13 Ocak 2017 Cuma

Disneyland

Fransız mutfağı ne kadar güzel olursa olsun, kahvaltıları bir felakettir. Temeli kahve ve croissant isimli çörek, şanslıysanız bazen tereyağı ve peynir. Gözünü sevdiğimin Brezilyası, sabah bir cafe'ye gidip bir kahve söyleyin, yanımda gelen kahvaltıdan sonra bütün gün birşey yiyecek yeriniz kalmaz. Ama Fransa bu bakımda tam anlamıyla kaputtur. Croissant'ı tanrıların bir hediyesi zannederler ve yanında da bir kahve verdiler mi, tamam artık, onlara göre mutlu olmamanız mümkün değildir.

Bu croissant'ı da sayemizde icad etmişler, onu da bilmezler. Bilseler zaten iki günde gözden düşer, kahvaltılarda paskalya çöreği ve kahve dağıtmaya başlarlar. Paskalyayı da en iyi Karadenizli pasta ustalarının yaptığını keşfettikleri gün, herhalde kahvaltılarında artık sadece kahve kalır.

Bu croissant, İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz cresent yani hilal demektir.

Osmanlı lağımcılar Viyana surlarının altından tünel kazıp kente girdiklerinde erken kalkıp işlerine giden Viyanalı fırıncılar tarafından farkedilmiş ve fırıncıların viyaklaması sonunda Avusturya ordusu uyanıp bizimkileri atmışlar dışarı. Avusturya Kralı ya da Kraliçesi, fırıncılara takdirlerini göstermek için onlara Osmanlı bayrağındaki üç hilalin simgesi olarak bu croissant çöreklerini yapma ayrıcalığını bahşetmiş.

Bu hikayeyi birimiz sayın Devlet Bahçeli'ye anlatırsa, partisinin bayrağındaki üç hilal aşkına püskeviti bırakıp croissant yemeye başlar herhalde :) Prensipte gezi yazılarına politika karıştırmıyorum ama bunun için bir istisna yapmadan geçemedim.

İşte kötü bir croissant ve kahve için içimden hiç de kalkıp otelin kahvaltı salonuna gitmek gelmiyordu. Jelena "Haydi Bugi" falan diye beni stimüle etmeye çalışsa da, nafileydi. Dünkü mahşeri yürüyüşün ardından zaten bacaklarımın dizden altlarını hissetmiyordum bile.

"Haydi Bugi, kahvaltı saati geçiyor" diye bir hamle daha yaptı, ama ben yine direndim, "Geçerse geçsin, ben sana parkta bir croissant ve kahve alırım" diye taarruzu savuşturmaya çalıştım.

Yeniden gözlerimi kapamıştım ki bir şeyin üzerime tırmandığını hissettim. Gözlerimi bir açtım ki, sevgili kızımı gözlerini kocaman açmış, bana bakarken buldum. Benim gözlerimi açtığımı görünce "Daaaaaaa!" diye boynuma sarıldı.

İki dakika sonra ayaktaydım. Jelena belden aşağı vurmuştu, ama Melissa işe yaramıştı. Yirmi sekiz odayı yürüyerek geçip kahvaltı salonuna girdiğimizde nasılsa kahvaltı sadece croissant, bari kahve güzel olsa diye hayıflanıyordum ki büfeyi gördüm. Dünyanın en güzel kahvaltıları Türk otellerendedir bana sorarsanız sevgili arkadaşlar, ama bu oteldeki kahvaltı bizimkilere yaklaşıyordu.

Dört çeşit peynir, bilmem kaç çeşit börek, çörek (ve tabii ki croissant), çeşit çeşit yağ, bal reçel, cereal, yoğurt, yumurta, vesaire, vesaire... Ancak en kayda değeri otelde yaptıkları, dumanı tüten Fransız bagetleri. En çok sevdiğim ekmektir baget, hele bir de sıcak oldumu, bir bütün ekmeği rahat rahat yiyebilirim.

Eurodisney'deyiz
31 Aralık sebebiyle hem Jelena hem ben kalori saymayı bırakmıştık. İkimiz de patlayıncaya kadar yedik. Kahve de fena sayılmazdı. Gece yarısına kadar parkta kalacağımızı düşünerek gerekli kafein depolamasını yaptım.

