, hem de çok güzeller. Ancak bu güzel şarap kavramı çok kişisel bir şey. İlerde bu konuya geri döneceğiz. Şimdilik Bordeaux ile devam edelim.

En ünlü ve pahalı Bordeaux şarapları Medoc bölgesinden çıkarlar. Margaux, Pauillac, Saint-Julien, Saint-Estephe gibi seksi appellation'lar hep bu bölgededir.

Sağ kıyıda ise durum tam tersidir. Burada tipik bir üzüm harmanı %70 Merlot, %15 Cabernet-Franc ve sadece %15 Cabernet-Sauvignon içerir. Çünkü nehrin bu tarafında toprak killi bir yapıya sahiptir ve Merlot tipi üzüm yetiştirmeye çok uygundur.

Merlot'yu en kısa yoldan meyve aromalı diye tarif edebiliriz. Yine kırmızı (aslında koyu mavi), ancak Cabernet-Sauvignon'a göre daha iri, yani az kabuklu, çok üzümlü bir üzümdür. Şaraba daha az yoğun, açık kırmızı bir renk verir. Hem tanini, hem de asidi azdır. Bu yüzden tatlı ve rahat bir içimi olur. 

Merlot, Cabernet'ye göre daha kısa yıllanabiliyor, çok yıllanınca da tadı kaçıyor.

Cabernet-Franc ise bu iki farklı çeşit üzümün bir ortalaması gibidir. Ne çok meyveli, ne çok baharatlı, ne çok yoğun, ne az yoğun, ne çok asidik, ne az.

Böylece arada sadece bir nehir olmasına rağmen bu iki yakanın şarapları çok farklı tadlara sahip olabiliyor.

Sağ yakanın en ünlü appellation'larından biri Saint-Emillion'dur. Bu kentin kendisi de şarapları kadar harikulade bir yerdir, yolunuz düşerse mutlaka görün arkadaşlar. Aslında tüm Bordeaux bölgesi şatolarıyla peri masalı gibi bir yer. Ancak arabasız gitmeyin, giderseniz de bir araba kiralayıp gezin bu cennet köşesini.

Konumuza dönelim.

Üzümlerimizi de bulduğumuza göre, artık şarap yapmaya başlayabiliriz.

Bin yıllardır şarap yapılan bu bölgede şarap imalatı, günümüzde bile çok fazla değişmemiş.

Biz Bordeaux'dayken Cabernet hala bağlardaydı, ancak Merlot'nun hasadı başlamıştı. Saint-Emillion'da sırtlarında küfeleri, yüzlerce çalışan elleriyle asmalardan üzüm topluyordu.

Bordeaux'da şaraplar geleneksel olarak şatolarda yapılır.

Yine çok genel hatlarıyla bu toplanan üzümler ayrılıp sınıflandıktan sonra sıkılıp suları alınır. Bu sıkılma işlemi günümüzde preslerle yapılsa da hala bazı geleneksel şatolarda insanların ayaklarıyla ezdikleri söyleniyor.

Üzüm suyu, çok, çok genel konuşursak, çelik kazanlarda fermentasyona bırakılır, sonrada meşe fıçılarda bir yıl kadar yıllandırılır, daha sonra da şişelenir.

Bordeaux şarabının şişeleri koyu yeşil renkli, düz, silindirik ve en ucunda bir anda incelerek ağızı oluştururlar. Bölgedeki bütün şişelerin biçimleri, hatta çoğunluğunun etiketlerinin tarzları bile aynıdır.

Değişik üzümlerin harmanlanması ise üzümlerin sıkılmasından, şişelere dolması arasında bir yerlerde gerçekleşir.

Zaten dananın kuyruğu bu şarap yapımı esnasında kopar. O yılın hasadının karakteristiğine göre şarap üreticileri Cabernet-Sauvignon, Merlot ve Cabernet-Franc'ın karışım oranlarını belirler. Merlot çok meyve tadı vermişse Merlot'yu azaltıp Franc'ı artırır, asiditesi azsa Sauvignon ekler falan.

Özellikle sol kıyıdaki üreticiler bu üç üzüme ek olarak çok düşük oranlarda da olsa aromayı hafifçe değiştirecek Petit Verdot, Malbec gabi başka cins üzümler kullanırlar.

Kimi biraz daha üzüm çöpü katar, kimi farklı yaşlarda meşe fıçı kullanır, böylece de tanin seviyesini değiştirir. Kimi Cabernet ve Merlot'yu farklı sürelerde fıçılarda tutar, sonra harmanlar, kimi önce harmanlar, sonra fıçılara koyar.

Sözün kısası, her üretici yoğurdu farklı biçimde yer, ancak sonunda tüm dünyanın hayranlıkla içtiği sırrı binlerce yıllık geleneğinde saklı bu mükemmel şaraplar çıkar ortaya.

Şarapların farklılıklarını anlamaya çalışırken terroir'den başladık, üzüm çeşitlerinden devam ettik, şarap imalinin inceliklerinde bitirdik.

Ancak son bir özellik var ki bu şarapları birbirinden ciddi biçimde ayırır. İngilizcesiyle vintage, yani hasat yılı.

Üzüm bir zirai üründür arkadaşlar. Bir yıl boyunca tabiat anaya emanettir ve etrafındaki her şey onun kuru bir dal parçasından salkım salkım oluşuna kadarki süreci etkiler. Yağmur miktarı, don sayısı, bunların sıklıkları, suyun kimyası, toprağın o yılki durumu, hatta yer altındaki volkanik hareketlilik bile üzümün gelişimini etkiler.

İşte bu yüzden hiç bir yılın hasadı diğerine benzemez. Aynı toprakta, aynı bağda, bazı yıllar şarap için çok uygun, bazı yıllar da felaket kötü üzüm yetişir.

Kısacası her şişe şarap farklıdır, kendine özeldir.

Peki, bunlardan hangisi daha iyi şaraptır? Sağ yaka mı, sol yaka mı? Hiç değinmemiş olsak da Entre-Deux-Mers şarapları mı (bu bölge beyaz şaraplarıyla öne çıkar o yüzden ne şimdiye kadar ilgilendim, ne de bilirim).

Merlot mu iyidir, Cabernet-Sauvignon mu? Margaux mu güzeldir, Saint-Jülien mi?

Kötü haberi sona sakladım. Yukarıdaki soruların doğru cevabı yok. Çok isterseniz, size bir Bob Dylan şarkısıyla cevap verebilirim.

"The answer is blowing in the wind..."

Terroir, asidite, tanin miktarı, body, yoğunluk, meyve aroması, rengi, bölgesi, yılı bir şaraptan aşağı yukarı ne bekleyebileceğinizi söylese de, bunların hiçbiri bir şarabı güzel yapmaz.

En güzel şarap bence içerken en çok zevk aldığınız şaraptır.

Dört sene boyunca şişesi üç frank olan (burada bir Starbucks kahve yedi frank) bir İspanyol şarabını zevkle içtim. Aldi mağazası ithalini durdurunca başka şaraplara dönmek zorunda kaldım.

Yine fiyatı saçmalık seviyesinde ucuz bir Şili şarabını yolum düştükçe alır, zevkle içerim. Bu şarabın mantarı bile yok. Vidalı, teneke bir kapağı var.

Diyeceğim o ki, fiyatı bir şarabı güzel kılmıyor.

O zaman güzelliğini garantilemek için Bordeaux, Burgundy gibi ünlü Fransız şaraplarını içelim desek, içerken tarifsiz zevk aldığım Egri Bikaver isimli bir Macar, Vranac isimli bir Karadağ, Dingac isimli bir Hırvat, isimlerini hatırlamadığım Yunan, İspanyol, Avusturalya, Güney Afrika ve Çek şaraplarını nereye koyayım?

İşte bundandır, maceracı ruhunuzu kaybetmeyin ve ünlü şarapları değil, sevdiğiniz şarapları için.

Bana hangi üzümü tercih edersin diye sorsanız Pinot-Noir derim, gel gör ki Bordeaux şaraplarının içinde bir gram bile yoktur. O zaman niye Bordeaux içiyorum?

Bordeaux şaraplarında bulunan bir üzümü tercih etmek zorunda kalsam Merlot derim ama Medoc'tan o kadar güzel şaraplar içtim ki (buraya kadar okuyan herkes Medoc'un %70 Cabernet olduğunu biliyor, değil mi? 😛), bu kriter de işlemez hale geliyor.

Yazının başında almaya gideceğim şarap bir Saint-Emillion. On yedi yaşında ama yine yukarda sağ yaka çok iyi yaşlanmaz dedik 😍.

Önce etiketine baktım, AOC logosunu gördüm. İçim rahatlamıştı, şarap sahte değildi.

Ben de ne yapayım, önce haritada şatonun yerini buldum. Forumlardan hangi yüzdeyle üzümlerini harmanladıklarına baktım, toprak analiz raporunu internetten indirip okudum, 2000 yılı iyi bir vintage mi diye araştırdım ve sonunda bu şarabın umut vaad ettiğine kanaat getirdim.

Arabaya atladım, mistik bir şatonun mahzenindeki bu şarapçıya gittim. Satıcı geri planda Joe Dassin eşliğinde bana bir kadehi tatmam için doldurdu, şarabı farklı peynirlerle denemem için bir de peynir tabağı getirdi.

Bir yarım saat peynir eşliğinde bu şarabı yudum yudum içtikten sonra kararımı verdim.

Bu şarap güzel bir şaraptı.

Bir kasa sipariş ettim ve eve döndüm.

Nasıl aristokratik geliyor kulağa, değil mi?

İşin aslı, bu şarabı mistik bir şatonun mahzeninde değil Divonne kentindeki hangar gibi bir Carefour mağazasının ucuzluk reyonunda buldum.

Şarap mağazaları çok klasi yerler olsa da şarap alınacak son yerlerdir. Unutmayın, uzman bir mahzenden de alsanız, Carefour'dan da alsanız, şişenin içindeki aynı şarap. Sadece Carefour'da çok daha az ödersiniz.

İsviçre ama özellikle Fransa'da devamlı bakarsanız, ucuzluğa girmiş çok kaliteli şarapları yakalayabilirsiniz. Bu şarabın ucuzluğa girmesinin nedeni de biraz uzun süre yıllanması ve artık yokuş aşağı dedikleri tadını kaybetme aşamasına gelmesi. Yoksa bu şarabın bir şişesi elli yurodan aşağı bulunmaz, restoranda ise yüz yurodan aşağı ödemezsiniz (ben kaç para verdim söylemeyeceğim, bu yazıyı okuyanlardan birinizi ağırlarsam o şarabı ikram ettiğimde yeterli etkiyi yaratamayabilirim 😛).

