3 Şubat 2017 Cuma

Hayatın Renkleri

Sevgili arkadaşlar, şu sıralar çok teknik işlere daldım, o yüzden biraz kafamı dağıtmak, biraz da sizle sohbet için olayı teknolojiden çıkarıp sanata getirmek istedim.

Sizlere hayatın renklerinden bahsedeyim.

Bu günlerde benim hayatımda sadece iki renk var. Biri sevgili kızım, diğeri de sevgili karım. Hayatımın renklerinin ikisi de altın sarısı. Birinde biraz mavi, diğerinde de biraz yeşil var ama gerisi hep sarı 💛

Haluk Leventin bir şarkısı vardı, ona benzedi bu. Başak sarıda, sarı saçlarında, deniz mavide, mavi gözlerinde... 😀

Ancak hayatın renklerini kızım ve karımla tanımlamanın sadece bana faydası var. Dünyadaki geri kalan dört milyar insana renkleri edebiyatla anlatmak pek akıllı işi değil.

Gerçekten de renk kavramı oldukça kişisel ve değişken bir kavramdır. Başınıza gelmiştir, karınız/kocanız/arkadaşınız "Aaa ne güzel mavi çarşaf!" dediğinde "Yok kız, o mavi değil, yeşil!" demişsinizdir.

Türk bayrağına baktığınızda herkes kırmızı olduğu üzerinde hemfikirdir, ancak hiç bir şeye bakmadan kırmızı dediğinizde herkesin aklına gelen kırmızı farklıdır. Kimimiz koyu, kimimiz açık, kimimiz pembeye, kimimiz sarıya çalan bir kırmızı canlandırırız gözümüzde.

Işık, elektromanyetik radyasyonun, gözle görebildiğimiz aralığına verdiğimiz isimdir. Foton denen bir parçacık aracılığı ile taşınır. Madde içinde elektronlar enerji kaybettiğinde, yani soğuduğunda, bir foton yayarlar. Bu foton gözümüzün görebileceği frekans (ya da tersten dalga boyu - yazının gerisinde tekrarlamayacağım dalga boyu frekansın ters orantılı hali) aralığında ise biz onu ışık olarak görürüz.

Bu aralık içindeki değişik frekansları da renk olarak algılarız.

Gözümüzün görebileceği en düşük frekanslı renk kırmızı, en yüksek frekanslı renk de mordur. Işık kırmızı ve morun ötesinde de vardır ama bu frekanstaki ışıkları tanımı uygunsa göremeyiz.

Bu bir rastlantı değildir.

Tanımı gereği sıcaklığı mutlak sıfırdan farklı her madde ışık yayar - çünkü soğur ve soğurken de foton ışıması yapar. Güneş büyüklüğünde bir yıldız ısısıyla en çok kırmızı-mor aralığında ışıma yapar. Şükürler olsun ki atmosfer de bu aralıktaki ışığı büyük ölçüde geçirir ve dünya yüzeyine ulaşmasını sağlar. Ondandır ki bu ışımayı algılayacak yani görecek gözler geliştirmişizdir. Güneş biraz daha küçük olsaydı geri kalan özelliklerin dünyamız benzeri olduğu bir habitatta gözlerimiz kızıl ötesi, biraz daha büyük olsaydı mor ötesi ışığa duyarlı halde gelişecekti.

Ancak göremesek de kızıl altı ve mor ötesi frekanslardaki ışımayı çok yakından tanıyıp, kullanırız.

Mor ötesine bakarsak, ilk sırada bizi bronzlaştıran ve kanser eden ultra-viole (kelime anlamı zaten mor ötesi) renkleri görürüz. Frekansları daha yüksek olan bir sonraki ışık (ya da renk) ise X ışınlarıdır. Kolumuzu, bacağımızı kırdığımızda röntgen çekmeye yararlar.

En yüksek frekanslı foton ışıması ya da rengi ise gamma ışınlarıdır. Bundan daha yüksek frekanslı bir elektromanyetik ışıma seviyesini henüz gözlemlemedik. Gamma ışıması nükleer reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkar ve bizi kör etmeye ya da kavurup öldürmeye yarar.

Elektro-manyetik ışımanın kırmızı altı aralığı çok daha neşelidir.

Kırmızı rengin hemen altında kızıl ötesi ya da infra-red ışımaları, yani renkleri bulunur. Bu ışınlar uygun teçhizatla gece karanlıkta görmemizi sağlarlar.

Kızıl ötesi renklerin altında ise mikro-dalga ışımalarıyla karşılaşırız. Fırında frozen food ısıtmaya yarasa da asıl kullandığımız alan uydularla haberleşmedir. Atmosfer görülebilir ışıkla birlikte mikro-dalgaları da geçirir, bu yüzden uydularla mikro dalgalarla iletişim kurarız. Kısacası mikro-dalgalar olmasaydı sevgilinize text atamazdınız.