Bir kaç dakika sonra bizi parka götürecek otobüsün içindeydik. Bir on dakika sonra da parkın girişindeki güvenlik noktasına ulaştık. Planladığımız üzere ilk durağımız Disneyland Park değil Disney Stüdyoları olacaktı.

Kapıda online biletlerimizi değiştirip hemen Stüdyo 1'e yöneldik. Bu devasa binanın içi 1950'lerden kalma bir kasaba şeklinde dekore edilmiş. Eczanesi, benzin istasyonu, gece klübü ve restoranları ile tam bir film seti. Bu dekor binaların içleri ise gerçekte cafe, restoran ve mağaza.

Disney Stüdyoları
Stüdyo 1'in diğer ucundan çıktığınızda ise karşınıza Walt Disney'in bir heykeli çıkıyor. Bunun arkasında ise Disney Stüdyolarının atraksiyonları ucu bucağı görünmeyen bir alana serpiştirilmiş.

Stüdyo Tram isimli, sizi etrafta gezdiren mini tren soğuktan dolayı kapalıydı. Geçen seneden deneyimimizle söylüyorum, yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bu gelişimizde ise geçen sene denemeye vaktimizin olmadığı Hollywood Towers isimli turu almayı aklıma koymuştum. Cevabını bile bile Melissa'yı alır mısınız diye sorduk. Beklenen "alamayız" cevabı üzerine Jelena ve Melissa ile tur bittiğinde buluşmak üzere ayrıldık. Onlar arkadaki mağazaya gitti, ben de sıraya girdim.

Hollywood Towers mizansene göre bir otel. İçinde bulunduğu gökdelenin ortadan üç-dört katı yıldırım çarpmış gibi simsiyah. Her beş dakikada bir ciyak diye birilerinin bağırdığını duyuyorsunuz.

Sıra bahçede başladığı için bol bol gökdelenin dışını inceleme şansınız oluyor. Bina metruk bir halde. Dışarıya bakan, olasılıkla servis için kullanılan metal kapıları paslanmış. Boyasının çok kaliteli olduğu belli, ancak bakımsızlıktan yer yer dökülmüş, renk değiştirmiş.

Studio-1
İçeri girdiğinizde ise yavaş yavaş senaryoya ısınıyorsunuz.

Bir kere bu otelde ne olduysa bir anda olmuş. Hala masalarda dağıtılmış oyun kartları, açık içki şişeleri, örümcek ağları kaplamış olsa da tabak, çanak ve biblolar var. Giriş çok elegant döşenmiş ancak halı, mobilyalar ve raflardaki ıvır zıvır hep tozla kaplı.

Buradan otelin kütüphanesine geçiyorsunuz ve eski bir televizyon cızt bızt size mizanseni anlatıyor. Hikayeye göre dördüncü boyuttan gelen bir güç - ki şimşek/yıldırım biçiminde betimlenmiş, oteli vuruyor ve servis asansöründe mahsur kalan siz de bir bilinmeze doğru yol alıyorsunuz.

Masalarda dağıtılmış oyun kartları
Kütüphaneden sonra otelin kazan odasına geçiyorsunuz. Burası devasa hacimde karanlık bir yer. Etrafta borular, vanalar, kazanlar var. Mavi ve pembe ışıklarla birlikte hayal üstü dekore edilmiş. Burada bir aksiyon yok ama seyretmesi dahi çok zevkli.

Kazan odasının sonunda ise servis asansörü var. Turun can damarı bu asansör zaten. İçine girip kemerinizi bağlıyorsunuz ve sonrası, hele böyle şeyleri severseniz akıl dışı. Aşağı ve yukarı değişik hız ve mesafelerle gidiyorsunuz, asansörün kapısı zaman zaman açılıyor, siz de odaları, uzaylıları ve en ilgincş parkın kendisini, hem de taa tepeden görüyorsunuz.

Bu yukarı, aşağı hareketlerde kimi zaman kıçınız koltuktan ayrılıyor, sizi sadece kemer tutuyor. Yani neredeyse sıfır yerçekimi ve ağırlıksız kalıyorsunuz.

Ben çok zevk aldım.