Şarabın seceresi, toprak analiz raporları, harman oranlarını hatmetmek yerine bir şişe alıp eve gittim ve açıp içtim. Başta dediğim gibi, hayatımın geri kalanında sadece bu şarabı içebilirim.

Bu arada bu yazıyı mağazaya ikinci kez gittikten sonra yazıyorum.

İlk geldiğimizde koca bir palet vardı, iki gün sonra sadece bir sıra şişe kalmıştı. Hemen kalan şişeleri çantaya doldurmaya başladım, arkamdan bir kadın uzanıp bir şişe aldı, dönüp ona ters ters baktım. Ganimeti toplayıp eve döndüm.

İşte böyle arkadaşlar.

Gönül isterdi ki bunca zırvadan sonra size şu bölge iyidir, bu üzüm kötüdür diyebilmiş olayım.

Ne yazık ki benim standartlarımda böyle bir kriter bulunmuyor.

Ancak bir kriter var ki sadece o, bir şarabı kesin anlamda güzel yapabiliyor.

O da şarabı kiminle içtiğiniz.

Eğer doğru insanla beraberseniz Hitit Öküzgözü bile bir Margaux'dan daha güzel, daha lezzetli, daha tatlı olacaktır.

Sevgi ile kalın.

3 Mart 2017 Cuma

AB'den Tüyen Tüyene

İngiltereden sonra Fransa da AB'den çıkmayı ciddi olarak gündemine aldı. Bana sorarsanız çıkacak da.

Herkes Avrupa Birliği başarısızlıkla sonuçlanacak diye ahkam kesse de ben Avrupa Birliğini amacına ulaşmış ve fazlasıyla başarılı olmuş bir proje olarak görüyorum.

Niye derseniz, anlatayım.

Avrupa Birliği temelde Almanya'nın Fansa ile savaşmasını engellemek için tasarlandı. Savaşma, seviş ya da daha doğru bir deyişle savaşma, iş yap şeklimde özetleyebiliriz.

Sonrasında bu ticari anlaşma, Sovyetlerin çöküp, Orta ve Doğu Avrupa devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmasıyla tarihin en büyük ticari fırsatına dönüştü.

Almanya ve Fransa bırakın savaşmayı, eşi benzeri görülmemiş bir madrabazlık ve hokkabazlık ile varlıklarını ve keyiflerini bir yirmi sene daha sürdürebilecek bu fırsatın üzerine balıklama atladılar.

Bu yeni "Wannabe EU" yani Avrupalı olmak isteyen yeni ülkelerin pazarlarına girdiler. Fabrikalarını aldılar, bankalarını, süpermarketlerini açtılar, arabalarını, giyeceklerini sattılar, yollarını, demiryollarını, metrolarını, enerji yatırımlarını yaptılar.

Bu yeni Avrupalılara vizeleri kaldırıp, kapılarını açtılar. O güne kadar restoranlarında çatalların, bıçakların masalara zincirlendiği dünyalarını bırakıp, Paris, Londra, Cannes, Roma, Venedik gibi sadece filmlerde gördükleri kentlere gidip para harcadılar.

Bu yeni Avrupaya paralar biraz Rusyanın korkusuna kesenin ağzını açan ABD'den, biraz da bizzat Almanya ve Fransadan borç olarak geliyordu.

Almanya ve Fransa kendi cebinden para verip, kendi malını satarak bu paraları geri aldılar. Yani hem istihdam sağladılar, hem de bu sonradan görme Avrupalılar gırtlaklarına kadar borçlandılar.

Ortada kimsenin çok fazla dile getirmediği ufak bir ayrıntı vardı.

Batı Avrupa malları bu yeni Avrupada vergisiz, mergisiz serbestçe gezse de, Orta ve Doğu Avrupa halkı batı avrupada serbestçe çalışamıyordu. Bu yeni yetmeler davulla, zurnayla AB'ye alınmış olsalar da Almanya ve Fransa, özellikle yeni yetmelerin en büyüğü Polonya işçilerine bir kaç yıllık çalışma yasağı getirmişti.

AB olmasa da İsviçrede bir sekreter yada kasiyer beş bin yuro gibi bir maaşla çalışır. Polonyada ise, özellikle o günlerde iki yüz yuro.

Anladınız mı şimdi?

İşte bu süre geçip, bütün Batı Avrupa yarı maaşa güle oynaya çalışmaya razı Polınyalılarla dolunca başta en tembelleri ve keyif düşkünü olan Fransızlar, işlerini kaybetmeye başladı.

Ya neredeyse bedavaya çalışan Polınyalıların maaşlarına razı olacaklardı - ki bu en iyi ihtimalle hayat standardlarının yarı yarıya düşmesi demekti, ya da çalışmayıp sosyal sigorta falan idare edeceklerdi. Söylemeye bile gerek yok. Birçoğu çalışmamayı tercih etti.

Bu arada birçok fabrika, servis merkezi falan, düşük maaş seviyelerinden yararlanmak için hep Polonyaya, Çek Cumhuriyetine taşındı.

Artık inek sağılmış, süt bitmişti. Bu saatten sonra bırakın Batı Avrupa mallarını Orta ve Doğu Avrupaya satmayı, Batı Avrupa ucuz diye bunlardan ve Türkiye'den mal almaya başladı.

Artık işin tadı kaçmış, AB zararlı olmaya başlamıştı.

AB misyonunu tamamlamış, verimsiz çalışan tembel batı Avrupanın ömrünü bir yirmi sene daha uzatmıştı.

Önce İngiltere tüydü.

Alkol ve esrardan zaten beyinlerinin yarısı işlevini kaybetmiş Britlere Türkiye geliyor diye Brexit'e evet dedirttiler. Aslında gelen Türkiye değil Polınyaydı.

Şimdi de Fransa başladı. Hedef AB'den ayrılıp yabancı işçi akımını durdurmak, Fransızlara iş açmak, gümrük vergileriyle falan da Fransız mallarını cazip hale getirip üretimi, dolayısıyla istihdamı artırmak.

Almanların biraz daha özel bir durumları var. Onlar Fransızlar kadar tembel değil, bir de gerçekten bir Alman firmasında Alman olmadan ve Almanca konuşmadan çalışmak bayağı zor. Ancak onlar da er ya da geç bu Polonya sendromunu yaşayacaklar, özellikle de bir orduya sahip olup parasını ödemeye başladıklarında.

Trump da ABD de aynısını yapıyor. Trump'un Polonyalıları ise Çinliler, biraz da Meksikalı Sançezler. ABD hala yüksek teknoloji, internet ve finans sektörüyle çok güzel para yapsa da bu beyaz yaka para iş yaratmıyor. Halk ondan Trump'a oy verdi zaten.

Bu içeri kapanıp, kendi insanını ve üretimini kayırmak bu ülkeleri kurtarır mı?

Mümkün değil.

Kurtarsaydı 70'lerde bizi kurtarırdı. Gümrük vergilerini yükseltmek kaçakçılığı, göçmenleri durdurmak da yasa dışı göç ve istihdamı artırır. Löpen kıçını da yırtsa, Fransada kaçak, sigortasız Polonyalılar çalışmaya devam edeceklerdir.

Ancak bu duvar örme politikası kısa dönemde bu kendi içine kapanan ülkeleri biraz rahatlatır, her yerde olduğu gibi suyun akacağı bir yarık bulması biraz zaman alır. Bu da Löpen, Trump gibi fırsatçılara bir on yıl free-ride verir, ki zaten on yıldan sonra ne olacağı bunların umurlarında bile değil.

İşte böyle.

Herkes bence olayın fazlaca derinliklerine dalıp büyük resmi kaçırmasa da unutuyor gibi. Globalleşme, dolar kotasyonları, parite, brent petrol fiyatları, altının onsu, Fed başkanı Cenıt falan kulağa çok seksi gelse de ben kulunuz olanı biteni böyle görmekte.

24 Şubat 2017 Cuma

Yeni Gezegen

Sevgili arkadaşlar, size dün bahsettiğim yeni bulunan bu yedi gezegen ile ilgili NASA'nın basın toplantısını baştan sona dinledim.

Çok heyecan verici bir keşif bu, gerçekten.

Yedi tane kayalık gezegenin aynı anda çok küçük bir yıldızın etrafında bulunması olayın önemini çok artırıyor.

Önce bu kayalık gezegen hikayesine bakalım.

Anlı şanlı güneş sistemimizde sadece dört kayalık gezegen var, Merkür, Venüs, Dünya ve Mars.

Biraz sıkıştırsak, gezegen olabilecekken Jüpiterin çekim gücü nedeniyle bir araya gelememiş asteroid kuşağını ve olasılıkla güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda bir gezegen olan ve sonra dünya ile çarpışıp dünya-ay sistemini oluşturan gezegeni de bu sayıya ekleyebiliriz.

Geri kalan gezegenlerin hepsi gaz gezegenler. Yani temelde hidrojen ve helyumdan oluşmuş, biraz daha madde toplasalar, birer yıldız olabilecek gök cisimleri bunlar.Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs.

Zaten yeni bulunan sistemin yıldızı Jüpiterden sadece biraz daha büyük. Eğer Jüpiter güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda çok az madde daha toplayabilmiş olsaydı, dünyadan baktığımızda iki yıldız görüyor olacaktık, ki bu iki yıldızlı sistemler evrende çok yaygın bir fenomen.

Belki merkezlerindeki yüksek basınç yüzünden katı birer çekirdekleri vardır ama bizim anladığımız anlamda, üzerlerinde yürüyebileceğimiz bir yüzeyleri yok bu gaz devlerinin.

Ondan dolayı yedi tane kayalık gezegeni bir arada bulmak heyecan verici.

İkinci heyecan verici nokta ise bu yedi gezegenin yıldızının çok küçük olması. Bunun özelliği ise evrende küçük gök cisimlerinin sayılarının büyüklerinden fazla olması. Bu kırmızı cüce denilen yıldızlardan bu kadar gezegen çıkabiliyorsa dünya benzeri bir gezegen bulma ya da dünya dışı hayat bulma şansımız çok artar.