Mikro dalgaların altında ise kısa, orta ve uzun radyo dalgaları bulunur. Radyo, televizyon hep bu aralıkta çalışır. Ve evet, radyo dalgaları her şeyiyle ışıktır, sadece frekansları görülebilir ışıktan daha düşüktür.

Elektro-manyetik ışımanın çok önemli bir özelliği daha vardır ki bu da belki de tüm insanlığın kör talihidir. Işık evrende gözlemlediğimiz en hızlı fenomendir. Işıktan daha hızlı giden bir madde, enerji ya da ışıma bilmiyoruz ve Albert amca sağolsun, herhangi bir şeyin ışıktan daha hızlı gitmesi de mümkün değildir (yeni kuantum teorisi ile en azından ışıktan daha hızlı bir haberleşme yöntemi gerçekleşecek gibi görünüyor).

İşin fiziğine çok daldık, hayatın renklerine geri dönelim.

Gözlerimizle gördüğümüz renkler, temelde beyaz güneş ışığının bir cisme çarpıp, bazı dalga boylarının emilip, geri kalanının yansıyarak gözlerimize ulaşmasıyla algılanır.

Beyaz ışık aslında birden fazla rengin karışımıdır. Klasik prizma deneyini hatırlayın. Beyaz ışık bir taraftan girer, diğer taraftan gökkuşağının renkleri halinde çıkar.

İlk ve son kez yukardaki önermenin anlatımı kolaylaştıran bir benzetme olduğunu söyleyip kafa karıştırmayı bırakayım. Prizma aslında yapıldığı camın kalınlığına, yanı beyaz ışığın cam medyumun içerisinde kat ettiği yolun uzunluğuna göre giren ışığın dalga boyunu değiştirir, yoksa farklı renklerdeki ışıklar beyaz içinde saklanmış değillerdir. Ancak beyaz ışığın - yada tüm diğer renklerdeki ışığın - başka renklerim karışımı olduğunu düşünmek renk teorisini anlamayı kolaylaştırır.

Ressamlar bu renk karıştırma işini çok iyi becerirler. Üç beş boyayı karıştırıp, yüzlerce farklı renk elde ederler. Bunun için de hangi renk sonuçta oluşacak rengi nasıl değiştirir çok iyi bilirler.

Örneğin karışımda maviyi azaltırsanız, portakal tonları, moru azaltırsanız sarının tonları açığa çıkar.

Kısacası her renk başka renklerim karışımı olarak tanımlanabilir. Önemli olan rengi tanımlayan dalga boyunda ışığın gözümüze ulaşmasıdır. Bu cebinde kaç para var sorusunun cevabına benzer. Yüz lira var da diyebilirsiniz, bir elli, iki yirmi, bir de on lira var da.

Bir rengi tanımlamak için kullanılan renklere ana ya da asıl renkler (primary colors) derler.

Bu renkler hangileridir diye sorarsanız, doğru cevap "hangisi isterseniz olur" dur.

Örneğin gökkuşağı renkleri akla yatan asıl renkler olarak tanımlanabilir. Gökkuşağında kırmızıdan mora yedi renk bulunur. Bunları karıştırarak görülebilir bütün renkleri elde edebiliriz.

Ancak yedi rengi hangi miktarda karıştıracağımızı belirlemek biraz meşakkatlidir. Aynı sonucu daha az renk kullanarak da elde edebiliriz.

Örneğin nerdeyse bütün dijital sistemler renkleri kırmızı, yeşil ve mavinin karışımları olarak tanımlar. Bu renk sistemine İngilizcede kırmızı, yeşil ve mavi kelimelerinin ilk harfleri olan RGB (Red-Green-Blue) adı verilir.

En parlak kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırdığınızda ortaya beyaz renk çıkar.

Bu karışımdan maviyi çıkardığınızda sarı, yeşili çıkardığınızda macenta dedikleri pembe, kırmızıyı çıkardığınızda da cyan/sayen dedikleri turkuaz camgöbeği maviyi elde edersiniz.

Çünkü mavi azaldıkça renk sarıya, yeşili azaldıkça pembeye ve kırmızı azaldıkça turkuaza çalan bir ton alır. İnkjet yazıcınızın renk kartuşunda sarı-pembe ve turkuaz renkler vardır çünkü renkleri RGB'nin ikiz kardeşi ya da tersi olan CMYK ana renkleriyle tanımlar. CMYK, Cyan, Magenta ve Yellow sözcüklerinin baş harfleridir K ise siyah demektir - siyahı elde etmek için üç mürekkepi karıştırmak yerine siyah mürekkep kullanmak teknik olarak daha kolaydır.