Tur bittiğinde Jelena ve Melissa
beni aşağıda bekliyorlardı
Tur bittiğinde Jelena ve Melissa beni aşağıda bekliyorlardı. Jelena bahane Melissa olsa da Hollywood Towers'ı denemediğine memnundu. Bir kaç kez, konusu geçtiğinde anlatmıştım sizlere, sevgili karım bu tip heyecanları pek sevmez.

Ertesi gün geri dönmek üzere Disney Stüdyolarından ayrılıp, Disneyland Parkına geçtik.

Kar ve sis parkın girişindeki pembe şatoya oldukça gizemli bir görünüm kazandırmıştı, hatta biraz da korku verici diyebilirim. Hani neredeyse sislerin arasından eli süpürgeli bir cadı fırlayacak gibi.

Ancak yaklaştıkça neşeli müzik, rengarenk yeni yıl dekorasyonları ve etrafımızdaki mutlu insanlar havanın kasvetini aldı götürdü.

Parkın merkezi 1800'lü yılların sonlarından kalma bir Amerikan şehri biçimde tasarımlanmış. Hani kara tren ve kovboyların kasabaları gibi. Parkın diğer bölümlerinin kendine özgü temaları var ancak giriş sizi etkilemeye yetiyor.

Vali Konağı
Pembe şatonun altından geçer geçmez bu eski şehrin sözde vali konağının bulunduğu bir meydana geliyorsunuz. Bu meydanın ortasında yeni yıl dekorasyonları ile kaplı, gerçekten dev boyutta bir çam ağacı var. Bu ağacın altında ki beyaz bir pavilyon ise bütün ziyaretçilerin fotoğraf çektiği ortak bir nokta. Hafifçe yağan kar hem ağacı, hem de pavilyonun çatısını çok güzel bir renge bürümüş. Hava soğuk olsa da gerçek bir yeni yıl duygusuna kapılıyor insan.

Bu meydanı geçtiğinizde ise bu eski western şehrinin ana caddesine ulaşıyorsunuz. Ortasından tren yolu geçen bu caddenin her iki tarafı da temsil ettiği zamana büyük bir sadakatle yapılmış, çeşit çeşit renkleriyle insanın bakmaktan gözünü alamadığı binalarla kaplı.

Bu binalardan birimde bulunan bir pastanede bir kahve içtik.

Dışarı çıktığımızda ise artık Jelena'nın da, benim de binlerce kez dinlediğimiz, her kız çocuğu ana babasının da sözlerini olasılıkla ezbere bildiği o güzelim şarkı cadde üzerinde çalmaya başladı. Disney'in ünlü Frozen filminin kahramanı Kraliçe Elsa'nın söylediği Let It Go, binlerce wattlık ses sisteminden çıkıp kulaklarımızın derinliğine girdi.

Muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana
Sonrasında ise muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana caddenin bir başında belirdi. Binlerce çocuğun ve ailelerinin sevinç çığlıkları arasında cadde boyunca yavaş yavaş ilerlediler.

Melissa'yı ilk Ana farketti, hemen Elsa'nın koluna dokunup Melissa'yı işaret etti. Her ikisi de canım kızıma öpücükler, gülücükler, el sallayarak selamlar gönderdiler.

Giysileriyle, yüzlerinin hatlarıyla canlandırdıkları çizgi filim karekterlerine inanılmaz benzemişler. Hava buz gibi olsa da hiç acele etmeden, hakkını vererek sürdürdüler şovlarını. Geri planda ise Let It Go, üç ayrı dilde çalmaya devam ediyordu. Elli yaşımda olsam da, bir çocuk gibi zevkle izledim, hatta bir çocuk kadar etkilendim.

Parkdayız
Geçit bittikten sonra parkın içine doğru ilerlemeye devam ettik. Western kasabasını gerimizde bırakıp, Mickey, Minnie ve Donald'ın heykellerinin bulunduğu yine çok büyük bir meydana ulaştık. Bu meydanı geçtiğimizde ise belkide parkın en ikonik, en güzel şatosuna ulaştık.

Bu şatonun ismi Castle of the Sleeping Beauty, yani uyuyan güzelin şatosu. Pembe renkli, sivri kuleleri ile etrafının su ile çevrili olduğu bir kayanın üzerinde duruyor. Boyutları çok büyük. Altında ise ortaçağ evleri ile bezenmiş cadde ve sokaklar var.