Ancak konferansı iki kere dinledikten sonra, hala size dün bahsettiğim, küçük yıldızlara yakın yörüngeli cisimlerin yıldıza sadece bir yüzlerini gösterecek şekilde dönemlerinden ortaya çıkabilecek sorunlara bir cevap bulamadım.

Her defasında bu fenomeni uzun uzun anlatmaktansa gelin ismini koyalım.

Kütleleri farklı iki gök cismi birbirlerinin etrafında dönerken, bir süre sonra kütlesi küçük olan bu dönüş esnasında kütlesi büyük cisme hep aynı yüzünü gösterecek şekilde kitlenir. Buna tidal lock yanı gel-git kitlemesi derler.

Örneğin Ay, Dünya'ya çekimsel olarak kitlenmiş durumdadır ve hep aynı yüzü dünyaya dönük olarak hareket eder.

Dün size demiştim ki, bu yeni bulunan gezegenler de yıldıza çok yakın olduklarından çekimsel olarak kitlenmiş olmalıdırlar ve hep bir yüzlerini bu yıldıza dönük olarak turlarını tamamlar.

Bunun en önemli sonucu, bu gezegenlerin bir taraflarının hep gündüz, diğer taraflarının da hep gece kalmasıdır.

Gündüz tarafları devamlı yıldızdan gelen ısı ve ışığa maruz kaldığından sıvı su buharlaşır, radyasyon da yaşamı çok zor hale getirir.

Gece tarafı ise ısı almadığından su donar ve ışık almadığından da yaşam gelişemez.

İşte bu sebeplerden bu gezegenlerde yaşam olması zor demiştim.

NASA konferansında bu tidal lock kısmına değinmişler. Konuşmacılardan biri "These planets are MOST PROBABLY tidally locked." diyor, yani büyük olasılıkla çekimsel olarak kitli durumdalar. Zaten gezegenlerin birbirlerine olan olağan dışı yakınlıkları yüzünden ortaya çıkan çekim gücü ve gel-git etkisi bir mucize yaratmamışsa, evren hakkında bugün bildiklerimize dayanarak bu gezegenlerin olasılıkla, molasılıkla değil, "kesin" olarak kitlenmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Ne yazık ki konferansta bir animasyonla bu tidal lock meselesini açıklasalar da, bunun sonuçlarına değinmediler. Q&A kısmında bir soruya cevap esnasında bunun radyasyon bakımından bir sorun olabileceğine dokunup geçti kadınlardan biri.

Bekleyip görelim.

Yine konferansta bu gezegenlerin özellikle birinde su bulunma olasılığının çok yüksek olduğu söylendi. Ancak İngilizcede su kelimesinin karşılığı "water" her ne kadar bardağa koyup içtiğimiz suyu çağrıştırsa da, bilimsel anlamda buzdan su buharına kadar suyun üç halini kapsar. Zaten konferansın başka bir noktasında biri ağzından "liquid water" yani sıvı su kelimesini kaçırdı.

Kısaca bu gezegenlerde bizim yaşam için istediğimiz sıvı su olmayabilir. Unutmayın, katı su yani buz Mars"da, su buharı da Jüpiter'de bol bol var.

Biraz sansasyonel olması bakımından konferansta bu olumsuzluklardan uzak durdular. Eh anlaşılır tabi.

Ne olursa olsun çok heyecan verici bir keşif bu.

İzlemeye devam edelim.

23 Şubat 2017 Perşembe

Yeni Gezegene Bir Kala

Sevgili arkadaşlar, uzun süredir yoğun bir şekilde çalışmaktayım. Ekrana bakmaktan gözlerim, fare yüzünden de bileklerim acıyor.

İşte bundandır, bu geceki şarap ve peynir molam ilaç gibi geldi. Mükemmel Bordeaux şarabı ve yine Fransa'dan getirdiğimiz birkaç özel peynir, biraz Joe Dassin, biraz Mirelle Mathieu gerçekten zihnimi açtı. Hele soğanlı ve karabiberli iki peynir var ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. O kadar leziz.

Bu günlerde nedense Fransa yoğun takılıyorum.

Bisiklet üzerinde okumak için Paris Zaman Kapsülü diye bir kitap aldım, o da Fransada geçiyor. Felaket kötü bir kitap bu arada. Biraz heyecan, biraz gizem falan diye aldım, üçüncü sınıf romantik kız romanı çıktı. Her bölümün başında bir kaç sayfa kim ne renk, ne model ceket giymiş, etek giymiş, onu dinliyoruz. İki yüz sayfa sonra Fransız jön protogonistimiz Amarikan kızı anca öpebildi. Bütün giz de kendisi başlı başına bir kitap olabilecek, sayfalarca uzunlukta sözde bir mektubun ortaya çıkmasıyla çözüldü, daha doğrusu anlatıldı.

Nefret ederim böyle kitaplardan. Hiç bir zeka, sürpriz, heyecan yoktur. Okur durursunuz sonra ya o ana kadar ortada olmayan biri çıkar, ya da böyle salakça bir mektup bulunur, size olanı biteni anlatır. Bu anlatımı kitabın başında yapsalar, o kadar sayfayı okumanıza gerek kalmazdı. Zaten okuduklarınızla bu sonuç "bildirgesinin" de birbirleriyle pek alakası yoktur.

Yazar kızımız muhtemelen Fransaya tatile gelmiş, öğrendiği bir kaç yer ve yemek ismi boşa gitmesin diye oturmuş bu kitabı yazmış sizin anlayacağınız.

Boş verelim kitabı, Amerikan edebiyatının eksikliklerini başka zaman tartışırız.

Memleket meselelerini de bırakalım bir kenara. Zaten izlemiyorum bile. Trump da baydı artık. İlginç olmak için bir nefesini tutmadığı kaldı. Tatil mevsimi de değil ki gezi yazısı yazalım.

Sizle asıl gündemin belki de en önemli meselesini konuşalım istedim.

NASA, dünyaya kırk ışık yılı uzaklıkta dünya benzeri yedi gezegen buldu.

Bundan iyi konu mu olur? Gecenin bilmem kaçı, şarap, müzik, peynir falan da var, tam bu muhabbetin konusu işte, dünya dışı yaşam 😛

Kırk ışık yılı gözlemleyebildiğimiz evrenin boyuna göre kapımızın dibi sayılır. Bildiğimiz en hızlı haberleşme yöntemi olan telsizi açıp "Nasılsınız?" diye sorsanız, mesajınızın bu gezegenlere gitmesi kırk yıl, onların da "İyiyiz bilader, siz nasılsınız?" derse, bu cevabın size gelmesi bir kırk yıl daha, yani basit bir selamlaşma toplamda seksen yıl alır.

Oralara gitmeyi sormayın bile. Dünyada kullanılan tüm enerjiyi bu işe adasak bile bu gezegenlere insan göndermek binlerce yıl alır. Muazzam bir uzaklık sizin anlayacağınız.

Buna rağmen kırk ışık yılı burnumuzun dibi işte. Milyarlarca ışık yılı uzaklıktan dünyamıza ulaşan doğal radyasyon gözlemledik. Evrenin büyüklüğünü siz hayal edin artık.

Bu yeni bulunan gezegenlere geri dönelim.

Bize milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızları teleskoplarla görebiliriz. Çünkü yıldızlar yine dünya üzerinde kullandığımız ölçekteki enerjilere göre kat be kat büyük miktarda enerji kullanarak ışırlar. Bu ışıma o kadar parlaktır ki çok uzak mesafelerden gözlemlenebilir.

Gezegenler ise kendilerinden kaynaklanan bir ışıma yapmazlar. Sadece (eğer varsa) yakınlarındaki yıldızın ışımasını yansıtırlar.

Uzaklardaki bir gezegenin yansıttığı ışık bu nedenle yakındaki yıldızın ışıması tarafından bastırılır ve deyimi uygunsa teleskoplarımız bu gezegeni "göremez".

Aynı sebeple Ay'ı gündüz göremeyiz. Güneşin parlaklığı, Ay'ın yansıttığı ışığı bastırır.

Ancak yakınımızdaki bir yıldız parlaklığı düşük olacak kadar küçük, etrafındaki gezegen de yeteri kadar büyük olursa, gezegen yıldızın çevresinde dönerken yıldızın önünden, yani dünya ile yıldızın arasından geçer ve dünyaya ulaşan ışığın yada parlaklığın miktarı bir süre azalır. Biz de göremediğimiz halde yıldızın etrafında bir gezegen olduğu sonucuna varırız.

Göremediğimiz gezegenlerin farkına varmamızın bir yolu daha vardır.

Dünya ile güneş örneğine bakarsak, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyebiliriz.

Bu teknik olarak yanlış bir önermedir (merak etmeyin, henüz ermedim, hala evrime inanıyorum). Dünya güneşin etrafında değil, güneş ile birlikte ortak ağırlık merkezinin etrafında döner. Dünya ile güneşin ağırlık merkezi kütlelerinin oranı kadar birbirlerine uzaktır. Dünya ile güneşin kütleleri eşit olsaydı bu ağırlık merkezi tam ortada olacak, dünya ve güneş birbirlerinin etrafında döneceklerdi, güneşin kütlesi, dünyanınkinin iki katı olsaydı, ağırlık merkezi güneşle iki kat yakın olacaktı ve iki gök cismi güneşe, güneşle dünya arasındaki uzaklığın üçte biri yakınlığında bulunan bu nokta etrafında dönecekti.

Gerçekte güneşin kütlesi dünyanınkine göre o kadar büyüktür ki, bu ağırlık merkezi güneşin içinde kalacak kadar güneşe yakındır. O yüzden Galileo dünya güneşin etrafında dönüyor dediğinde doğru söylemiştir diyebiliyoruz. İşin aslı, hissedilmeyecek kadar küçük olsa da, güneş dünya yüzünden durduğu yerde hafifçe ileri-geri bir hareket yapar.

Uzaktaki bir yıldız kütle olarak küçük, etrafındaki gezegen de kütle olarak büyükse yıldızın bu ileri-geri hareketi dünyadan gözlenebilecek kadar belirli bir hale gelir.

Aynı şekilde uzaklardan biri güneş sistemine bakıyor olsaydı, dünya yüzünden güneşin bu ileri geri hareketini göremeyecek olsa bile olasılıkla kütlesi dünyadan çok daha fazla olan Jüpiter yüzünden güneşin bu hareketini gözlemleyebilecek, kendisini göremese de Jüpiter boyunda bir gezegen olduğu sonucuna varabilecekti.