RGB additive yani eklemeli, CMYK subtractive yani çıkarmalı bir renk sistemidir. RGB ışımalı ortamlarda yani bilgisayar ekranında, televizyonlarda, projektörlerde, CMYK ise yansımalı yani baskı ortamında kullanılır. Her iki yöntem de birbirine çok benzer.

RGB tanımının kullanıldığı dijital ortamda bir renk ne kadar kırmızı, yeşil ve mavi karıştırılacağını söyleyerek tanımlanır. Binary yani ikili sistemde sekiz basamak iki üzeri sekiz yanı sıfırdan iki yüz elli beşe kadar iki yüz elli altı farklı değer alır. RGB sistemde genel olarak sekiz basamak yani 8-bit per channel dedikleri bu sistem kullanılır. Bir örnek verirsek R (Red/Kırmızı)=255, G (Green/Yeşil)=0, B (Blue/Mavi)=0 kan kırmızı bir renk verir. 0,255,0 cart yeşil, 0,0,255 masmavi bir renk verir. 255,255,0 kanarya sarısı, 255,0,255 ise çingene pembesi.

İşte bu üç ana rengin 256 farklı oranda karıştırılması 256 x 256 x 256=16.8 milyon farklı renk oluşturabilir. Bu kadar renk günlük kullanım çoğu zaman yeterlidir ama örneğin kameranızda varsa RAW formatında çektiğiniz bir fotoğraf genelde 14 bit per channel veri kullanır ve bu da iki üzeri ondört = 16384 ve 16384 x 16384 x 16384 = 4.4 trilyon farklı renk demektir. Bir günbatımı bu sistemde (tabi bir de bu kadar rengi gösterebilecek bir ekran bulabilirseniz) kusursuz olarak görünür. O yüzden varsa RAW formatta çekin resimlerinizi.

İnsan gözü ve beyni ise renkleri biraz daha farklı algılar. Kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırmak yerine bir görüntünün önce parlaklığını, sonra ne kadar sarı yada maviye kaydığını yani sıcaklığını, en sonunda da pembe ya da yeşile kaydığını algılar.

Gözlerimiz önce en parlak, sonra en sarı sonra da en pembe alanları farkeder ve dikkatimizi o alanlara yoğunlaştırır. Özellikle sarı-mavi değeri çok önemlidir. Buna görüntünün sıcaklığı derler. Renkler ne kadar sarıya kayarsa görüntü o kadar sıcak, ne kadar maviye kayarsa görüntü o kadar soğuk olur. En sıcak renkler güneşin doğduğu ya da battığı anlardaki sarı tonlar, en soğuk renkler ise gece ay ışığında gördüğünüz mavinin tonlarıdır.

Dijital ortamda insan algılamasına yakın bu modelin karşılığı olan bir renk sistemi de vardır. Buna Lab derler. Lab renk sisteminde L (luminosity/parlaklık) = 0 siyah yani en az parlak, 100 (diyelim) beyaz, yani en parlak, a (sıcaklık) = -128 en mavi - en soğuk, +127 en sarı - en sıcak ve b = -128 en yeşil, +127 en pembe değerleri alır.

Lab sisteminin en yaygın kullanıldığı alan kameralardaki white balance dedikleri renk denge sistemidir. Ortamı aydınlatan ışığın tonuna göre çekilen fotoğrafdaki renklerim gerçeğe yakınlığını ayarlar.

Bunca şeyi niye anlattım, arzedeyim.

8 bit per channel RGB sisteminde 16 milyon renk olduğunu bilmek eve ekmek getirmenize yaramayacaktır tabi. Hatta toplum içerisinde bu kelimeleri bir cümle içinde kullandığınızda insanların bir bölümü sizden nefret edecek ancak büyük çoğunluğu sizin için üzüntü duyacaktır.

Başınızı ağrıtmamın nedeni, başta söylediğim gibi hayatımın en önemli renklerinin sarının tonları olması. Benim için başka nedenleri de var kabul ama sarının önemi herkes için geçerli.

İnsan gözü sıcak tonlara bayılır.

En sıcak renkler, yanı sarının en güzel tonları güneşin doğduğu ve battığı saatlerdir.

O yüzden kımıldayın biraz, erkenden uyanın, alın karınızı, kocanızı, kızınızı, oğlunuzu, fotoğraf çekmeseniz bile o güzelim gün doğumunun tadını sevdiklerinizle çıkarın. Akşam da yorgunum, maç var, dizi var demeyin, sevdiklerinizle bir de gün batırın.

Aynı kadro, sonbaharın sıcacık kırmızı renklerini dökülen yapraklarda görmek için gidin doğaya.

Hayatın renklerinin tadını çıkarın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...