Şatonun önündeki büyük meydandan sola döndük ve parkın Adventureland bölümüne yani macera ülkesine geçtik. Burada define adaları, korsan gemileri, tropik ormanlarla birlikte Pirates of the Caribbean, yani Karayip Korsanları turu var.

Karayip Korsanları
Bu tur bize yabancı değil. Sevgili kızım Melissa bile geçen sene almıştı. Bir araç içerisinde suda gidiyor, karanlıkta korsan adalarının etrafında geziyor, korsanların savaşına ve eğlencelerine tanık oluyorsunuz. Korsanlar üzerinize ateş açıyor, karanlıkta sonunu görmediğiniz derinliklere düşüyorsunuz. Bütün tur boyunca etrafınızdaki kurukafalar, define sandıkları, demir parmaklıklar arkasında çürümüş iskeletlerle birlikte harika korsanvari şarkılar size eşlik ediyor.

Bu turun başka bir güzelliği ise bekleme sırasının bir mağara içinde bulunması. Alternatifi eksi bilmem kaç derecede, kar altında dolaşmak olduğunda, insanın içi ısınıyor! :)

Sing Along With Frozen
Bir sonraki atraksiyonumuz Frontierland yani sınır ülkesindeki bir tiyatroda yer alacak Sing Along With Frozen şovuydu. Frozen filminin karekterleri ile müzikalin şarkılarını söylüyorsunuz. İnanın, Melissa daha bir buçuk yaşında değil ama hepsini biliyor, kendi çapında daaa, baaa, dadaaa diye söylüyor bile :)

Dışı tamamen ahşap ve temaya uygun olarak biraz harap bir binanın ev sahipliği yaptığı tiyatro, şov boyunca son teknoloji ile yaptıkları ses, ışık, duman ve dekor efektlerini kullanarak bizleri mest etti. Figürlerin hepsi Frozen filminden tabi. Ben en çok kardan adam Olaf'a güldüm, çok güzel yapmışlardı.

Bir arkadaşımız Melissa'ya çok güzel bir Olaf oyuncağı almış, sağolsun, ancak o kadar vokal, o kadar geveze ki, ben evde kafayı yemek üzereyim. Bir de Fransızca konuşup, şarkı söylüyor. "Jö süiz Olaf, bonjuuur..." diye başladığında içimden kapıyı vurup kaçmak geliyor, ama Melissa için can feda tabi. Laf aramızda, geçenlerde "kaza ile" Olaf'ı duvara fırlattım, ancak gerçekten sağlam yapmışlar :)

Uzun bir yürüyüş bizi Fantasyland'e yani hayal ülkesine getirdi. Buraya gelmemizin biricik sebebi ise Peter Pan's Flight turuydu. Melissa, Peter Pan'ın çizgi filminin delisi oldu. Peter Pan başladığında Tv'nin dibinde, hipnotize olmuş gibi bitene kadar dikiliyor. Bazen bir şey mi oldu diye merak edip yanına gidiyor, onu öpmeye kalkıyorum ama o gözünü ekrandan ayırmadan elinin tersiyle beni itiyor.

Bilirsiniz, Peter Pan uçabilen hayali bir İskoç çocuk kahramanı. Arkadaşlarıyla birlikte korsanlarla, haydutlarla uğraşır. Ben de Melissa sayesinde yeni yeni hatırlıyorum.

Peter Pan's Flight
Disneyland'daki Peter Pan turunda Peter Pan olup uçuyorsunuz, tabi yelkenli bir gemi içinde. Tur sırasında Neverland'e gidiyor, korsanları görüyor, karanlık gökyüzünde yıldızların arasında uçuyorsunuz.

Peter Pan's Flight öyle yazarak anlatılabilecek bir deneyim değil. Görmek ve yaşamak lazım. Aklımdayken, gitmeyi planlıyor ya da görmeye değer mi diye karar vermeye çalışıyorsanız, Disneyland'daki her atraksiyonun Youtube'da bol bol videoları var. Mesela "Peter Pan's Flight Disneyland Paris" diye gugıllarsanız hemen bulursunuz. Dünyanın farklı şehirlerindeki Disneyland parklarında bu atraksiyonlar bazen farklılık gösterebiliyor, o yüzden ararken atraksiyon ismine gideceğiniz şehri de yazın ki gerçekten göreceğiniz atraksiyonun videosuna ulaşabilin. Bu videoların sadece size bir fikir verecek kadar işe yarayacağını da unutmayın. Gerçek deneyim Youtube'dan çok çok farklı, canlı ve heyecanlı!