Bu iki sebepten dolayı güneş sistemi dışı da bulunan gezegenler güneşle göre küçük yıldızların etraflarında gezinen Jüpiter buyunda dev gezegenlerdir.

Ama teknoloji geliştikçe teleskoplar daha duyarlı hale geliyor ve insanoğlu daha küçük gezegenleri tesbit edebiliyor.

Bu yeni bulunan yedi gezegen güneşle göre kütlesi çok küçük bir yıldızın etrafımda dolanıyor.

Bir yıldız ne kadar kütleli olursa o kadar parlaktır. Bu yeni yıldız güneşten çok daha az kütleli olduğu için güneş gibi beyaz (ya da sarı, eğer Superman seviyorsanız 😛) ışık yerine kırmızımsı, tatsız bir ışık verir. Bunun nedenini bir fotoğraf yazısında anlatmıştım.

Yine bu kırmızı yıldızdan gelen ısı güneşle göre daha azdır.

Dünya boylarında bu gezegenlerin izlerinde sıvı su bulundurabilecek kadar ılık olabilmeleri için yıldıza dünyanın güneşle uzaklığından çok daha yakın olmaları gerekir.

Aslında bir yıldızın etrafında yaşam bulundurabilecek bölge, ki buna ekosfer derler, çok dardır. Bir gezegen yıldıza gereğinden biraz daha çok yakınsa Venüs gibi cayır cayır cehennem gibi yanan, biraz uzaksa Mars gibi suyun donacağı kadar soğuk bir dünya olur.

Isısı güneşe göre çok az olan bu kırmızı yıldızın suyu sıvı halde tutabilecek kadar enerji yaydığı uzaklık çok kısadır. Yani üzerinde sıvı su bulundurabilecek gezegenin bu yıldıza çok yakın bir yörüngede bulunması gerekir.

Ancak bir yıldıza bu kadar yaklaşmanın başka tatsız bir sonucu vardır.

Kütlesi küçük bir cisim, kütlesi büyük bir cismin etrafında dönüyorsa bir süre sonra sadece aynı yüzünü kütlesi büyük cisme bakacak şekilde kendi etrafında dönüşümü yavaşlatır, bu gel-git dediğimiz, cisimlerin her tarafının aynı oranda yerçekimine tabi olmamasının bir sonucudur. Başka bir yazıda detayını anlatırım, şimdilik sadece sonucuna bakalım.

Bu yüzdendir ki Ay'ın hep aynı yüzü dünyaya bakar.

Yeni gezegenlerimize dönersek, yıldız çok küçük olduğu için ekosfer yıldızın çok yakınında yer alır. Ekosferdeki gezegenler de yıldıza yakın oldukları için hep aynı yüzleri yıldıza bakar.

Bu da gezegenin yarısında sonsuz uzunlukta bir gün, diğer yarısında ise sonsuz uzunlukta bir gece yaratır. Gün kısmı devamlı yıldıza baktığımda ısınır, su sıvı halde kalamaz ve buharlaşır. Gece kısmında şse donar ve buz olur. (Isaac Asimov gün ile gecenin kesiştiği alaca karanlık çizgisinde hala bir hayat uluşabileceğini düşünmüştü).

Ancak sıkı durun.

NASA bu yedi gezegenin birinde değil en azından üçünde sıvı su olduğunu düşünüyor.

NASA'nın gel-git yüzünden yörünge kitlenmeseni unutmayacağını düşünürsek şimdiye kadar bilmediğimiz başka bir şeylerin olduğunu söyleyebiliriz.

Ben heyecanla izliyorum.

Not: Yaş kemale erdi, kulaklar demek ki artık iyi duymuyor. "Forti" yi, "Fortiiin" diye duyup uydurmuşum. Yazımızın konusunu değiştirmese de yeni gezegenlerin uzaklıklarını düzelttim 😛

3 Şubat 2017 Cuma

Hayatın Renkleri

Sevgili arkadaşlar, şu sıralar çok teknik işlere daldım, o yüzden biraz kafamı dağıtmak, biraz da sizle sohbet için olayı teknolojiden çıkarıp sanata getirmek istedim.

Sizlere hayatın renklerinden bahsedeyim.

Bu günlerde benim hayatımda sadece iki renk var. Biri sevgili kızım, diğeri de sevgili karım. Hayatımın renklerinin ikisi de altın sarısı. Birinde biraz mavi, diğerinde de biraz yeşil var ama gerisi hep sarı 💛

Haluk Leventin bir şarkısı vardı, ona benzedi bu. Başak sarıda, sarı saçlarında, deniz mavide, mavi gözlerinde... 😀

Ancak hayatın renklerini kızım ve karımla tanımlamanın sadece bana faydası var. Dünyadaki geri kalan dört milyar insana renkleri edebiyatla anlatmak pek akıllı işi değil.

Gerçekten de renk kavramı oldukça kişisel ve değişken bir kavramdır. Başınıza gelmiştir, karınız/kocanız/arkadaşınız "Aaa ne güzel mavi çarşaf!" dediğinde "Yok kız, o mavi değil, yeşil!" demişsinizdir.

Türk bayrağına baktığınızda herkes kırmızı olduğu üzerinde hemfikirdir, ancak hiç bir şeye bakmadan kırmızı dediğinizde herkesin aklına gelen kırmızı farklıdır. Kimimiz koyu, kimimiz açık, kimimiz pembeye, kimimiz sarıya çalan bir kırmızı canlandırırız gözümüzde.

Işık, elektromanyetik radyasyonun, gözle görebildiğimiz aralığına verdiğimiz isimdir. Foton denen bir parçacık aracılığı ile taşınır. Madde içinde elektronlar enerji kaybettiğinde, yani soğuduğunda, bir foton yayarlar. Bu foton gözümüzün görebileceği frekans (ya da tersten dalga boyu - yazının gerisinde tekrarlamayacağım dalga boyu frekansın ters orantılı hali) aralığında ise biz onu ışık olarak görürüz.

Bu aralık içindeki değişik frekansları da renk olarak algılarız.

Gözümüzün görebileceği en düşük frekanslı renk kırmızı, en yüksek frekanslı renk de mordur. Işık kırmızı ve morun ötesinde de vardır ama bu frekanstaki ışıkları tanımı uygunsa göremeyiz.

Bu bir rastlantı değildir.

Tanımı gereği sıcaklığı mutlak sıfırdan farklı her madde ışık yayar - çünkü soğur ve soğurken de foton ışıması yapar. Güneş büyüklüğünde bir yıldız ısısıyla en çok kırmızı-mor aralığında ışıma yapar. Şükürler olsun ki atmosfer de bu aralıktaki ışığı büyük ölçüde geçirir ve dünya yüzeyine ulaşmasını sağlar. Ondandır ki bu ışımayı algılayacak yani görecek gözler geliştirmişizdir. Güneş biraz daha küçük olsaydı geri kalan özelliklerin dünyamız benzeri olduğu bir habitatta gözlerimiz kızıl ötesi, biraz daha büyük olsaydı mor ötesi ışığa duyarlı halde gelişecekti.

Ancak göremesek de kızıl altı ve mor ötesi frekanslardaki ışımayı çok yakından tanıyıp, kullanırız.

Mor ötesine bakarsak, ilk sırada bizi bronzlaştıran ve kanser eden ultra-viole (kelime anlamı zaten mor ötesi) renkleri görürüz. Frekansları daha yüksek olan bir sonraki ışık (ya da renk) ise X ışınlarıdır. Kolumuzu, bacağımızı kırdığımızda röntgen çekmeye yararlar.

En yüksek frekanslı foton ışıması ya da rengi ise gamma ışınlarıdır. Bundan daha yüksek frekanslı bir elektromanyetik ışıma seviyesini henüz gözlemlemedik. Gamma ışıması nükleer reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkar ve bizi kör etmeye ya da kavurup öldürmeye yarar.

Elektro-manyetik ışımanın kırmızı altı aralığı çok daha neşelidir.

Kırmızı rengin hemen altında kızıl ötesi ya da infra-red ışımaları, yani renkleri bulunur. Bu ışınlar uygun teçhizatla gece karanlıkta görmemizi sağlarlar.

Kızıl ötesi renklerin altında ise mikro-dalga ışımalarıyla karşılaşırız. Fırında frozen food ısıtmaya yarasa da asıl kullandığımız alan uydularla haberleşmedir. Atmosfer görülebilir ışıkla birlikte mikro-dalgaları da geçirir, bu yüzden uydularla mikro dalgalarla iletişim kurarız. Kısacası mikro-dalgalar olmasaydı sevgilinize text atamazdınız.

Mikro dalgaların altında ise kısa, orta ve uzun radyo dalgaları bulunur. Radyo, televizyon hep bu aralıkta çalışır. Ve evet, radyo dalgaları her şeyiyle ışıktır, sadece frekansları görülebilir ışıktan daha düşüktür.

Elektro-manyetik ışımanın çok önemli bir özelliği daha vardır ki bu da belki de tüm insanlığın kör talihidir. Işık evrende gözlemlediğimiz en hızlı fenomendir. Işıktan daha hızlı giden bir madde, enerji ya da ışıma bilmiyoruz ve Albert amca sağolsun, herhangi bir şeyin ışıktan daha hızlı gitmesi de mümkün değildir (yeni kuantum teorisi ile en azından ışıktan daha hızlı bir haberleşme yöntemi gerçekleşecek gibi görünüyor).

İşin fiziğine çok daldık, hayatın renklerine geri dönelim.

Gözlerimizle gördüğümüz renkler, temelde beyaz güneş ışığının bir cisme çarpıp, bazı dalga boylarının emilip, geri kalanının yansıyarak gözlerimize ulaşmasıyla algılanır.

Beyaz ışık aslında birden fazla rengin karışımıdır. Klasik prizma deneyini hatırlayın. Beyaz ışık bir taraftan girer, diğer taraftan gökkuşağının renkleri halinde çıkar.

İlk ve son kez yukardaki önermenin anlatımı kolaylaştıran bir benzetme olduğunu söyleyip kafa karıştırmayı bırakayım. Prizma aslında yapıldığı camın kalınlığına, yanı beyaz ışığın cam medyumun içerisinde kat ettiği yolun uzunluğuna göre giren ışığın dalga boyunu değiştirir, yoksa farklı renklerdeki ışıklar beyaz içinde saklanmış değillerdir. Ancak beyaz ışığın - yada tüm diğer renklerdeki ışığın - başka renklerim karışımı olduğunu düşünmek renk teorisini anlamayı kolaylaştırır.