Disneyland Paris çocuklar için tasarlanmış bir cennet. Hayal güçlerine bol bol yakıt sağlayan, ufuklarını açan, onları mutlu eden bir yer. Sadece TV ekranlarında gördükleri kahramanları üç boyutlu görme şanslarını buldukları, sahte de olsa o doğa üstü olayları ve heyecanları yaşayabilmelerinin bir karşılığı olamaz bence.

Disneyland sadece ileri bir lunapark değil tabi. Bu uçsuz bucaksız parkta kayıp çocukları bulma merkezinden laktoz intolerant çocuklar için özel mama bulabileceğiniz çocuk bakım odalarına, bebek arabası ve tekerlekli sandalye ile her yere gitmenizi sağlayacak rampalar, asansörlerle kadar her şey düşünülmüş.

Ancak geçen seneden beri gözlemlediğim bir fenomen var ki, hala kafamda Disneyland gibi bir yerde nasıl böyle bir şeye tolerans gösterilebilir, aklım almıyor.

Sigaradan bahsediyorum.

Tanıyanlarınız bilir, hayatınızda görebileceğiniz en boklu tiryakilerden biriydim. Seneler boyu günde üç paket sigara içtim, hayatımı sigaradan kazandım. Sigarayı bırakalı yedi sene oldu, buna rağmen bazen sabah uyandığımda elim hala başucumda sigara paketiyle çakmak arar.

O yüzden artık sigara içmiyorum diye size sigara zararlıdır, her yerde yasaklanmalıdır şeklinde hıyarlık yapmayacağım. İsteyen, beni ve ailemi ikinci el sigara dumanına maruz bırakmamak kaydıyla istediği yerde, istediği kadar içsin, umrumda değil.

Ama Disneyland bir çocuk parkı arkadaşlar, buna rağmen herkesin elinde emzik gibi bir sigara.

Karayip Korsanları sırasında, sıraya ilk girdiğimizde hala açık havadaydık. Önümüzdeki çiftten erkek olanı çıkardı bir sigara ve çat diye yaktı. Melissa'yla arasında yarım metre yok.

"Mösyö" dedim, Melissa'yı gösterip, "lanfan!"

"Aaa, kusura bakmayın" dedi, çıktı sıradan, iki metre ilerde içmeye başladı sigarasını.

Peter Pan'e yürüyoruz, bir duman bulutu ensemin arkasından gelip, başımı sardı, ağızımdan girip, burnumdan çıktı. Kafayı çevirip bir baktım, muhtemelen iki metre boyunda bir Rus delikanlı. Ne olduğunu anladı, biraz utanıp, biraz da görmemezlikten geldi, yürüdü gitti.

Restoranların önü yine lise tuvaleti gibi. Sigara, sigara dumanı, sigara izmariti, sigara kokusu...

Peter Pan sırasında sıranın uzun bir kısmı açık hava, ancak başlarına gelmiş ki açık hava olmasına rağmen no smoking levhası koymuşlar. Önümüzde yine bir çift ama yaşlarının toplamı benim yaşımdan küçük. Gözümün içine baka baka tam no smoking levhasının altında yaktı bir sigara. Yine Melissa'nın dibi. Kibarlığı falan bıraktım, "Put that down" diye kolunu dürttüm. Ama yaktım, ne yapayım der gibi ellerini açtı. Kapı çalar gibi no smoking levhasına vurdum, bir daha "Put that away" dedim. Arkadan, sırada bekleyen bir Amerikalı baba - ki en hassası onlardır, bana destek şeklinde "Toss it" diye çocuğa efelendi. Bizimki kız arkadaşını da sigarasını da alıp çıktı sıradan.

2007 yılında Hollywood da Universal Stüdyolarını ziyaret ediyorduk. Bir sigara için ölüyordum ama bütün park, açık alanlar dahil non-smoking'di, sigara içenler için smoking alanlar yapmışlardı. Nerede içebilirim diye sorduğumda King Kong'un arkasında içebilirsin dediler. İki günlük zevcemi bırakıp, bir sigara içmek için iki kilometre yol yürümüştüm.

Disneyland"de de yapmaları gereken bu bence. Bütün parkı non-smoking yapıp, sigara içilebilen yerler oluşturulmalı. Ancak Fransızlar biraz fazlaca liberal bu sigara hususunda.

İnsanlar da çok düşünceli değiller tabi. Sadece sigara hususunda değil, her şeyde.

Jelena Melissa'nın altını değiştirmek için tuvalete gittiğinde, kadınlardan biri Melissa'nın arabasının yanından geçerken geçiş alanı biraz daraldı diye kızıp, "Ben bu çocuk arabalarından bıktım" demiş.

Disneyland'de hemen herkesin çocuk arabası var, hatta atraksiyonların, restoranların önünde çocuk arabaları için park yerleri bile var.

Jelena dönüp buna "Sen nerede olduğunun farkındamısın?" diye sormuş, bir iki hoşnutsuzluğunu gösteren kelime daha kullanarak.

İşte böyle sevgili arkadaşlar, insanlar her yerde aynı. Her yerde başkalarını hayatını zorlaştırmaktan zevk alıyorlar çünkü başkaları da onların hayatlarını zorlaştırıyor.

Neyse, yeter bu kadar felsefe.

Saat ilerliyor, yeni yıl yaklaşıyordu. 2016 bitmeden canım kızıma bir Kraliçe Elsa elbisesi almak istiyordum. Çok güzel bir tane bulmuştum ancak parktaki her mağazada 69.90 yuro fiyat koymuşlardı. Gereksiz derecede pahalıydı, o yüzden her mağazada belki makul bir fiyata bulabiliriz diye fiyatını soruyorduk.

Uyuyan Güzel şatosuna giden köprüyü geçtik ve altındaki mağazalara bakınmaya başladık. Merlin'in Büyüleri diye bir mağaza gördüm, gülümsedim. King Arthur ne zaman karşımıza çıkacak diye bekliyordum.

Bu King Arthur efsanesi Anglo-Saxon kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Yere göğe koyamazlar bu hayali kralı. Nerede bir şato, bir zırh, bir kılıç görürseniz, Mutlaka bu efsaneye bir atıf yapılır.

Çok beleş bir efsanedir bu hattızatında. Ne tarihte, ne coğrafyada efsanede geçen kişi ve olayların herhangi bir izi vardır. Yani Ne Arthur diye bir kral, ne Merlin diye bir büyücü, ne Camelot diye bir kale, ne Avalon diye bir şehir, tabi ne de Excalibur diye bir kılıç. O yüzden herkes bir parça uydurup, üstüne koyar. Geçenlerde okudum, feministler King Arthur aslında bir kadınmış diyorlarmış :)

Fransada Burgonya'da bir Avalon şehri var, onlar da biraz sahip çıkıyor King Arthur efsanesine. Bildiğim tek ismi uyuşan coğrafi referans bu. Avalon'a planlanmış bir gezimiz var, gittiğimizde efsaneyi de anlatırım size uzun uzun.

Dibs on 69.90 Euro
Ben bunları düşünürken, Jelenanın rehberliğinde şatonun alt katındaki mağazalardan birine girdik. Jelena "Mezzy'nin elbisesinden burada da var, dur bakayım fiyatına" dedi, ben de "Dibs on 69.90 Euro" dedim. Tezgahtar kız bizim İngilizce konuştuğumuzu duyunca İngilizce cevap verdi. "Doğru, 69.90!", sonra da güldü "Ama bir promosyonumuz var, ilgilenirsen" dedi.

Aksanını tam bir yere yerleştirememiştim. Büyük ihtimalle İrlandalıydı yada İrlandalı bir erkek arkadaşı vardı falan. Neyse, önemli olan elbiseydi.

"Tabi ki ilgileniriz. Nedir promosyon?"

"Çok basit. Yüz yuroluk alışveriş yaparsan, elbise yarı fiyatına."