Ressamlar bu renk karıştırma işini çok iyi becerirler. Üç beş boyayı karıştırıp, yüzlerce farklı renk elde ederler. Bunun için de hangi renk sonuçta oluşacak rengi nasıl değiştirir çok iyi bilirler.

Örneğin karışımda maviyi azaltırsanız, portakal tonları, moru azaltırsanız sarının tonları açığa çıkar.

Kısacası her renk başka renklerim karışımı olarak tanımlanabilir. Önemli olan rengi tanımlayan dalga boyunda ışığın gözümüze ulaşmasıdır. Bu cebinde kaç para var sorusunun cevabına benzer. Yüz lira var da diyebilirsiniz, bir elli, iki yirmi, bir de on lira var da.

Bir rengi tanımlamak için kullanılan renklere ana ya da asıl renkler (primary colors) derler.

Bu renkler hangileridir diye sorarsanız, doğru cevap "hangisi isterseniz olur" dur.

Örneğin gökkuşağı renkleri akla yatan asıl renkler olarak tanımlanabilir. Gökkuşağında kırmızıdan mora yedi renk bulunur. Bunları karıştırarak görülebilir bütün renkleri elde edebiliriz.

Ancak yedi rengi hangi miktarda karıştıracağımızı belirlemek biraz meşakkatlidir. Aynı sonucu daha az renk kullanarak da elde edebiliriz.

Örneğin nerdeyse bütün dijital sistemler renkleri kırmızı, yeşil ve mavinin karışımları olarak tanımlar. Bu renk sistemine İngilizcede kırmızı, yeşil ve mavi kelimelerinin ilk harfleri olan RGB (Red-Green-Blue) adı verilir.

En parlak kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırdığınızda ortaya beyaz renk çıkar.

Bu karışımdan maviyi çıkardığınızda sarı, yeşili çıkardığınızda macenta dedikleri pembe, kırmızıyı çıkardığınızda da cyan/sayen dedikleri turkuaz camgöbeği maviyi elde edersiniz.

Çünkü mavi azaldıkça renk sarıya, yeşili azaldıkça pembeye ve kırmızı azaldıkça turkuaza çalan bir ton alır. İnkjet yazıcınızın renk kartuşunda sarı-pembe ve turkuaz renkler vardır çünkü renkleri RGB'nin ikiz kardeşi ya da tersi olan CMYK ana renkleriyle tanımlar. CMYK, Cyan, Magenta ve Yellow sözcüklerinin baş harfleridir K ise siyah demektir - siyahı elde etmek için üç mürekkepi karıştırmak yerine siyah mürekkep kullanmak teknik olarak daha kolaydır.

RGB additive yani eklemeli, CMYK subtractive yani çıkarmalı bir renk sistemidir. RGB ışımalı ortamlarda yani bilgisayar ekranında, televizyonlarda, projektörlerde, CMYK ise yansımalı yani baskı ortamında kullanılır. Her iki yöntem de birbirine çok benzer.

RGB tanımının kullanıldığı dijital ortamda bir renk ne kadar kırmızı, yeşil ve mavi karıştırılacağını söyleyerek tanımlanır. Binary yani ikili sistemde sekiz basamak iki üzeri sekiz yanı sıfırdan iki yüz elli beşe kadar iki yüz elli altı farklı değer alır. RGB sistemde genel olarak sekiz basamak yani 8-bit per channel dedikleri bu sistem kullanılır. Bir örnek verirsek R (Red/Kırmızı)=255, G (Green/Yeşil)=0, B (Blue/Mavi)=0 kan kırmızı bir renk verir. 0,255,0 cart yeşil, 0,0,255 masmavi bir renk verir. 255,255,0 kanarya sarısı, 255,0,255 ise çingene pembesi.

İşte bu üç ana rengin 256 farklı oranda karıştırılması 256 x 256 x 256=16.8 milyon farklı renk oluşturabilir. Bu kadar renk günlük kullanım çoğu zaman yeterlidir ama örneğin kameranızda varsa RAW formatında çektiğiniz bir fotoğraf genelde 14 bit per channel veri kullanır ve bu da iki üzeri ondört = 16384 ve 16384 x 16384 x 16384 = 4.4 trilyon farklı renk demektir. Bir günbatımı bu sistemde (tabi bir de bu kadar rengi gösterebilecek bir ekran bulabilirseniz) kusursuz olarak görünür. O yüzden varsa RAW formatta çekin resimlerinizi.

İnsan gözü ve beyni ise renkleri biraz daha farklı algılar. Kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırmak yerine bir görüntünün önce parlaklığını, sonra ne kadar sarı yada maviye kaydığını yani sıcaklığını, en sonunda da pembe ya da yeşile kaydığını algılar.

Gözlerimiz önce en parlak, sonra en sarı sonra da en pembe alanları farkeder ve dikkatimizi o alanlara yoğunlaştırır. Özellikle sarı-mavi değeri çok önemlidir. Buna görüntünün sıcaklığı derler. Renkler ne kadar sarıya kayarsa görüntü o kadar sıcak, ne kadar maviye kayarsa görüntü o kadar soğuk olur. En sıcak renkler güneşin doğduğu ya da battığı anlardaki sarı tonlar, en soğuk renkler ise gece ay ışığında gördüğünüz mavinin tonlarıdır.

Dijital ortamda insan algılamasına yakın bu modelin karşılığı olan bir renk sistemi de vardır. Buna Lab derler. Lab renk sisteminde L (luminosity/parlaklık) = 0 siyah yani en az parlak, 100 (diyelim) beyaz, yani en parlak, a (sıcaklık) = -128 en mavi - en soğuk, +127 en sarı - en sıcak ve b = -128 en yeşil, +127 en pembe değerleri alır.

Lab sisteminin en yaygın kullanıldığı alan kameralardaki white balance dedikleri renk denge sistemidir. Ortamı aydınlatan ışığın tonuna göre çekilen fotoğrafdaki renklerim gerçeğe yakınlığını ayarlar.

Bunca şeyi niye anlattım, arzedeyim.

8 bit per channel RGB sisteminde 16 milyon renk olduğunu bilmek eve ekmek getirmenize yaramayacaktır tabi. Hatta toplum içerisinde bu kelimeleri bir cümle içinde kullandığınızda insanların bir bölümü sizden nefret edecek ancak büyük çoğunluğu sizin için üzüntü duyacaktır.

Başınızı ağrıtmamın nedeni, başta söylediğim gibi hayatımın en önemli renklerinin sarının tonları olması. Benim için başka nedenleri de var kabul ama sarının önemi herkes için geçerli.

İnsan gözü sıcak tonlara bayılır.

En sıcak renkler, yanı sarının en güzel tonları güneşin doğduğu ve battığı saatlerdir.

O yüzden kımıldayın biraz, erkenden uyanın, alın karınızı, kocanızı, kızınızı, oğlunuzu, fotoğraf çekmeseniz bile o güzelim gün doğumunun tadını sevdiklerinizle çıkarın. Akşam da yorgunum, maç var, dizi var demeyin, sevdiklerinizle bir de gün batırın.

Aynı kadro, sonbaharın sıcacık kırmızı renklerini dökülen yapraklarda görmek için gidin doğaya.

Hayatın renklerinin tadını çıkarın.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Babam

1980'lerin ikinci yarısı, herkesin ağızında aynı şarkı. Nereye gitsek, kimin arabasına binsek, kimin evine bir çay içmeye gitsek hep aynı şarkı.

🎶 Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık 🎶

İçim bayılmıştı.

Daha da kötüsü, çav bella aydınların hepsinin ağızımda bu şarkı. Adı entel şarkısına çıkmıştı aramızda.

Aradan bir on beş sene geçti. Sevgili babamı kaybettim.

Bir on beş sene daha geçti, İstanbul'da, Yenikapıda, saat sabahın üçünde, bir otel barında iki şişe şaraptan sonra abim söyledi, çok dinlerdik rahmetliyle bu şarkıyı diye.

Meğer babamın en sevdiği şarkılardan biri değil miymiş...

Bilmiyordum 😒

O gün, bu gün entel şarkısı gibi gelmiyor kulağıma.

Sevgili babamı bu vesileyle anmış olayım . Barış Manço'nun da ölüm yıldönümü bugün. Buralarda hala ayın biri.

Gecenin şarkısı "Ayrılık" olsun.

13 Ocak 2017 Cuma

Disneyland

Fransız mutfağı ne kadar güzel olursa olsun, kahvaltıları bir felakettir. Temeli kahve ve croissant isimli çörek, şanslıysanız bazen tereyağı ve peynir. Gözünü sevdiğimin Brezilyası, sabah bir cafe'ye gidip bir kahve söyleyin, yanımda gelen kahvaltıdan sonra bütün gün birşey yiyecek yeriniz kalmaz. Ama Fransa bu bakımda tam anlamıyla kaputtur. Croissant'ı tanrıların bir hediyesi zannederler ve yanında da bir kahve verdiler mi, tamam artık, onlara göre mutlu olmamanız mümkün değildir.

Bu croissant'ı da sayemizde icad etmişler, onu da bilmezler. Bilseler zaten iki günde gözden düşer, kahvaltılarda paskalya çöreği ve kahve dağıtmaya başlarlar. Paskalyayı da en iyi Karadenizli pasta ustalarının yaptığını keşfettikleri gün, herhalde kahvaltılarında artık sadece kahve kalır.

Bu croissant, İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz cresent yani hilal demektir.

Osmanlı lağımcılar Viyana surlarının altından tünel kazıp kente girdiklerinde erken kalkıp işlerine giden Viyanalı fırıncılar tarafından farkedilmiş ve fırıncıların viyaklaması sonunda Avusturya ordusu uyanıp bizimkileri atmışlar dışarı. Avusturya Kralı ya da Kraliçesi, fırıncılara takdirlerini göstermek için onlara Osmanlı bayrağındaki üç hilalin simgesi olarak bu croissant çöreklerini yapma ayrıcalığını bahşetmiş.

Bu hikayeyi birimiz sayın Devlet Bahçeli'ye anlatırsa, partisinin bayrağındaki üç hilal aşkına püskeviti bırakıp croissant yemeye başlar herhalde :) Prensipte gezi yazılarına politika karıştırmıyorum ama bunun için bir istisna yapmadan geçemedim.