Jelena uçtu tabi. "Zaten ayakkabı da almamız lazım, elbiseyle yüz yuroya ulaşırız" dedi. Alışverişin sonunda toplam yüz elli yuroyu geçmişti ama elbiseyi de otuz beş yuroya almıştık. Kızım tam takım Kraliçe Elsa olmuştu. Elbisesi, ayakkabıları, bir de asası ile. Sadece kızıma göre taç bulamamıştık, onu da sonra alırız dedik.

Yılbaşına geri sayım devam ediyordu. Girişteki büyük çam ağacında Mickey'nin ışık gösterisi vardı. Mickey ve Noel Baba şarkı söylediler, dans ettiler.

Yılbaşı yemeğimiz
Yılbaşı yemeğimiz çok gösterişli olmayacaktı. Tam doğru haliyle Meksika yiyecektik. Taco, yani fast food. Ancak geçen sene başımıza gelenleri düşünürsek bu yemek bir gourmet restoran gibi gelecekti. Planet Hollywood'daki zibidilerin yüzünden geçen yılbaşı otele dönüp, karton kutuda makarna ve otelin barından bir şişe şarapla girmiştik yeni yıla.

Salatasıyla, gazozuyla tatlısıyla, hem de yumuşak sandalyelerde oturarak yedik yemeğimizi. Geçen seneye göre çok önemli bir ilerlemeydi bu. Ancak işin acıklı noktası, bu çocuk restoranlarında şarap yoktu. Görünüşe göre yeni yıla koka kola içerek girecektim ve ister istemez geçen sene ile karşılaştırmayı yeniden yaptım. Karton kutuda makarna ve şarap o kadar da kötü görünmemeye başladı gözüme.

Yeni yıla yarım saat kala ana caddedeki kovboy mağazalarının içinde gezindik ve on ikiye beş kala Uyuyan Güzel Şatosunun önündeki meydana gitmek üzere dışarı çıktık. Ne var ki oraya ulaşmak imkansızdı. Kimbilir kaç bin kişi aynı anda yürüyordu ve hiçbiri istediği yere gidemiyordu.

Yeni yıla miki restoranın önünde girdik. Havai fişekleri izledik ve çok vakit kaybetmeden büyük gurup hala kutlamalarla meşgulken, parkın çıkışına yöneldik. Onca insanla birlikte aynı anda parktan çıkmak imkansıza yakın olacaktı.

Parkın çıkışımda Jelena bir umut taksilere yöneldi, ancak Arap şoförlerden hiçbiri otel çok yakın diye bizi almak istemedi. Biz de tabana kuvvet koyulduk yola.

Ertesi sabah erkenden kalktık. 1 Ocak sabahı beklediğimiz üzere ne lobi, ne de otobüs kalabalıktı. Melissa'nın arabasını park ettik ve biz de karşısına oturduk.

Yol beş dakika sürmüyordu. Tam parka dönen göbekte otobüsü kullanan şerefsiz virajı öyle bir aldı ki, içerdeki herkesin ayakları yerden kesildi. Sevgili kızımın arabası da herkesle birlikte devrildi. Donmuş kalmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Jelena hemen koştu, Melissa'yı kontrol etti. Üzerindeki kalın kayak elbisesi ve arabasına kemerle bağlı oluşuna şükürler olsun ki sevgili kızım iyi görünüyordu.

Bu arada parka ulaşmıştık. Otobüsün şoförü Afrikalı hemen el frenini çekip kaçtı. Kaçmasa ne olacak, sonradan düşündüğümde gırtlağına sarılacak olsam da o an şaşkınlıktan o hayvanı düşünmüyordum bile.

Parkın girişindeki pavilyon
Melissa gülümsüyordu. Yine de adrenalin sağolsun, kırık, çıkığı varsa hissetmeyebilirdi. Biraz bekleyip, bir cafede elbisesini çıkarttık. Kollarını, bacaklarını rahat rahat kullandığını görünce yüreğim ısındı. Hata biraz da bizdeydi. Arabanın el frenini çekmiş, ileri geri aksindeki hareketi otobüsün demir borularıyla engellemiştik, ama sağa sola devrilebileceğini hesap edememiştim. Hayat öğretiyor insana...