İşte kötü bir croissant ve kahve için içimden hiç de kalkıp otelin kahvaltı salonuna gitmek gelmiyordu. Jelena "Haydi Bugi" falan diye beni stimüle etmeye çalışsa da, nafileydi. Dünkü mahşeri yürüyüşün ardından zaten bacaklarımın dizden altlarını hissetmiyordum bile.

"Haydi Bugi, kahvaltı saati geçiyor" diye bir hamle daha yaptı, ama ben yine direndim, "Geçerse geçsin, ben sana parkta bir croissant ve kahve alırım" diye taarruzu savuşturmaya çalıştım.

Yeniden gözlerimi kapamıştım ki bir şeyin üzerime tırmandığını hissettim. Gözlerimi bir açtım ki, sevgili kızımı gözlerini kocaman açmış, bana bakarken buldum. Benim gözlerimi açtığımı görünce "Daaaaaaa!" diye boynuma sarıldı.

İki dakika sonra ayaktaydım. Jelena belden aşağı vurmuştu, ama Melissa işe yaramıştı. Yirmi sekiz odayı yürüyerek geçip kahvaltı salonuna girdiğimizde nasılsa kahvaltı sadece croissant, bari kahve güzel olsa diye hayıflanıyordum ki büfeyi gördüm. Dünyanın en güzel kahvaltıları Türk otellerendedir bana sorarsanız sevgili arkadaşlar, ama bu oteldeki kahvaltı bizimkilere yaklaşıyordu.

Dört çeşit peynir, bilmem kaç çeşit börek, çörek (ve tabii ki croissant), çeşit çeşit yağ, bal reçel, cereal, yoğurt, yumurta, vesaire, vesaire... Ancak en kayda değeri otelde yaptıkları, dumanı tüten Fransız bagetleri. En çok sevdiğim ekmektir baget, hele bir de sıcak oldumu, bir bütün ekmeği rahat rahat yiyebilirim.

Eurodisney'deyiz
31 Aralık sebebiyle hem Jelena hem ben kalori saymayı bırakmıştık. İkimiz de patlayıncaya kadar yedik. Kahve de fena sayılmazdı. Gece yarısına kadar parkta kalacağımızı düşünerek gerekli kafein depolamasını yaptım.

Bir kaç dakika sonra bizi parka götürecek otobüsün içindeydik. Bir on dakika sonra da parkın girişindeki güvenlik noktasına ulaştık. Planladığımız üzere ilk durağımız Disneyland Park değil Disney Stüdyoları olacaktı.

Kapıda online biletlerimizi değiştirip hemen Stüdyo 1'e yöneldik. Bu devasa binanın içi 1950'lerden kalma bir kasaba şeklinde dekore edilmiş. Eczanesi, benzin istasyonu, gece klübü ve restoranları ile tam bir film seti. Bu dekor binaların içleri ise gerçekte cafe, restoran ve mağaza.

Disney Stüdyoları
Stüdyo 1'in diğer ucundan çıktığınızda ise karşınıza Walt Disney'in bir heykeli çıkıyor. Bunun arkasında ise Disney Stüdyolarının atraksiyonları ucu bucağı görünmeyen bir alana serpiştirilmiş.

Stüdyo Tram isimli, sizi etrafta gezdiren mini tren soğuktan dolayı kapalıydı. Geçen seneden deneyimimizle söylüyorum, yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bu gelişimizde ise geçen sene denemeye vaktimizin olmadığı Hollywood Towers isimli turu almayı aklıma koymuştum. Cevabını bile bile Melissa'yı alır mısınız diye sorduk. Beklenen "alamayız" cevabı üzerine Jelena ve Melissa ile tur bittiğinde buluşmak üzere ayrıldık. Onlar arkadaki mağazaya gitti, ben de sıraya girdim.

Hollywood Towers mizansene göre bir otel. İçinde bulunduğu gökdelenin ortadan üç-dört katı yıldırım çarpmış gibi simsiyah. Her beş dakikada bir ciyak diye birilerinin bağırdığını duyuyorsunuz.

Sıra bahçede başladığı için bol bol gökdelenin dışını inceleme şansınız oluyor. Bina metruk bir halde. Dışarıya bakan, olasılıkla servis için kullanılan metal kapıları paslanmış. Boyasının çok kaliteli olduğu belli, ancak bakımsızlıktan yer yer dökülmüş, renk değiştirmiş.

Studio-1
İçeri girdiğinizde ise yavaş yavaş senaryoya ısınıyorsunuz.

Bir kere bu otelde ne olduysa bir anda olmuş. Hala masalarda dağıtılmış oyun kartları, açık içki şişeleri, örümcek ağları kaplamış olsa da tabak, çanak ve biblolar var. Giriş çok elegant döşenmiş ancak halı, mobilyalar ve raflardaki ıvır zıvır hep tozla kaplı.

Buradan otelin kütüphanesine geçiyorsunuz ve eski bir televizyon cızt bızt size mizanseni anlatıyor. Hikayeye göre dördüncü boyuttan gelen bir güç - ki şimşek/yıldırım biçiminde betimlenmiş, oteli vuruyor ve servis asansöründe mahsur kalan siz de bir bilinmeze doğru yol alıyorsunuz.

Masalarda dağıtılmış oyun kartları
Kütüphaneden sonra otelin kazan odasına geçiyorsunuz. Burası devasa hacimde karanlık bir yer. Etrafta borular, vanalar, kazanlar var. Mavi ve pembe ışıklarla birlikte hayal üstü dekore edilmiş. Burada bir aksiyon yok ama seyretmesi dahi çok zevkli.

Kazan odasının sonunda ise servis asansörü var. Turun can damarı bu asansör zaten. İçine girip kemerinizi bağlıyorsunuz ve sonrası, hele böyle şeyleri severseniz akıl dışı. Aşağı ve yukarı değişik hız ve mesafelerle gidiyorsunuz, asansörün kapısı zaman zaman açılıyor, siz de odaları, uzaylıları ve en ilgincş parkın kendisini, hem de taa tepeden görüyorsunuz.

Bu yukarı, aşağı hareketlerde kimi zaman kıçınız koltuktan ayrılıyor, sizi sadece kemer tutuyor. Yani neredeyse sıfır yerçekimi ve ağırlıksız kalıyorsunuz.

Ben çok zevk aldım.

Tur bittiğinde Jelena ve Melissa
beni aşağıda bekliyorlardı
Tur bittiğinde Jelena ve Melissa beni aşağıda bekliyorlardı. Jelena bahane Melissa olsa da Hollywood Towers'ı denemediğine memnundu. Bir kaç kez, konusu geçtiğinde anlatmıştım sizlere, sevgili karım bu tip heyecanları pek sevmez.

Ertesi gün geri dönmek üzere Disney Stüdyolarından ayrılıp, Disneyland Parkına geçtik.

Kar ve sis parkın girişindeki pembe şatoya oldukça gizemli bir görünüm kazandırmıştı, hatta biraz da korku verici diyebilirim. Hani neredeyse sislerin arasından eli süpürgeli bir cadı fırlayacak gibi.

Ancak yaklaştıkça neşeli müzik, rengarenk yeni yıl dekorasyonları ve etrafımızdaki mutlu insanlar havanın kasvetini aldı götürdü.

Parkın merkezi 1800'lü yılların sonlarından kalma bir Amerikan şehri biçimde tasarımlanmış. Hani kara tren ve kovboyların kasabaları gibi. Parkın diğer bölümlerinin kendine özgü temaları var ancak giriş sizi etkilemeye yetiyor.

Vali Konağı
Pembe şatonun altından geçer geçmez bu eski şehrin sözde vali konağının bulunduğu bir meydana geliyorsunuz. Bu meydanın ortasında yeni yıl dekorasyonları ile kaplı, gerçekten dev boyutta bir çam ağacı var. Bu ağacın altında ki beyaz bir pavilyon ise bütün ziyaretçilerin fotoğraf çektiği ortak bir nokta. Hafifçe yağan kar hem ağacı, hem de pavilyonun çatısını çok güzel bir renge bürümüş. Hava soğuk olsa da gerçek bir yeni yıl duygusuna kapılıyor insan.

Bu meydanı geçtiğinizde ise bu eski western şehrinin ana caddesine ulaşıyorsunuz. Ortasından tren yolu geçen bu caddenin her iki tarafı da temsil ettiği zamana büyük bir sadakatle yapılmış, çeşit çeşit renkleriyle insanın bakmaktan gözünü alamadığı binalarla kaplı.

Bu binalardan birimde bulunan bir pastanede bir kahve içtik.

Dışarı çıktığımızda ise artık Jelena'nın da, benim de binlerce kez dinlediğimiz, her kız çocuğu ana babasının da sözlerini olasılıkla ezbere bildiği o güzelim şarkı cadde üzerinde çalmaya başladı. Disney'in ünlü Frozen filminin kahramanı Kraliçe Elsa'nın söylediği Let It Go, binlerce wattlık ses sisteminden çıkıp kulaklarımızın derinliğine girdi.

Muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana
Sonrasında ise muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana caddenin bir başında belirdi. Binlerce çocuğun ve ailelerinin sevinç çığlıkları arasında cadde boyunca yavaş yavaş ilerlediler.

Melissa'yı ilk Ana farketti, hemen Elsa'nın koluna dokunup Melissa'yı işaret etti. Her ikisi de canım kızıma öpücükler, gülücükler, el sallayarak selamlar gönderdiler.

Giysileriyle, yüzlerinin hatlarıyla canlandırdıkları çizgi filim karekterlerine inanılmaz benzemişler. Hava buz gibi olsa da hiç acele etmeden, hakkını vererek sürdürdüler şovlarını. Geri planda ise Let It Go, üç ayrı dilde çalmaya devam ediyordu. Elli yaşımda olsam da, bir çocuk gibi zevkle izledim, hatta bir çocuk kadar etkilendim.

Parkdayız
Geçit bittikten sonra parkın içine doğru ilerlemeye devam ettik. Western kasabasını gerimizde bırakıp, Mickey, Minnie ve Donald'ın heykellerinin bulunduğu yine çok büyük bir meydana ulaştık. Bu meydanı geçtiğimizde ise belkide parkın en ikonik, en güzel şatosuna ulaştık.

Bu şatonun ismi Castle of the Sleeping Beauty, yani uyuyan güzelin şatosu. Pembe renkli, sivri kuleleri ile etrafının su ile çevrili olduğu bir kayanın üzerinde duruyor. Boyutları çok büyük. Altında ise ortaçağ evleri ile bezenmiş cadde ve sokaklar var.