Yine parktayız
Zamanını hesaplamamış da olsak, kendimizi yine Frozen geçidinin içinde bulduk. Elsa ve Ana yine muhteşem arabalarında ana caddeyi geçtiler. Nasılsa Melissayla tanışıyorlar, bir daha selamlaşıp, birbirlerine öpücük gönderdiler.

Melissa parktaki ikinci günümüzde arabasından inmiş yürüyordu. Insanlar yeni yılın yorgunluğuna, henüz uyanıp parka gelememişlerdi, o yüzden park tenha sayılmasa da, en azından önceki gün kadar kalabalık değildi. Sevgili kızım ana caddede yürüdü, annesiyle yakalamaca oynadılar.

Uyuyan Güzel Şatosuna geldiğimizde, geçen seneden de aşina olduğumuz Noel geçidi başladı. Çok güzel düşünülmüş, çok ilginç bir geçit. Yüzlerce film ve masal karekterleri, rengarenk giysileri içerisinde dans ederek bütün parkı geçiyorlar.

Goofy, Melissayı görünce sırasından çıktı
Goofy, Melissayı görünce dansı bırakıp sırasından çıktı ve yanına gelip onu sevdi. Geçidin starı Noel Baba da dev kızağının üstünde olmasına rağmen bakışıp Mezzy'le merhabalaştılar.

Fantasyland'e ulaştığımızda senelerdir görüp, hiç deneyemediğimiz It's A Small World isimli turu aldık. Yine su üzerinde rengarenk bir dünyayı geziyorsunuz. Mısırlılardan Azteklere birçok değişik bölge ve kültür temsil edilmiş. Küçük çocuklar için tasarlanmış bir atraksiyon, o yüzden atlamalar, düşüşler falan yok. Ancak muhteşem bir renk şöleni.

Parkta biraz daha vakit geçirip Stüdyolara geçtik. Burada Disney Junior Live On Stage isimli bir şovu izleyecektik.

Çocukları önce halıyla kaplı, diskoyu andıran koca bir salona aldılar. Şov saatini beklerken çocuklar korsanlarla şarkı söylediler, koştular, oynadılar, dans ettiler ve ismini bilmediğim Disney karekterleriyle konuşup resim çektirdiler.

Sonra daha da büyük bir salona geçtik. Burada bir sahne vardı ama izleyiciler için oturacak yer koymamışlardı. Hepimiz yere, halının üzerine oturduk ve şov başladı.

Sahnede bir tek insan var, geri kalan her karekter kukla. Kahramanlar ise genelde benim çocukluğumun Disney karekterleri. Tema, Minnie'nin yaş günü ve Mickey, Daisy, Donald, Goofy falan hep kutlama için birşeyler yapıyor. Çocuklara nasıl problem çözülür, nasıl gurup içinde bir arada çalışılır, mükemmel eğlenceli bir biçimde anlatıyor.

İstemeye istemeye bir iki atraksiyon daha gördükten sonra parkı arkamızda bırakıp Disney köyüne geçtik.

Billy Bob
Köyde Billy Bob'ın Western salonuna girdik. Burası hem çok neşeli, hem de çok uygun fiyatlı bir bar. Müzikler, yemekler çok iyi. Biz girdiğimizde misafirler country müzik eşliğinde dans egzersizi yapıyordu. Melissa sahnede dans etti, ben de 2017'nin ilk şarabını içtim.

Disneyland bu sene bu kadarmış. Bol bol mutluluk ve biraz da sinirle ayrıldım bu hayal dünyasından. Batı çocuklarının hayal gücünü, düş gücünü artırıp, onları sevgi ile, bilim ile, teknoloji ile büyütürken biz çocuklarımıza idam ipleri verip ölümü, sevgisizliği öğretiyor, onları bebek yaşta tankların altına yatırıyor evlendiriyoruz, dövüyoruz, taciz ediyoruz. Sinirim buna.

Ertesi gün uyanıp, Parise geri dönmek üzere trene bindik. Bir Brezilyalı çift, neredeyse bir elektronik mağazasının yarısını kaldırmış bir halde trende, bizim yanımıza oturdu. Gözlerimizin önünde ganimeti - iki tablet, bir laptop, iki mobil telefon, beş-altı kadın çantası, paylaştılar. Parise geldiğimizde bize bonjurne deyip, Melissa'ya gülümsediler, ve ayrılıp gittiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...