Şatonun önündeki büyük meydandan sola döndük ve parkın Adventureland bölümüne yani macera ülkesine geçtik. Burada define adaları, korsan gemileri, tropik ormanlarla birlikte Pirates of the Caribbean, yani Karayip Korsanları turu var.

Karayip Korsanları
Bu tur bize yabancı değil. Sevgili kızım Melissa bile geçen sene almıştı. Bir araç içerisinde suda gidiyor, karanlıkta korsan adalarının etrafında geziyor, korsanların savaşına ve eğlencelerine tanık oluyorsunuz. Korsanlar üzerinize ateş açıyor, karanlıkta sonunu görmediğiniz derinliklere düşüyorsunuz. Bütün tur boyunca etrafınızdaki kurukafalar, define sandıkları, demir parmaklıklar arkasında çürümüş iskeletlerle birlikte harika korsanvari şarkılar size eşlik ediyor.

Bu turun başka bir güzelliği ise bekleme sırasının bir mağara içinde bulunması. Alternatifi eksi bilmem kaç derecede, kar altında dolaşmak olduğunda, insanın içi ısınıyor! :)

Sing Along With Frozen
Bir sonraki atraksiyonumuz Frontierland yani sınır ülkesindeki bir tiyatroda yer alacak Sing Along With Frozen şovuydu. Frozen filminin karekterleri ile müzikalin şarkılarını söylüyorsunuz. İnanın, Melissa daha bir buçuk yaşında değil ama hepsini biliyor, kendi çapında daaa, baaa, dadaaa diye söylüyor bile :)

Dışı tamamen ahşap ve temaya uygun olarak biraz harap bir binanın ev sahipliği yaptığı tiyatro, şov boyunca son teknoloji ile yaptıkları ses, ışık, duman ve dekor efektlerini kullanarak bizleri mest etti. Figürlerin hepsi Frozen filminden tabi. Ben en çok kardan adam Olaf'a güldüm, çok güzel yapmışlardı.

Bir arkadaşımız Melissa'ya çok güzel bir Olaf oyuncağı almış, sağolsun, ancak o kadar vokal, o kadar geveze ki, ben evde kafayı yemek üzereyim. Bir de Fransızca konuşup, şarkı söylüyor. "Jö süiz Olaf, bonjuuur..." diye başladığında içimden kapıyı vurup kaçmak geliyor, ama Melissa için can feda tabi. Laf aramızda, geçenlerde "kaza ile" Olaf'ı duvara fırlattım, ancak gerçekten sağlam yapmışlar :)

Uzun bir yürüyüş bizi Fantasyland'e yani hayal ülkesine getirdi. Buraya gelmemizin biricik sebebi ise Peter Pan's Flight turuydu. Melissa, Peter Pan'ın çizgi filminin delisi oldu. Peter Pan başladığında Tv'nin dibinde, hipnotize olmuş gibi bitene kadar dikiliyor. Bazen bir şey mi oldu diye merak edip yanına gidiyor, onu öpmeye kalkıyorum ama o gözünü ekrandan ayırmadan elinin tersiyle beni itiyor.

Bilirsiniz, Peter Pan uçabilen hayali bir İskoç çocuk kahramanı. Arkadaşlarıyla birlikte korsanlarla, haydutlarla uğraşır. Ben de Melissa sayesinde yeni yeni hatırlıyorum.

Peter Pan's Flight
Disneyland'daki Peter Pan turunda Peter Pan olup uçuyorsunuz, tabi yelkenli bir gemi içinde. Tur sırasında Neverland'e gidiyor, korsanları görüyor, karanlık gökyüzünde yıldızların arasında uçuyorsunuz.

Peter Pan's Flight öyle yazarak anlatılabilecek bir deneyim değil. Görmek ve yaşamak lazım. Aklımdayken, gitmeyi planlıyor ya da görmeye değer mi diye karar vermeye çalışıyorsanız, Disneyland'daki her atraksiyonun Youtube'da bol bol videoları var. Mesela "Peter Pan's Flight Disneyland Paris" diye gugıllarsanız hemen bulursunuz. Dünyanın farklı şehirlerindeki Disneyland parklarında bu atraksiyonlar bazen farklılık gösterebiliyor, o yüzden ararken atraksiyon ismine gideceğiniz şehri de yazın ki gerçekten göreceğiniz atraksiyonun videosuna ulaşabilin. Bu videoların sadece size bir fikir verecek kadar işe yarayacağını da unutmayın. Gerçek deneyim Youtube'dan çok çok farklı, canlı ve heyecanlı!

Disneyland Paris çocuklar için tasarlanmış bir cennet. Hayal güçlerine bol bol yakıt sağlayan, ufuklarını açan, onları mutlu eden bir yer. Sadece TV ekranlarında gördükleri kahramanları üç boyutlu görme şanslarını buldukları, sahte de olsa o doğa üstü olayları ve heyecanları yaşayabilmelerinin bir karşılığı olamaz bence.

Disneyland sadece ileri bir lunapark değil tabi. Bu uçsuz bucaksız parkta kayıp çocukları bulma merkezinden laktoz intolerant çocuklar için özel mama bulabileceğiniz çocuk bakım odalarına, bebek arabası ve tekerlekli sandalye ile her yere gitmenizi sağlayacak rampalar, asansörlerle kadar her şey düşünülmüş.

Ancak geçen seneden beri gözlemlediğim bir fenomen var ki, hala kafamda Disneyland gibi bir yerde nasıl böyle bir şeye tolerans gösterilebilir, aklım almıyor.

Sigaradan bahsediyorum.

Tanıyanlarınız bilir, hayatınızda görebileceğiniz en boklu tiryakilerden biriydim. Seneler boyu günde üç paket sigara içtim, hayatımı sigaradan kazandım. Sigarayı bırakalı yedi sene oldu, buna rağmen bazen sabah uyandığımda elim hala başucumda sigara paketiyle çakmak arar.

O yüzden artık sigara içmiyorum diye size sigara zararlıdır, her yerde yasaklanmalıdır şeklinde hıyarlık yapmayacağım. İsteyen, beni ve ailemi ikinci el sigara dumanına maruz bırakmamak kaydıyla istediği yerde, istediği kadar içsin, umrumda değil.

Ama Disneyland bir çocuk parkı arkadaşlar, buna rağmen herkesin elinde emzik gibi bir sigara.

Karayip Korsanları sırasında, sıraya ilk girdiğimizde hala açık havadaydık. Önümüzdeki çiftten erkek olanı çıkardı bir sigara ve çat diye yaktı. Melissa'yla arasında yarım metre yok.

"Mösyö" dedim, Melissa'yı gösterip, "lanfan!"

"Aaa, kusura bakmayın" dedi, çıktı sıradan, iki metre ilerde içmeye başladı sigarasını.

Peter Pan'e yürüyoruz, bir duman bulutu ensemin arkasından gelip, başımı sardı, ağızımdan girip, burnumdan çıktı. Kafayı çevirip bir baktım, muhtemelen iki metre boyunda bir Rus delikanlı. Ne olduğunu anladı, biraz utanıp, biraz da görmemezlikten geldi, yürüdü gitti.

Restoranların önü yine lise tuvaleti gibi. Sigara, sigara dumanı, sigara izmariti, sigara kokusu...

Peter Pan sırasında sıranın uzun bir kısmı açık hava, ancak başlarına gelmiş ki açık hava olmasına rağmen no smoking levhası koymuşlar. Önümüzde yine bir çift ama yaşlarının toplamı benim yaşımdan küçük. Gözümün içine baka baka tam no smoking levhasının altında yaktı bir sigara. Yine Melissa'nın dibi. Kibarlığı falan bıraktım, "Put that down" diye kolunu dürttüm. Ama yaktım, ne yapayım der gibi ellerini açtı. Kapı çalar gibi no smoking levhasına vurdum, bir daha "Put that away" dedim. Arkadan, sırada bekleyen bir Amerikalı baba - ki en hassası onlardır, bana destek şeklinde "Toss it" diye çocuğa efelendi. Bizimki kız arkadaşını da sigarasını da alıp çıktı sıradan.

2007 yılında Hollywood da Universal Stüdyolarını ziyaret ediyorduk. Bir sigara için ölüyordum ama bütün park, açık alanlar dahil non-smoking'di, sigara içenler için smoking alanlar yapmışlardı. Nerede içebilirim diye sorduğumda King Kong'un arkasında içebilirsin dediler. İki günlük zevcemi bırakıp, bir sigara içmek için iki kilometre yol yürümüştüm.

Disneyland"de de yapmaları gereken bu bence. Bütün parkı non-smoking yapıp, sigara içilebilen yerler oluşturulmalı. Ancak Fransızlar biraz fazlaca liberal bu sigara hususunda.

İnsanlar da çok düşünceli değiller tabi. Sadece sigara hususunda değil, her şeyde.

Jelena Melissa'nın altını değiştirmek için tuvalete gittiğinde, kadınlardan biri Melissa'nın arabasının yanından geçerken geçiş alanı biraz daraldı diye kızıp, "Ben bu çocuk arabalarından bıktım" demiş.

Disneyland'de hemen herkesin çocuk arabası var, hatta atraksiyonların, restoranların önünde çocuk arabaları için park yerleri bile var.

Jelena dönüp buna "Sen nerede olduğunun farkındamısın?" diye sormuş, bir iki hoşnutsuzluğunu gösteren kelime daha kullanarak.

İşte böyle sevgili arkadaşlar, insanlar her yerde aynı. Her yerde başkalarını hayatını zorlaştırmaktan zevk alıyorlar çünkü başkaları da onların hayatlarını zorlaştırıyor.

Neyse, yeter bu kadar felsefe.

Saat ilerliyor, yeni yıl yaklaşıyordu. 2016 bitmeden canım kızıma bir Kraliçe Elsa elbisesi almak istiyordum. Çok güzel bir tane bulmuştum ancak parktaki her mağazada 69.90 yuro fiyat koymuşlardı. Gereksiz derecede pahalıydı, o yüzden her mağazada belki makul bir fiyata bulabiliriz diye fiyatını soruyorduk.

Uyuyan Güzel şatosuna giden köprüyü geçtik ve altındaki mağazalara bakınmaya başladık. Merlin'in Büyüleri diye bir mağaza gördüm, gülümsedim. King Arthur ne zaman karşımıza çıkacak diye bekliyordum.

Bu King Arthur efsanesi Anglo-Saxon kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Yere göğe koyamazlar bu hayali kralı. Nerede bir şato, bir zırh, bir kılıç görürseniz, Mutlaka bu efsaneye bir atıf yapılır.

Çok beleş bir efsanedir bu hattızatında. Ne tarihte, ne coğrafyada efsanede geçen kişi ve olayların herhangi bir izi vardır. Yani Ne Arthur diye bir kral, ne Merlin diye bir büyücü, ne Camelot diye bir kale, ne Avalon diye bir şehir, tabi ne de Excalibur diye bir kılıç. O yüzden herkes bir parça uydurup, üstüne koyar. Geçenlerde okudum, feministler King Arthur aslında bir kadınmış diyorlarmış :)

Fransada Burgonya'da bir Avalon şehri var, onlar da biraz sahip çıkıyor King Arthur efsanesine. Bildiğim tek ismi uyuşan coğrafi referans bu. Avalon'a planlanmış bir gezimiz var, gittiğimizde efsaneyi de anlatırım size uzun uzun.

Dibs on 69.90 Euro
Ben bunları düşünürken, Jelenanın rehberliğinde şatonun alt katındaki mağazalardan birine girdik. Jelena "Mezzy'nin elbisesinden burada da var, dur bakayım fiyatına" dedi, ben de "Dibs on 69.90 Euro" dedim. Tezgahtar kız bizim İngilizce konuştuğumuzu duyunca İngilizce cevap verdi. "Doğru, 69.90!", sonra da güldü "Ama bir promosyonumuz var, ilgilenirsen" dedi.

Aksanını tam bir yere yerleştirememiştim. Büyük ihtimalle İrlandalıydı yada İrlandalı bir erkek arkadaşı vardı falan. Neyse, önemli olan elbiseydi.

"Tabi ki ilgileniriz. Nedir promosyon?"

"Çok basit. Yüz yuroluk alışveriş yaparsan, elbise yarı fiyatına."

Jelena uçtu tabi. "Zaten ayakkabı da almamız lazım, elbiseyle yüz yuroya ulaşırız" dedi. Alışverişin sonunda toplam yüz elli yuroyu geçmişti ama elbiseyi de otuz beş yuroya almıştık. Kızım tam takım Kraliçe Elsa olmuştu. Elbisesi, ayakkabıları, bir de asası ile. Sadece kızıma göre taç bulamamıştık, onu da sonra alırız dedik.

Yılbaşına geri sayım devam ediyordu. Girişteki büyük çam ağacında Mickey'nin ışık gösterisi vardı. Mickey ve Noel Baba şarkı söylediler, dans ettiler.

Yılbaşı yemeğimiz
Yılbaşı yemeğimiz çok gösterişli olmayacaktı. Tam doğru haliyle Meksika yiyecektik. Taco, yani fast food. Ancak geçen sene başımıza gelenleri düşünürsek bu yemek bir gourmet restoran gibi gelecekti. Planet Hollywood'daki zibidilerin yüzünden geçen yılbaşı otele dönüp, karton kutuda makarna ve otelin barından bir şişe şarapla girmiştik yeni yıla.

Salatasıyla, gazozuyla tatlısıyla, hem de yumuşak sandalyelerde oturarak yedik yemeğimizi. Geçen seneye göre çok önemli bir ilerlemeydi bu. Ancak işin acıklı noktası, bu çocuk restoranlarında şarap yoktu. Görünüşe göre yeni yıla koka kola içerek girecektim ve ister istemez geçen sene ile karşılaştırmayı yeniden yaptım. Karton kutuda makarna ve şarap o kadar da kötü görünmemeye başladı gözüme.

Yeni yıla yarım saat kala ana caddedeki kovboy mağazalarının içinde gezindik ve on ikiye beş kala Uyuyan Güzel Şatosunun önündeki meydana gitmek üzere dışarı çıktık. Ne var ki oraya ulaşmak imkansızdı. Kimbilir kaç bin kişi aynı anda yürüyordu ve hiçbiri istediği yere gidemiyordu.

Yeni yıla miki restoranın önünde girdik. Havai fişekleri izledik ve çok vakit kaybetmeden büyük gurup hala kutlamalarla meşgulken, parkın çıkışına yöneldik. Onca insanla birlikte aynı anda parktan çıkmak imkansıza yakın olacaktı.

Parkın çıkışımda Jelena bir umut taksilere yöneldi, ancak Arap şoförlerden hiçbiri otel çok yakın diye bizi almak istemedi. Biz de tabana kuvvet koyulduk yola.

Ertesi sabah erkenden kalktık. 1 Ocak sabahı beklediğimiz üzere ne lobi, ne de otobüs kalabalıktı. Melissa'nın arabasını park ettik ve biz de karşısına oturduk.

Yol beş dakika sürmüyordu. Tam parka dönen göbekte otobüsü kullanan şerefsiz virajı öyle bir aldı ki, içerdeki herkesin ayakları yerden kesildi. Sevgili kızımın arabası da herkesle birlikte devrildi. Donmuş kalmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Jelena hemen koştu, Melissa'yı kontrol etti. Üzerindeki kalın kayak elbisesi ve arabasına kemerle bağlı oluşuna şükürler olsun ki sevgili kızım iyi görünüyordu.

Bu arada parka ulaşmıştık. Otobüsün şoförü Afrikalı hemen el frenini çekip kaçtı. Kaçmasa ne olacak, sonradan düşündüğümde gırtlağına sarılacak olsam da o an şaşkınlıktan o hayvanı düşünmüyordum bile.

Parkın girişindeki pavilyon
Melissa gülümsüyordu. Yine de adrenalin sağolsun, kırık, çıkığı varsa hissetmeyebilirdi. Biraz bekleyip, bir cafede elbisesini çıkarttık. Kollarını, bacaklarını rahat rahat kullandığını görünce yüreğim ısındı. Hata biraz da bizdeydi. Arabanın el frenini çekmiş, ileri geri aksindeki hareketi otobüsün demir borularıyla engellemiştik, ama sağa sola devrilebileceğini hesap edememiştim. Hayat öğretiyor insana...

Yine parktayız
Zamanını hesaplamamış da olsak, kendimizi yine Frozen geçidinin içinde bulduk. Elsa ve Ana yine muhteşem arabalarında ana caddeyi geçtiler. Nasılsa Melissayla tanışıyorlar, bir daha selamlaşıp, birbirlerine öpücük gönderdiler.

Melissa parktaki ikinci günümüzde arabasından inmiş yürüyordu. Insanlar yeni yılın yorgunluğuna, henüz uyanıp parka gelememişlerdi, o yüzden park tenha sayılmasa da, en azından önceki gün kadar kalabalık değildi. Sevgili kızım ana caddede yürüdü, annesiyle yakalamaca oynadılar.

Uyuyan Güzel Şatosuna geldiğimizde, geçen seneden de aşina olduğumuz Noel geçidi başladı. Çok güzel düşünülmüş, çok ilginç bir geçit. Yüzlerce film ve masal karekterleri, rengarenk giysileri içerisinde dans ederek bütün parkı geçiyorlar.

Goofy, Melissayı görünce sırasından çıktı
Goofy, Melissayı görünce dansı bırakıp sırasından çıktı ve yanına gelip onu sevdi. Geçidin starı Noel Baba da dev kızağının üstünde olmasına rağmen bakışıp Mezzy'le merhabalaştılar.

Fantasyland'e ulaştığımızda senelerdir görüp, hiç deneyemediğimiz It's A Small World isimli turu aldık. Yine su üzerinde rengarenk bir dünyayı geziyorsunuz. Mısırlılardan Azteklere birçok değişik bölge ve kültür temsil edilmiş. Küçük çocuklar için tasarlanmış bir atraksiyon, o yüzden atlamalar, düşüşler falan yok. Ancak muhteşem bir renk şöleni.

Parkta biraz daha vakit geçirip Stüdyolara geçtik. Burada Disney Junior Live On Stage isimli bir şovu izleyecektik.

Çocukları önce halıyla kaplı, diskoyu andıran koca bir salona aldılar. Şov saatini beklerken çocuklar korsanlarla şarkı söylediler, koştular, oynadılar, dans ettiler ve ismini bilmediğim Disney karekterleriyle konuşup resim çektirdiler.

Sonra daha da büyük bir salona geçtik. Burada bir sahne vardı ama izleyiciler için oturacak yer koymamışlardı. Hepimiz yere, halının üzerine oturduk ve şov başladı.

Sahnede bir tek insan var, geri kalan her karekter kukla. Kahramanlar ise genelde benim çocukluğumun Disney karekterleri. Tema, Minnie'nin yaş günü ve Mickey, Daisy, Donald, Goofy falan hep kutlama için birşeyler yapıyor. Çocuklara nasıl problem çözülür, nasıl gurup içinde bir arada çalışılır, mükemmel eğlenceli bir biçimde anlatıyor.

İstemeye istemeye bir iki atraksiyon daha gördükten sonra parkı arkamızda bırakıp Disney köyüne geçtik.

Billy Bob
Köyde Billy Bob'ın Western salonuna girdik. Burası hem çok neşeli, hem de çok uygun fiyatlı bir bar. Müzikler, yemekler çok iyi. Biz girdiğimizde misafirler country müzik eşliğinde dans egzersizi yapıyordu. Melissa sahnede dans etti, ben de 2017'nin ilk şarabını içtim.

Disneyland bu sene bu kadarmış. Bol bol mutluluk ve biraz da sinirle ayrıldım bu hayal dünyasından. Batı çocuklarının hayal gücünü, düş gücünü artırıp, onları sevgi ile, bilim ile, teknoloji ile büyütürken biz çocuklarımıza idam ipleri verip ölümü, sevgisizliği öğretiyor, onları bebek yaşta tankların altına yatırıyor evlendiriyoruz, dövüyoruz, taciz ediyoruz. Sinirim buna.

Ertesi gün uyanıp, Parise geri dönmek üzere trene bindik. Bir Brezilyalı çift, neredeyse bir elektronik mağazasının yarısını kaldırmış bir halde trende, bizim yanımıza oturdu. Gözlerimizin önünde ganimeti - iki tablet, bir laptop, iki mobil telefon, beş-altı kadın çantası, paylaştılar. Parise geldiğimizde bize bonjurne deyip, Melissa'ya gülümsediler, ve ayrılıp gittiler.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...